Sözlerin en doğrusu Allah'ın kelamı, yolların en hayırlısı Muhammed Aleyhisselam'ın yoludur. Dinde her sonradan çıkarılan şey bidattir.Her bidat sapıklıktır ve her sapıklık da cehennemdedir (Muslim no: 867)

Duâ

Duâ

Daru's-Sunne Neşidler

30 Eylül 2018 Pazar

İslam’da Cariyelik

Şu şekilde soruldu: “Kâfir birisi, kâfir kızını bize hibe etmesi durumunda bu kız cariye statüsünde mi olur?”
Cevap: İslam’da bu şekilde bir cariye edinme meşru değildir. Bahsedilen kadın şayet kitap ehli, tesettürlü, iffetli bir kâfire kadın ise ve kişi erkeğin kadın üzerine hâkim olduğu, sözünü geçirebildiği bir ortamda yaşıyorsa, o kadın ile hür bir kadın olarak evlenebilirdi.
Ancak Müslüman bir erkeğin, mevcut şartlarda herhangi bir kâfir, fasık veya bid’atçi bir kadınla evlenmesi de caiz değildir. Kitap ehli kâfir kadınlarıyla da mevcut şartlarda evlenmek caiz değildir.
Zira mevcut beşerî küfür kanunları, evlilik durumunda kadına, erkekle eşit velayet haklarını tanımaktadır. İslam ise, Nisa 34. Ayetinde erkeklerin, kadınlar üzerinde kavvam/söz sahibi olmasına hükmetmiştir.
Yine kâfirleri velî edinmeyi, yani onlara müslümanlar üzerine yetki vermeyi yasaklamıştır. İslam, kitap ehli kadınlarla evliliğe, erkeğin kadın üzerinde hâkim olduğu durumlarda ve kadının iffeti muhafazası şartıyla cevaz vermiştir. Günümüzde mevcut küfür yasaları, erkeği kadın üzerine hâkim kılmamaktadır.
Yine kitap ehli kadınlardan tesettüre riayet edeni yok gibidir. Müslüman bir erkek, tesettüre riayet etmeyen bir kitap ehli kadınla veya kendisini islama nispet eden münafık bir açık kadınla yahut Allah’ın emrettiği şekilde değil de, örfe göre örtündüğünü zanneden fasık bir kadınla evlenecek olsa, mevcut küfür sisteminde ona tesettürü emretmeye bile gücü yetmeyecektir! Eşi açık saçık gezmek istese, ona mani olamayacak, müslümanların ahlakının bozulmasında pay sahibi olacak ve kendisi de deyyusluktan nasibini alacaktır!
Veya bid’atçi (Haricî, Mürcie, Şia, Sufî, Kaderî, Cebrî, Mu'tezilî vb.) bir kadınla evlense, onun üzerinde hiçbir yaptırıma sahip olamayacak, çocukları olması halinde, kadının o çocukları bâtıl akideler üzerine yetiştirmesine mani olamayacaktır.
Kadın eğri kaburga kemiğine benzetilmiş, mevcut halinden faydalanmak teşvik edilmiş, kendi halinde serbest bırakılırsa eğriliğin artacağı, zorlandığı takdirde de kırılacağı, yani boşanma gerçekleşeceği haber verilmiştir. Bu sebeple, evlenmeden önce kişinin eşini saliha, tevhid ehli biri olarak seçmesi gerekir. “Evlendikten sonra düzelebilir” şeklindeki düşünce boş bir kuruntudur.
Bu sebeple, kişi tevhid ehli, saliha bir kadınla evlenme imkânına sahip olamıyorsa, evlenmeden sabretmesi, oruçla korunması kendisi için daha hayırlıdır.
Cariyelik müessesesi hakkında insanlar gerekli bilgiye sahip olmadıkları için aşağıda özet bir bilgi aktarma ihtiyacı hâsıl olmuştur:
İslâm'da Cariyelik
Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
﴿ وَإِنْ خِفْتُمْ أَلَّا تُقْسِطُوا فِي الْيَتَامَى فَانْكِحُوا مَا طَابَ لَكُمْ مِنَ النِّسَاءِ مَثْنَى وَثُلَاثَ وَرُبَاعَ فَإِنْ خِفْتُمْ أَلَّا تَعْدِلُوا فَوَاحِدَةً أَوْ مَا مَلَكَتْ أَيْمَانُكُمْ ذَلِكَ أَدْنَى أَلَّا تَعُولُوا
 Yetim kızlar hakkında adaletsizlikten korkarsanız, sizin için helal olan kadınlardan ikişer, üçer, dörder nikâhlayın. Yine adaletsizlikten korkarsanız bir tane veya sağ ellerinizin sahip olduğu vardır. İşte bu ayrılmamanız için daha uygundur.” (Nisa 3)
Allah Teâlâ’nın: “sağ ellerinizin sahip olduğu” kavli köle edinilen cariyelerle alakalıdır. Bu mubah, meşru ve İslam’dan önce de yaygın bir uygulama idi. Nitekim semavî kitaplarda zikredilmiştir. Hacer, İbrahim aleyhi's-selâm’ın evlendiği bir cariye idi. İsmail aleyhi's-selâm onun neslindendir ve Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem de İsmail aleyhi's-selâm’ın neslinden gelmiştir.
Kadınların köle ve cariye edinilmeleri eskiden beri yaygın bir uygulama idi bu uygulamanın üç şekli vardı:
Birincisi: Savaşlardır. İki devlet arasında savaş olduğunda galip gelen devlet, yenilen devletin adamlarını ve gençlerini öldürür, geriye kadınlar ve kızlar kalırdı. Onları kendi ülkelerine esir olarak götürür ve satın almak isteyenlere satarlardı.
İkincisi: Fakirliktir. Fakirliğin şiddeti bazen bazı babaların kızlarını satmalarına sürüklemiştir.
Üçüncüsü: El koyma (gasp)tır. Hırsızlar ıssız yollarda ticaret kervanlarına saldırır veya deniz korsanları gemilere baskın yaparlar, diledikleri kadınlara ve kızlara el koyarlar, onları şehirlere götürüp köle pazarlarında satarlardı.
İslam gelince kadınların ve kızların satılması ve el konulması gibi metotları haram kıldı. Savaş esirlerinden köle edinilmesi ise caiz kıldı. Çünkü İslam’a düşmanlık eden devletler, İslam şehirlerine karşı savaşıyor, erkekleri ve gençleri öldürüyor, kadınları ve kızları ise esir ediniyorlardı. Esir alınan kadınları da satıyorlardı. Kâfir ve müşrik erkekler diledikleri müslüman kadınları ve kızları alıyorlardı. Onlardan her biri mubah bir mal haline geliyor, onlara zinakar kadınlar gibi muamele ediyorlardı. Nitekim esir alınan müslüman kadınlar topluluğuna kişi, oğullarıyla, kardeşleriyle ve arkadaşlarıyla beraber ortak oluyorlardı. Bundan dolayı İslam, buna bir misilleme olarak, savaştan sonra esir alınan kâfire kadınları mubah kılmıştır.
Ancak burada müslümanların gayri muslim cariyelere muamelesi ile kâfirlerin müslümanlardan esir aldıkları kadınlara muamelesi arasında büyük bir fark vardır. İslam fıkhı, müslüman efendinin, erkek ya da kadın kölesine nasıl davranması gerektiğini kurallara bağlamış, onlar için birçok haklar tayin etmiştir. Özetle bunlardan bazısı şu şekildedir:
1- Efendinin kölesine Allah’a isyan olan bir şeyi emretmesi veya onu Allah’a itaatten yasaklaması caiz değildir.
2- Kâfir olan kölesini müslüman olmaya zorlamaya hakkı yoktur. Çünkü dinde zorlama yoktur.
3- Kölesini, istemediği bir kimseyle evlendirmeye ve eşini boşaması için zorlama yapmaya hakkı yoktur.
4- Zımmî (yani Yahudî veya Hristiyan olan) kölesine içki içmeyi, domuz eti yemeyi veya kiliseye gitmesini yasaklamaya hakkı yoktur. Zira bunlar onun dinindendir.
5-  Kölesine veya cariyesine gücünün üzerinde zor işler yüklemeye hakkı yoktur.
6- Müslüman efendinin, kölesinin hayatını koruması gerekir. Kölesini öldürmeye, yaralamaya veya kulağını, burnunu kesmek gibi organlardan bir şey kesmeye hakkı yoktur. Eğer efendi, kölesine böyle bir şey yapacak olursa o köleyi azat etmesi vacip olur. Yani kâdî, onu serbest bırakmasını emrederek bu konuda zorlar.
7- Kölenin nafakası, yani ihtiyacına yetecek kadarıyla yiyeceği, giyimi, barınma hakkı, efendisi üzerine vaciptir. Eğer efendi onun nafakasını karşılamaya güç yetiremezse veya gücü yetmesine rağmen bunu yapmazsa kâdî, kölenin nafakasını karşılayacak miktarı temin için o efendinin malından satabilir.
8- Köle hastalandığı veya herhangi bir sebepten iş göremez hale geldiği zaman efendisinin ona infakta bulunması gerekir. Aynı şekilde küçük yaştaki kölesine de infakta bulunması gerekir.
9- Efendinin kölesini iffetli kılması gerekir. Eğer köle bekâr ise onun sapmasından sakınarak evlendirmelidir. Eğer köle bakire bir kadın ise onu evlendirmeli veya onun sapmasından sakınarak kendisi onunla ilişkiye girmelidir. Eğer köle evli ise, onun eşinden faydalanabilmesi için gece ona imkân vermelidir.
10- Efendinin, evli olan cariyesini kocasından ayrılmaya zorlamaya veya gece eşiyle beraber kalmasına mani olmaya hakkı yoktur.
İslam’ın düşmanlarının müslümanlardan esir aldıklarına nasıl davrandıklarını ve müslümanların kâfirlerden aldıkları esirlere davranış şeklini düşünün!
İslam, cariyenin ortalık malı kılınmasını haram kılmış, cariye veya cariyeleri tek bir kişinin mülkiyetine vermiştir. Onun efendisinden başkalarıyla cima etmesini haram kılmıştır.
Yine İslam, ona infak edilmesini, ihtiyacı olan yiyecek ve giyimin sağlanmasını vacip kılmıştır. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem onların hür hanımlar haline gelmeleri için onlarla evlendirerek ikram edilmesine teşvik etmiştir. Yine onların eğitilip öğretilmesini teşvik etmiş, onların dövülmesini yasaklamıştır. Nitekim Ebu Musa el-Eşarî radiyallahu anh’ın rivayet ettiği hadiste Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
مَنْ كَانَتْ لَهُ جَارِيَةٌ فَعَلَّمَهَا وَأَحْسَنَ إلَيْهَا، ثُمَّ أَعْتَقَهَا وَتَزَوَّجَهَا فَذَلِكَ لَهُ أَجْرَانِ
 Kimin cariyesi olur da ona öğretir, ona iyi davranır ve sonra onu azat edip evlendirirse ona iki ecir vardır.”[1]  
Bu evlendirme ecri, öğretme ecri ve azat etme ecridir. Bu kural, onlar için yollarda ve caddelerde kimsesir şekilde terk edilmelerinden daha hayırlıdır. Yani İslam cariyelerin sahiplenilmesini meşru kılarak onların maslahatlarını gözetmiş ve onların şereflerinin ve değerlerinin aşağılanmasından korumuştur.
Nitekim bu kural, onların sahipsiz, gözeticisiz bir şekilde bırakılmaları halinde meydana gelecek fesattan da ülkeleri korumaktadır.
İslam’ın köle edinme ve cariyeler hakkında koyduğu bu kurallar, bu dinin yüceliğinden ve merhametindendir. Köle ve cariye edinme ancak sebeplerinin mevcut olması halinde söz konusudur. Zamanımızda ise bu sebepler bulunmamaktadır.   


