Sözlerin en doğrusu Allah'ın kelamı, yolların en hayırlısı Muhammed Aleyhisselam'ın yoludur. Dinde her sonradan çıkarılan şey bidattir.Her bidat sapıklıktır ve her sapıklık da cehennemdedir (Muslim no: 867)

Duâ

Duâ

19 Ocak 2025 Pazar

Tarık Suresi 7. Ayetinin Meali Hakkında

 

Soru: “Selamünaleyküm Ben Selim mealinizi takip ediyorum. Ama Tarık 7  ayetine göğüs ve bel demişsiniz. Örneğin tevhid meali bel ve omurga kemiği diyor. Neredeyse sizden başka göğüs diyen görmedim. Bir de İbni Abbas görüş diyor. Allah ne diyorsa biz ona iman ediyoruz hani sizin tevil yapacağınızı da  düşünmüyorum ama anlayamadım. Ayeti meali neden daha farklı ? Doğrusu sizin mealiniz neden doğru?

Cevap: Aleykum selam. Sahih Meal’i hazırlarken takip ettiğim metod, aslen Sahih Tefsir adlı çalışma ile ortaya çıkan sonuçlara göre kelimelerin manasını tayin etmektir.

Sahih Tefsir’de yalnızca Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’in merfu hadisleri, sahabe, tabiin ve tebâu’t-tabiin’den gelen sahih rivayetleri esas almayı amaçladım. Çünkü bu konuda ciddi bir eksiklik vardı.

Rivayet tefsirlerinde hadislerin veya seleften gelen eserlerin sıhhatleri dikkate alınmadan nakiller yapılmış ve bu sebeple ya zayıf rivayetlere dayalı anlamlandırmalar sözkonusu olabilmiş, yahut Mu’tezile’nin metoduna benzer şekilde ayetlere anlam verirken, o konuda rivayet bulunmasına rağmen dil uzmanlarının görüşü tercih edilmiştir.

Dirayet tefsirleri ise malum olduğu üzere birçok felaketlerle dolu, çoğu yakılması gereken kitaplardır.

Meal çalışması yapanlar da genelde yukarıda zikrettiğim ayrıma dikkat etmeden, hak ile batılın karıştığı geleneksel tefsir kitaplarından istifade ederek yapıyorlar. Tevhid Meali dediğiniz kitap da akide olarak Salih Selef’in menhecinden fersah fersah uzak muasır bir gencin kendince – belki samimi bir niyetle – ortaya koymak istediği fakat daha çok Mu’tezile ve Eşarî’lerin bâtıl yorumlarının etkisinden kurtulamadığı, oldukça başarısız bir çalışmadır.

Tarık suresi 7. Ayetine gelince, et-Teraib kelimesine İbn Abbas radıyallahu anhuma’dan sahih isnad ile bir açıklama gelmiş bulunduğu için bu konuda başka söz söyleyenlerin hiçbirine itibar etmedim. Çünkü bir konuda Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’den, sahabeden, tabiin ve teba’ut-tabiinden rivayet varsa lügatçilerin açıklamalarının hiçbir kıymeti harbiyesi olmaz.

Bid’atçiler ise selefin sözü ile dilcilerin sözlerini sanki eşit kefedeymiş gibi davranarak tercihte bulunmaktadırlar!

Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:

فَلْيَنْظُرِ الْإِنْسَانُ مِمَّ خُلِقَ خُلِقَ مِنْ مَاءٍ دَافِقٍ يَخْرُجُ مِنْ بَيْنِ الصُّلْبِ وَالتَّرَائِبِ

O halde insan neden yaratıldığına bir baksın?! * Fışkırıp atılan bir sudan yaratıldı. *  Bel ile göğüs arasından çıkar.” (Tarık 5-7)

Taberî Tefsir’inde (24/293) Teraib kelimesini: “Kadının göğsünden gerdanlık takılan yerdir” diyenler dedikten sonra, Avfi yoluyla İbn Abbas radıyallahu anhuma’dan bu manayı rivayet etmiştir. Ancak bu tarik zayıftır. Ardından şu tarikle rivayet etti:

 Ali – Ebu Salih – Muaviye – Ali (b. Ebi Talha) – İbn Abbas radıyallahu anhuma isnadıyla rivayet ediyor: İbn Abbas radıyallahu anhuma et-Teraib kelimesi hakkında şöyle dedi:

مِنْ بَيْنِ ثَدْيَيِ الْمَرْأَةِ

“Kadının iki göğsü arasından” demektir.”

Bu isnad hasendir. Sonra Taberî aynı anlamda açıklamayı İkrime, Mucahid, Said b. Cubeyr ve Sufyan es-Sevrî rahimehumullah’tan da rivayet etmiştir.

İbn Abbas radıyallahu anhuma’dan bu mana daha sahih yoldan da sabit olmuştur:

Ziyau’l-Makdisi el-Muhtare’de (12/110 no:134) Ebu Asım (ed-Dahhak b. Mahled)’e ulaşan isnadıyla; Şebib (b. Bişr) – İkrime – İbn Abbas radıyallahu anhuma yoluyla rivayet ediyor: İbn Abbas radıyallahu anhuma dedi ki:

التَّرَائِبُ؛ مَوْضِعُ الْقِلادَةِ

“et-Teraib: gerdanlığın (göğüsteki) yeridir.”

Bu isnad da hasendir. Şebib b. Bişr saduk olup, hakkında zararsız eleştiri vardır. Önceki tariklerle beraber rivayet sahih derecesine çıkmaktadır. Ayrıca İkrime, Mucahid, Said b. Cubeyr rahimehumullah gibi İbn Abbas radıyallahu anhuma’nın öğrencilerinden de sahih yollarla bu açıklama sabit olmuştur.

Sahih Meal dışında başka mealin böyle anlam vermediği sözüne gelince, bu eksik bir araştırmadan kaynaklıdır. Diyanet vakfı meali, Ali Fikri Yavuz, Elmalılı Hamdi Yazır, Ömer Nasuhi Bilmen, Suat Yıldırım meallerinde “Bel ile göğüs arası” şeklinde meal verilmiştir. Edip Yüksel, Ali Bulaç, M. İzlamoğlu, Muhammed Esed, S. Ateş, Yaşar Nuri, Diyanet İşleri başkanlığı meali gibi Mu’tezile meşreplilerin meallerinde ise “Kaburga kemiği” denilmiştir! Ümmetin selefinden böyle bir tefsir yapan kimse bilmiyorum. Sadece dilcilerden Zeccac Meani'l-Kur'an'da (5/213) bazılarının böyle bir mana verdiğine işaret etmiş, ancak lügat ehlinin "Göğüste gerdanlık takılan yer" anlamında ittifak ettiklerini zikretmiştir.

Yeni Elbise Giymenin Tavsiye Edildiği Hadisin İlletleri

 Abdurrazzak (11/223), Ma’mer’den, o ez-Zuhrî’den, o Salim b. Abdillah’tan, o babasından (İbn Ömer radıyallahu anhuma’dan) rivayet ediyor:

أَنَّ النَّبِيَّ صلى الله عليه وسلم رَأَى عَلَى عُمَرَ قَمِيصًا أَبْيَضَ فَقَالَ أَجَدِيدٌ قَمِيصُكَ هَذَا أَمْ غَسِيلٌ؟ قَالَ بَلْ غَسِيلٌ

“Nebî sallallahu aleyhi ve sellem Ömer radıyallahu anh’ın üzerinde beyaz bir elbise gördü ve:

Elbisen yeni mi yıkanmış mı?” dedi. O da: “Bilakis yıkanmış” dedi.

(Bir rivayette:

بَلْ جَدِيدٌ

“Bilakis yeni”[1] dedi. Üçüncü bir rivayette İbn Ömer radıyallahu anhuma:

قَالَ فَلَا أَدْرِي بِمَا رَدَّ عَلَيْهِ

 “Ne cevap verdiğini bilmiyorum”[2] demiştir.) Nebî sallallahu aleyhi ve sellem buyurdu ki:

فَقَالَ ‌الْبَسْ ‌جَدِيدًا وَعِشْ حَمِيدًا وَمُتْ شَهِيدًا

Yeni giy, övülmüş olarak yaşa ve şehid olarak öl.” Bazı raviler şu ziyadeyle rivayet ettiler:

وَيَرْزُقُكَ اللَّهُ قُرَّةَ عَيْنٍ فِي الدُّنْيَا وَالْآخِرَةِ قَالَ وَإِيَّاكَ يَا رَسُولَ اللَّهِ

Allah seni dünya ve ahirette göz aydınlığıyla rızıklandırsın.” O da: “Seni de ey Allah’ın rasulü” dedi.”

Bu hadisi Nesâî Sunenu’l-Kubra’da (10143) Tirmizî el-İlelu’l-Kebir’de (694), İbn Mace (3558) Ahmed Musned’de (2/88) ve Fadailu’s-Sahabe’de (322-324) Abd b. Humeyd (723), Ebu Ya’la (5545), İbn Hibban (15/320) Taberânî Mu'cemu'l-Kebîr (12/283), Bezzar (13/253) Abdurrazzak’ın tarikinden; Ma’mer- ez-Zuhrî – Salim – babası yoluyla rivayet etmişlerdir.

Ahmed Muhammed Şakir Musned tahkikinde sahih dedi. Hafız İbn Hacer Netaicu’l-Efkâr’da (1/136), Şeyh Muhammed Nasıruddin el-Elbanî es-Sahiha’da (352) ve öğrencisi Şeyh Selim b. İyd el-Hilalî Ucaletu’r-Ragıb’da bu hadisi hasen olarak değerlendirdiler. Busayrî, İbn Kesir, İbn Hibban gibi hafızlar da isnadın zahirine bakarak sıhhat hükmü vermişlerdir.

İsnadına bakıldığında bütün ravileri güvenilir ve isnadı Buhârî ve Muslim’in şartına göre sahih gibi görünüyor, ancak bu illetli bir rivayettir:

Yahya b. Said el-Kattan, Yahya b. Main, Buhârî, Ahmed b. Hanbel, Nesai, Darekutni, Taberani, Bezzar Beyhaki ve el-Kinanî bu hadisi Abdurrazzak’ın münker rivayeti olarak görmüşler ve: “Abdurrazzak bunda yanılgıya düştü. Bu ne Ma’mer’in rivayetidir, ne de ez-Zuhrî’nin. Doğrusu bu, Ebu’l-Eşheb’in bir adamdan, onun da Nebî sallallahu aleyhi ve sellem’den mürsel olarak rivayet ettiği bir hadistir.”

Ebû Dâvûd’un Mesail’de (no: 2004) nakline göre İmam Ahmed b. Hanbel rahimehullah şöyle demiştir: 

“Abdurrazzak bunu ezberinden rivayet ediyordu. Bilmiyorum kitabında var mı yok mu?” Ebu Abdillah (Ahmed b. Hanbel) rahimehullah bunu münker gördü ve dedi ki: “Abdurrazzak’ın yanında Ebu’l-Eşheb’in rivayeti vardı. Bunu Sufyan’dan rivayet etmişti. Rivayette hata etti ve “Asım b. Ubeydillah’tan, Ebu’l-Eşheb’den şeklinde rivayet etti.”

