Ebu Hanife'ye Buğz Etmek İmandandır
İmam Abdullah b. Ahmed b. Hanbel Rahimehumallah'ın es-Sunne Kitabın'dan Ebu Hanife Hakkındaki Bölümün Tercümesi
Tercüme: Ebu Muaz Seyfullah el-Çubukâbâdî
Kitabı indirmek veya okumak için buraya tıklayın
Ebu Hanife'ye Buğz Etmek İmandandır
İmam Abdullah b. Ahmed b. Hanbel Rahimehumallah'ın es-Sunne Kitabın'dan Ebu Hanife Hakkındaki Bölümün Tercümesi
Tercüme: Ebu Muaz Seyfullah el-Çubukâbâdî
Kitabı indirmek veya okumak için buraya tıklayın
Sahihu Buduri's-Safira Li'l-Celaleddin es-Suyutî
İmam Suyuti'nin kitabından sahih rivayetleri çıkararak tercüme ve tahric eden:
Ebu Muaz Seyfullah el-Çubukâbâdî
Kıyametin kopması, sura üflenmesi, haşir, hesap, mizan, cennet, cehennem gibi ahirete iman konusuna giren konularda en kapsamlı kitaplardan biri olan, İmam Suyuti'nin Buduru's-Safira kitabından zayıf ve uydurma rivayetlerin, Ehl-i Sünnetin selefinin menhecine aykırı bâtıl tevillerin çıkarılarak yalnızca sahih ve hasen rivayetlerin tercüme ve tahric edildiği bir çalışmadır. Şu sıralarda kitabın beceriksiz bir muhakkik tarafından özensiz tahriç yapılan arapça baskısının tam metin tercümesi de İ'tisam yayınlarından 2 cilt halinde çıkmış bulunmaktadır.
Rebi es-Suudî’nin eş-Şiatu’l-İmamiyyeti’l-İsna Aşeriyye Fi Mizani’l-İslam kitabında Allame Muhaddis el-Elbani rahimehullah’a el-Humeynî hakkında sorulunca şöyle demiştir:
فقد وقفت على الأقوال الخمسة التي نقلتموها عن كتب المسمى بـ (روح الله
الخميني) راغبين مني بيانَ حكمي
فيها، وفي قائلها، فأقول وبالله تعالى وحده أستعين: إن كل قول من تلك
الأقوال الخمسة كفر بواح، وشرك صراح، لمخالفته للقرآن الكريم، والسنة المطهرة، وإجماع
الأمة، وما هو معلوم من الدين بالضرورة. ولذلك فكل من قال
بها، معتقداً، ولو ببعض ما فيها، فهو مشرك كافر، وإن صام وصلى وزعم أنه مسلم)
“Ruhullah el-Humeyni adlı kitaptan naklettiğiniz beş söze
vakıf oldum. Benden bu sözler ve sözlerin sahibi hakkında hükmümü açıklamam
istendi. Yalnız Allah Teâlâ’dan yardım isteyerek diyorum ki:
“Bu beş sözün hepsi de açık (bevah) bir küfür, sarih bir şirktir. Kur’ânu’l-Kerim’e, Sünnetu’l-Mutahhara’ya ve icmau’l-ümmete aykırıdır ve dinden zorunlu olarak bilinmesi gereken meselelerdendir. Bundan dolayı her kim bunu söyler, bir kısmına dahi itikad ederse o oruç tutsa da, namaz kılsa da, müslüman olduğunu iddia etse de müşrik bir kâfirdir.”
Şeyh Muhammed Eman el-Cami şöyle demiştir: “Birisi uzunca bir soru sormuştur, özetle muayyen tekfir hakkında sormuştur. “Muayyen tekfirin caiz olmadığını” mutlak olarak söylemek hatadır. Muayyen şahsı mutlak olarak tekfir etmek de aynı şekilde hatadır. Ayrıntıya gidilmesi zorunludur:
Muayyen (belirli) bir şahsı tekfir etmen yasak değildir.
Lakin tekfiri gerektiren şeyi işleyen kişi yaptığı şeyin tekfiri gerektirdiğini
biliyorsa, bu konuda bir şüphesi yoksa, cehaletle mazur olamayacağı bir yerde
yaşıyorsa, mesela tevhid ehli arasında, alimlerin bulunduğu beldede yaşıyorsa,
sıkıntısının şiddetlendiği bir anda: “Ey efendim! Ey fulan! Bana yardım et,
benim senden başka kimse yok, Allah nerede!?” derse bu apaçık (bevah) bir
küfürdür. Müslümanların arasında, İslamî bir çevrede yaşayan bu gibi şahıslar
için cehalet mazeret değildir, muayyen olarak tekfir edilir. Tekfiri gerektiren
bevah (apaçık), mazeret ve şüphenin söz konusu olmadığı bir küfür işlediğinde onun
muayyen bir şahıs olması tekfir etmene mani değildir. Eğer bu şahıs İslam’ın
adından başka hiçbir şeyin bilinmediği, salihlerden istigasede bulunmanın “salihlerle
tevessül etmek” adı altında süslendiği bir beldede ise, bu yaptığının ibadet
olan istigase değil de tevessül olduğunu zannediyorsa onun yaşadığı ortam
cahiliyye ortamıdır veya cehaletin çoğunlukta olduğu bir çevredir. Böyle bir
durumda bu kişi mazur olur. Yani birisi bunun küfür olduğnu söyler ve tekfir
edebilir, bir başkası da bunun küfür olduğunu söyler ama tekfir etmeyebilir.