[1] Sahih. Buhari (2547) Muslim (154) Ru’yani (471) Ebu Avane (4223) Bezzar (8/7) Haraitî Mekarimu’l-Ahlak (520)

24 Eylül 2018 Pazartesi

Şehirlilerin Bedevîlere Benzemesi ve Bunun Aksi

Şeyh Ebu Muaz el-Çubukâbâdî dedi ki: “Şeyh Abdullah b. Ahmed en-Nahibî (1428) bize umumî icazetle; Ömer b. Hamdan el-Mihrasî’den (1368), o; Ebu’n-Nasr Muhammed b. Abdilkadir b. Salih ed-Dimeşkî el-Hatib’den (1324), o; El-Vecih Abdurrahman b. Muhammed el-Kuzebrî’den (1262), o; Mustafa b. Muhammed eş-Şamî er-Rahmetî’den (1205), o; Abdulganî b. İsmail en-Nablusî’den (1143), o da Necmuddin el-Gazzî rahimehullah’tan rivayet etti. Şeyh Necmuddin el-Gazzî rahimehullah, Husnu’t-Tenebbuh Lima Verade Fi’t-Teşebbuh (10/309 vd.) kitabında dedi ki:
 
Hadarî ve Bedevî
El-Hadar, el-hudra, el-hâdira ve el-hadâre, bâdiyenin aksidir. El-hadâret; şehirde ikamet etmektir. El-Kamus’ta böyle denilir.[1]
Yine orada denilir ki: el-Buduv, el-bâdiye, el-bâdât ve el-bedâvet; hadarın (medeniyetin) aksidir. Tebdî; orada (badiyede) ikamet etmektir. Tebâdî; onlara (bedevîlere) benzemektir.[2]
Es-Sihah’ta şöyle geçer: “el-bedâvet; badiyede ikamet etmektir. El-bâdiye; hâdira’nın (şehrin) aksidir. Sa’leb dedi ki: “el-Bedâvet kelimesini yalnızca Ebu Zeyd’den biliyorum.”[3]
El-Misbahu’l-Munir sahibi dedi ki: “Hadar kelimesi, el-buduvv’un aksidir. Ona nispetle “hadarî” denilir. Hadar; şehirde ikamet etmektir. El-Hadâret (veya el-Hidaret); şehirde yerleşmektir.[4]
Şehirlilerin bedevîlere benzemesine gelince, bunda kabalaşma bulunduğu için aslen mekruhtur.
İmam Ahmed, Ebû Dâvûd, “Hasen” kaydıyla Tirmizî, Nesâî ve Beyhakî, İbn Abbas radiyallahu anhuma’dan rivayet ediyorlar: Nebî sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
Badiye’de (kırsalda) yerleşen kabalaşır. Avın peşini takip eden gafil olur. İdarecilere giden fitneye düşer.”[5]
Ebû Dâvûd ve Beyhakî, Ebu Hureyre radiyallahu anh’den rivayet ediyorlar: “Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
Badiyede (kırsalda) yerleşen kabalaşır. Avın peşini takip eden gafil olur. Yöneticilerin kapısına giden fitneye düşer. Kişi yöneticiye yakınlaştıkça Allah’tan uzaklaşır.”[6]
Es-Sihah’ta şöyle denilmiştir: “Kim bâdiyede yerleşirse kabalaşır” yani kırsalda yerleşen kaba saba hale gelir demektir.”[7]