Tirmizî, el-İlelu’l-Kebir’de (694) şöyle demiştir: “Bu hadisi Muhammed (b. İsmail el-Buhârî’ye) sordum, dedi ki: “Suleyman eş-Şazekuni dedi ki: Abdurrazzak’a geldim ve bize bu hadisi Ma’mer – ez-Zuhri – Salim – babası yoluyla tahdis etti. Sonra Abdurrazzak’ın bu hadisi Sufyan es-Sevri – Asım b. Ubeydillah[3] - Salim – İbn Ömer radıyallahu anhuma isnadıyla rivayet ettiğini gördüm. Muhammed (imam Buhârî) dedi ki: “Bu hadisi bize de Abdurrazzak – Sufyan yoluyla rivayet ettiler. Her iki rivayet de bir şey değildir.”

Ebu Hâtim, el-İlel’de (1/490) dedi ki: “İnsanlar (hadis ehli) bu rivayeti kabul etmemişlerdir. Bu rivayet bâtıldır.”

Nesâî dedi ki: “Bu hadis münkerdir. Yahya b. Said el-Kattan, Abdurrazzak’ın bu rivayetine karşı çıkmıştır. Ma’mer’den bunu Abdurrazzak’tan başkası rivayet etmedi. Nitekim bu hadis Ma’kil b. Abdillah’tan rivayet edilmiş ve bu rivayette de ihtilaf edilmiştir. Bir seferinde Ma’kil yoluyla; İbrahim b. Sa’d – ez-Zuhrî şeklinde mürsel olarak rivayet edilmiştir. Bu hadis ez-Zuhri’nin rivayeti değildir. Allah en iyi bilendir.”

İbn Adiy el-Kamil’de (5/1948) dedi ki: “Yahya b. Main dedi ki: “Bu hadis münkerdir. Abdurrazzak’tan başkası bunu rivayet etmedi.”

Bezzar dedi ki: “Bu isnad ile sadece Abdurrazzak’ın rivayet ettiğini biliyoruz, ona tabi olunmamıştır.”

Taberani dedi ki: “Bu rivayette Abdurrazzak yanılgıya düşmüştür. Bunu gözleri kör olduktan sonra rivayet etmiştir. Doğrusu Ma’mer – ez-Zuhrî yoluyla bunu Abdurrazzak’tan başka kimse rivayet etmemiştir.”

Misbahu’z-Zucace kitabında (4/82) nakledildiğine göre Hafız Hamze b. Muhammed el-Kinanî şöyle demiştir: “Bu hadisi ez-Zuhri’den rivayet eden Ma’mer dışında kimse bilmiyorum. Sahih olduğunu sanmıyorum. Allah en iyi bilendir.”

Bu hadis, Ebu’l-Eşheb Ziyad b. Zadan yoluyla rivayet edilmiş ve Ebu’l-Eşheb üzerinden iki şekilde ihtilaf meydana gelmiştir:

Birincisi: İbn Sa’d Tabakat’ta (3/329) İbn Ebî Şeybe (5/189 ve 6/95) Abdullah b. İdris – Ebu’l-Eşheb – Muzeyne’den bir adam yoluyla rivayet ettiler.

İkincisi: Buhârî Tarihu’s-Sagir’de (2/38) ve İbn Sa’d (3/329); İsmail b. Ebi Halid – Ebu’l-Eşheb yoluyla mürsel olarak rivayet ettiler.

Ebu’l-Eşheb’in ismi Ziyad b. Zadan’dır. Onu İbn Hibban es-Sikât’ta (4/254) zikretmiştir.

Hafız İbn Hacer buradaki Ebu’l-Eşheb’in tabiin’in büyüklerinden, Sahihayn ricalinden sika bir ravi olan Ca’fer b. Hayyan el-Utaridî olduğunu iddia ederek büyük bir hata yapmış, el-Elbani de İbn Hacer’in sözlerini hiçbir düzeltme yapmadan aktarmış ve ikrar etmiştir!

Doğrusu Ebu Hatim, el-İlel’de isnaddaki raviyi “Ebu’l-Eşheb en-Nehai” şeklinde zikretmiştir.  Ebu’l-Eşheb en-Nehai olarak bilinen iki ravi vardır. Birisi Ebu’l-Eşheb Ca’fer b. Haris en-Nehai’dir ve şiddetli zayıf bir ravidir. Buhârî onun “Munkeru’l-hadis” olduğunu söylemiştir.

İkincisi ki doğrusu budur; Ebu’l-Eşheb Ziyad b. Zadan en-Nehaî’dir. İbn Hacer'in, bu hadisin ravisi olan Ebu'l-Eşheb'in, el-Utaridi olduğunu söylemesinin hiçbir dayanağı yoktur!

Beyhakî Da’avatu’l-Kebir’de (486) dedi ki: “Bu hadis mahfuz değildir. Doğrusu İsmail b. Ebi Halid bunu Ebu’l-Eşheb’den, o da mürsel olarak Nebî sallallahu aleyhi ve sellem’den rivayet etmiştir. Abdurrazzak bunu es-Sevri’den rivayette yanılgıya düşmüştür. Allah en iyi bilendir. Ebu’l-Eşheb ise Ziyad b. Zadan’dır. Benî Hilal’in azatlısıdır. Bunu Buhârî rahimehullah söylemiştir.”

Nitekim İmam Buhârî Tarihu’l-Kebir’de (3/356) şöyle zikreder: “İbn Ar’ara dedi ki: İbn İdris’i şöyle derken işittim: “İbn Ebi Halid ile beraber Ebu’l-Eşheb Ziyad b. Zadan’a gittim. Ömer radıyallahu anh hadisini rivayet etti. Nebî sallallahu aleyhi ve sellem buyurdu ki: “Yeni elbise giy…” Bu hadisi Abdurrazzak Sufyan’dan, o Asım b. Ubeydillah’tan, o Salim’den diye rivayet etmiştir. Yine Ma’mer – ez-Zuhri – Salim – İbn Ömer radıyallahu anhuma – Nebî sallallahu aleyhi ve sellem yoluyla rivayet etti. Ebu Nuaym ise Sufyan – İsmail (b. Ebi Halid) – Ebu’l-Eşheb yoluyla rivayet etmiştir. Bu rivayet daha doğrudur ve mürseldir.”

Ebu’l-Eşheb Ziyad b. Zadan, sahabeden hiçkimseyle karşılaşmamıştır. Muzeyne’den bir adam ya sahabe değildir, yahut Ebu’l-Eşheb onunla karşılaşmamıştır!

Bu hadisin rivayetinde ızdırap yapmıştır. Bazen mürsel rivayet etmiş, bazen Muzeyne’den bir adamdan rivayet etmiştir.

Hadisi hasen sayanlar; “Abdurrazzak bunu her iki tarikten de rivayet etmiş olabilir, yanılgıya düştüğünü söylemek gerekmez” diyorlar. Lakin uzman hafızlar Ma’mer – ez-Zuhrî tarikiyle bunun bâtıl olduğunu söylemişlerdir. Hadisin sadece Ebu’l-Eşheb yoluyla gelen bir tariki vardır ve Abdurrazzak yanılgıya düşerek Ebu’l-Eşheb’in rivayetini Ma’mer – ez-Zuhrî yoluyla rivayet etmiştir. Yani hadisin aslı Ebu’l-Eşheb rivayetidir. Ebu’l-Eşheb rivayeti ise iki yolla gelmiş olup ravinin ızdırabıyla; bir tariki mu’dal, diğer tariki munkatı/mürseldir. Yani hadisin aslı zayıftır. Abdurrazzak’ın tariki ile Ebu’l-Eşheb rivayetleri birbirini takviye edecek tarikler değildirler.

Bezzar (Keşfu’l-Estar 2503) başka bir yolla Cabir radıyallahu anh’den rivayet etmişse de bunun isnadında Cabir b. Yezid el-Cu’fî metruk bir ravi olduğu için şiddetli zayıf olup şahit olmaya elverişli değildir.

Böylece hadise hasen hükmü veren Hafız İbn Hacer’in Ebu’l-Eşheb tarikini Abdurrazzak’ın rivayetine şahit getirmesinin doğru olmadığı, Ebu’l-Eşheb’in kim olduğunu tespitte de yanıldığı anlaşılmıştır.

Şeyh el-Elbani ve Selim el-Hilali, hasen hükümlerinde İbn Hacer’e itimad etmişlerdir. Ancak İbn Hacer’in iki yönden hata ettiğini açıklamış olduk.

Şeyh Ahmed Şakir ve diğer muhakkiklerin sahih demesine gelince, isnadın zahirine bakarak böyle demiş olmalıdırlar. Ahmed Şakir'in ve Ebu Ya'la muhakkiki Huseyn Selim Esed gibi bazı gevşek davranan muhakkiklerin sıhhat hükümleri vermede yanılgıları da çokça karşılaşılan bir durumdur.

Şeyh Mukbil b. Hadi el-Vadiî, hadisi Camiu’s-Sahih’te zikretmiş olmakla beraber, Ahadisun Muille Zahiruha’s-Sihha (Sahih Gibi Görünen İlletli Hadisler) adlı kitabında tariklerin tahlilini yaptıktan sonra netice olarak şöyle demiştir: “Hadis, Nesâî’nin dediği gibi münkerdir.”

Neticede hadis zayıftır. Allah en iyi bilendir.



[1] İbn Hibban (15/320) Taberani ed-Dua (399) Hâlbuki Taberânî Mu'cemu'l-Kebîr’de (12/283) “Bilakis yıkanmıştır” şeklinde rivayet etmiştir!

[2] Ahmed Fadailu’s-Sahabe (322)

[3] Asım b. Ubeydillah b. Asım b. Ömer b. el-Hattab: zayıf bir ravidir. Buhârî ve başkaları onun hakkında: “Munkeru’l-hadis” demiştir. Bkz.: Tehzibu’t-Tehzib (5/48)

16 Ocak 2025 Perşembe

Plandemi Sonrası Daru'l-İslam ve Daru'l-Harp Ayrımı

 

Soru: “Bugün yeryüzünde Daru’l-İslam bulunmuyor, halkların geneli şirk ve küfür ehlidir. Bir kimse İslam şiarlarını izhar etmedikçe tevhid ehli mi, müşrik mi bilinmediğinden İslam’ına hükmedilemiyor. Ebu Bekr radıyallahu anh zekat vermeyenlerin namazlarını geçersiz sayıp onlarla savaşmıştı.”