Bunların ayrımının yapılması ve ayrıntıya gidilmesi gerekir. Ama sırf muayyen
bir şahıstır diye tekfir edilemeyeceği söylenemez.” Muhammed Eman el-Cami'den nakil bitti.
Evet, müslümanlık iddiasında bulunan muayyen şahsın hiçbir
zaman tekfir edilemeyeceği şeklindeki yaygın ifrat sebebiyle, sahibinin tekfir
edilmesi hususunda bütün alimlerin icma ettikleri “cemaatle namazın
yasaklanması” konusunda dahi “Sadece kadı tekfir edebilir, biz asla tekfir
edemeyiz” şeklinde düşünen, selefin menheci hakkındaki cehaletleri sebebiyle
şüpheye düşenler çıkabilmektedir. Bu şüphelerini ileri götürerek “Allah’tan
gayrından yardım isteyenleri neden muayyen tekfir etmiyorduk o halde” şeklinde
şeytanî vesveseler dile getiriliyor!
Muhammed Eman el-Cami’nin de fetvasında ifade ettiği gibi,
Allah’tan gayrından yardım isteme konusunda Türkiye’de ve birçok yerde Sufi
geleneğin hâkim olması sebebiyle insanların çoğunun muteber alim kabul
ettikleri saptırıcılar sahih hadislere yaptıkları batıl yorumlar ve uydurma
hadisleri hüccet getirmek suretiyle aldatmakta, şirki süslemekte, tevhid ehline
iftiralar atarak tevhid davetini ve davetçilerini çirkin göstermektedirler.
Bunun gibi, kıble ehlinden olup da cahil olan ve sahih ilme
ulaşmalarının önü kesilmiş olan kimselerin tekfirine maniler mevcuttur. Burada
ihtiyarî değil, iztirarî bir cehalet söz konusudur. Ancak namazın yasaklanması
böyle değildir! Her ülkede mezhep taklidi bataklığına düşmüş kimseler dahi,
kendi mezheplerinin, kendi meşreplerinin kitaplarına da baksalar, namazı
yasaklamanın apaçık bir küfür olduğunu net olarak görürler. Yine kendi mezhep
kitaplarında dahi maskeli ve mesafeli namazın asla Muhammed sallallahu aleyhi
ve sellem’in getirdiği namaz olmadığını görürler!
Şayet bir kimse cemaatle
namazı yasaklamanın küfür olduğunu, maskeli ve mesafeli namaz uydurmanın şirk
olduğunu bilmediğini iddia ederse bu iddia kabul edilmez. Çünkü buluğ çağına
girmiş her müslüman namazı öğrenmek zorundadır. Bu herkese farz olan
ilimdendir. İsterse kendi mezhebine göre öğrenmiş olsun, hiçbir İslamî mezhepte
namazı yasaklamanın meşru olduğu geçmez, maskeli ve mesafeli namaz geçmez!
Zaten böyle bir şey olsaydı, o İslam mezheplerinden sayılmazdı! Nitekim Huzeyfe
radıyallahu anh’den sabit olduğuna göre o, tadili erkanı tam yapmayan birini
görünce: “Şayet bu şekilde ölmüş olsaydın Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’in
şeriatı dışında ölmüş olurdun” demiştir. Çünkü o şahıs namazı öğrenmek
zorundaydı ve öğrenmek isteseydi doğru namazı öğrenebilecek imkana sahipti. Bu yüzden Huzeyfe radiyallahu anh onun cehaletini
mazur görmemiştir. Lakin hanefi mezhebinin hakim olduğu bir yerde tadili erkana
uymadan namaz kılana cehaleti mazeret olabilir. Çünkü hanefiler tadili erkanı
vacip görmezler. Lakin en sapık mezheplerden biri olan Hanefi mezhebinde dahi
namazda ağzı örtmek tahrimen mekruktur, cemaatle namazı mesafeli kılmak
geçersizdir! Bu yüzden maskeli ve mesafeli namaz konusunda kimsenin cehaleti
mazeret değildir!
Biz insanları kendi bildiklerimizle ve kendi akidemizle değil,
onların kendilerinin sahip oldukları ilim ve akidenin gereğiyle tekfir
ediyoruz. Onların ulaşamadıkları ilme ulaşmamız sebebiyle tekfir ediyor
olsaydık sapık Haricilerden farkımız olmazdı. Lakin aradaki farkı idrak
edemeyenlere de artık ahmak demekten başka bir yol kalmıyor!
Bu konuda küfre sapan diğer bir fırka da Haricilerdir. Onlar
Maide 44. Ayeti sebebiyle muayyen şahısları haksız olarak alelıtlak tekfir
ettiler, lakin yöneticiler Allah’ın dini hakkında hükmetmeye kalkıp cemaatle
namazı haram, maskeli ve mesafeli namazı vacip kılınca, bu küfürde itaat
ettiler! Allah’ın indirdiğinden başkasıyla hükmetme meselesi büyük küfürle
küçük küfür arasında değişen bir meseledir.
Allah’ın hükmünü inkar ettiklerini, beşeri kanunlar koymayı
helal saydıklarını, Allah’ın hükümleriyle beşeri hükümleri eşit gördüklerini
veya beşeri hükmü daha üstün gördüklerini, beşeri hükmü Allah’In dinine nispet
ettiklerini açıkça görmemiz haricinde yöneticilerin mürtet olduklarına
hükmetmeye şiddetle karşı çıkmak, yine bunlardan birini irtikap ettikleri sabit
olduğunda ise tekfir etmek, selefin menhecinden öğrendiğimiz şeydir.