Arap (Medenî) İle A’rabî (Bedevî) Arasındaki Fark

Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: “Bedeviler küfür ve nifak bakımından daha beterdir. Allah’ın Rasulüne indirdiği sınırları bilmemeye de onlar daha yatkın ve elverişlidir.” (Tevbe 97)
El-A’râb; araplardan bedevî olanlardır. Tekili; “A’rabî”dir. O; Ebu Zeyd ve başkalarının dedikleri gibi; otluk, sulak, çayırlık yerleri ziyaret demektir.
El-Ezherî şu açıklamayı eklemiştir: “İster araplardan olsun, ister azatlılarından olsun her kim badiyede (kırsal alanda) yerleşir ve bedevilere komşuluk ederse, onların kervanlarıyla konup göçerse onlar a’râb (bedeviler)dir. Her kim taşra ve kırsalı terk eder de arap yerleşim yerleri ve şehirlerinde yerleşirse o, fasih konuşanlardan olmasa da araptır.[8]
Kadı el-Beydâvî Tevbe 97. Ayeti hakkında dedi ki: “Yabanilikleri, katılıkları, ilim ehliyle beraber olmamaları ve Kitap ve sünnete kulak vermemeleri sebebiyle bedevîlerde küfür ve nifak şiddetlidir.”[9]
Bütün bunlar bedevileşmenin çirkinliğinin sebebini ortaya koymaktadır.
Hadarî’nin (şehirlinin) bedevîye benzemesi, mertebe olarak bir düşüş ve cehalet seviyesine iniştir. Bu da badiyede (kırsalda) yerleşmekle ve bedevilerle beraber yaşamakla olur. Özellikle de ilim ve dinde fıkıh öğrenmeden bu yapılırsa! Bu yüzden kişi şehirde yaşasa dahi, ilim ve edep ehlinden uzaklaşmak, Kur’an ve sünnet öğreniminden tembellik ve eğlence sebebiyle geri durmak, (….)[10] Cahillerle vakit geçirmek bedevilere benzemeye girer. Şu an insanların genel durumu bu şekildedir. Hatta onlar ilmî meselelerin küçüklerinden olup, her dindar kimsenin anlayabileceği bir şey işitseler, buna tıpkı bedevilerin şaşırdıkları gibi şaşırırlar.
Evet, âlim ve fakih kimsenin; cahil sufilerin ve başkalarının onların mallarını ve sadakalarını almak için gitmeleri gibi değil de, ilim ve fıkıh öğretmek üzere kırsala ve taşraya gitmesi kınanmış bedeviliğe benzemek olmaz.
Nitekim İbn Ebi Hatim, İkrime’den şöyle dediğini rivayet etmiştir: “Eğer topluca cihada çıkmazsanız Allah sizi can yakıcı bir azapla azaplandırır.” (Tevbe 39) ayeti nazil olunca bazı insanlar bedevilerin yanında onlara dini öğretmek için Nebî sallallahu aleyhi ve sellem’den geri kaldı. Münafıklar da: “Bazıları bedevilerin yanında kalıp savaşa çıkmadı” demeye başladılar. Ayrıca: “Bedevilerin yanında kalanlar helak oldu” dediler. Bunun üzerine:
Mü’minlerin topluca çıkmaları gerekmez. Her topluluktan bir kesim, dinde derin bir kavrayış edinmek ve kavimleri kendilerine geri döndüğünde onları uyarmak için kalsalar! Umulur ki onlar da sakınırlar.” (Tevbe 122) ayeti nazil oldu.”[11]
Ayette ilim öğrenmek ve öğretmek için yolculuk etmenin müstehap olduğuna delil vardır. İlim öğrenmek için kırsaldan şehire yolculuk veya öğretmek için şehirden kırsala yolculuk sahih olur.
Bundan dolayı bedevîlerin, bu zamandaki bedevilerin çoğunun yaptıkları gibi; nimetlenmek, rahatlık ve bina yükseltmek için değil de, ilim ve edep öğrenmek üzere şehirde yerleşerek şehirlilere benzemesi güzeldir. Onlardan lüks ve rahat düşkünü olanlar kırsalı terk edip şehirlerde yerleşiyorlar ve orada binalar yükseltiyorlar. Bu ise Ömer ve Ebu Hureyre radiyallahu anhum’un Nebî sallallahu aleyhi ve sellem’den rivayet ettikleri Cibril hadisinde bildirdiği üzere kıyamet alametlerindendir.[12]
Bedevilerin şehirlilere bu konularda benzemeleri elbette çirkin işlerdendir ve bundan yasaklanmaları haramlık derecesindedir.
Onların benzeşmelerinin ve şehirlilerin bedevilere benzemesinin hükmü kasıt ve niyetlerine göre değişir. Muhakkak ki anlattığımız durumlar mekruhtur. Bu, övülen bir benzeşme de olabilir. Durumunun örtüşmesinden sonra, diniyle fitnelerden kırsala kaçan, fıkıh ve edeb öğrenerek durumunu kemale erdirmek isteyen kimselerin yaptıkları gibi.
İmam Malik, Buhârî Ebû Dâvûd, Nesâî ve İbn Mâce; Ebu Said el-Hudrî radiyallahu anh’den rivayet ediyorlar: “Nebî sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
Müslümanın en hayırlı malının, fitnelerden diniyle kaçarak peşinden dağ yamaçlarından gittiği ve yağmur düşen yerleri izlediği koyun sürüsünün olması yakındır.”[13]
Ebu Nuaym, Zühd’de Beyhaki ve başkaları İbn Mes’ud radiyallahu anh’den rivayet ediyorlar: “Nebî sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
İnsanlar üzerine bir zaman gelir, kişi dini hakkında ancak dağ başlarından dağ başlarına kaçmakla veya tilkinin yavrularıyla beraber yaptığı gibi, mağaralardan mağaralara kaçmasıyla selamet bulur.”[14]
Bu ahir zamanda, Allah’a isyan etmeksizin geçinmenin mümkün olmadığı durumda olacaktır. Durum böyle olduğu zaman gurbet helal olur. O zamanda kişinin helâkî, eğer varsa ana babasının, ana babası yoksa hanımı ve çocuklarının, bunlar yoksa akrabalarının ve komşularının yüzündan olacaktır. Onu geçim darlığından dolayı ayıplayacaklar, kendisini helak edecek işlere sokmadıkça gücünün yetmediği şeylere zorlayacaklardır.[15]
Bedevilere en çok benzeşen insanlar şehir dışındaki küçük köy ve kasabalarda yaşayanlardır. Çünkü onlar bedevilerle beraber olurlar. Onlar tarım, çiftçilik ve ırgatlıkla uğraşırlar, “feddâd”dırla, yani aslen gür sesli ve kabadırlar. Nitekim çobanlara; deveciler, inekçiler, eşekçiler denilmiş, tarlalarında ziraat yapmak ve hayvanlarını otlatmak için çadır ve kerpiç evlerde kalanlara, “fellahlar” denilmiştir. Devesini çoğaltan ve iki yüzden bine kadar devesi olanlara da feddâdîn denilmiştir.
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur: “Kabalık ve katı kalplilik; Rebia ve Mudar kabilelerinden kıldan çadırlarda kalan, develerin ve sığırların kuyruklarından tutunan feddadlarda bulunur.” Bunu Buhârî Ebu Mes’ud el-Bedrî radiyallahu anh’den rivayet etmiştir.[16]
Ehlu’l-Veber (kıldan çadırlarda kalanlar); bedevilerdir. Ehlu’l-Meder (çamur ve kerpiçten evde kalanlar) ise şehirlilerdir.
Diğer bir hadiste: “Feddadlar helak oldular” buyrulmuştur. Bunu İbnu’l-Esir en-Nihaye’de zikreder.[17]
Buradaki feddadlar kelimesi, anlattığımız manalardadır. “Helak oldular” sözünün anlamı ise şudur; onlar kendilerini helak edecek işe soktular veya helake yaklaştılar demektir. Zira onlar hayvanları sebebiyle Cuma ve cemaatlerden, ilim ve fıkıh öğrenmekten ve ibadetten meşgul olmuşlardır.
Açıkladığımız üzere bedevilerde kabalık ve katı kalplilik hâkim olduğu için, Allah Teâlâ bedevilerden bir rasul göndermemiştir: “Biz senden önce, ancak şehirler halkından kendilerine vahyettiğimiz adamlar gönderdik.” (Yusuf 109) Çünkü onlar (şehirliler) daha bilgili ve kastedileni daha iyi anlayan hilim sahibi kimselerdir. Bunu İbn Cerir (et-Taberî) ve İbn Ebi Hâtim rivayet etmişlerdir.[18]
Allah Teâlâ’nın, Yusuf aleyhi's-selâm’dan naklettiği: “Sizi badiyeden getirdi” (Yusuf 100) ayetine gelince, Mucahid ve başkaları şöyle demişlerdir: “Yakub aleyhi's-selâm ve oğulları badiye halkına sahiptiler ve kerpiçten evlerde oturuyorlardı. Bazen badiyeye (çöle, kırsala) çıkıyorlardı. Yusuf aleyhi's-selâm onları Mısır’a getirttiği sırada badiyede (kırsalda) idiler.”[19]
Bazı vakitler kırsala özellikle de ağaçlık alanlara, bahar ayında tohumların yeşerdiği vakitlerde ve sonbaharda yaprakların solduğu zamanlarda tefekkür ve ibret almak için çıkmakta sakınca yoktur.
Ebû Dâvûd ve Beyhakî, Aişe radiyallahu anha’dan şöyle dediğini rivayet ettiler: “Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şu tepeliklerde geziye çıkardı”[20]
Hadiste geçen “et-Tilâ’” kelimesi, tel’â kelimesinin çoğuludur. Bu da tepelik yerler demektir. Denildi ki: “sulak yükseltiler demektir.”
Tirmizî, Muaz radiyallahu anh’den rivayet ediyor: “Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem bahçelerde namazı hoş görürdü.”[21]
Hadiste geçen “el-Hiytân” kelimesi hâit kelimesinin çoğuludur. Bu da duvarla çevrili bahçe demektir.
Kırlara, badiyelere ve sahralara düşünüp tefekkür etmek ve ibret almak için çıkmanın müstehap olmasına delil olarak Allah Teâlâ’nın şu ayeti yeter:
Hiç yeryüzünde dolaşmadılar mı? Zira dolaşsalardı elbette akledecek kalpleri ve işitecek kulakları olurdu. Ama gerçek şu ki, gözler kör olmaz; lâkin göğüsler içindeki kalpler kör olur.” (Hacc 46)
Onlar ibret almak ve basiretle düşünmek dışında amaçlarla; topraklarda ilerliyor, arazilerde geziyor, beldeleri boyluyorlar. Onlar bu bozuk gayeler için değil, faydalı gayeler için dolaşmaya çağırılıyorlar.
Bil ki düşünmek ve ibret almak, badiyelere, kırlara has değildir. Bilakis şehirlerde de bu talep edilir. Zira bir şehirden diğerine gezmek, orada yerleşenler için bir tefekkür sebebidir. Sonra oradan gider ve şu ayette işaret edildiği gibi terk eder:
Onlar, yeryüzünde gezip de kendilerinden öncekilerin âkibetlerinin nasıl olduğuna bakmadılar mı? Onlar, kendilerinden daha güçlü idiler; yeryüzünü kazıp altüst etmişler, onu bunların imar ettiklerinden daha çok imar etmişlerdi. Rasulleri, onlara da açık deliller getirmişlerdi. Zaten Allah onlara zulmedecek değildi; fakat onlar kendi kendilerine zulmetmekteydiler.” (Rum 9)
Onlar yeryüzünde gezip dolaşmadılar mı ki, kendilerinden öncekilerin sonu nasıl olmuştur, görsünler! Öncekiler bunlardan daha çoktu, kuvvetçe ve yeryüzündeki eserleri bakımından da daha sağlam idiler. Fakat kazandıkları şeyler onlara asla fayda vermemiştir.” (Mu’min 82)
Bil ki, ayeti kerimelerdeki ibret alma ve basirete dair yönlendirmeler ancak ilimle anlaşılabilir. İnsanlar arasında ilim ehli de çok azdır. Zaman ilerledikçe de azalmaktadır. Çoğunluk cehalet ve hevanın galip gelmesi sebebiyle hidayet bulamazlar. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
Hevâsını kendisine ilah edinen kimseyi gördün mü? Sen ona koruyucu olabilir misin? Yoksa sen, onların çoğunun gerçekten dinleyeceğini yahut düşüneceğini mi sanıyorsun? Hayır, onlar hayvanlar gibidir, hatta onlar yolca daha da sapıktırlar.” (Furkan 43-44)
Fakat insanların çoğu bilmezler. Onlar, dünya hayatının görünen yüzünü bilirler. Ahiretten ise, onlar tamamen gafildirler. Kendi kendilerine, Allah'ın, gökleri, yeri ve ikisinin arasında bulunanları ancak hak olarak ve belirli bir süre için yarattığını hiç düşünmediler mi? İnsanların birçoğu, Rablerine kavuşmayı gerçekten inkâr etmektedirler. Onlar, yeryüzünde gezip de kendilerinden öncekilerin âkibetlerinin nasıl olduğuna bakmadılar mı? Onlar, kendilerinden daha güçlü idiler; yeryüzünü kazıp altüst etmişler, onu bunların imar ettiklerinden daha çok imar etmişlerdi.” (Rum 6-9)
Onları öncelikle kendi nefisleri hakkında tefekkür etmeye irşad ediyor. Çünkü insana en yakın olan şey nefsidir. Yaratılışı hakkında düşünmesine, basiret sahibi olmasına en uygun olan da öncelikle nefsidir. Kendi nefsinde Allah’ın ayetlerini düşünür. Zira Allah Teâlâ’nın insanı yaratışında kesin iman edenler için büyük ayetler vardır. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
Yeryüzünde kesin bir bilgiyle inanacak olanlar için ayetler vardır. Ve kendi nefislerinizde de. Yine de görmüyor musunuz?” (Zariyat 20-21)
Sonra onları yeryüzünde dolaşmaya, oralarda kendisinden önceki halkların akibetlerinin ne olduğunu düşünmeye çağırıyor.
Bu hakikatler ve hikmetler kula ancak ilimle açılır. Her âlim ilmi oranında aydınlanır. İlmi arttıkça basireti artar. Basireti arttıkça da Allah Teâlâ’ya yakınlığı artar. Bu yüzden Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: “De ki: Rabbim ilmimi artır.” (Taha 114)



