Sözlerin en doğrusu Allah'ın kelamı, yolların en hayırlısı Muhammed Aleyhisselam'ın yoludur. Dinde her sonradan çıkarılan şey bidattir.Her bidat sapıklıktır ve her sapıklık da cehennemdedir (Muslim no: 867)

Duâ

Duâ

Daru's-Sunne Neşidler

29 Temmuz 2018 Pazar

Bid'at Ehlinin Sünnet Ehlinden Bağları Koparması Hakkında


Ehl-i Sünnet’in Bi’d’at Ehline Uyguladığı Hecr ile, Bid’at Ehlinin Sünnet Ehlinden Bağları Koparması Arasında

(Şeyh el-Elbani rahimehullah ve öğrencilerinin yayınladıkları el-Asalet Dergisi 15 Rebiu’s-Sani 1413 Tarihli 1. Sayısında yayınlanan bir yazının tercümesidir.)

Hecr (dargınlık), selefe tabi olan Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat ve Ehl-i Hadis’in; muhalifleri yıkma, bid’atçileri caydırma, onların bâtıllarını önleme ve saptırmalarını reddetme için uyguladıkları temel bir menhecdir.[1]

Bu menhec, temel bir rükün ve sağlam bir esas olan; mü’minlere velâ (yakınlık göstermek) ve sapıklardan berâ (uzaklaşmak) esası üzerine kurulu olduğu için, olması gereken yere konulması ve buna sebep olan şeylerin karıştırılmaması gerekir.

Müslümanların hayatında şu son zamanlarda islamî çalışma alanında hecr ve bağları koparma konusunda garip, selefin menhecinden uzak bir düşünce ortaya çıktı. Bu; hizipleşme, odaklaşma ve parçalanmadır. Bu tuhaf menhecin sahipleri, kendi şekillerini ve varlıklarını muhafaza, mensuplarını bağlama ve gruplarına girecek fikirlerden korumak için özel bir takım kurallar koymaya başladılar.

Onların, mensuplarını ilim talebeleriyle oturmaktan men ettiklerini görürsünüz. Buna müsaade etseler bile sağlam kayıtlarla şart koşarlar. Mensuplarının fikirlerinde bir değişme görürlerse onları bu uyarıcıların meclislerine katılmaktan yasaklarlar. Eğer ısrar ederlerse onlarla bağların kesilmesine dair emirler çıkarırlar.

Biz bu kelimenin (hecr’in) münakaşasını hizipçilik esasına göre yapacak değiliz. Zira bu konuya özel telif edilmiş eserler vardır.[2] Lakin biz bu kimselerin; hecr hususundaki sahih menhec ile kendilerinin bağları koparma terörüni birbirine karıştırdıklarına işaret etmek istiyoruz.

Evet, buna terör diyoruz, çünkü bu, düşünce terörüdür. Zira onların katında büyük sayılan şahıslardan birine dokunulmasına/eleştirilmesine en ufak bir müsamaha göstermezler. Onları eleştiren kişinin apaçık bir hak ile mi eleştirdiği yoksa çirkin bir hata ile mi eleştirdiğini de ayırt etmeyip, fark gözetmezler.

Bâtıl biçimde bağları koparmanın şekilleri:

Şayet birisi, bir fikri tenkid eden, hatayı açıklayan veya menheci düzelten bir makale veya kitap yazsa, hak ile tenkidde bulunan o kimseyle, bu kimse Ehl-i sünnetten ve sünnetin davetçilerinden olsa dahi, onunla bağların koparılması için mücadele kapısını açarlar.

* Ona kapılar açılmaz

* Bilakis onun hakkında iftira içeren sözler yayılır.

* Hatta onun göğsüne tuzak ve suçlama okları atılır.

* Hatta kitapları ve makaleleri yasaklanır.

* Hatta davetçi kardeşlerinden ve ilim talebelerinden engellenir.

* Hatta insanları ondan sakındırır ve uzaklaştırırlar.

İşte bu menhec, İslam kardeşliğinin temizliğinden, meşru sevgideki samimiyetin saflığından uzaktır. Hatta bu, Nebî sallallahu aleyhi ve sellem’in şu hadisine bir darbedir: “İmanın en sağlam kulpu Allah için sevmek ve Allah için buğz etmektir.” Zira onların bu yapmacık sevgileri şahıslar içindir ve buğuzları da sırf fikirler içindir!

Ümmetin seçkinleri olan davetçiler ne zamana kadar hizipçi sevgi ve hizipçi nefretin esiri olarak kalacaklar?!

Bu davetçiler kaydırıldıkları bu uçurumdan ne zaman çıkacaklar?

Müslümanlar, şahısları tazim ve takdis boyunduruğundan ne zaman kurtulacak ve böylece kendilerini hidayetin yüceliğine ne zaman çıkaracaklar?