Cevap: Bu ümmette ilk bid’at olan Hariciliğin çıkmasına sebep olan da böyle bir görüş idi. İslam ehlinin ve yurtlarının küfür üzere olduğuna hükmetmişler, onların kanlarını ve mallarını mubah saymışlardı. Hatta raşid halife Ali b. Ebi Talib radıyallahu anh’ın Allah’ın indirdiği ile hükmetmediği iddiasıyla ona karşı savaşmışlardı. Onlara “Muhakkime” ismi verilmiştir. Sonra ümmete karşı kılıç çekip huruc ettiler, bu şüphe sebebiyle onlarla savaşmayı helal saydılar. “Hüküm yalnız Allah’a aittir” dediler. Bununla beraber ibadette gayretli kimselerdi. Fakat onların ilim ve fıkıhları yoktu. 

Ali b. Ebi Talib radıyallahu anh’e: “Onlar kâfirler midir?” diye sorulduğu zaman: “Küfürden kaçıyorlar” dedi. “Onlar münafıklar mıdır?” denildiğinde: “Münafıklar Allah’ı çok az zikrederler” dedi. “Peki onlar nedir?” dediklerinde dedi ki: “Fitneye düşerek kör ve sağır kesilmiş bir topluluktur.”

Onlara İbn Abbas radıyallahu anhuma’yı Kur’ân ile delil getirmesi için gönderdi. Zira o Kur’ân’ın yorumunu daha iyi bilirdi. Nebî sallallahu aleyhi ve sellem: “Allah’ım! Onu dinde fakih kıl ve ona te’vili (Kur’ân’ın yorumunu) öğret” diye dua etmişti.

Sanki Allah İbn Abbas radıyallahu anhuma’yı bu fitneler için hazırlamıştı. İbn Abbas radıyallahu anhuma onlara delilleri söyledi ve çoğu dönüş yaptı.

Plandemi döneminde en önemli şiarlar olan cemaatle namaz ve haccın iptal edilmesinin, ülkelerin daru’l-küfre dönme sebebi olduğu vurgusunu yapmıştım. Ancak unutulmaması gerekir ki, mutlak tekfir, muayyen tekfiri gerektirmediği gibi, umumî tekfir de hususî tekfiri gerektirmez. Dolayısıyla Plandemi döneminde İslam şiarlarının iptal edilmesi, Paganizm şiarlarının ilan edilmesi sebebiyle ülkelerin daru’l-küfre döndüğünü söylememiz, halkların bütün fertlerinin kâfir oldukları anlamına gelmez. Plandemiden sonrasında ise şiarlar tekrar icra edilmekle ülkeler daru’l-küfür vasfından çıkmışlardır. Ancak plandemiyle ilgili küfür ve şirklerinden tevbelerini izhar etmeyen muayyen şahıslar riddet hükmü üzere devam etmektedirler.

Soruda ifade edilen şüpheye gelince, Ehl-i Sünnet’in tekfiri ile Haricilerin tekfiri birbirine karıştırılmasın diye bu şüphenin cevabı birkaç açıdan olacaktır:

1- Bu şüphe rivayet olarak da, düşünce olarak bâtıldır. Şayet bu sorunun sahibi, bu sözlerin neler gerektirdiğini anlasa, bu şüphenin de düşük ve tehlikeli olduğunu görürdü. Bir ülkenin Küfür Diyarı olduğunu söylemek, kâfir düşman tarafından işgal edildiğinde halkını savunmak gerekmediğini gösterir. Çünkü ilim ehli katında ihtilaf olmayan bir husustur ki, küfür diyarını müslümanların savunmaları ve onlara destek olmaları vacip değildir. Sadece kendi canlarını ve mallarını savunurlar, maslahat için onları savunmaları da caizdir, fakat Daru’l-İslam’ı savunmanın farz olması gibi vacip değildir.

Sorudaki şüphe doğru olsaydı bugün Filistin halkını düşmanın işgaline karşı savunmanın vacip olmadığını söylemek gerekirdi. Çünkü bu şüphe sahiplerine göre Filistin Daru’l-Küfürdür!

Bu görüşün bâtıl oluşu ise nas ve kesin icmaya göre apaçıktır. Filistin’in Daru’l-Küfür sayılması da bâtıldır.

Yine bu şüpheye göre Müslümanlar bugün Medine dönemi ahkâmından, İslam Devleti kurma vazifesinden, şeriatle hükmetmekten, genel imamet (halifelik) ahkâmından sorumlu olmazlardı. Çünkü Mekke dönemindeki müslümanlara bunlar vacip değildi. Yine Habeşistan’a hicret eden müslümanlar ve Necaşi’nin kendisi de bunlardan mes’ul değildi. Bu hükümler yalnız Medine döneminde has idi. Çünkü orası Daru’l-İslam olmuştu. Bu şüphe nas ve icma ile bâtıldır!

Müslümanlar, bu hükümlerin ikame edilmesinin halifeliğin kaldırılmasından günümüze kadar vacip olduğu hususunda söz birliği etmişlerdir. Ülkenin Daru’l-Küfür olarak nitelenmesi sebebiyle bu vacipler ortadan kalkmaz.

Bugün Müslümanlar Filistin gibi yerleri savunmanın vacip oluşu ile mesela Endülüs gibi yerleri savunmanın vacip olmayışınn ayrımının farkındadırlar. Çünkü Filistin’de müslüman halk bulunmaya devam etmektedir. Endülüs’te ise oradan çıkıp terk etmeleri sebebiyle bugün müslüman topluluk bulunmuyor.

2- Orada İslam şiarlarını yerine getiren halkların bu fiillerinin İslam ehli oluşlarına delil sayılmayacağı şeklindeki görüşleri de, Kur’ân, mütevatir sünnet ve kesin icma ile bâtıldır. Çünkü iki şehadet kelimesini söyleyen veya namaz kılan veya hac yapan veya Müslümanlığına delalet eden bir fiilde bulunan herkesin müslümanlığı, kitap, sünnet ve icmaya göre sabittir. Hatta bu kimse bir münafık da olsa, bunları âdet gereği olarak da yapsa veya hakikî bir imana sahip olmasa da böyledir. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:

فإن تابوا وأقاموا الصلاة وآتوا الزكاة فإخوانكم في الدين

Eğer tevbe eder, namazı ikame eder ve zekâtı verirlerse onlar dinde kardeşlerinizdir.” (Tevbe 11)

Bedeviler hakkında da şöyle buyurmuştur:

قالت الأعراب آمنا قل لم تؤمنوا ولكن قولوا أسلمنا ولما يدخل الإيمان في قلوبكم

Bedeviler: “İman ettik” dediler. De ki: Henüz iman etmediniz. Lakin müslüman olduk deyin. İman henüz kalplerine girmedi.” (Hucurat 14)

Kalplerinde iman yerleşmediği bildirilmesine rağmen onların müslümanlıkları sabit olmuştu. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:

ولا تقولوا لمن ألقى إليكم السلام لست مؤمنا...فتبينوا

İyice araştırın da… size selam verene: “Sen mü’min değilsin” demeyin.” (Nisa 94)

Ne kadar zayıf olursa olsun, İslam ve İman ifade eden her şey, bunu ortaya koyan kimsenin müslüman sayılmasını gerektirir. Bu yüzden savaşta kılıçtan korunmak için şehadet getiren müşriği öldüren Usame radıyallahu anh’ı Nebî sallallahu aleyhi ve sellem azarlamıştır. 

Usame b. Zeyd radıyallahu anhuma o adamın bu şartlarda söylediği şehadet ile kanının koruma altında olmayacağını düşünmüştü. Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem:

La ilahe illallah demesinden sonra onu öldürdün mü! Kıyamet gününde La ilahe illallah sözüyle gelirse nereye gideceksin?” buyurdu.

Bu yüzden Nebî sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

من صلى صلاتنا واستقبل قبلتنا وأكل ذبيحتنا فذلك المسلم

Bizim kıldığımız gibi namaz kılan, kıblemize yönelen ve kestiğimizi yiyen Müslümandır” buyurmuştur. 

– Burada dikkat edilsin, namazı hastalık gibi bahanelerle yasaklayan veya maskeli ve mesafeli namaz kılanlar, Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem ve ashabı gibi namaz kılanlardan değillerdir, bu sebeple onların müslüman olduklarına hükmetmek gerekmez! –

Yine şöyle buyurmuştur:

أمرت أن أقاتل الناس حتى يشهدوا أن لا إله إلا الله فإن هم قالوها فقد عصموا مني دماءهم وأموالهم إلا بحقها وحسابهم على الله

İnsanlarla Allah’tan başka ibadete layık hak ilah olmadığına şahitlik etmelerine kadar savaşmakla emrolundum. Bunu söyledikleri zaman kanlarını ve mallarını – hakkı gereği olan dışında – benden korumuş olurlar, (sözü samimi söyleyip söylemedikleri hakkındaki) hesapları ise Allah’a aittir.”

Sadece bu sözü söylemekle koruma ve hürmet sabit olmaktadır. Sabit olan bu koruma onlardan şüphe sebebiyle değil, ancak apaçık ortaya çıkan bir hak ile ortadan kalkar.

İlim ehlinin küfrün sureti hakkında ihtilaf ettikleri konuda hak apaçık değildir. Mesela namazın terkinin küfür olması hususunda, küfür olan terkin ne şekilde gerçekleşeceğinde ilim ehli ihtilaf etmişlerdir.  

Müslümanlardan biri küfür veya şirk fiili işlerse, bu konudaki naslar bu kimseye, kâfirlerin ve müşriklerin hükmünü vermeyi gerektirmez. Bu ancak İslam kadısı tarafından kadâî hüküm verilmesiyle sözkonusu olur.

Bu hususu İmam Ebu Ubeyd el-Kasım b. Sellam rahimehullah, el-İman kitabında şöyle açıklar:

“Bid’at ehli, imanı nefyen veya küfür ve şirk itlak edilen naslardaki lafızları bu fiilerde vuku bulan müslümanlar hakkında nasıl kullanabilirler! Bu lafızlar sebebiyle müslümanları kâfirler ve müşrikler konumuna indiriyorlar! Bu ilim ehlinin sözü olamaz! Aralarında ihtilaf olsa da ilim ehlinden bazıları bu nasların te’viline gitmiş, kastedilenin; bunları işleyen kimsenin müşriklere benzemiş olacağı demek olduğunu söylemiş, onun dinden çıktığına ve mürted olduğuna hükmedilmeyeceğini belirtmiştir.  Kimisi sakındırmak için umumî (genel kapsamlı) tehdit olarak kullanmış, muayyen şahıslara bunlarla hükmetmemiştir.”

Ölünceye kadar namazı terk eden ve kadı huzuruna çıkmayan kimsenin hükmü, namazın terkini küfür olarak görenlere göre dahi; defin, miras gibi meselelerde müslüman olarak muamele görmesidir.

Çünkü İslam iddia eden kimseler hakkında riddet hükümleri ancak kadı hükmüyle sabit olur. Kişinin mücerred olarak küfre düşmesi sebebiyle ona riddet hükümleri uygulanmaz. Ama İslam’dan kendisi dönüş yapar ve başka bir dine geçtiğini ilan ederse veya İslam’dan çıkış demek olan ilhadda bulunursa (deist olduğunu söylemesi, sünnetin hücciyetini inkâr etmesi gibi), bu kendisinin riddetini itiraf etmesi demektir ve buna göre ona riddet hükümleri uygulanır. Böyle bir durumda hâkimin hükmüne ihtiyaç yoktur.