[1] Bkz.: Firuzabadî el-Kamusu’l-Muhit (s.481 hadar maddesi)
[2] Bkz.: Firuzabadî el-Kamusu’l-Muhit (s.1269 buduv maddesi)
[3] Bkz.: el-Cevherî, es-Sihah (6/2278 bedâ maddesi)
[4] Bkz.: el-Feyyumî, el-Misbahu’l-Munir (1/140 hadar maddesi)
[5] Ahmed (1/357) Ebû Dâvûd (2859) Tirmizî (2256) Nesâî (4309) Beyhakî Şuabu’l-İman (9402)
[6] Ebû Dâvûd (2860) Beyhakî Şuabu’l-İman (9403)
[7] El-Cevheri es-Sihah (6/2278 bedâ maddesi)
[8] El-Ezherî, Tehzibu’l-Luga (2/218 arab maddesi)
[9] Tefsiru’l-Beydavi (3/167)
[10] Burada kitabın orijinal el yazmalarında silik bir kelime vardır.
[11] İbn Ebî Hâtim Tefsir (6/1798)
[12] Hadisi Muslim Ömer radiyallahu anh’den (no:8) ve Ebu Hureyre radiyallahu anh’den (no:10) rivayet etmiştir.
[13] Malik Muvatta (2/970) Buhârî (19, 6677) Ebû Dâvûd (4267) Nesâî (5036) İbn Mâce (3980)
[14] Ebû Nuaym Hilyetu'l-Evliyâ (2/118) el-Hattabî el-Uzlet (s.10) el-Irakî Tahricu’l-İhya’da (1/371) isnadının zayıf olduğunu söylemiştir. Beyhakî’nin Zühd’ünde İbn Mes’ud radiyallahu anh’den bu rivayet mevcut değildir. Muhtemelen müellif, Hafız Irakî’den nakil yapmış ve hata etmiştir. Zira el-Irakî şöyle demiştir: “el-Hattabî el-Uzlet’te İbn Mes’ud radiyallahu anh’den benzerini rivayet etti. Beyhakî de ez-Zuhd’de benzerini Ebu Hureyre radiyallahu anh’den rivayet etti. Her ikisi de zayıftır.”
[15] Bu, Beyhakî’nin Zühd’de (183) Ebu Hureyre radiyallahu anh’den rivayet ettiği hadisin manasıdır.
[16] Buhârî (3307)
[17] Bkz.: İbnu’l-Esir en-Nihaye Fi Garibi’l-Hadis (3/419)
[18] Taberî Tefsir (13/80) İbn Ebî Hâtim (7/2210) Katade rahimehullah’tan rivayet ettiler.
[19] Bkz.: Suyuti, Durru’l-Mensur (4/589)
[20] Ebû Dâvûd (2478) İbn Hibbân (550) Zayıftır. Şureyk b. Abdillah'ın hafızası bozulmuştur ve bu lafızda tek kalmıştır.
[21] Tirmizî (334) Tirmizî dedi ki: “Garibdir. Ancak el-Hasen b. Ebi’l-Cafer yoluyla rivayetini biliyoruz. El-Hasen b. Ebi Cafer ise Yahya b. Said ve başkaları tarafından zayıf görülmüştür.”