Lakin cemaatle namazı ve haccı yasaklamak; Allah’ın dininde
hükmetmeye kalkma despotluğudur! Bu yasağı Allah’ın dininin gereği olarak lanse
etmek, beşerî despotluğu Allah’ın dinine nispet etmektir! Maskeli ve mesafeli
namaz uydurmak beşeri hükmü Allah’ın dinine nispet etmektir. Bu küfür, tekfirinde
icma edilen Cengizin Yasık kanunnamesinden bile daha açık bir küfürdür. Cengiz
han bile cemaatle namazı yasaklamaya cüret edememişti!
Tedebbür edenler için Ebu Umame radiyallahu anh’ın rivayet
ettiği şu hadis gayet açıktır:
لَتُنْتَقَضَنَّ
عُرَى الْإِسْلَامِ عُرْوَةً عُرْوَةً، فَكُلَّمَا انْتُقِضَتْ عُرْوَةٌ، تَشَبَّثَ
النَّاسُ بِالَّتِي تَلِيهَا، فَأَوَّلُهُنَّ
نَقْضًا: الْحُكْمُ، وَآخِرُهُنَّ: الصلاة
“İslam’ın kulpları teker teker eksilecek, her bir kulp
eksildikçe insanları bir sonrakine teşebbüs edeceklerdir. İlk eksilen Hüküm
meselesi, sonuncusu ise namazdır!” (İbn Hibbân 6715) Ahmed (5/251) Taberânî
Mu'cemu'l-Kebîr (8/98) Hadis sahihtir.)
Evet, Allah’ın indirdiğiyle hükmetme meselesi, raşid
hilafetin sona ermesinden itibaren eksilmeye başlamış, nihayet tamamen
kaldırılmıştır. Putkafa kamal’in eliyle hükmün son halkası eksilmiştir. Namaz
konusunda önce Türkçe ezan uydurulmuştu. O zamanda insanlar bunu
kabullenmediler ve bu açık küfürde taguta itaat etmediler, bu küfür kalıcı
olmadı. Lakin son eksilecek halka olan namaz, kendisini İslam’a nispet eden, hatta
İslam kahramanı zannedilen, lakin Yahudiliklerini gizleyen İslam düşmanları
eliyle önce yasaklanmış, sonra meşru olan şeklinden başkalaştırılarak şekil
verilmiş, "namaz kılacaksanız bizim emrettiğimiz şekilde kılacaksınız, Allah’ın
ve rasulünün emrettiği şekilde kılamazsınız" denilmiş, buna kılıf olarak da
cahiliyye hurafesi olan “Hastalık bulaşması” yalanını gerekçe göstermişlerdir!
Evet, kim bunları ve bu konuda onlara gönülden itaat edenleri tekfir etmiyorsa
kendisi apaçık kâfirdir! Böyle bir namazı onaylamak, Allahı ve rasulünü yalanlamanın en açık şekillerindendir! Bundan daha açık bir küfür örneği bulmak çok zordur!
Eş-Şankiti rahimehullah Advau’l-Beyan’da (7/162) şöyle demiştir:
“Allah Azze ve Celle şöyle buyurmuştur: “Rabbine yemin olsun
aralarında geçen şeylerde seni hakem kılmadıkça, sonra verdiğin hükümden dolayı
nefsilerinde sıkıntı hissetmeden tam anlamıyla teslim olmadıkça iman etmiş
olmazlar.” (Nisa 65)
Allah Azze ve Celle dinine muhakeme olmaya itiraz edenlerden
imanı nefyetmekte ve konuda kendisi adına yemin etmektedir ki hiç kimse Rasûlullah
sallallahu aleyhi ve sellem ile gelenlerle hükmetmedikçe ve bu konuda gönlünde
sıkıntı, darlık hissetmez olmadıkça iman etmiş olmaz.
Bu türün örnekleri şöyledir:
1- İslam şeriati yerine beşeri kanunlarla hükmedilmesine
itaat etmek
2- İslam dininin haram kıldığını bilmesi zorunlu olan; faiz,
zina, teberrüc, açılıp saçılma, kumar ve benzeri haramlığı nasla belirtilmiş
olan ve içtihada yer olmayan muameleleri helal sayma konusunda itaat etmek
3- Allah’ın mubah kıldığı; etleri yemek, birden fazla kadınla
evlilik, ferdî mülkiyet gibi şeyleri haram kılma konusunda itaat.”
Şankiti rahimehullah bu örnekler hakkında şöyle demiştir:
Helal Allah’ın helal kıldığıdır, haram Allah’ın haram kıldığıdır. Din, Allah’ın
kanun kıldığıdır. Onun dışında konulan her teşrî (kanun) batıldır. Allah’ın
dini yerine konulan kanunların Allah’ın kanunu ile aynı (misil) olduğuna veya
ondan daha hayırlı olduğuna inanmak bevah (apaçık) küfürdür, bunda hiçbir tartışma
yoktur.”
Zamanımızdaki hükümetler Allah’ın ve rasulünün emrettiği
cemaatle, safları sıklaştırarak kılınması gereken namazları yasaklamışlar,
bunun yerine maskeli ve mesafeli namaz uydurarak bunun Allah’ın ve rasulünün
emrettiği namazdan daha hayırlı olduğunu, hastalıklardan daha koruyucu olduğuna
iman etmişler, bu küfür itikadlarını da dilleriyle açıkça ifade etmektedirler.