Ama İslam iddia eden ve kâfir olmadığını iddia eden kimse böyle değildir. İslam’ı bozan bazı fiillerde bulunmuş olsa dahi böyledir. Bu kimse aslen müşrik olan kimseye kıyaslanmaz. Ancak İslam’ı izhar ettikleri halde bunu bozan işlerde bulunan mesela namazı terk eden, zekat vermeyen münafıklarla kıyaslanabilirler. Bunlara zahiren müslüman hükmü verilir. Nitekim Nebî sallallahu aleyhi ve sellem münafıklara zahiren müslüman hükmü uygulamıştır.

3- Ebu Bekr radıyallahu anh’ın zekat vermeyenlerle savaşması hususunda Ömer radıyallahu anh ve sahabenin çoğu duraksadılar. Çünkü bu savaşın meşrû olduğu kanaati onlarda netleşmemişti ve onlar katında bu kimselerin iki şehadet kelimesini söylemeleriyle kanlarının ve mallarının koruma altında olduğu hususu sabit olmuştu. Hatta Ömer radıyallahu anh şöyle demişti; “La ilahe illallah demiş olan kimselerle nasıl savaşırsın?” 

Onun katında ve diğer sahabeler katında iki şehadet kelimesini söyleyen kimselerin kanlarının haram olduğu hususu kesin bir asıl idi. Ebu Bekr radıyallahu anh’ın görüşünün delilini onlar da anlayınca zekâtı inkar ederek vermeyenlerin mürted olduklarını ve müslümanların imamının ve ümmetin onlarla savaşmasının helal olduğunu anladılar.

Bu yüzden fakihler burada şu ayrımı yaparlar: Ebu Bekr radıyallahu anh onların hepsi hakkında riddet tabirini kullansa da, hepsiyle savaşmış olsa da, onların hepsi aynı seviyede değildi. Onlardan bazısı İslam’dan tamamen irtidat etmiş, bazıları da yalnızca zekat vermeyerek cüz’î irtidatta bulunmuşlardı. Fakat birbirine karışmış ve ayırt edilemiyorlardı. Şayet zekatı vermemek için savaşmasalardı, onlarla savaşılmayacaktı.

El-Hattabi Mealimu’s-Sunen’de (2/6) şöyle demiştir: “Riddet ehli (Beni Hanife) sınıflar halindeydi. Kimisi dinden çıkmış, Museyleme’nin ve başkalarının peygamberliğine çağırıyor, kimisi namazı ve zekâtı terk edip bütün şer’î ahkamı inkâr ediyordu. Sahabe bu kimseleri “Kâfirler” diye isimlendirmişti. Bu yüzden Ebu Bekr radıyallahu anh onlardan esir aldı ve bu konuda sahabenin çoğu kendisini destekledi. Ali b. Ebi Talib radıyallahu anh‘ın Hanife oğullarından esir alınan bir cariyeden çocuğu oldu. Bu İbnu’l-Hanefiyye diye çağırılan Muhammed b. Ali’dir. Sahabe asrından sonra “Mürted esir edilmez” diye icma edilinceye kadar uygulama böyle devam etti. Zekat vermeyenlere gelince, bunlar arasında dinin aslı üzere devam edenler vardı. Onlar da bagy ehli (isyancılar)dir. Bunların fertleri kafirler olarak isimlendirilmedi. Dinin bazı haklarını yerine getirmeme konusunda mürtedlere iştirak ettikleri için onlar hakkında lügavî bir isimlendirme olarak riddet tabiri kullanıldı…”

Ebu Bekr es-Sıddık radıyallahu anh’ın yaptığı şey ise genel imamet (Halifelik) hükümlerindendir. Osmanlı hilafeti sakıt olduğundan beri bu asırda genel imamlık (halifelik) bulunmamaktadır. Bütün ümmet dış düşmanların nüfuzu altındadır. Bu durum ümmetin isteğiyle değil, zorla, istemeden başlarına gelmiştir. Bu yüzden herhangi bir İslam hükmünü icra edemiyorlar. Kimse kendisini bu durumda genel imam (halife) olan Ebu Bekr radıyallahu anh konumunda görüp, ümmetin tamamını da Allah’ın hükümlerini uygulamayı kabul etmeyen kimseler konumunda görerek onlarla savaşmayı helal sayacak şekilde hareket etmesi mümkün değildir!

Bu mesele tam aksinedir! Kim bu ümmette bunu helal sayarsa o, Allah’ın; "Müslümanların kanlarının ve mallarının haramlı"ğına dair hükmünü uygulamayı kabul etmeyen kimseler konumundadır! Ümmetin bu kimselere karşı, tıpkı zalim istilacıya karşı, zalim imamla beraber savaşır gibi savaşma hakkı vardır.

Nitekim İmam Malik, zalim yöneticiye karşı ayaklanan Hariciler hakkında şöyle demiştir: “Onlarla savaşılmaz. Ancak müslümanların kanlarına ve mallarına kastederlerse, onların düşmanlıklarını savmak üzere zalim yöneticiyle beraber onlara karşı savaşılır.”

Ümmetin yeryüzünde halifeliği mevcut olsaydı dinin hükümlerini kabul etmeyen gruplara karşı savaşırdı. Ümmet halifelik ahkâmına muhatap oolurdu. Bir imam (halife) üzerinde söz birliği etmiş her İslamî beldede de İslam ahkâmı uygulanırdı.

4- Ümmetin bugünkü durumu, hilafetin ve İslam Devletinin tamamen yokluğu sebebiyle genel kapsamlı bir meseledir. Bu durumun benzeri geçmişte kâfirler tarafından işgal edilmiş birçok beldede meydana gelmiş, İslam hükmü ta’til edilmiş, müslüman halktan dolayı buraların Daru’l-Küfür olduğuna hükmedilmemiştir. Bilakis buraların geri alınması ümid edilmiş hatta İslam yurdu olarak kalmaya devam etmesi için buralardan hicret edilmesini haram görenler dahi olmuştur. Çünkü müslümanlar oradan hicret ederse orada müslüman kalmaz ve küfür yurduna dönerdi.

Şafiilerden Şihabuddin er-Ramli (v.957) Endülüs halkı hakkında böyle fetva vermiştir. (Bkz.: Fetava’r-Ramlî 2/52) er-Ramlî bu fetvasında Endülüs’ün Daru’l-İslam olduğuna hükmetmiş ve oranın Daru’l-İslam olarak kalması için oradan hicret edilmemesine fetva vermiştir. Çünkü Ramli’ye (ve Şafiilere) göre müslümanlar orayı terk etmedikçe, kâfir düşmanın istila etmesi sebebiyle oradan Daru’l-İslam hükmü zail olmaz.

Bugün de müslümanların ellerinde bulunan beldelerde her ne kadar kafir ve zındık yönetimlerin işgali söz konusu olsa da, Müslümanlar dinlerinin şiarlarını izhar ettikleri sürece Daru’l-İslam olarak kalırlar.

Plandemi döneminde İslam şiarları iptal edilip Paganizm şiarları izhar edilmişti. Halkların çoğunluğunda da paganizm şiarları hakim olmuştu. Bu yüzden - muayyen fertlerin küfrüne değil - genele itibarla umumen küfürlerine hükmedilmiş, beldeleri de Daru’l-Küfre dönmüştü. Plandemi sonrasında ise paganizm şiarları genel olarak ortadan kalmış, İslam şiarları yeniden icra edilir olmuştur. 

Hüküm zahir olana göredir. İslam şiarlarını izhar eden, müslüman kılığında arz-ı endam eden kimselerin müslüman olduklarına hükmederiz. Beldelerinde de saflar birleştirilerek ve maskesiz olarak yeniden namaz kılınmaya başlamıştır. Şu durumda plandemi zamanında açıkça küfürlerini izhar ettiklerini bildiğimiz şahıslar, yöneticiler, bakanlar, doktorlar, sağlıkçılar, hocalar, ileri gelenler, cemaat liderleri gibi kimseler, açıkta plandemi küfründen tevbe edip İslam’a yeniden girdiklerini ortaya koymadıkça onları kâfir biliriz. 

Bunların dışında avamı ise plandemi dönemindeki tavırlarını araştırmaksızın, bugün izhar ettikleri şeye göre değerlendiririz. Eğer küfrün şiarlarından teberri edip İslam ve sünnet şiarlarını izhar ederlerse kalplerindeki asıl itikadı araştırmaksızın müslüman muamelesi yapılır.

15 Ocak 2025 Çarşamba

Plandemiye Destek Veren İmamların Arkasında Namaz Kılınır mı?

 

Korona plandemisi döneminde cemaatle namazları yasaklayan, namazı kıldıklarında ise mesafeli ve maskeli namaz kılmak suretiyle Allah’ın dininde şirk koşan devlet yöneticileri, diyanet imamları veya cemaatlerin imamları, tevbelerini izhar etmedikleri sürece arkalarında namaz kılmak caiz de değildir, sahih de değildir. Çünkü yaptıkları şey hiç tereddütsüz, te'vil ve mazeretin söz konusu olmadığı, âlim ve avamın bilmek zorunda olduğu üzere açıkça dinden çıkış idi. 

Şöyle rivayet edilmiştir: Amr b. Avf oğulları, Ömer b. el-Hattab radıyallahu anh’ın halifeliği zamanında Kuba mescidinde Mucemmi b. Cariye’nin (veya b. Harise) mescidlerinde namaz kıldırması için izin istediler. Ömer radıyallahu anh:

“Hayır! Onun gözü aydın olmasın! O Dırar mescidinin imamı değil miydi?” dedi. Bunun üzerine Mucemmi radıyallahu anh dedi ki:

“Ey mü’minlerin emiri! Hakkımda acele etme! Vallahi ben orada namaz kıldırdığımda onların içlerinde neyi gizlediklerini bilmiyordum. Şayet bilseydim asla orada namaz kıldırmazdım. Ben Kur’ân okuyan genç bir delikanlıydım. Onlar ise cahiliyelerini yaşayan ihtiyarlar idiler. Kur’ân’dan bir şey okuyamıyorlardı. Ben de yaptığım şeydeki kötülüğü bilmeden namaz kıldırdım. İçlerinde ne gizlediklerini bilmiyordum.” Bunun üzerine Ömer radıyallahu anh onun mazeretini kabul etti, onu doğruladı ve Kuba mescidinde ona namaz kıldırmasını söyledi.”[1]



[1] Sa’lebi el-Keşfu ve’l-Beyan (14/51) İbn Sa’d Tabakat (4/372) Begavi Tefsir (4/95) Kurtubi Tefsir (8/255) Suheyli Ravdu’l-Unf (7/368) 

11 Ocak 2025 Cumartesi

Taklidci ve Tahrifci Zındıkların Zatu Envatları: Kutsanan Alimler

 İsrailoğullarından cahillik edenler bir ağacı kutsayarak Zatu Envat dedikleri ve yanında ibadet ettikleri bir ağaca silahlarını asıyorlardı. Kıssa malum ve meşhurdur. İşte âlimlere aşırı tazim edip onları taklid eden ve onların görüşlerini din edinenleri de bu zâtu envat edinenlere benzetirim. Zira taklid kelimesinin kökeni de boynuna asma anlamındadır.