23 Eylül 2018 Pazar

Acizlik İle Günahkârlık Arasında Muhayyer Kalınan Zaman

Şeyh Ebu Muaz el-Çubukâbâdî dedi ki: “Bize Şeyh Huseyn b. Ahmed el-Useyran umumî icazetle rivayet etti, dedi ki: “Bize Şeyh Yusuf en-Nebhanî haber verdi, o; Şeyh Muhammed Ebu’l-Hayr Abidin’den, o; Allame Muhammed b. Ömer İbn Abidin’den, o; Şeyh Şakir el-Akkad’dan, o; Şeyh Muhammed et-Tafilâti’den, o; Şeyh Muhammed el-Hanefî’den, o; Şeyh Muhammed el-Bedirî’den, o; Şeyh İbrahim el-Guranî’den, o; Şeyh Ahmed el-Kuşaşî’den, o; Şeyh Muhammed er-Ramlî’den, o; Şeyh Zekeriyya el-Ensarî’den, o; Şeyh İzzuddin Abdurrahim b. Muhammed b. Abdirrahim b. Ali İbnu’l-Furat’tan, o; Ebu’l-Sena Mahmud b. Halife el-Menbecî’den, o; Hafız Şerafuddin ed-Dimyatî’den, o; Ebu’l-Hasen Ali b. el-Huseyn İbnu’l-Mukayyer’den, o; Ebu’l-Fadl Ahmed b. Tahir el-Muhennâ’dan, o; Ebu Bekr Ahmed b. Ali b. Halef eş-Şirazî’den, o; Ebu Abdillah Muhammed b. Abdillah el-Hâkim en-Nisaburî’den, dedi ki: bize Ebu Abdillah es-Saffar haber verdi, dedi ki; bize Muhammed b. İbrahim b. Erume tahdis etti, dedi ki; bize el-Huseyn b. Hafs tahdis etti, dedi ki; bize Sufyan tahdis etti, o; Davud b. Ebi Hind’den, o dedi ki: “Bana Ebu Hureyre radiyallahu anh’den işiten bir şeyh haber verdi, dedi ki; Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
«يَأْتِي عَلَى النَّاسِ زَمَانٌ يُخَيَّرُ فِيهِ الرَّجُلُ بَيْنَ الْعَجْزِ وَالْفُجُورِ، فَمَنْ أَدْرَكَ ذَلِكَ الزَّمَانَ فَلْيَخْتَرِ الْعَجْزَ عَلَى الْفُجُورِ»
İnsanlar üzerine öyle bir zaman gelir ki, kişi acizlik ile fâcirlik arasında muhayyer kalır. Kim bu zamana yetişirse acizliği facirliğe tercih etsin.”[1]
Hadisin İsnadındaki Mubhem Ravi Hakkında
Ebu Muaz dedi ki: “Şeyh Abdullah b. Ahmed en-Nahibî (1428) bize umumî icazetle; Ömer b. Hamdan el-Mihrasî’den (1368), o; Ebu’n-Nasr Muhammed b. Abdilkadir b. Salih ed-Dimeşkî el-Hatîb’den (1324), o; El-Vecih Abdurrahman b. Muhammed el-Kuzebrî’den (1262), o; Mustafa b. Muhammed eş-Şâmî er-Rahmetî’den (1205), o; Abdulganî b. İsmail en-Nablusî’den (1143), o; En-Necm Muhammed b. Muhammed el-Gazzî’den (1061), o; Babası el-Bedr el-Gazzî’den (984), o; Ebu’l-Feth Muhammed b. Muhammed b. Ali b. Salih el-İskenderânî el-Mizzî’den (906), o; Eş-Şeyhatu’s-saliha Aişe bt. Muhammed b. Abdilhadi el-Makdisiyye es-Salihiyye’den (816), o; Hafız Muhammed b. Ahmed b. Osman ez-Zehebî’den (748), dedi ki: “Ebu Ali el-Hasen b. Ali b. Ebi Bekr İbnu’l-Hallal’e okudum, dedi ki: “Bize Cafer b. Ali haber verdi, dedi ki; “Bize Ebu Tahir Ahmed b. Muhammed b. Ahmed es-Silefî (576) haber verdi, dedi ki; “Bize İsmail b. Abdilcebbar haber verdi, dedi ki: “el-Halil b. Abdillah el-Hafız’dan işittim, o da el-Hâkim en-Nisaburî’den rivayet etti, Hâkim dedi ki:
“Bu hadisin isnadı sahihtir. Buhârî ve Muslim tahric etmemişlerdir. İsmi belirtilmeyen şeyh, Sufyan es-Sevrî, Davud b. Ebi Hind’den rivayetinde; Said b. Ebi Hayre olarak belirtmiştir.” Bunu bize Ebu Bekr eş-Şafiî tahdis etti, dedi ki: bize İshak b. el-Hasen b. Meymun tahdis etti, o Said b. Suleyman’dan, o Abbad b. el-Avvam’dan bildirdi, o Davud b. Ebi Hind’den, o Said b. Ebi Hayre’den, o Ebu Hureyre radiyallahu anh’den rivayet etti.” (Zehebi de Telhis’te sahih demiştir.)
Ebu Muaz dedi ki: “Şeyh Huseyn b. Ahmed el-Useyran bize umumî icazetle rivayet etti, dedi ki: Bize Şeyh Yusuf en-Nebhanî haber verdi, o; Şeyh Muhammed Ebu’l-Hayr Abidin’den, o; Allame Muhammed b. Ömer İbn Abidin’den, o; Şeyh Şakir el-Akkad’dan, o; Şeyh Muhammed et-Tafilâti’den, o; Şeyh Muhammed el-Hanefî’den, o; Şeyh Muhammed el-Bedirî’den, o; Şeyh İbrahim el-Guranî’den, o; Şeyh Ahmed el-Kuşaşî’den, o; Şeyh Muhammed er-Ramlî’den, o; Şeyh Zekeriyya el-Ensarî’den, o; Şeyh İzzuddin Abdurrahim b. Muhammed b. Abdirrahim b. Ali İbnu’l-Furat’tan, o; Ebu’l-Sena Mahmud b. Halife el-Menbecî’den, o; Hafız Şerafuddin ed-Dimyatî’den, o; Ebu’l-Hasen Ali b. el-Huseyn İbnu’l-Mukayyer’den, o; Ebu’l-Kerem el-Mubarek b. el-Hasen eş-Şehrezûri’den, o; Ebu’l-Hasen Muhammed b. Ali İbnu’l-Muhtedi Billah’tan, o; Hafız Ebu’l-Hasen Ali b. Ömer ed-Darekutnî rahimehullah’tan rivayet etti. Ed-Darekutni dedi ki:
“Davud’dan rivayet edenler ihtilaf ettiler. Ali b. Asım, Davud (b. Ebi Hind)’den o Ebu Osman en-Nehdî’den, o da Ebu Hureyre radiyallahu anh’den merfuan rivayet etti.
Başkaları; Davud – ismi belirtilmeyen biri – Ebu Hureyre yoluyla rivayet ettiler. İbn Fudayl; Rebia b. Kilab oğullarından birinden, o da Ebu Hureyre’den diyerek rivayet etti.
Yine es-Sevrî’den rivayet edenler de ihtilaf ettiler. Es-Sevrî – Davud – Ebu Salih – Ebu Hureyre isnadıyla rivayet edildi. Bu bir yanılgıdır.
Mahfuz olan; es-Sevrî – Davud – bir şeyh – Ebu Hureyre radiyallahu anh şeklindeki rivayettir.”[2]
El-A’lâî dedi ki: “Ali b. Asım; Davud b. Ebi Hind’den; “Hudeyletu Kays’ta konakladım ve Ebu Ömer denilen a’mâ bir şeyh’ten işittim. Dedi ki: “Ebu Hureyre radiyallahu anh’ın şöyle dediğini işittim…” böylece hadisi zikretti. Sufyan’ın rivayetindeki mubhem şahsın Ebu Ömer el-Hudelî (veya el-Cudelî) olduğu ortaya çıkmıştır ve o maruf bir ravidir.”[3]
(Ebu Muaz) Derim ki, Ebu Amr İsmail b. Nuceyd b. Ahmed b. Yusuf es-Sulemî’nin Hadis cüzünde (no:967) şu isnadla gelmiştir:
Bize Ahmed b. Davud es-Simnânî tahdis etti, dedi ki; bize Muhammed b. Humeyd er-Razî tahdis etti, dedi ki; bize Eş’as b. Attaf tahdis etti, dedi ki; bize Sufyan tahdis etti, o Davud b. Ebi Hind’den, o Said b. el-Museyyeb’den, o Ebu Hureyre radiyallahu anh’den, o da Nebî sallallahu aleyhi ve sellem’den…”
Bu isnadda Muhammed b. Humeyd er-Razi ihtilaflı bir ravidir.
Hadisin Şahitleri