Bu itikad sarih bir küfürdür, bu itikad sahiplerini tekfir etmeyen de kafirdir.
Onlar Allah’ın kaderine de iman etmeyen kimselerdir. Şüphesiz hastalıkları
yaratan, cemaatle namazda safları sıkılaştırmayı emreden Allah’ın kendisidir.
Şayet hastalık bulaşması diye bir şey olsaydı, Allah, hastalık zamanlarında
saflar arasına mesafe koymayı meşru kılardı. Nitekim cahiliyye halkının
bulaşıcı olduğunu iddia ettikleri hastalıklar Rasûlullah sallallahu aleyhi ve
sellem zamanında da vardı ve asla cemaatle namazlar konusunda bu hurafe
inançtan dolayı sözde tedbir gibi şeyler meşru kılınmadı! Bilakis mütevatir hadiste "Bulaşıcı hastalık yoktur" buyrulmuştur!
Şeyh Suleyman b. Sehman el-Has’amî en-Necdî (v.1349 hicri) el-Huccetu ve’d-Delil
ve İzahu’l-Mahacceti ve’s-Sebil kitabında (s.43) şöyle demiştir:
“Dinde Allah’ın izin vermediği şeyi insanlara meşru kılmaya kalkmak
bevah (apaçık) küfürdür. Akıl ve dinden en ufak bir nasibi olan bir kimse dahi
bunda şüphe etmez. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: “Yoksa onların birtakım
ortakları mı var ki, Allah’ın izin vermediği şeyleri, dinden kendilerine bir
şeriat kıldılar? Eğer ayırdedici söz olmasaydı, elbette aralarında hüküm
verilirdi. Gerçekten zalimler için can yakıcı bir azap vardır.” (Şura 21)
Allah’ın şeriatinden olmadığı ve Allah’ın izin vermediği bilinen şeyler o
zındık tagutların şeriatindendir. Onlar Kitap ve sünnet naslarının zahirlerinin
zannî olduğunu iddia edenlerdir! Akılları ve bâtıl kıyaslarıyla uygun
gördüklerini aklî kesinlik olarak görürler. Onlar, Allah’ın kalplerini,
kulaklarını ve gözlerini mühürlediği kimselerdir. İşte gafiller onlardır!”
Muhammed b. Salih el-Useymin, Ta’likun Muhtasar Ala Kitabi Luma’ti’l-İtikad adlı eserinde (s.158) şöyle demiştir:
“Namazı terk etmek bevah
(apaçık) bir küfürdür. Çünkü Nebî sallallahu aleyhi ve sellem yöneticilere
karşı ayaklanmayı bevah küfür söz konusu olmadıkça caiz kılmamıştır. Namaz
fiilini onlarla savaşılmasına mani kılmıştır. Bu da gösteriyor ki namazı terk
etmek onlarla savaşılmasını mubah kılar. Onlarla savaşmak ancak bevah küfür söz
konusu olduğu zaman mubah olur. Ubade radiyallahu anh hadisinde geçtiği gibi.”
Abdulaziz er-Racihî, er-Reddu Ale’z-Zenadika kitabında
(s.25) şöyle demiştir:
“Yöneticilere karşı ayaklanmak ne zaman caiz olur? Diğer
hadiste geçtiği gibi, bevah (apaçık) küfür meydana geldiği zaman caiz olur. Bu
hadiste “Ancak katınızda Allah’tan burhan bulunan bevah küfür görmeniz
müstesna” buyrulmuştur. Burada küfrün “bevah” diye nitelenmesi, apaçık ortada,
zahir, kapalılığı olmayan demektir. Küfür mevcut olursa ve ayaklanmaya güç
bulunursa iki şartla caiz olur:
1- Buna güç yetirebilmek
2- Bu kâfir şahıs veya kâfir hükümetin yerine müslüman
hükümet getirmek. Bunlar zorunludur.
Ama kâfiri azledip yerine başka bir kâfir gelecekse maksat
hasıl olmaz. Bu kâfirin yerine müslümanın getirilebileceğine dair galip zan
bulunmalıdır. Ama buna kudret yoksa ve
yerine getirebilecek, Allah’ın arzında Allah’ın hükmünü uygulayacak müslüman
yönetici yoksa bununla mükellef olunmaz. Bu imkanlar varsa ayaklanmakta sakınca yoktur.
“Katınızda Allah’tan bir burhan bulunan apaçık küfür
görmeniz müstesna” hadisi, “Aranızda namazı ikame ettikleri sürece hayır”
hadisinde açıklanmıştır. Onlar aranızda namazı ikame etmezlerse kâfirlerdir!
Onlara karşı ayaklanmak caiz olur. Bu iki hadis gösteriyor ki namazın terk
bevah (apaçık) küfürdür!
Bu, namazın terkinin apaçık küfür olduğunun en kuvvetli
delillerindendir. İki hadis bir araya geldiği zaman, Avf b. Malik radiyallahu
anh’den gelen birinci hadiste: “Aranızda namazı ikame ettikleri sürece hayır”
yani namazı aranızda ikame ettikleri sürece onlara karşı ayaklanmak caiz
değildir buyrulmuştur. Bunun mefhumu; onlar aranızda namazı ikame
etmediklerinde kafirlerdir ve onlara karşı ayaklanmak caizdir. İkinci hadiste: “Katınızda
Allah’tan bir burhan olan bevah (apaçık) küfür görmeniz müstesna” buyruluyor.