Sanırız bid’atçilerin kınanmış bağ koparma şekilleri, re’y ehlinin ileri gelenlerinin hadis ehline karşı, nesillere miras kalan mücadelelerini hatırlatmıştır. Yine bizi orta çağlarda Eş’arilerin, Hanbeli’lere kurdukları tuzak arenalarına döndürmektedir.

Umulur ki bu yazı, bu konuda güzel bir son, ıslah yolu ve öne geçme vesilesi olur.


[1] Ayrıntılı delilleri için bkz.: Bekr Ebu Zeyd, Hecru’l-Mubtedi, Meşhur Hasen; el-Hecr Fi Dav’il-Kitab ve’s-Sunne.
[2] Bkz.: Bekr Ebu Zeyd, Hukmu’l-İntima, Safiyurrahman el-Mubarekfuri, el-Ahzabu’s-Siyasiyye Fi’l-İslam, Ali Hasen el-Halebi, ed-Da’vetu İlallah Beyne’t-Tecemmui’l-Hizbî ve’t-Teâvuni’ş-Şer’î

22 Temmuz 2018 Pazar

Raks ve Halayın Hükmü ve Alime Her Meselede Delil Sorulur mu?

Soru: “Kadının, kocasının önünde, yine kadınların önünde meylederek raks etmesinin dindeki hükmü nedir? Yine erkeklerin halay çekmelerinin haram olduğunu biliyoruz. Lakin bunun delili nedir? Bize anlatın, Allah size hayırlı karşılık versin.” (et-Tevhid dergisi 1420 yılı 10. Sayısı)
Şeyh el-Elbani'nin cevabı: Bu soru üç meseleyi içermektedir:
Birincisi: Kadının, kocası önünde raks etmesi
İkincisi: Kadının hemcinsleri olan kadınların önünde raks etmesi
Üçüncüsü: Erkeklerin halay çekmeleri.
Birincisine gelince; bu kadının kocası önünde raks etmesi hakkındadır. Eğer bu raks fıtrî bir şey olup, bu asırda moda olduğu gibi, raks için eğitim alınmamışsa, kocasının şehvetini tahrik etse bile bunun haram olduğunu gösteren bir nas bulunmamaktadır. Burada şart olan bunun yalnızca erkek ile hanımı arasında olmasıdır. Ama bu raks, modern dans usullerine göre öğrenilerek yapılıyorsa bu caiz değildir. Zira ben inanıyorum ki kadın bunu sadece kocasının önünde yapmakla kalmaz, kocasından başkalarının önünde de yapar.
Kadınların önünde raks etmesine gelince yine derim ki; eğer burada raks ile kastedilen modern danslar ise bunun caiz olmadığı gayet açıktır.
Eğer: “Bu söylediğinin delili nedir?” denilirse derim ki: işlerde dengeyi korumak çok az görülür. Ya ifrata ya tefrite kaçar. Özellikle insanlar uzun zaman belli bir tür inhiraf (sapma) içinde yaşamışlardır. Bu meselenin bir sapma olduğu ve dinin bunu kabul etmediği ortaya çıktığında ondan yüz çevirmişler ve bu fiilden şiddetle reddederek bahsetmişlerdir. Bu içinde yaşadığımız asırda uğradığımız musibet budur. Taklidden kurtulmak için delil talep edilen bu konuda, özel ve genel olarak müslümanlar uzun asırlar boyunca, diğer sapmış mezhepler bir yana, Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat’in mezhepleri olan dört mezhepten, falanın ve filanın mezhebinden başka bir şey bilmeden yaşamışlardır.
Allah’ın ve rasulünün dediklerine dayanmaya gelince, bu durum hayırlı oluşlarına şahitlik edilen ilk asırlarda mevcut idi. Bir zaman sonra bu durum sona erdi, ta ki İbn Teymiyye rahimehullah ve onun samimi öğrencileri geldiler, müslümanları ilk selefin üzerinde olduğu yol olan; kitap ve sünnete dayanmaya uyardırlar.
Hiçbir şüphe yoktur ki İbn Teymiyye ve öğrencilerinin davetinin güzel bir etkisi olmuştur. Lakin bunun dairesi kendi asrında çok zayıf idi. İnsanların avamı bir tarafa, özel sınıfında (ilim ehlinde) dahi fikrî donukluk hâkim olmuştu. Sonra asırlar geçmiş, Şeyhulislam İbn Teymiyye’nin hareketlendirdiği bu uyanış kesintiye uğramış ve müslümanlar fıkhî donukluğa dönüş yapmışlardır.
Ancak bu asırda – az bir zaman önce – bir çok alimler kitap ve sünnete dönüş yapmanın zorunluluğuna uyararak daveti yenilemişlerdir. Bu konuda onların başında Şeyh Muhammed b. Abdilvehhab gelmektedir. Zira o hakikatte kitap ve sünnete ittibaya davet etmiştir. Lakin onun yaşadığı bölgelere bakıldığında Şeyh Muhammed’in beldesinde Necid’li araplar vardı, putperestler o zamanlarda onun ülkesini işgal etmişlerdi. O büyük bir mücadele göstermiş ve tevhide önem vermiştir. Gördüğüm kadarıyla da bu gayet doğal bir durumdur. Çünkü insanın gücü sınırlıdır. Denildiği gibi, kişi her cephede savaşamaz. Bu yüzden onun bütün mücadelesi de tevhid davetini yaymak, şirklere ve putçuluğa savaş açmak üzerine olmuştur. Bu konuda da tam anlamıyla başarılı kılınmıştır. Onun temiz daveti bundan sonra da İslam alemine yayılmıştır. Onunla rakipleri arasında maalesef bazı savaşlar meydana gelmiş olsa da, bu durum Allah’ın halkı üzerindeki sünnetidir. Allah’ın sünnetinde değişiklik bulamazsın.