1- Ebu Muaz dedi ki: Molla Yasin el-Fâdânî (1410) Ehlu asrına umumî icazetle o; Ebu Zerr en-Nizamî el-Himsî’den, o; Fadlurrahman b. Ehlillah el-Muradâbâdî’den (1313), o;  Şah Veliyullah ed-Dihlevî’den, o, Ebu Tahir Muhammed b. İbrahim el-Kurdî’den, o; Babasından, o; Suleyman b. Abdiddaim el-Babilî’den, o; El-Cemal Yusuf İbn Zekeriyya’dan, o; Babası ez-Zeyn Zekeriyya’dan, o; İbnu’l-Furat, Hafız İbn Hacer ve Muhammed b. Mukîl’den, onlar; Ömer b. el-Hasen ve es-Salah Muhammed b. Ebi Ömer es-Salihî’den (780), ikisi; El-Fahr Ali b. Ahmed b. Abdilvahid el-Buhârî’den (690), o; El-Muvaffak Ebu Hafs Ömer b. Muammer b. Ahmed İbn Taberzez el-Bağdadî’den (607), o; Ebu’l-Kasım İsmail b. Ahmed b. Ömer es-Semerkandî’den (536), o; Abdulaziz b. Ahmed b. Muhammed el-Kettânî’den (466), o; Ebu Bekr Ahmed b. Muhammed b. Ahmed el-Burkânî’den (425), o; Ebu Hafs Ömer b. Muhammed b. Ali İbn Zeyyat’tan (375), o; Hamze b. Muhammed b. İsa el-Katib el-Curcanî el-Bağdadî’den (302), o; Nuaym b. Hammad’dan, dedi ki: bize Huşeym tahdis etti, o Mucalid’den, dedi ki: bize eş-Şa’bî haber verdi, o Sila b. Zufer’den, o Huzeyfe b. el-Yeman radiyallahu anh’ın şöyle dediğini işitti:
لَيُخَيَّرَنَّ الرَّجُلُ مِنْكُمْ بَيْنَ الْعَجْزِ وَالْفُجُورِ، فَمَنْ أَدْرَكَ مِنْكُمْ ذَلِكَ فَلْيَخْتَرِ الْعَجْزَ عَلَى الْفُجُورِ
Elbette sizden biri acizlik ve facirlik arasında muhayyer kalacaktır. Hanginiz buna yetişirse acizliği facirliğe tercih etsin.”[4]
Hadis mevkuf olsa da merfu hükmündedir. Mucalid b. Said hakkında eleştiriler vardır. Lakin onun rivayetleri şahit ve mutabaata elverişlidir.
2- Ebu Muaz dedi ki: “Yusuf el-Merâşlî bize umumi icazetle; Ahmed b. Muhyiddin el-Acuz el-Beyrutî’den (1416), o; Bedruddin Muhammed b. Yusuf el-Hasenî’den (1354), o Babası Yusuf b. Bedriddin’den (1279), o; Abdullah b. Hicazî eş-Şarkavî’den (1227), o; Ömer b. Ali et-Tahlavî’den (1181), o; Ali b. Ahmed el-Hureyşî el-Fâsî’den (1143), o; Abdulkadir b. Ali el-Fâsî’den (1091), o; Amcası Abdurrahman b. Muhammed el-Fâsî’den (1036), o; Muhammed b. Kasım el-Kassar el-Fâsî’den (1012), o; Ahmed b. el-Hasen et-Tesûlî’den (969), o; Muhammed b. Ahmed İbn Gâzî el-Miknâsî’den (919), o; Muhammed b. Ebi’l-Kasım Muhammed b. Yahya b. Ahmed es-Serrac’dan, o; Babası Ebu’l-Kasım Muhammed b. Yahya’dan, o; Dedesi Ebu Zekeriyya Yahya b. Ahmed es-Serrac’dan (805), o; Ahmed el-Kabbab el-Fasî’den, o; Yahya b. Muhammed b. Ömer b. Ruşeyd’den, o; Babası Ebu Abdillah Muhammed b. Ömer b. Muhammed İbn Ruşeyd el-Fihrî es-Sebtî’den (721), o; Ebu’l-Hasen Ali b. Ebi’l-Kasım b. Rezin et-Tucibî et-Tunisî’den, o; Ebu Abdillah Muhammed b. Abdillah b. Ebi Bekr İbnu’l-Ebbâr el-Belenisî’den (658), o; Ebu Bekr Muhammed b. Ahmed b. Abdilmelik b. Ebi Cemre el-Mursî’den (599), o; Babasından (533) o; Ebu Amr ed-Dânî’den (444) dedi ki; bize Abdurrahman b. Osman tahdis etti, dedi ki; bize Ahmed b. Sabit tahdis etti, dedi ki; bize Said b. Osman tahdis etti, dedi ki; bize Nasr (b. Merzuk) tahdis etti, dedi ki; bize Ali b. Ma’bed tahdis etti, dedi ki; bize Mervan b. Muaviye el-Fezarî tahdis etti, o es-Salt b. Behram’dan, o Haraşe b. el-Hurr’den, dedi ki: “Huzeyfe radiyallahu anh şöyle dedi:
كَيْفَ بِكُمْ إِذَا انْفَرَجْتُمْ عَنْ دِينِكُمْ كَانْفِرَاجِ الْمَرْأَةِ عَنْ قُبُلِهَا، لَا تَمْنَعُ مِنْهُ مَنْ أَتَاهَا؟ قَالَ الْقَوْمُ: مَا نَدْرِي قَالَ: لَكِنِّي أَدْرِي أَنْتُمْ يَوْمَئِذٍ بَيْنَ عَاجِزٍ وَفَاجِرٍ فَقَالَ رَجُلٌ مِنَ الْقَوْمِ: قُبِّحَ الْعَاجِزُ يَوْمَئِذٍ , فَضَرَبَ حُذَيْفَةُ مَنْكِبَهُ وَقَالَ: قُبِّحْتَ أَنْتَ قُبِّحْتَ أَنْتَ
Kadın mahrem yerini açıp tecavüzcülere karşı korumasız kaldığı gibi, sizler de dininizden uzaklaştığınız zamanda haliniz nasıl olur?” Topluluktakiler: “Bilmiyoruz” dediler. Huzeyfe radiyallahu anh dedi ki:
Lakin ben biliyorum. Sizler o gün ya aciz ya da facir (günahkâr) biri olursunuz.” İçlerinden biri:
“Bu durumda aciz olana yazıklar olsun!” dedi. Huzeyfe radiyallahu anh onun omuzuna vurdu ve:
“Asıl sana yazıklar olsun, asıl sana yazıklar olsun” dedi.”[5]
Ebu Muaz dedi ki: “Şeyh Subhi es-Samarrâî bize umumî icazetle; o; Ebu’s-Sâika’dan, o; Huseyn b. Muhsin el-Ensarî’den, o; Muhammed b. Nasır el-Hazimî’den, o; Asrının musnidi Şeyh Abdurrahman el-Kuzebrî’den (v.1262), o; Eş-Şihab Ahmed b. Ubeyd el-Attar’dan (v.1218), o da Şeyh İmaduddin İsmail el-Aclûnî’den, o; Şeyh Abdulgani en-Nablusî’den, o; En-Necm Muhammed el-Gazzî’den, o; Babası el-Bedr Muhammed el-Gazzi’den, o; Şeyhulislam Kadı Zekeriyya el-Ensarî’den, o; El-İzz Abdurrahim b. el-Furat’tan, o; Et-Tâc es-Subkî’den, o; El-Hafız Şemsuddin Ebu Abdillah Muhammed b. Ahmed b. Osman b. Kaymaz ez-Zehebî’den, o; Eş-Şems el-Karmî’den, o; Abdulhâfız b. Tarhan’dan, o; Ebu Abdilkadir’den, o; Said b. Ahmed’den, o; İmam Ebu Bekr İbn Ebi Şeybe’den, dedi ki: bize Abdullah b. Numeyr tahdis etti, dedi ki: bize es-Salt b. Behram tahdis etti, o Munzir b. Hevze’den, o Haraşe’den, o Huzeyfe radiyallahu anh’den rivayet etti… aynısını zikretti.”
Burada görüldüğü gibi es-Salt ile Haraşe arasında Munzir b. Hevze vardır. Buhârî, Tarih’inde onun hakkında cerh ve ta’dile bulunmadan zikretmiştir. Bu rivayet de yine hükmen merfudur.
3- Ebu Muaz dedi ki: “Bize Şeyh Abdullah b. Ahmed en-Nahibî (1428) umumî icazetle; Ömer b. Hamdan el-Mihrasî’den (1368), o; Ebu’n-Nasr Muhammed b. Abdilkadir b. Salih ed-Dimeşkî el-Hatîb’den (1324), o; El-Vecih Abdurrahman b. Muhammed el-Kuzebrî’den (1262), o; Mustafa b. Muhammed eş-Şâmî er-Rahmetî’den (1205), o; Abdulganî b. İsmail en-Nablusî’den (1143), o; En-Necm Muhammed b. Muhammed el-Gazzî’den (1061), o; Babası el-Bedr el-Gazzî’den (984), o; Celaluddin es-Suyutî’den, o; El-Celal İbn Mulakkin’den, o; El-Burhan et-Tenûhî’den, o; Suleyman b. Hamze’den, o; Ziya el-Makdisî’den, o; Ebu Musa el-Medinî’den, o; Ebu Şuca ed-Deylemî’den rivayet etti, Deylemî el-Firdevs kitabında İbn Abbas radiyallahu anhuma’dan merfuan şu lafızla rivayet etti:
يَأْتِي على النَّاس زمَان يُخَيّر الرجل بَين الْعَجز والفجور فَمن أدْرك ذَلِك الزَّمَان فليتخير الْعَجز
İnsanlar üzerine bir zaman gelir, kişi acizlik ile günahkârlık arasında muhayyer kalır. Kim bu zamana yetişirse acizliği tercih etsin.”[6]
Deylemî’nin İbn Abbas radiyallahu anhuma’ya ulaşan isnadını bulamadım.
Netice olarak Ebu Hureyre radiyallahu anh hadisi şahit ve mutabileriyle sahihtir. Allah en iyi bilendir.