Yöneticiler namazı ikame etmedikleri zaman Nebî sallallahu aleyhi ve sellem
onlara karşı ayaklanmayı caiz kılmış, ikinci hadiste ise bevah küfür bulunması
şartıyla buna cevaz vermiştir. Bu da gösteriyor ki namazın terki apaçık küfürdür.
Bu, namazın terkinin açık küfür olduğuna en kuvvetli delillerdendir.”
Eş-Şankiti rahimehullah, Advau’l-Beyan (1/364) şöyle
demiştir:
“Şeytan’ın Kanunlarını Rasullerin Getirdiklerine Tercih
Ederek Tabi Olan Kimse:
Allah Teâlâ
وَإِن يَدْعُونَ إِلاَّ شَيْطَاناً
مَّرِيداً
“Halbuki ancak inatçı şeytana dua ederler” (Nisa 117)
buyurmuştur. Bu ayette inatçı şeytana dua etmeleri ile kastedilen ona ibadet
etmeleridir. Bunun benzeri şu ayettir:
أَلَمْ أَعْهَدْ إِلَيْكُمْ
يَا بَنِي آدَمَ أَن لاَّ تَعْبُدُواْ الشَّيطَانَ
“Ey Ademoğulları! Sizden şeytana ibadet/kulluk etmeyin
diye ahid almadım mı?” Yine Halili İbrahim aleyhi's-selâm’ın şu sözünü
ikrar etmiştir:
يَا أَبَتِ لاَ تَعْبُدِ الشَّيْطَانَ
“Ey babacığım! Şeytana ibadet etme” Yine meleklerin
şöyle dediklerini haber vermiştir:
بَلْ كَانُواْ يَعْبُدُونَ
الْجِنَّ
“Bilakis onlar cinlere ibadet ediyorlardı.” Yine
şöyle buyurmuştur:
وَكَذلك زَيَّنَ لِكَثِيرٍ
مّنَ الْمُشْرِكِينَ قَتْلَ أَوْلَادِهِمْ شُرَكَاؤُهُمْ
“Müşriklerden bir çoğuna ortak koştukları için evlatlarını
öldürmeleri böylece süslendi.”
Bu ayetlerde şeytana ibadet şekilleri açıklanmamıştır. Lakin
diğer ayetlerde onların şeytana ibadetleri, ona itaat etmeleri ve rasullerin
Allah Teâlâ katından getirdiklerinin yerine şeytanın teşri kıldıklarına tabi
olmaları şeklinde açıklanmıştır. Mesela Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
وَإِنَّ الشَّيَاطِينَ لَيُوحُونَ
إِلَى أَوْلِيَائِهِمْ لِيُجَادِلُوكُمْ وَإِنْ أَطَعْتُمُوهُمْ إِنَّكُمْ لَمُشْرِكُونَ
“Muhakkak ki
şeytanlar, sizinle mücadele etmeleri için dostlarına telkinde bulunurlar.
Onlara itaat ederseniz, muhakkak siz de müşriklerden olursunuz!” (En’am 121)
اتَّخَذُواْ أَحْبَارَهُمْ
وَرُهْبَانَهُمْ أَرْبَاباً مِنْ دُونِ اللَّهِ
“Âlimlerini ve rahiplerini Allah’ın dışında rabler
edindiler.” (Tevbe 31)
Adiy b. Hâtim radiyallahu anh Nebî sallallahu aleyhi ve
sellem’e: “Onları nasıl rab edindiler?” diye sorunca Rasûlullah sallallahu
aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
إِنَّهُمْ أَحَلُّوا لَهُمْ
مَا حَرَّمَ اللَّه، وَحَرَّمُوا عَلَيْهِمْ مَا أَحَلَّ اللَّه فَاتَّبَعُوهُمْ
“Muhakkak ki onlar, Allah’ın haram kıldığı şeyleri helal, Allah’ın
helal kıldığı şeyleri de haram kılınca onlara tabi oldular.” (Tirmizî 3095)
İşte bu, onları rabler edinmenin manasıdır. Bu ayetlerden
hiçbir kapalılık olmadan açıkça anlaşılıyor ki, rasullerin getirdiklerine karşı
şeytanın teşri’ine tabi olan Allah’a kâfir olmuş, şeytana kul olmuş, Şeytanı rab
edinmiştir. Şeytana bu uymasını istediği gibi başka şeylerle isimlendirse de bilindiği
gibi, hakikatler, ona itlak edilen lafızlarla değişmezler.”
Yine eş-Şankitî rahimehullah şöyle demiştir:
“Âdemoğullarının efendisi Muhammed b. Abdillah sallallahu aleyhi ve sellem’in getirdiğinden başka, ona muhalif olan bir teşrîye uyan herkesin bevah (apaçık) bir küfür işlediğini ve İslam dininden çıktığını en doğru beyanda bulunan Kur’an ifade etmektedir. Kâfirler, Nebî sallallahu aleyhi ve sellem’e:
“Ölmüş olan koyunu öldüren kimdir?” dediler. Nebî sallallahu aleyhi ve sellem onlara:
“Onu öldüren Allah’tır” buyurdu. Dediler ki:
“Kendi
ellerinizle öldürdüüğünüze helal diyorsunuz, Allah’ın kerim eliyle öldürdüğüne
haram diyorsunuz. Siz Allah’tan daha iyi mi yapıyorsunuz?” Bunun üzerine Allah
Teâlâ şu ayeti indirdi:
وَلاَ تَأْكُلُواْ مِمَّا
لَمْ يُذْكَرِ اسْمُ اللَّهِ عَلَيْهِ وَإِنَّهُ لَفِسْقٌ وَإِنَّ الشَّيَاطِينَ لَيُوحُونَ
إِلَى أَوْلِيَآئِهِمْ لِيُجَادِلُوكُمْ وَإِنْ أَطَعْتُمُوهُمْ إِنَّكُمْ لَمُشْرِكُونَ
“Üzerine
Allah’ın adı anılmayanları yemeyin, çünkü bu elbette fısktır! Muhakkak ki
şeytanlar, sizinle mücadele etmeleri için dostlarına telkinde bulunurlar.