Lakin bu asırda bazı alimler kitap ve sünnet davetini ikame etmişlerdir. Arap beldelerinden özel ve genel bir çok kimseler uyanışa geçmiştir. Acem beldelerinde ise maalesef uyuşukluk devam etmektedir. Ancak bu arap ülkelerinde bir terslik ortaya çıkmıştır. O da az önce işaret ettiğim durumdur. Zira bazıları orta yolda durmuyorlar. Bilakis bazı şeyleri iyi bilirken, bazı şeylerde cahil kalıyorlar. Bir şey anlamayan avamdan birisinin alime bir meselenin hükmünü sorduğunu görürsün; cevap eğer o meselenin yasaklığı hakkında olursa hemen: “Delil nedir?” der. Bazen bu alimin o konuda delil sunma imkanı olmaz. Özellikle de delil, kitap ve sünnetten açık bir nas ile değil de, istinbat yoluyla getirilmişse! Bu gibi meselelerde soru soran kişinin, “delilin nedir?” diyerek aşırılık etmemesi gerekir. Kendi nefsini bilmesi gerekir, kendisi delil ehlinden midir, değil midir? Umumu ve hususu, mutlakı ve mukayyedi, nasihi ve mensuhu kendisi biliyor mu? O kişi bunlardan anlamayan biri ise “Delil nedir?” demesinin manası nedir?
Diyorum ki: kadının, kocası önünde raksetmesinin veya kadının, müslüman kadınlar önünde raksetmesinin, erkeklerin halay çekmelerinin cevazına veya yasaklığına dair delil isteniyor. Hakikatte Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’den bu konuda açık ifadeli bir nas ile delil yoktur. Ancak nazar, istinbat ve fıkhetme yoluyla vardır. Bu yüzden biz bazı zamanlar şöyle deriz:
“Her mesele, avamdan veya ilim talebelerinden her müslümanın eşit şekilde anlayacağı ayrıntılı delil ile açıklanmamıştır. Her mesele böyle değildir. Bu yüzden Allah Teâlâ: “Eğer bilmiyorsanız zikr ehline sorun” (Enbiya 7) buyurmuştur.  Az önce işaret ettiğim aşırılık sebebiyle en cahil insanlar delili reddeder hale gelmiştir. Kitap ve sünnet davetine nispet edilen bir çok kimse alimin kendisine bir mesele sorulduğu zaman, cevabını Allah şöyle buyurdu, rasulü şöyle buyurdu sözüne bağlaması gerektiğini düşünür olmuşlardır.
Diyorum ki, bu vacip değildir. Bu, salih selefin menhecine ve siyretlerine mensup olmanın faydalarındandır. Onların fetvaları ilmî bir delil idi. Bundan dolayı, şüphesiz delilin zikredilmesi, durumun gerektirdiği hallerde vaciptir. Lakin sorulan her meselede “Allah Teâlâ şöyle buyurdu veya Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu” diye delil zikretmek vacip değildir. Özellikle de mesele, fıkhın ihtilaf edilen ince meselelerinden ise böyledir. Allah Teâlâ’nın: “Eğer bilmiyorsanız zikr ehline sorun” (Nahl 43) kavli, mutlaktır. Kişinin ancak ilim ehlinden olduğunu zannettiği kişiye sorması gerekir. Cevabı işittiğinde tabi olman gerekir. Ancak başka bir alimden işittiğin şeyden dolayı bu cevapta şüphe edersen, o zaman bunu belirtmende sakınca yoktur. O zaman alime düşen şey, kendisinde bulunan ilimle soru soran kişiden gelen bu şüpheyi gidermektir.
Özetle: Kadının kocası önünde raksetmesi, az önce zikredilen şart ile caizdir. Ama kadının, hem cinsi olan kadınlar önünde raks etmesinin, kocası önünde raksetmesinde olduğu gibi, iki sureti vardır:  eğer bu raks, kendisi için eğitim alınmayan, sadece eğlenme, elleri sallamadan ibaret ise, bunda kalçaları titretme gibi nefsi tahrik eden veya şüphelere sürükleyen şeyler yoksa bu şekildeki bir raksta da sakınca yoktur. O zaman bunun raks diye isimlendirilmesi doğru olur. Ama zikredilen durumlar varsa o zamn bunda asıl olan yasak olmasıdır.
Erkeklerin halay çekmelerine gelince bunda adeten gördüğümüz gibi, meşru olmayan sözler bir yana, müzik de bulunduğu için bu uygun değildir. Durum Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurduğu gibidir:
Âdemoğlunun eğlendiği her eğlence bâtıldır. Ancak eşiyle oynaması, atıyla eğlenmesi, yayıyla ok atması ve yüzme bundan hariçtir.” Biz bu hadiste bunun “bâtıl” olduğunu görüyoruz. Eğlencenin durumu bu olduğuna göre, ondan uzak durmak uygundur. O haktan değildir.
Eğer bu halay ile beraber zikredilen muhalefetler yoksa o zaman bunun caiz olduğunu söyleriz. Lakin bu cevaz, az önceki hadiste geçtiği gibi tercih edilmeyen bir durumla ilgili cevazdır. Allahu a’lem, zannediyorum ki ben böyle (müziksiz ve batıl söz içermeyen) bir halay görmedim. Çünkü bu gibi muhalefetlerin onda bulunmaması imkansızdır. Mesela biz bazen halay işitiriz, o sadece halay değildir, müzik de vardır. Müezzin ezan okur, imam sesli kıraat yapar, onlar böyle şeylerle ilgilenmezler, bilakis oyun ve eğlence ile gaflettedirler. Öyleyse bu halay, müzik gibi dine muhalif unsurlar bulunmadığında haram olduğunu söylemesek de, tercih edilmeyen bir eğlencedir. Söz konusu muhalefetler bulunduğunda ise harama dönüşeceğinde şüphe yoktur.”