[1] Hakim (4/484, 485) Ahmed (2/278, 447) İshak b. Rahuye (150) Hennad Zuhd (1296) Ebû Ya'lâ (11/287) Nuaym b. Hammad el-Fiten (500, 514) İbn Bişran Emali (57) Beyhakî Delail (6/535) Beyhakî Şuab (6/320)
[2] Darekutni el-İlel (11/215)
[3] El-A’lâî, Camiu’t-Tahsil (s.95) Bkz.: Beyhakî Zühd (236)
[4] Nuaym b. Hammad el-Fiten (515)
[5] Ebu Amr ed-Dânî Sunenu’l-Varide Fi’l-Fiten (241) İbn Ebî Şeybe (8/596)
[6] Deylemi (8673)

18 Eylül 2018 Salı

Maide Suresi 105. Ayeti Hakkında

Şeyh Ebu Muâz el-Çubukâbâdî der ki: “Bize Şeyh Subhi es-Samarrâî umumî icazetle rivayet etti; o; Ebu’s-Sâika’dan, o; Huseyn b. Muhsin el-Ensarî’den, o; Muhammed b. Nasır el-Hazimî’den, o; Muhammed Âbid es-Sindî’den, o Şeyh Salih el-Fullanî’den, o; Şeyh eş-Şerif Molla Suleyman ed-Der’î’den, o; Şeyh Hasen el-Uceymî’den, o; Eş-Şems Muhammed b. Alaiddin el-Babilî’den, o; Ahmed b. Halil es-Subkî’den, o; En-Necm Muhammed el-Gaytî’den, o; Abdulhak es-Sinbâtî’den, o; el-Hafız İbn Hacer el-Askalanî’den, o; Abdullah b. Muhammed b. Muhammed b. Suleyman en-Nisaburî’den, dedi ki: “Bize İbrahim b. Muhammed b. Ebi Bekr et-Taberî haber verdi, o; Ebu’l-Hasen İbni’l-Mukayyer’den, dedi ki: “Bize Ebu’l-Fadl Muhammed b. Nasır haber verdi, dedi ki: “Bize Ebu’l-Kasım Abdurrahman b. Ebi Abdillah b. Mende haber verdi, dedi ki: “Bize Ebu Muhammed Abdurrahman b. Ebi Hâtim Muhammed b. İdris er-Razî haber verdi”, dedi ki: “Bize Kesir b. Şihab el-Kazvinî el-Muzhicî tahdis etti”, dedi ki: “Bize Muhammed b. Said b. Sabık tahdis etti”, dedi ki: “Bize Ebu Ca’fer, er-Rabî’ (b. Enes)’ten, o; Ebu’l-Aliye’den tahdis etti,
Ebu’l-Aliye (Rufey’ b. Mihran) rahimehullah dedi ki: “Abdullah b. Mes’ud radiyallahu anh, arkadaşları arasında oturuyorken, birisi:
“Kalkayım da şu ikisine iyiliği emredip kötülükten yasaklamayayım mı?” dedi. Yanındaki kardeşi de ona şöyle dedi:
“Sen kendine bak. Zira Allah Teâlâ şöyle buyuruyor: “Ey iman edenler! Siz kendinize bakın! Siz doğru yolda olduğunuz takdirde o sapanlar size zarar vermez.” (Miade 105) Abdullah b. Mes’ud radiyallahu anh bunu işitti ve dedi ki:
مَهْ لَمْ يَجِئْ تَأْوِيلُ هَذِهِ الآيَةِ بَعْدُ. إِنَّ الْقُرْآنَ أُنْزِلَ حَيْثُ أُنْزِلَ، وَمِنْهُ آيٌ: قَدْ مَضَى تَأْوِيلُهُنَّ عَلَى عَهْدِ رَسُولِ اللَّهِ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ، ومنه أي: يقع تأولهن بَعْدَ رَسُولِ اللَّهِ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ بِسِنِينَ. وَمِنْهُ آيٌ: يَقَعُ تَأْوِيلُهُنَّ بَعْدَ الْيَوْمِ. وَمِنْهُ آيٌ: يَقَعُ تَأْوِيلُهُنَّ عِنْدَ الْحِسَابِ مَا ذَكَرَ مِنَ الْحِسَابِ وَالْجَنَّةِ وَالنَّارِ. فَمَا دَامَتْ قُلُوبُكُمْ وَاحِدَةً وأهواءكم وَاحِدَةً وَلَمْ تَلْبِسُوا شِيَعًا وَلَمْ يَزقْ بَعْضُكُمْ بَأْسَ بَعْضٍ، فَمُرُوا وَانْهَوْا فَإِذَا اخْتَلَفَتِ الْقُلُوبُ والأهواء وألبستم شعيا، وَذَاقَ بَعْضُكُمْ بَأْسَ بَعْضٍ فَكُلُّ امْرِئٍ وَنَفْسَهُ فَعِنْدَ ذَلِكَ جَاءَ تَأْوِيلُ هَذِهِ الآيَةِ
Bu ayetin tevili henüz gelmemiştir. Muhakkak ki Kur’ân indirildiği konularda indirildi ve bir kısım ayetlerin te’vili Kur’ân inmeden önce geçti. Bir kısmının te’vili Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem zamanında gelmiştir, bir kısmı O’ndan yıllar sonra gelmiştir. Bir kısmının te’vili de bu günden sonra,  hesap, cennet ve cehennem'in zikredildiği bir kısmının te'vili, hesap günü zamanıdır. Kalpleriniz ve istekleriniz bir olup, fırkalara ayrılmadıkça ve birbirinize acılar tattırmadığınız sürece iyiliği emredip kötülükten yasaklayın. Kalpleriniz ve istekleriniz ayrı olduğu, fırkalara ayrılıp birbirinize acılar tattırdığınız zaman herkes kendi nefsinden sorumludur. İşte o zaman bu ayetin te’vili de gelmiş olur.”[1]

[1] Sahih. İbn Ebî Hâtim (6922) Nuaym b. Hammad Fiten (38) Taberî (9/46) Beyhaki Şuabu’l-İman (7552)