Onlara itaat ederseniz, muhakkak siz de müşriklerden olursunuz!” (En’am 121)
(Bunun
benzerini Ebû Dâvûd (2819) İbn Abbas radiyallahu anhuma’dan rivayet etmiştir.
el-Elbani sahih demiştir. İkrime ve Said b. Cubeyr rahimehumallah’tan mürsel
yollarla da rivayet edilmiştir.)
Dr. Hakim el-Mutayri, el-İslam ve Nakzu'l-Cahiliyyeti'l-Garbiyye adlı kitabında şöyle demiştir:
"Soru: “Hastalık bulaşması yoktur” hadisi ile hastalığın
bulaştığını ilmî olarak ve vakâ olarak ispat eden diğer hadislerin arası nasıl
bulunur?
Cevap: Nebî sallallahu aleyhi ve sellem’in: “Hastalık
bulaşması yoktur, uğursuzluk yoktur” buyurduğunu zikrettik. Advâ; hastanın
diğer bir şahsa hastalığı taşımasıdır. Virüsü veya hastalık sebebini taşıması
değildir. Din koyucunun reddettiği şey şudur: kimse kimseyi hasta etmez.
Hastalığın sebebini nakledebilir. Din koyucu: “Peki ilkini hasta eden kim?”
buyurmuştur. Hastalığa ilk yakalanana virüs girmiştir ve bağışıklık sistemi ona
mukavemet edememiştir. Allah’ın insan
vücuduna koyduğu bağışıklık sistemi virüsü def edememiştir. Bu bağışıklık
sisteminin kuvveti kişiden kişiye göre değişir. Bu yüzden insan hastalanabilir
de, hastalanmayabilir de. Sebep; bağışıklık sisteminin zayıflığıdır. Hastalıklı
kimseyle temas etmesi veya vücuduna virüs girmesi değildir! Mütevatir hadisi
zikretmiştik. Bu hadisteki lafız ve illetlendirme ile Nebî sallallahu aleyhi ve
sellem’in sahabeye getirdiği delil geçti. Hastalığın bulaştığına şahitlik eden
kimse Nebî sallallahu aleyhi ve sellem’e karşı tartışmış ve Nebî sallallahu
aleyhi ve sellem ona: “Peki ilkini hasta eden kim? Bu ancak kaderdir”
buyurmuştur. Böylece konu kapanmıştır.
Bize göre bu konu imanî, akidevî bir meseledir.
Dileyen buna iman eder, dileyen de tıbbı ve materyalistleri tasdik eder veya
etmez. Bu kendi meselesidir. Lakin hadisin manası budur. Şuan tabiplerin çoğu hastalığın
hasta kimseyle temasla değil, bağışıklık sisteminin zayıflığı ile alakalı olduğunu
ispat ediyor. Nitekim kişi hastayla temas ettiği halde hasta olmuyor! Bu şahit
olunan gerçektir. Hafız İbn Hacer, taun hastasını ziyaret etmekten kaçınmanın
caiz olduğunu söyleyeni reddetmiş ve şeriat sahibinin hastalık bulaşması
inancını reddetmesine dayanmıştır.
İnsan doğumundan itibaren yeryüzünde dolu olan virüs
ve mikroplara maruz kalır. Allah Azze ve Celle hastalıkları ondan, içine
yerleştirdiği savunma mekanizması ile def eder. Allah insanın hasta olmasını
diler ve takdir ederse o hasta olur.: “Hastalandığım zaman şifa veren O’dur.”
(Şuara 80) Allah onun ölmesini dilerse ölür. Herşey Allah’ın kaza ve kaderi
iledir.”
Ebu Muaz’ın notu: Bilim adamları virüs diye bir şeyin
varlığını ispat edememişlerdir. Bu yalnızca genel kabul gören bir teoriden
ibarettir. Virüsün varlığını kabul edenlerin virüs dedikleri şey hakikatte,
vücutta zehirlenmeler, stres veya başka sebeplerle hücre yapısında oluşan
tahribatların kalıntılarıdır ve bunlara exosom denir. Virüs diye birşeyin
varlığını iddia edenler, bu exosomların virüs olduğunu söylüyor ve işin
hakikatini bilmeyenleri aldatıyorlar. Bu mesele bir yana, virüs ya da exosom,
insandan insana geçebilir, lakin bu hastalığın bulaşması demek değildir. Allah
bir kimsede hastalık yaratmayı dilerse, geri zekâlı şerefsizlerin taktıkları
maskeler veya koydukları mesafeler buna mani olamaz! Nitekim İblisin maske ve
mesafe emrine en sıkı riayet edenlerin hasta olduklarına, iblise bu konuda
itaat etmeyenlerin ise hasta olmadıklarına hergün şahit olunduğu halde, korona
yalanlarına iman etmekte inat eden kimseler görmemiz, insanların kendilerini ne
kadar aşağılık bir konuma indirdiklerini göstermektedir. Evet, Allah’a ve
rasulüne iman etmek insanı şereflendirir, “bilim” iddiasıyla uyduruk teorilere
iman edip Allah’ı ve rasulünü inkar etmek ise insanı en şerefsiz mahluk haline
getirir!