(BOZUK) AKİDE VE (SAPIK) MENHEC YAYINLARI, İbn Mende rahimehullah’ın Cehmiyye’ye Reddiye kitabına yapmış olduğum tercüme ve tahkike birçok müdahaleler yapmışlardı. Kendi teslim ettiğim çalışma ile onların yayınladıkları kitap arasında detaylı karşılaştırma yapma fırsatım olmadı. Ancak bugün İbn Mende’nin kitabında yer alan problemli bir rivayet hakkında düştüğüm not aklıma geldi, ellerinden ve dillerinden emin olamadığım bu yayınevine dair içime şüphe düştü, bir bakayım dedim ve taklitçi tahrifçi taasubun süzgeçinden geçmeyen dipnotum değiştirilmiş, onun yerine bambaşka darazlanmalar eklenmiş!

Allah, tek olarak anıldığı zaman, ahirete inanmayanların kalplerini sıkıntı basar. Ama Allah'ın dışındakiler anıldığı zaman hamen yüzleri güler” (Zumer 45)

Çünkü bu tahrifçi taklitçi zındık zihniyet, yalnızca kitap ve sahih sünnetten ibaret vahyin delili ile asla yetinemez! Bilakis hevâdan uydurulmuş akidelerini pazarlayabilmek için zayıf ve uydurma rivayetlere dayanırlar, bu zayıf ve uydurma rivayeteri de uçurdukça uçurmaya çalıştıkları âlimleri kutsayarak,

İmam Ebu Osman ed-Darimî akide kitabında zikretmiş! İmam İbn Mende akideye dair kitabında zikretmiş! Bu imamların akideye dair kitaplarda zayıf rivayet zikretmesi olacak şey mi? Onlar böyle şey yapmaktan münezzehtir, onlar kitaplarında zikrettiyse bu rivayetlerde geçenlere itikad etmek gerekir” diye süslemişlerdir. Bu tavır aynı cahil taklitçi sufilerin de tavrıdır. Necip Fazil ve Hüseyin Hilmi Işık hocanın da şeyhi olan Seyyid Abdulhakim el-Arvasi de, “Allah dostlarının kitaplarında uydurma hadis olmaz, onların zikrettikleri bütün hadisler sahihtir” şeklinde toptan kutsamacı bâtıl sözler ediyordu. Allah dostu olduğu iddia edilen çoğu sufi şeyhlerinin aslında şeytan dostu olduğu gerçeği bir yana, gerçekten Allah’ın dostu olduğuna hüsnü zan ettiğimiz Abdulkadir el-Geylani, Ahmed b. Hanbel, İmam Şafii gibi birçok şeyh ve muhaddislerin kitaplarında elbette zayıf ve uydurma rivayetler bulunmaktadır.

Onlara: “Allah’ın indirdiğine uyun!” denildiği zaman: “Hayır, biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz şeye uyarız!” derler. Ya ataları bir şey akıl etmeyen ve doğru yolda olmayanlar idiyseler?” (Bakara 170)

 Onlara “Allah'ın indirdiğine uyun” dendiğinde: “Hayır, biz babalarımızı üzerinde bulduğumuz yola uyarız” derler. Ya şeytan; onları alevli ateşin azabına çağırıyor idiyse!” (Lokman 21)

 Onlara: “Allah’ın indirdiğine ve Rasûl’üne gelin!” denildiği zaman: “Atalarımızı üzerinde bulduğumuz şey bize yeter!?” dediler. Ya ataları bir şey bilmeyen ve doğru yolda olmayan kimseler idiyse?” (Maide 104)

Rivayetlerin sıhhatini tespit işi, duygusal kutsamalarla değil ancak ve ancak Allah Azze ve Celle’nin bu ümmete lütufta bulunarak ilmi koruduğu hadis usulü, rivayet ilmi, cerh ve ta’dil ilimleri kriterleriyle olur.

Selefe uymak da, ataları körü körüne taklid ile aynı şey değildir! Önceki imamlarımızın sözlerini ancak Allah’ın kitabın ve rasulünün sahih sünnetinden delili varsa kabul ederiz. Buna ittiba denir. Ama sahih ve sabit delili olmadan bir âlimi kutsayarak onun bütün sözlerini alıp kabul etmek, işte bu ayetlerle kınanan ataları taklittir! İbn Abbas radıyallahu anhuma’nın dediği gibi; Nebî sallallahu aleyhi ve sellem dışında her insanın sözünde alınıp kabul edilecek olanı ve kabul edilmeyecek olanı vardır. Nebî sallallahu aleyhi ve sellem’in ise bütün sözleri alınmak zorundadır. Nebî sallallahu aleyhi ve sellem dışındaki herhangi bir beşerin de delilli veya delilsiz her sözünü kabul etmek, o şahsı Nebî sallallahu aleyhi ve sellem’e şirk koşmak demektir ve buna “ittiba tevhidinde şirk koşmak” denir!

Şimdi gelelim (BOZUK) AKİDE VE (SAPIK) MENHEC YAYINLARInın zikretmiş olduğum taklitçi tahriflerinden birine; bu yayınevi sahipleri anladığım kadarıyla hurafe rivayetlere ve bazı imamların zuhul eseri sözlerine dayanarak Allah Azze ve Celle’ye oturma fiili nispet eden, isim ve sıfatlar konusunda Kerramiler gibi davranan kimselerdir. Allah Azze ve Celle’ye oturma fiili nispet edebilmek için sahih ve sarih naslar gerekir, fakat bu bid’at ehli bu konuda hiçbir sahih ve sarih delil bulunmamasına rağmen, geçmişteki bazı âlimlerin müteşabih sözleri üzerinden zorlama yorum yaparak bu sıfatı Allah’a nispet etme cüretinde bulunuyorlar ve bu nispeti kabul etmeyenleri de Cehmilikle suçlama salaklığını ve andavallığını gösteriyorlar! Hatta bu gibi sebeplerle bütün Eşarileri silme tekfir ediyorlar!

Bu yayınevinin tahrifçi ve taklitçi olduğunu gördüğümden tercüme etmiş olduğum İbn Mende’nin Cehmiyyeye Reddiye kitabında Allah’a oturma fiili nispet edilen çürük bir rivayete düştüğüm dipnota tahammül edememiş olabilecekleri hakkında içime şüphe düştü ve ilgili rivayete baktım, tahmin ettiğim gibi müdahaleler buldum.

Rivayetin metni ve yaptığım tercüme şu şekilde:

أَخْبَرَنَا عَبْدُ الْعَزِيزِ بْنُ سَهْلٍ الدَّبَّاسُ بِمَكَّةَ ثنا مُحَمَّدُ بْنُ الْحَسَنِ الْخِرَقِيُّ الْبَغْدَادِيُّ ثنا مَحْفُوظٌ عَنْ أَبِي تَوْبَةَ عَنْ عَبْدِ الرَّزَّاقِ عَنْ مَعْمَرٍ عَنْ الزُّهْرِيِّ عَنِ ابْنِ الْمُسَيِّبِ عَنْ أَبِي هُرَيْرَةَ عَنِ النَّبِيِّ صَلَّى اللهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ قَالَ إِنَّ اللَّهَ جَلَّ وَعَزَّ يَنْزِلُ إلَى سَمَاءِ الدُّنْيَا وَلَهُ فِي كُلِّ سَمَاءٍ كُرْسِيٌّ فَإِذَا نَزَلَ إلَى سَمَاءِ الدُّنْيَا جَلَسَ عَلَى كُرْسِيِّهِ ثُمَّ مَدَّ سَاعِدَيْهِ فَيَقُولُ مَنْ ذَا الَّذِي يُقْرِضُ غَيْرَ عَادِمٍ وَلَا ظَلُومٍ مَنْ ذَا الَّذِي يَسْتَغْفِرُنِي فَأَغْفِرَ لَهُ مَنْ ذَا الَّذِي يَتُوبُ فَأتُوبَ عَلَيْهِ فَإِذَا كَانَ عِنْدَ الصُّبُحِ ارْتَفَعَ فَجَلَسَ عَلَى كُرْسِيِّهِ

56- Ebu Hureyre radıyallahu anh’den: “Nebî sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

Muhakkak ki Allah Azze ve Celle dünya semaına iner. O’nun her semada bir kürsisi vardır. Dünya semaına indiği zaman kürsisine oturur, sonra iki bileğini uzatır ve der ki:

“Kaybolmayan ve haksızlık etmeyene borç verecek kimdir? Benden bağışlanma dileyen kimdir, onu bağışlayayım. Tevbe eden kimdir onun tevbesini kabul edeyim.” Sabah olduğu zaman kalkar ve kürsisine oturur.”

İbn Mende rahimehullah bu rivayeti, Allah Azze ve Celle’nin elinin manası hakkında geçenlere delil olan diğer bir haber başlığı altında zikretmiş ve rivayetin ardından şöyle demiştir: “El-Hiraki, Mahfuz’dan, o Ebu Tevbe’den, o Abdurrazzak’tan bu şekilde rivayet etti. Said b. El-Museyyeb’den mürsel olarak bir aslı vardır.

Görüldüğü gibi İbn Mende, hadisin çürük bir rivayet olduğunun farkındadır, Allah Azze ve Celle’nin el sıfatını ispat eden delillerden sonra, isti’nas kabilinden bu rivayeti zikretmiş, ardından da rivayet zayıf olduğu için, neden zikrettiğinin mazeretini gösterir gibi bir açıklama yapmıştır.

Bu rivayet şu şekilde dipnot düşmüştüm: “Çok zayıf. Mahfuz b. Ebi Tevbe çok zayıftır. Bkz.: Mizanu’l-İtidal (7093) Mahfuz’dan önceki raviler de meçhuldür. Ayrıca rivayetin metni de münkerdir. Bkz.: el-Elbani ed-Daife (6334)

Ancak Bozuk ve Sapık Yayınevi bu kısacık dipnota bile tahammül edememiş, dipnotumu şu şekle çevirmiş: “Mahfuz b. Ebi Tevbe çok zayıftır. Bkz.: Mizanu’l-İ’tidal (7093) Mahfuz’dan önceki raviler de meçhuldür

Görüldüğü gibi hadisin sıhhati hakkında “Çok zayıf” şeklindeki hükmümü budadıkları gibi “Ayrıca rivayetin metni de münkerdir. Bkz.: el-Elbani ed-Daife (6334)” şeklinde yaptığım önemli uyarıyı da yok etmişlerdir! Asrın müceddidlerinden el-Elbani’nin de isminden tiksinirler! Çünkü dayandıkları zatu envatların çürük ağaçlar olduğunu bir bir delilleriyle ortaya koyan bir muhaddistir, onu da Cehmilikle itham etme haysiyetsizliğini göstererek, iftira ederek delillerin zulmeti kahredici ışığından korunabileceklerini zannediyorlar!