13 Eylül 2018 Perşembe

Yaşadığı Belde Kişiyi Üstün Yapmaz

İbn Teymiyye rahimehullah’a şöyle soruldu: “Din imamları olan seçkin fakihler şu konuda ne derler; Şam’da ikamet etmek, başka beldelerde ikamet etmekten daha faziletli midir? Bu konuda Kur’ân ve hadislerde nas gelmiş midir? Bize cevap verin, Allah size karşılığını versin.”
Şeyhulislam İbn Teymiyye dedi ki: “Hamd Allah’adır. Allah’a ve rasulüne itaat etme, hayır ve hasenat işleme sebepleri bulunan her yerde, ikamet edilebilir. Bunların daha iyi bilinebildiği, daha iyi güç yetirilen, daha dinç olunan yerlerde ikamet etmek, Allah’a ve rasulüne itaatin bundan daha düşük olduğu yerlerde ikamet etmekten daha faziletlidir. Genel esas budur. Muhakkak ki insanların Allah katında en üstünü en takvalı olanıdır.
Takvayı Allah Teâlâ, şu kavlinde açıklamıştır: “Lakin asıl iyilik Allah’a ve ahiret gününe iman edeninkidir… İşte onlar sadık olanlardır ve onlar muttakiler (sakınanlar)dır.” Bunun özü, Allah’ın ve rasulünün emrettiklerini yapmak, Allah’ın ve rasulünün yasakladıklarını da terk etmektir. Esas bu olunca, insanlar, durumlarına göre farklılık gösterir.
Kişinin ikamet ettiği yerde küfür, fısk, türlü bid’atler ve fücur bulunabilir. Faziletli olanı; eğer Allah yolunda eliyle veya diliyle cihad edebiliyorsa iyiliği emretmesi, kötülüğü yasaklamasıdır. Şayet oradan iman ve taat bölgesine intikal etse iyilikleri azalacak ve kalbi rahat olsa da orada bir mucahid olamayacaktır. Aynı şekilde fücur ve bid’atlerin bulunduğu mekânda işleyebileceği hayrı orada işleyemeyecektir. Bu yüzden Allah Teâlâ’nın yolunda ribat niyetiyle sınırlarda ikamet etmek, âlimlerin ittifakıyla, üç mescidin civarında olmaktan daha faziletlidir. Şüphesiz cihad cinsinden olan amel, hac cinsinden olan amelden üstündür. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
Hacıları sulama ve Mescidu’l-Haram’ın tamirini, Allah’a ve ahiret gününe iman edip Allah’ın yolunda cihad eden gibi mi saydınız? Allah katında bunlar bir olmazlar. Allah zalimler topluluğunu hidayet etmez.” (Tevbe 19)
İman edenler, hicret edenler ve Allah’ın yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihad edenler Allah katında daha üstün derecededirler.” (Tevbe 20)
Nebî sallallahu aleyhi ve sellem’e “Amellerin en üstünü hangisidir?” diye sorulunca şöyle buyurmuştur:
Allah’a ve rasulüne iman ve O’nun yolunda cihad etmek.” Sonra nedir diye sorulunca da:
Mebrûr hacdır” buyurdu.”
Eğer hicretten ve Allah’a ve rasulüne itaatinin daha kolay olacağı; daha faziletli olan mekana taşınmaktan aciz ise iki mekan birdir. Lakin burada kendisine zorluk vardır. iki yerde de işleyeceği taat eşit ise, en meşakkatli olanı daha faziletlidir. Habeşistan’a hicret ederek kâfirlerin arasında ikamet edenler, kendilerinin onlardan daha üstün olduğunu iddia edenlere karşı bununla münazara ettiler ve dediler ki: “Biz buğzedilenlerin yanındayız ve uzağız. Siz ise Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in yanındasınız. O, bilmeyenlerinize öğretiyor ve açlarınızı doyuruyor. Bizim yaptığımız ise Allah’ın zatı içindir.”
Ama orada dini eksiliyor ise oradan taşınması daha faziletlidir. Halkın genelinin durumu budur. Çünkü çoğunluğunun savunması yoktur. Hatta onlar çoğunluğun dini üzeredirler. Durum böyle ise, bu vakitlerde İslam dini Şam’dadır. Orada din kuralları, başka yerlerden daha kuvvetlidir. Bu his ve akıl ile bilinen bir durumdur. Müslümanlardan kendilerine ilim ve iman verilmiş olan akıl sahipleri arasında bu hususta ittifak var gibidir. Nitekim naslar da buna delalet etmektedir. Mesela Ebû Dâvûd, Sunen’inde Abdullah b. Amr radiyallahu anhuma’dan rivayet ediyor: Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
Hicretten sonra bir hicret daha olacak. Yeryüzü halkının en hayırlıları İbrahim aleyhi's-selâm’ın hicret ettiği yerden ayrılmayanlardır.” Yine Ebû Dâvûd, Sunen’inde Abdullah b. Havale radiyallahu anh’den: Nebî sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
Muhakkak sizler ordulara bölüneceksiniz. Bir ordu Şam’da, bir ordu Yemen’de, bir ordu Irak’ta olacaktır.” İbn Havale dedi ki:
“Ey Allah’ın rasulü! Benim için seç!” Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem:
Sana Şam’ı tavsiye ederim. Zira orası Allah seçtiği arzıdır. Seçtiği kimseleri oraya yönlendirir. Kim buna katılamazsa Yemen’e katılsın ve onun gadrinden sakınsın. Muhakkak Allah bana Şam’ı ve halkını garantilemiştir.” İbn Havale şöyle diyordu: “Allah kim hakkında kefil olmuşsa, onu zayi etmez.” Bu iki nas, Şam’ın üstünlüğü hakkındadır. Muslim’de Ebu Hureyre radiyallahu anh’den şöyle gelir: “Nebî sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
Magrip ehli kıyamete kadar zahir olmaya devam edecek, muhalefet edenler ve yardımsız bırakanlar onlara zarar veremeyecektir.” İmam Ahmed dedi ki: “Mağrip ehli; Şam ehlidir.” Dediği gibidir. Zira bu o anda Medine’de bulunanların lügatiyle söylenmiştir. Onlar Necid ve Irak halkını “Maşrık/doğu ehli” diye, Şam halkını da “Magrip/batı ehli” diye isimlendiriyorlardı. Batılılık ve doğululuk görecelidir. Her mekanın doğusu ve batısı vardır. Nebî sallallahu aleyhi ve sellem de bu sözü, Medine’de iken söylemişti. Onun batısına düşen batı, doğusuna düşen de doğudur…
 
Şam dışında ikamet eden insanların çoğu daha faziletli olabilir… Şam halkından birçok kimse şayet oradan çıkıp Allah’a ve rasulüne itaat ettikleri bir yere gitseler elbette bu onlar için daha faziletli olur. Nitekim Ebu’d-Derda radiyallahu anh, Selman el-Farisi radiyallahu anh’e şöyle mektup yazmıştır:
“Mukaddes topraklara gel!” Mekke’de bulunan Selman radiyallahu anh de ona şöyle yazdı:
“Arz kimseyi kutsal yapmaz. Kişiyi kutsal yapan ancak amelidir.” Durum Selman radiyallahu anh’ın dediği gibidir. Zira en şerefli yer olan Mekke, İslam’ın gariplik zamanında Daru’l-Kufr ve Daru’l-Harp idi, orada ikamet etmek haram idi. Oradan hicret eden muhacirlerin oraya dönüp ikamet etmeleri de haram idi. Şam, Musa aleyhi's-selâm’ın zamanında, İsrailoğullarıyla beraber oradan çıkmasından önce Zorba ve fasık müşriklerin diyarı idi. Allah Teâlâ orası hakkında “Fasıkların diyarı” (A’raf 145) buyurmuştur. Bir yerin küfr diyarı, islam ve iman diyarı, barış veya harp diyarı, itaat veya masiyet diyarı, mü’minlerin diyarı veya fasıkların diyarı olması, göreceli niteliklerdir. Bunlar ayrılmaz vasıflar değildir. Bir nitelikten diğer bir niteliğe değişebilir. Tıpkı kişinin küfürden imana ve ilme geçmesi veya bunun tam aksinin olması gibi.
Üstünlük daima her vakit ve her mekânda; iman ve salih amel iledir. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: “Şüphesiz,   îman   edenler, Yahudiler, Hıristiyanlar ve Sâbiiler; bunlardan kim Allah'a ve âhiret gününe îman eder ve hayırlı iş işlerse, işte onların mükâfatları Rableri katındadır; onlara hiçbir korku yoktur; mahzun olacaklar da onlar değildir.” (Bakara 62)
Yahudi yahut Hıristiyan olanlardan başkası asla cennete giremez” demişlerdir Bu, onların kuruntularıdır. De ki:  "Eğer sözünüzde sâdık iseniz, delilinizi getirin” Hayır, Kim ihlâs ile yüzünü Allah'a çevirirse, iste onun bu amelinin rabbi katında sevabı vardır. Onlara hiçbir korku yoktur; mahzun olacaklar da onlar değildir.” (Bakara 111-112)
İşlerini en iyi yapan kimse olarak, Allah'a kendisini teslim eden ve dosdoğru olarak İbrahim'in dînine tabi olan kimseden, dîn yönünden daha güzel kim utabilir? Zira Allah, İbrahim'i (kendisine) dost edinmişti.” (Nisa 125)
Yüzünü Allah Teâlâ’ya teslim etmek; maksadın samimi olması, Allah için amel ve O’na tevekkül etmektir. Nitekim: “Ancak sana ibadet eder ve ancak senden yardım isteriz”,
O’na ibadet et ve O’na tevekkül et”, “Tevekkülüm O’nadır ve O’na yönelirim” buyrulmuştur.
Allah’ın, rasullerinin sonuncusu, kulu ve rasulü Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem ile yeryüzü halkına hücceti ikame etmesinden beri, yeryüzü halkının O’na iman ve itaat etmeleri, O’nun dinine ve menhecine tabi olmaları vacip olmuştur. Halkın en üstünü; onların en iyi bilenleri ve O’nunla gelenlere; ilim, hal, söz ve amel olarak en güzel tabi olanları ve Allah’tan en çok sakınanlarıdır. Hangi mekan ve amel, şahsın bu konudaki maksadına daha çok yardımcı ise, onun hakkında faziletli olan odur. Başkası için daha faziletli olan başka bir mekân yahut başka bir amel olsa da, her kişi kendisi hakkında en faziletli olanı yapar. Kazanacağı iyilikler ve maslahatlar eşit olursa, ikidi de eşit olur. Aksi halde bu konuda ağır basan, ikisinden daha faziletli olandır.”
Mecmuu’l-Fetava, c.27, s.39 vd. özetle.

Meclislerin Keffareti

Meclislerin Keffareti
"Subhâneka'llâhumme ve bihamdik ve eşhedu en lâ ilâhe illâ ente estağfiruke ve etûbu ileyk" (Taberani 10/164, el-Elbânî Sahîhu'l-Câmi (4487)