Dr. Hakim el-Mutayri, el-İslam ve Nakzu’l-Cahiliyyeti’l-Garbiyye
adlı kitabında (s.300) şöyle diyor:
“Soru: “Arap ülkelerinde mescidler kapalı iken Endonezya
ve Pakistan’da namazdaki saflar arasında mesafe bulunmasından bahsediyorsunuz. Bu
durum, sizin namazda cemaat arasında mesafenin caiz olmadığını söylemenizle çelişmiyor
mu?”
Cevap: Çelişki yoktur! Namaz kılanların saflarının
mesafeli olarak uygulanması, mescidlerin kapanmasının zorunluğu olduğu
iddiasının yalan olduğunu ispatlıyor. Mescidlerin kapanması küfür ve dinden
çıkıştır. Zaruret veya ihtiyaç olmadıkça namaz safları arasında mesafe olması
caiz değildir. Filistin, Pakistan ve başka ülkelerdeki müslümanlar bayram
namazını safları sıkılaştırarak kıldılar, safları ayırmaya zaruret veya ihtiyaç
hissetmediler! Kendisi için hastalıktan korkan safı sıklaştırmaz! Ama bu
şeytanî ameli, din sahibinin reddettiği “hastalığın bulaşacağı, uğursuzluk inancı
ve hastalıktan korku” gerekçesiyle bütün müslümanlara mescidlerinde zorunlu
kılmaya gelince bu şeytanın adımlarına uymanın en açık şeklidir.”
Yine aynı eserde şöyle demiştir:
"Soru: İmamın arkasında safları sıklaştırmak cemaatle namazın olmazsa olmaz sıhhat şartı mıdır?
Cevap: İmamın arkasında safları sıkılaştırmanın cemaatin gerçekleşmesi için sıhhat şartı olduğu hususunda bir ihtilaf yoktur. Ama safta hiçbir açıklık bırakmamak ve saffı düzgün tutmaya gelince, İmam Buhari'nin bab başlığı olarak belirttiği gibi farzdır. Bu aynı zamanda hadis ehlinin ve Zahirilerin de görüşüdür. İbn Teymiyye de bu görüşü tercih etmiştir. Cumhur ise bunun müstehap olduğu görüşündedir. Bu konu, safın arkasında tek başına namaz kılanın namazı batıl olur mu meselesi üzerine mebnidir. Çünkü Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem: "Safın arkasında tek başına namaz kılanın namazı yoktur" buyurmuştur.
Dün verdiğim bir cevapla ilgili olarak ahmak Harici’lerden biri şöyle yazmış: “Şirk toplumunu tekfir edemeyen kalkıp içtihadla tekfir ediyor. subhanellah. soruyu soran kişiye doyurucu cevap veremediniz.”
Öncelikle ben
sitedeki yazıları sığır numarası yapanlar için değil, tevhid ve sünnet ehli,
akıl ve vicdan sahibi müslümanlar için yazıyorum. “Yok ben sığır numarası falan
yapmıyorum, meseleyi gerçekten anlayamıyorum” diyosan, Dr. Hakim el-Mutayrî’nin
“el-İslam ve Nakzu’l-Cahiliyyeti’l-Garbiyye” adlı, korona plandemisi
bahanesiyle dine saldırının arka planını deşifre ettiği kitabından meseleyle
ilgili bir başlığı tercüme edip aşağıda nakledeceğim. Çünkü hakkı sırf ben
söylüyorum diye kibirlenip kabullenmeyen birçok zorba var!
Diyorlar ki,
Mescidlerin Kapanması, Cuma ve Cemaatlerin yasaklanmasının küfür oluşunun
delili nedir?
Meselenin
aslını ve herhangi bir hükümde aslı konuştuğumuz zaman fâile veya şartlara
bakılmaz. Yalnızca meselenin aslına bakılır. “İslam’da sarhoş edici içkilerin
hükmü nedir?” denildiği zaman buna verilecek cevap asla: “İçki bazen mubah
olur, bazen haram olur” şeklinde olamaz! Böyle bir soruya karşı insanın zaruret
halinde içki içmeye mecbur kalarak içmesinin mubah olduğu söz konusu edilmez.
Cevap ancak: kesin olarak onun haram olduğunun ifade edilmesi olmalıdır. Kasten
sarhoş edici içki içen fasıktır ve ona had cezası uygulanması gerekir. Ama o te’vil
mi ediyor, cahil mi, had cezası uygulamanın şartları yerine gelmiş midir,
gelmemiş midir, bu başka bir konudur. Biz meselenin aslından bahsediyoruz.
Aynı şekilde
mescidlerin kapanması meselesinde de şayet: “Eğer Devlet mescidleri kapatır ve
insanları namazlardan engeller, “kim namaz kılmak istiyorsa evinde kılsın”
diyorsa hüküm nedir?” diye sorulursa hüküm; bu fiilin dinden irtidat ve küfür
olduğu hususunda icma vardır. Fakihler, bir belde halkı Cuma ve cemaatleri terk
etmek üzere anlaşırsa, tekrar Cuma ve cemaatleri ikame etmelerine kadar onlarla
savaşılması gerektiği hususunda icma etmişlerdir ve bu konuda bir ihtilaf
yoktur.