Gerçeklerin üzerini örtmeye dair bu kırpma ile yetinmemişler, sonra “Yayınevi” diyerek uzun bir açıklama eklemişler. Bu uzun açıklama arasında şu ifadelere yer vermişler: “Deriz ki: Allah’ın dünya semasına her gece inmesi sonucunda bazı kimseler yedinci kat semadaki Arşın boş kalıp her katta Allah’ın oturacağı bir kürsisi vardır demişlerdir. Bu görüşü savunanlardan birisi de Ebu Abdullah İbn Mende’dir. Lakin kendisine itibar edilen imamlarımız konu hakkında sadra şifa izahlar yaparak konuyu bizler için beyan niteliğinde açıklamışlardır…”

Hani nerede kaldı selefîlik? Bu açıklama düpedüz ataları sapıkça taklit içermektedir! İbn Mende “Allah’ın her sema katında oturacağı bir kürsisi vardır” sözünü nerede söylemiş?! Şayet böyle bir şey söylemişse ya bu sözün kitap ve sahih sünnetten bir delilini getirmesi istenmeli, bunu yapamazsa İbn Mende veya bu sözü her kim söylemişse tevbeye çağırılması gerekirdi! Ancak Bozuk (Akide) Ve Sapık (Menhec) Yayınları, selefin menhecine uymak yerine menhecden sapmış sözleri kutsama yolunu tutmaktadır!

Son olarak yukarıda geçen rivayetin isnad olarak çok çürük, metin olarak da son derece münker oluşuna dair daha ayrıntılı bilgi isteyen el-Elbani’nin ed-Daife kitabındaki açıklamalara bakmalıdır. Kısaca şöyle diyeyim: Allah Azze ve Celle’nin her gece dünya sema’ına inmesine dair rivayetler mütevatirdir, sahih yollarla sabit olmuştur. Ancak bu rivayetlerin hiçbirinde Allah’ın her semada kürsisi olduğu ve bunlara oturduğu diye bir lafız geçmez. Bu münker lafız sadece İmam Ahmedin de çok zayıf bir ravi olduğunu belirttiği Mahfuz b. Fadl Ebi Tevbe yoluyla gelmiştir. Üstelik Mahfuz’dan bunu rivayet eden ravilerin de kim oldkları belli değildir. Böylesi çürük hatta uydurma bir rivayetle Allah Azze ve Celle’ye oturma fiili nispet edilebilir mi? Fesubhanallah!

Gerçek şu ki İmam İbn Mende bu rivayete dayanarak Allah’a oturma fiili nispet etmiş değildir. Bilakis o, rivayetin zayıflığına işaret etmiş, lakin el sıfatının detayları zikredildiği için isti’nas olarak bu çürük rivayeti zikretmiştir. Lakin ilim ve usul bilmeyen cahil ayak takımı, aslında İbn Mende gibi alimlere de böylece iftira ediyorlar! Allah’a iftira etmekten çekinmeyenlerin imamlara iftira etmesi çok mu?

5 Ocak 2025 Pazar

Taklid, Taassup ve Tahrif 2

 Bir önceki yazımda taklid ve taassup ehlinin nasların lafız veye anlamlarında yaptıkları tahriflerden örnek zikretmiştim. Bu yazımda ise Batinî zındıkların Ehl-i Sünnet müslümanlar nezdinde itibar gören âlimlerin eserlerine müdahalede bulunarak kendi bâtıl akidelerine revaç getirmeye çalışmalarından bahsedeceğim.

Bu hususta perde arkasından birçok hile ve oyunlar sergilenmektedir. Bunların batıl hedeflerinin deşifre edilmesi gerekir. Ümmeti bölmek ve sünnetten uzaklaştırmak için Ehl-i sünnet itikadına yönelik eskiden beri süren Bâtinî bir oyun mevcuttur. Ehl-i sünnete müntesip görünen bazı cahil ve gafil kimseler de kimi zamanlar bilerek veya bilmeyerek bu oyuna alet olmuşlardır. Hatta bu kimselerden bir zat “Mezhepsiz İslam”[1] adında bir kitap yazarak Ehl-i Sünnet’in fıkhî mezhepleriyle kâfir İsmailiyye mezheplerini bir arada değerlendirmiştir. Diğer meşhur bir şahıs da aynen dört mezhebe uymak gibi Şia mezheplerine uymanın da caiz olduğuna dair fetva vermiştir.[2]

Hatta bazı bid’atçi ve Batınî guruplar Sünnîler arasında yaygın olan dört fıkhî mezhebe kendilerini nispet ederek, sapık fikirlerini yaymak için kendilerine daha elverişli ortamlar oluşturmuşlar ve imamlara kendi sapık eğilimlerini teyit anlamına gelecek birtakım sözler nispet etmekten dahi geri durmamışlardır.[3]

Zahirî fıkhıyla amel eden fakihlerden biri olan Muhyiddin İbn Arabî’nin kitaplarına Bâtinî zındıklar pekçok müdahalelerde bulunmuşlar, hangilerinin gerçekten İbn Arabi’ye ait, hangilerinin onun adına uydurulmuş sözler olduğu ayırt edilemez hale gelmiştir. Hatta onun asrıa yakın dönemde yaşamış olan İbn Teymiyye, işin içinden çıkamamış, söz konusu hurafeler her kimse ait ise onu tekfir etmiştir. İmam Abdulvehhab eş-Şa’ranî, İbn Arabî’nin eserlerine küfür olan itikadları zındıkların sokuşturduklarını ifade etmiştir. İmam Şa’ranî daha kendisi hayatta iken bu zındıkların kendisinin eserlerine de müdahalede bulunarak bâtıl sözler eklediklerini ve her tarafta yaydıklarını açıklamıştır.

Şeyh Abdulkadir el-Geylanî rahimehullah’ın el-Gunye adlı kitabına cahil sufiler tarafından yapılan eklemelere ve O’nun adına uydurulan bazı eserlere müstakil çalışmalarımda işaret etmiştim.

İmam Zehebi’nin büyük günahlara dair el-Kebair kitabı oldukça muhtasar bir risale olduğu halde, cahil vaizler kitabın her bâbına birçok hurafe hikâyeler eklemişler, Türkçe’ye yapılan bazı tercemelerde de bu tahrif edilmiş metinler esas alınmıştır.

Ebu’l-Leys es-Semerkandi’nin Tefsiri olarak basılan ve Türkçe’ye de tercüme edilen kitap, Ebu’l-Leys es-Semerkandi adına uydurulmuş birçok eklemeler içermektedir.

Sağlam Yayınları arasında çıkan 4 ciltlik Taberi Tarihi adıyla basılan eserin İmam İbn Cerir et-Taberi’nin tarihi ile hiçbir alakası yoktur. Nitekim orijinal Taberi Tarihinin tercümesi sonradan Ankara Okulu yayınları arasında neşredilmiştir.

İlmî emaneti asla gözetmeyen hilekâr tahrifçilerin yolunda giden bazı muasırlar da bu cürümlerin benzerini işlemektedirler. İbn Ebi Zemenin’in Usulu’s-Sunne adlı eserine yapmış olduğum tercüme ve tahkikte, yayınevi kim olduğu bilinmeyen Haricî sapığı birilerine dipnotlar koydurmuş, bu dipnotlarda birçok sapıkça açıklamalar eklemişlerdir. Dipnotlardaki bu sokuşturmaların kime ait olduğunu da belirtmemişler, sanki benim açıklamalarımmış gibi zannedilmesine meydan vermişlerdir! Nitekim web sayfamda bu konuyla ilgili uyarı yayınladım.

Bu tahrifçilerin alameti şudur: Bu kimseler ilmî emaneti asla gözetmezler! Bazen hadis veya tercüme metinleri, tercüme sahibinin kim olduğunu açıklamadan kendi tercümeleriymiş gibi naklederler. Yahut hadislere yapılmış kaynak tahricini, kendi tahriçleriymiş gibi kaynak gösterirler. Halbuki belki de kaynakta belirtilen eserleri ömürlerinde görmemişlerdir, bu kitapların yüzünü açıp bakmamışlardır! İlmî emanete böylesine hıyanet eden bu kimseler, hevâlarına uygun şekilde tahrifler yapmaya da müsait kimselerdir!

Bu bid’atçilerden bazıları bu mezheplerin fıkhı ile ilgili kitaplar yazarak, hadisleri reddedip bunun yerine kıyasla amel, fuhşun bazı çeşitlerine cevaz gibi rezil fikirleri sanki o mezhebin görüşüymüş gibi yaymaya çalışırlar. Tuhfe-i İsna Aşeriyye kitabının yazarı ‘Muhtasar’ isimli bir kitap yazarak bunu İmam Malik’e isnat ettiklerini itiraf etmiştir. Bu kitapta İmam Malik’in adını karalamak için köle ile livatanın caiz olduğunu yazmıştır.[4]

Bunlardan Seyyid Süleyman el-Hanefî (el-Kunduzi) en-Nakşibendî, (Yenabiu’l-Mevedde kitabında) Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem)’in “Bu din, hepsi Kureyş’ten gelecek olan on iki halifeye kadar aziz ve güçlü olacaktır“ hadisini Şia akidesine uygun bir şekilde açıklamıştır.

Bu nedenle çağımız Şiilerinden Muhammed Hasan ez-Zeyn ‘eş-Şia fit-Tarih’[5] isimli kitabında Şii itikadını zahiren Hanefî ve Sünnî olan bu şahsın görüşleri ile desteklemiştir. Fakat gerçek şu ki Ehl-i Sünnet’in bu açıklamalarla hiçbir ilgisi yoktur. Bu, bir diğer Şii Mustafa Kamil eş-Şeybî’nin de ifade ettiği gibi Şia eğilimli tasavvufçuların görüşüdür ki, Nakşibendiyye tarikatı da onlardandır.[6] Müellifin Hanefî sıfatına aldanmamak gerekir.

Ayrıca bu hadisin, Şia’nın on iki imam inancıyla hiçbir ilgisi yoktur.[7] Dört mezhepten birine bağlı görünerek ortaya gerçek inancını teyit edecek fikirler atıp bu yolla batıl taifelerine hizmet edenlerin sayısı az değildir. Muhammed Ebu Zehra’nın tespitine göre Necmüddin et-Tufî de maslahatın nassa mukaddem olduğu konusundaki iddialarıyla aslında aynı görüşteki Şia'nın propagandasını yapmayı hedeflemiştir. Çünkü Şia’ya göre Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’in vefatından sonra, imam nassı iptal veya nesh edebilir. Ebu Zehra’nın da dediği gibi Tufî, imam kelimesini anmadan Şiilerin bu konudaki fikirlerini aynen sahiplenmiş ve nassın nesh veya maslahatı mürsele ile tahsisi fikrini öne sürerek, İslam Cemaati’nin Şari’nin naslarına verdikleri kudsiyeti hafife alarak izale etmeye çalışmıştır.”[8]

Bazen de meşhur Sünni imamları ile kendi önderleri arsındaki isim, lakap ve künye benzerliğini kullanarak, kendi önderlerinin sözlerini Sünni imamlara nispet ederler. İşin hakikatini bilmeyenler Kur’an ve Sünnet’e aykırı bu sözlerin gerçekten İslam İmamlarına ait olduğunu sanırlar. Oysaki gerçekte bu sözler Rafızi şeyhlerine aittir.

Rafizilerin isim, künye ve lakap benzerliklerini insanları dinde aldatmak için kullandıklarını ilk fark edenlerden birisi İmam ed-Dehlevî ve arkadaşlarıdır. Bunlar şöyle dediler. “Rafizilerin hilelerinden birisi de: İsmen Sünnî imamlara benzeyen kendi adamlarının uydurdukları hadisleri, imamlara nispet etmektir. Ehl-i Sünnet’ten durumun farkında olmayanlar ismi geçen şahsın kendi imamlarından birisi olduğunu zannetmekte ve böylece bu rivayeti kabul etmektedirler. Mesela; iki tane Suddî vardır. Bir tanesi büyük Suddî, diğeri de küçük Suddî’dir. Büyüğü Ehl-i Sünnet’in sika imamlarından[9], küçüğü ise hadis uydurmakla meşhur aşırı Rafizilerdendir.[10]

Aynı şekilde iki tane İbn Kuteybe vardır. Bir tanesi aşırı Rafizi Abdullah b. Kuteybe, diğeri ise ehl-i sünnet imamlarından Abdullah b. Müslim b. Kuteybe’dir.[11] Sünni İbn Kuteybe ‘el-Maarif’ isimli bir kitap yazmasından sonra bu Rafizi de insanları saptırmak amacıyla aynı isimde bir kitap yazmıştır.[12]

Şiilerin bu şekilde isim benzerliklerin suiistimal etmeleri birçok ehli sünnet alimi gibi büyük imam Muhammed b. Cerir et-Taberî’yi de derinden yaralamıştır. Şöyle ki O’nunla aynı zaman ve aynı beldede yaşayan Muhammed b. Cerir b. Rüstem et-Taberî isimli bir Şiî, bu isimle Şiiliği teyit eden bazı kitaplar yayınladı. Bu isimle sadece İmam İbn Cerir’i tanıyan halk ve hatta bazı âlimler bu kitapları onun yazdığını sanarak ona karşı cephe aldılar. Öyle ki İmam İbn Cerir vefat ettiği zaman halkın tepkisinden korkularak gece evine gömülmüştür.”[13]

İşte imam İbn Cerir bu olaydan böylesine çok eziyet görmüştür. Bu nedenle İbn Kesir şöyle dedi: “O’nu Rafizilik ve hatta bazı cahiller de ilhad ile suçladılar ki o bu iftiralardan beridir. Bilakis O, Allah’ın kitabı ve Rasulü’nün sünnetini ilim ve amel olarak bilip yaşayan en büyük İslam âlimlerinden birisidir.”[14]

Şiiler İmam İbn Cerir’e ayaklara meshin cevazı ve ayrıca iki ciltlik bir hadis kitabı isnat etmişlerdir.[15] İbn Cerir’e isnat edilen Şia kaynaklı bir diğer kitap da ‘el-Müsterşid fi’l-İmame’ isimli kitaptır.[16]

İbn Kesir bu gizli oyuna dikkat çekerek şöyle dedi: “Bazı âlimler biri İmam İbn Cerir, diğeri de Şii İbn Cerir olmak üzere iki ayrı şahsın bulunduğunu ve söz konusu kitapların Şii olana ait olduğunu söylediler.”[17]

İbn Kesir’in işaret ettiği bu hususun kesin bir hakikat olduğu, bugün artık ayan beyan açığa çıkmıştır.

Şia kaynakları Muhammed b. Cerir b. Rüstem b. Cerir et-Taberî, Ebu Cafer’in H.310 yılında Bağdad’da vefat eden İmamiye âlimlerinden olduğunu yazmaktadır. (İmam İbn Cerir de aynı tarihte vefat etmiştir.) Bu Şii’nin ‘el- Müsterşid fi’l-İmame’ ve ‘Nuru’l-Mucizat fi Menakibi’l-Eimme İsna Aşere’ gibi kitapları vardır.[18]

Ebu Ca’fer et-Taberî denilen bir başka Şii daha vardır ki o da aynı hileli yola başvurmuştur.[19]

6. yüzyılda Şia’nın önderliğini yapan, Muhammed b. Ebi’l Kasım b. Ali Et-Taberî denilen bir diğer şahıs ise İslam ümmetini tekfir etmiştir. Şöyle diyor: Kim Ali’nin Ebu Bekr’e karşı üstünlüğünden şüphe ederse, Müslüman görünse ve üzerinde İslam ahkâmı cari olsa dahi, o kimsenin hakkında küfür ile hüküm verilir.”[20]

Bazıları[21] bunun ile bir önceki Rafizi’yi birbirlerine karıştırmışlardır. Fakat aralarında iki yüzyıl zaman farkı vardır.

Şiilerin bir benzer hileleri de Sünni imam İbn Kuteybe’ye yöneliktir. Şii İbn Kuteybe’nin yazdığı ‘el-İmame ve’s-Siyase’ adlı kitabı meşhur Sünni âlim İbn Kuteybe’ye nispet etmişlerdir ki bu durum birçok kişiye gizli kalmıştır. Öyle ki Sünni bir âlimin kitabında Şiileri destekleyici görüşler beyan etmesi, birçok araştırmacıyı hayretlere sevk etmiş, bundan dolayı da müellifin gerçek kişiliğini araştırmışlar, fakat net bir bilgiye ulaşamamışlardır.[22]

Kitapta sahabeye yöneltilen suçlamalar ve Ali radıyallahu anh’ın, Ebu Bekr radıyallahu anh’ın hilafetini reddettiği yolundaki açık Şia taraftarlığına rağmen, bazı araştırmacılar bu hileleri dikkate almayarak kitabın yazarının Malikî olduğunu söylemişlerdir.[23] İşte Şia’nın bu hilesini ilk keşfedenlerden biri de, onları yakından tanıyan ve onların Yahudilerden daha hilekâr olduklarını söyleyen Tuhfetu İsna Aşeriyye kitabının yazarı Allame ed- Dehlevî olmuştur.

İmamlara yönelik bir diğer iftira da, hiçbir delile dayanmaksızın sadece hasımlarının dedikodularından hareketle, imamların bazı konularda sünnet ve cemaatten ayrıldıkları iddiasıdır. Bu şekilde birçok imama nice iftiralar atılmıştır. İmamların İmamı Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem)’e iftira atılır da tabiilerine atılmaz mı?

Son çağlarda en çok iftiraya maruz kalan imamlardan biri de İmam Muhammed b. Abdulvahhab rahimehullah’dır. İmam’ın yöneltilen iftiraları bildikten sonra, O’nun yazdığı kitapları inceleyenler, iftiraların ne denli büyük olduğunu görürler. Davetinin hakikatini bilmeden dedikodulardan yola çıkarak İmam’ı şiddetle eleştiren bir hocaya, İmam’ın hakikatini bilen bir öğrencisi, bir gün İmam’ın ‘Tevhid’ isimli kitabından imamın ismini sildikten sonra onu hocasına gösterir. Hoca yazarını bilmediği bu kitabı okur ve çok beğenir. Bunun üzerine zeki talebesi bu kitabın, onun sürekli eleştirdiği Şeyh Muhammed b. Abdulvahhab’a ait oluğunu söyler. Hoca mahcup olur hatalı olduğunu anlayıp, gerçeği görür.

İmamların kendi eserlerine başvurulduğunda onlara karşı yürütülen hile ve desiselerin farkına varılacaktır.

Bid’atçiler, imamlar ve mezhepleri hakkında her dönemde yalan ve iftiralar düzmekten geri durmamışlardır. Fakat bunların yalan olduğu, imamların kendi asli kaynaklarına başvurulduğu zaman hemen anlaşılır.[24]

Kendi inançlarını yansıtan eserler yazıp sonra bunu Sünnî âlimlere nispet etmek Batinîlerin ve Rafizîlerin öteden beri başvurdukları hilelerdendir. İmam Şevkanî ‘el-Fevaidu’l Mecmua’ isimli eserinde bu hususa dikkat çekmiştir.

Aynı noktaya dikkat çekenlerden biri de, Tuhfe’nin yazarıdır. Şiilerin içinde batıl inançların bulunduğu ‘Sırru’l-Âlemin (Âlemlerin Sırrı) ismindeki bir kitabı İmam Ebu Hamid el-Gazalî’ye nispet ettiklerini, sonrada bu kitaptan ehl-i sünnete karşı delil getirdiklerini tespit etmiştir.[25] Bu kitap H.1314 yılında Bombay, H.1324 ve 1327 yıllarında Kahire ve tarihsiz olarak Tahran’da basılmıştır.[26] Türkçe’ye de birkaç defa tercüme edilmiştir.

Dr. Abdurrahman Bedevî bazı müsteşriklerle beraber kendisinin de bu kitabın Gazalî’ye ait olmadığı görüşünde olduğunu bildirmektedir.[27] Çünkü yazar el-Mearrî’nin sohbetlerine katıldığından bahsetmektedir.[28] Fakat bu doğru değildir. Çünkü el-Mearrî h.448’de vefat ederken, Gazalî h.450 yılında doğmuştur. Dolayısıyla onun sohbetlerine katılması mümkün değildir.[29]

Suveydî, batıl görüşleri içeren daha başka birçok kitabın bu yolla ehl-i sünnet âlimlerine nispet edildiğini söyler. Ki bunu ancak ilimde ince zevk sahibi olanlar fark edebilirler.[30]

Bidat ehlinin bir diğer hilesi de, ümmeti bölmek amacıyla bidatlerini teyit anlamında birtakım sözler uydurarak onları imamlara nispet etmeleridir. Alusi’nin, zamanının bir tanesi, en büyük âlimi dediği Hoca Nasrullah el-Hindî olarak meşhur Şeyh Muhammed, Rafizîlerin bu hilelerine şöyle dikkat çekiyor: “Hiç var olmayan birtakım kitap isimleri vererek oradan sahabeyi yerici ve Şia’yı övücü ibareler naklederler. Bazen de ehl-i sünnetçe muteber kitapların isimlerini vererek, o kitaplarda asla bulunmayan, kendi uydurdukları cümleleri naklederler.[31]

Ve şöyle diyor: “Keşfu’l Ğumme” isimli eserinde Erdebilî sık sık bu hileli yollara başvurmaktadır.”