Eğer devlet
şöyle derse: “Umumi maslahat için mescidleri kapattık ve Cuma ile cemaatleri
yasakladık. Mescidler için ayrılan bütçe, üniversiteler ve hastanelerin binası
için harcanacak, İslam’ın da istediği budur, İslamın maksadı, insanın
maslahatıdır, Yeryüzünün tamamı bize mescid ve temiz kılınmıştır, İslam ibadeti
yalnızca mescide sınırlamamıştır” Bu sözlerin hükmü nedir?
Allah Teâlâ
şöyle buyuruyor: “Allah’ın mescidlerinde O’nun isminin anılmasını
engelleyenden daha zalim kimdir? (Bakara 114) Allah’ın mescidlerinde O’nun
isminin anılmasını yasaklayan ve oraların harabına çalışandan daha kâfiri
kimdir? Bunda daha azgın tagut var mıdır?
Allah’ın evleri
olan mescidleri kapatmak hakkında kesin hüküm budur: Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
“Birtakım evlerdedir ki, Allah yücelmesine ve içlerinde
isminin anılmasına izin vermiştir. Orada sabah akşam O'nu tesbih ederler. Onlar,
ne ticaret ne de alış-verişin kendilerini Allah'ı anmaktan, namaz kılmaktan ve
zekât vermekten alıkoyamadığı insanlardır. Onlar, kalplerin ve gözlerin allak
bullak olduğu bir günden korkarlar.” (Nur 36-37)
Mescidlerde Allah’In zikrini yerine getirmeyi
yasaklayanın hükmü, küfürdür:
“Allah’ın mescitlerini, içlerinde O'nun adının
anılmasından alıkoyan ve onların harap olmasına çalışandan daha zalim kim
olabilir? İşte onlar var ya, onlara oralara korka korka girmekten başka bir şey
yoktur. Onlar için dünyada rezillik vardır. Onlar için ahirette de çok büyük
bir azap vardır.” (Bakara 114) Bunu yapandan daha kâfir, daha
azgın bir tagut var mıdır?
Yine
insanları hac yapmaktan alıkoymak ve engellemek de böyledir:
“İnkâr edenler, Allah'ın yolundan ve yerli ya da yolcu
bütün insanlara eşit kıldığımız Mescid-i Harâm'dan alıkoymaya kalkanlar! Kim
orada zulüm ile haktan sapmak isterse ona acı azaptan tattırırız.” (Hac 25)
Bunun
hükmü küfür ve riddet (dinden çıkmak)tır. Ama fâilin hükmüne gelince, eğer bunu
yapan bir müslüman ise mazereti nedir, cahil midir, te’vil mi ediyor, bu başka
bir konudur.
Bu açık
hüküm, fetva vermeye kalkışanlara bile gizli kalmışsa durum Nebî sallallahu
aleyhi ve sellem’in sahih hadiste haber verdiği gibidir: “Muhakkak ki Allah
ilmi insanların göğüslerinden çekip almak suretiyle kaldırmaz, lakin âlimlerin
canlarını alır, geriye bir alim kalmaz, insanlar cahilleri önder edinirler,
onlar da ilimsiz olarak görüşleriyle fetva verirler, hem kendileri sapar, hem
de insanları saptırırlar.”
Müslümanların durumunun bu hale geleceğini, mescidleri
kapamanın ve namazları yasaklamanın hükmünde asıl olanın ne olduğu konusunda
dahi ihtilaf edeceklerini kim düşünebilirdi?!!
Bu durum, Nebî sallallahu aleyhi ve sellem’in sahih
hadiste haber verdiği şu hale düşüldüğünü gösteriyor: “Muhakkak ki İslam
garip olarak başladı, tekrar başladığı gibi garip haline dönecektir. Gariplere
müjdeler olsun!”
Ali Abdurrazzak, İslam adına hilafetin tarihi bir
merhale olup sona erdiğini, dinî hükümlerde önemli olanın maksatları olduğunu
söyleyinceye kadar arkadaşlarımızla bugün Allah’ın indirdikleriyle hükmetmek ve
hilafet hakkında konuşmadık! Hatta bugün mescidler, ibadetler ve dinin
rükünleri meselesine ulaştık. Devlet: “Umumun maslahatı bunu gerektirdiği için Mescidleri
kapattık, Cuma ve cemaatleri engelledik” dediği zaman hüküm nedir? Bunun
yalnızca büyük bir günah olduğu söylenebilir mi? Kim böyle diyorsa meselenin
hükmündeki aslı ve bunun dinin esaslarıyla bağlantısını düşünmüyor!
Nebî sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur: “Bizimle
onlar arasındaki ahit namazdır. Kim namazı terk ederse kâfir olur.”
Diğer hadiste şöyle buyurmuştur: “Kişi ile şirk ve
küfür arasında namazın terki vardır.” Diğer bir hadiste zalim yöneticilerle
vuruşmak hakkında sorulduğu zaman Nebî sallallahu aleyhi ve sellem şöyle
buyurmuştur:
“Namazı ikame ettikleri sürece hayır!”,
Kadı Iyad rahimehullah namaza davet etmek namazı ikame
etmektir, namaza çağrıyı terk etmek ise namazı terk etmek demektir, diye bunda
icma olduğunu nakletmiştir. Bu bedihî (apaçık) bir esastır ve İslam’da
otoritenin gözetmesi gereken en önemli şey dinin ve şiarlarının korunmasıdır:
“Onlar ki, eğer kendilerine yeryüzünde imkân
verirsek namazı kılar, zekâtı verirler, iyiliği emreder ve kötülükten
nehyederler.” (Hac 41)