Bir diğer hileleri de şudur: Ehl-i sünnet görünümünde kitaplar yazarak içine kendi inançlarını destekleyen cümleler serpiştirirler. İmam ed-Dehlevî şöyle diyor: “Rafizilerin başvurdukları bir diğer hile de şudur: İçinde sahih hadislere de yer verdikleri kitaplar yazarlar ve bu kitaplarda ‘Dört Halife’den de övgüyle bahsederler. Sonra dördüncü halife Ali (radiyallahu anh)’den bahsederlerken diğer halifelerden öyle olumsuz bir şekilde bahsederler ki okuyucu şaşırıp kalır ve ehl-i sünnetin de ilk üç halife hakkında bazı iddiaları kabul ettiğini sanır.[32]

Bir diğer hileleri de şudur: Sahih birtakım hadislere veya imamların muteber sözlerine kendi inançları doğrultusuna eklemeler yaparlar. Mesela; Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’in Tebük harbinde Ali radıyallahu anh’ı Medine’ye halife bırakması olayına şu eklemeyi yapmışlardır: (Sen Medine’de halife olmadıkça benim gitmem mümkün değildir).[33] Oysa sahih hadisler ve tarihen sabittir ki Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem Tebuk’den önce ve sonra birçok gazvede Ali’yi Medine’de halife bırakmamış bilakis, yanında cihada götürmüştür.

Bidatçilerin gizli hilelerinden biri de hayali hadis ve metinler uydurarak bunları muteber kitaplardan aldıklarını iddia etmeleridir. Buna örnek olarak İbn Mutahher el-Hıllî’nin “Minhacu’l-Kerame” adlı eserini verebiliriz.

İbn Mutahhar kitabında ehl-i sünnetin muteber kaynaklarından alıntılar yapacağını iddia etmesine rağmen, kitabında sahihten çok mevzu hadis ve itimada şayan olmayan kaynaklara yer vermiştir.[34]

Sa’lebî’nin tefsirinden[35] ve Ebu Nuaym’ın Hilye’sinden[36] ayrıca Havarizmî, Firdevsî ve Mağazilî’den mevzu hadisleri seçerek almış ve bunların sahih olduklarını iddia etmiştir.

Mesela: Eğer ikiniz de Allah’a tevbe ederseniz, (yerinde olur). Çünkü kalpleriniz sapmıştı. Ve eğer Peygamber’e karşı birbirinize arka verirseniz bilesiniz ki onun dostu ve yardımcısı Allah, Cebrail ve müminlerin iyileridir. Bunların ardından melekler de (ona) yardımcıdır.” (Tahrim: 4) ayetindeki ‘Müminlerin iyileri’ ifadesinden muradın Ali olduğunu söyledi ve şöyle dedi: “Müfessirler müminlerin iyisinin Ali olduğu konusunda icma ettiler.” Sonra bazı açıklamalar yaparak bunu Ebu Nuaym’e isnad etti. İbn Teymiyye bu konuda icma bulunduğu yalanını reddederek bu rivayetin mevzu olduğunu bildirdi.[37]

İbn Teymiyye Sa’lebî hakkında şöyle dedi: “Cumhur ulema Salebî ve benzerlerinin rivayetlerinin hüccet teşkil etmediği hususunda ittifak ettiler... Ancak hadisin sübutunun başka yolla bilinmesi hariç...”[38]

“Ebu Nuaym’ın Hilye veya Fadailu’l-Hulefa’da rivayet ettiklerinin çoğunun batıl ve mevzu rivayetler olduğu hadis ilminden nasibi olan herkesin bildiği bir husustur.”[39]

İbn Teymiyye Minhac’ının birçok yerinde Havarizmi, Firdevsi ve Mağazili’nin durumlarına da değinerek onların yalan ve hadis uydurma ehlinden olduklarını beyan etti.[40]

İbn Teymiyye yine şöyle demiştir: “Nesai’nin Ali radıyallahu anh’ın faziletleri konusundaki bazı hadisleri mevzuudur. Tirmizi’nin de Ali’nin faziletleri konusundaki bazı hadisleri zayıftır. İbn İshak ve benzeri siyer âlimlerinin faziletlerle ilgili rivayet ettikleri hadislerin çoğu zayıftır.”[41]

Şeyhu’l İslam İbn Teymiyye Minhac’ının özellikle de son cildinde bu konuya dikkat çekerek bu kitaplardaki yanlışlıkları böylece düzeltmiş ve şöyle demiştir: “Nasıl ki nahiv, kıraat ilminin, dil ilminin ve tıp ilminin erbabı varsa, hadis ilminin de onlardan daha üstün erbabı vardır ve bu konuda onlara müracaat edilmelidir. Onların sıhhatinde ittifak ettikleri hak, zayıflığı ve uydurulduğu konusunda icma ettikleri ise batıldır. Üzerinde ihtilaf ettikleri hususlar ise adalet üzere araştırma ve inceleme sahasıdır.

Bu ilmin erbabından bazıları şunlardır: Malik, Şube, Evzaî, Leys, Süfyan es-Sevri, Sufyan b. Uyeyne, Hammad b. Zeyd, Hammad b. Seleme, İbnu’l-Mubarek, Yahya el-Kattan, Abdurrahman b. Mehdî, Vekî, İbn Uleyye, Şafii, Abdurrazzak, Firyabî, Ebu Nuaym, Ka’nebî, Humeydî, Ebu Ubeyd, İbnu’l-Medinî, Ahmed b. Hanbel, İshak b. Rahuye, Yahya İbn Main, Ebu Bekr b. Ebi Şeybe, Yahya ez-Zuhlî, Buharî, Ebu Zur’a, Ebu Hatim, Ebu Davud, Muslim, Musa b. Harun, Nesaî, İbn Huzeyme, Ebu Ahmed b. Adiy, İbn Hibban, Darekutni ve daha birçok ilim, nakil, rical, cerh ve ta’dil âlimi.”

Buradan hareketle, ehli tarafından tevsik edilmedikçe Rafizî, Batinî ve diğer bidatçilerin ehl-i sünnet kitaplarından yaptıkları nakillere güvenilemeyeceği açıkça ortadadır.



[1] Bu kitabın yazarı meşhur arab edebiyat hocası Mustafa Şeka’dır. İhtisası dışına çıkarak söz konusu kitabı yazdı. Kitabında amacının İslam birliğini sağlamak olarak ifade etti. Fakat İslam ile hiçbir ilgisi olmayan İsmailiye, Kadıyaniye, Nusayriyye gibi ulamanın küfürlerinde ittifak ettikleri sapık akımları da İslam mezheplerinden kabul etmek gibi büyük bir hata işledi.

[2] Bu fetvanın sahibi meşhur âlim Şeyh Şeltut’dür. Şiiler bugün dahi bu fetvayı milyonlarca adet bastırarak her yere dağıtıyorlar. Fakat ‘Takrib Meselesi’ isimli kitapta da açıklandığı gibi Şeyh Şeltut diğer kitaplarında bu fetvaya aykırı görüşler beyan etmiştir. Şeyh Abdurrazzak el-Afifi’nin dediğine göre Şeyh Şeltut kolay aldanan bir şahısmış. Her halde Şiilerin takiye ve tatlı dillerine aldanmıştır.

[3] Minhacu’s-Sunne (2/179)

[4] Tuhfe (s. 45)

[5] eş-Şia fi’t Tarih (s.118)

[6] es-Sıla Beyne’t-Tasavvuf ve’t-Teşeyyu, (s. 110)

[7] Minhacu’s-Sunne, (4/206)

[8] Ebu Zehra, Ahmed b. Hanbel, (s. 326).

[9] İsmail b. Abdirrahman es-Suddî, Hicazî, tabiindendir. Kufe’de oturdu. Müslim ve Sunen Ashabı ondan hadis rivayet etmişlerdir. H. 127 yılında vefat etti. Bkz. el-Hulasa, (s. 35).

[10] Muhammed b. Mervan b. Abdillah b. İsmail el-Kufî. Hadis uydurmakla meşhurdur. Bkz. el-Cerh ve’t-Tadil (8/86) el-Hulasa (358).

[11] Ebu Muhammed Abdullah b. Müslim b. Kuteybe. H. 276 yılında Bağdad’da vefat etti. Birçok eserlerinden bazıları şunlardır: Te’vilu Muhtelifi’l-Hadis, El-Maarif, Müşkilu’l-Kur’an...

[12] Bkz: Muhtasaru’t-Tuhfe (s. 32).

[13] el-Bidaye ve’n Nihaye (11/146).

[14] el-Bidaye ve’n-Nihaye (11/146).

[15] el-Bidaye ve’n-Nihaye (11/147).

[16] Bkz. İbn Nedim el-Fihrist (s. 3335)

[17] el-Bidaye ve’n-Nihaye, (11/147)

[18] Bkz: Tenkihu’l-Makal (2/91), Mukaddimetu’l-Bihar (1/177).

[19] İsim benzerliğinden dolayı Medine gazetesi 4621. Sayısında ona ait bir makale yayınlamıştır.

[20] Beşaret’l-Mustafa, (s. 51).

[21] Prof. Fuad Sezgin, Kültür Tarihi isimli eserinde: (2/260).

[22] Abdullah Useylan, el-İmame ve’s-Siyase (s. 20)

[23] Abdullah Useylan, el-İmame ve’s Siyase: sh. 20

[24] Bkz.: Dr. Abdulaziz b. Abdillatif, Davetu’l-Munaviin.

[25] Muhtasaru’t-Tuhfe, (s. 33).

[26] Abdurrahman Bedevî, ‘Muellefatu’l-Gazalî’ (s.225).

[27] Abdurrahman Bedevî, ‘Muellefatu’l-Gazalî’ (s.271).

[28] Sırru’l-Âlemin (s.82) Tercümesi: Âlemlerin Sırrı, Hisar yay. (s.111)

[29] Abdurrahman Bedevî, ‘Muellefatu’l-Gazalî’ (s 271).

[30] Nakdu Akaidi’ş-Şia. (s.25).

[31] Muhtasaru’s Savaik (s.51)

[32] Bkz: Minhacu’l-Kerame, Rafizi İbn Mutahher el-Hıllî, (s. 133)

[33] Bkz. Minhac’s-Sunne (3/907, 3/16, 4/94).

[34] Minhacu’l Kerame, (s.119)

[35] Minhacu’l Kerame, (s.149, 158, 161, 162)

[36] Minhacu’l Kerame, (s.150, 155, 160-165)

[37] Minhacu’s-Sunne (4/79)

[38] Minhacu’s-Sunne (4/25)

[39] Minhacu’s-Sunne (4/10)

[40] Minhacu’s-Sunne (4/4-5, 38)

[41] Minhacu’s-Sunne (4/48)

Meclislerin Keffareti

Meclislerin Keffareti
"Subhâneka'llâhumme ve bihamdik ve eşhedu en lâ ilâhe illâ ente estağfiruke ve etûbu ileyk" (Taberani 10/164, el-Elbânî Sahîhu'l-Câmi (4487)