Eşlerinin İtaatsizliğinden Şikayet Eden Erkeklere


Soru: “Evlilere nasihatiniz nedir?”

Şeyh el-Elbani'nin cevabı: Çoğu zaman gençlerden, eşlerinin dinî emirlerine tabi olmadıklarından şikayet ettiklerini işitiyoruz. Unutmamamız gerekir ki, kadın, çoğu zaman kötü ahlakından dolayı isyankar olur. Lakin benim bu konuda önemsediğim şey şudur: Çoğu zaman eşinin itaatsiz olmasına sebep olan kocasıdır. Mesela erkek karısından erkeklerin önünde, özellikle evden çıkarken süslenmemesini, açılıp saçılmamasını ister. Onun tesettüre girerek örtünmesini ister. Lakin erkek, kendisi dine uygun elbiseleri giymez! Müslümanların görüntüsüne bürünmez! Hatta kadın fakihe olmasa bile, erkeklerin giydiği bu elbiselerin frenk elbisesi olduğunu işitmiştir. Mesela erkek, sakalını traş ederek süslenir. Sakal bırakmanın farz olduğunu bilmiyor olsa dahi en azından sakal traşının sünnete aykırı olduğunu bilir. Bu kadın, kocasına diliyle söylemese bile, hal diliyle şöyle der: “At sahibine göre kişner. Sen kendi durumunu bak! Dine önce sen uy ki ben de sözünü dinleyeyim” der. Çoğu kadının hal dili bunu söylemektedir. Bu yüzden bu fırsatla şunu hatırlatmak isterim: Gençler, hanımlarının kendilerine itaat etmeleri için yardımcı olmalıdırlar. Bu da kendilerinin, rablerine itaatkar olmaları ve O’nun dinine tabi olmalarıyla gerçekleşir.”
(Durusun ve Muhadaratun Muferriga)

19 Temmuz 2018 Perşembe

Şeyh el-Elbani'nin Baş Açık Gezen Gençlere Nasihati


Soru: “Genç müslümanlar için nasihat eder misiniz?”
Şeyh el-Elbani rahimehullah'ın cevabı: Müslüman gençlerimizden gerçekten istediğim şey görünüşlerinin kafirlerin görünüşü gibi olmamasıdır. Başlarına (takke veya sarık gibi) bir şey koymaları mutlaka gerekir. Baş açık gezmenin İslam ile alakası yoktur. Bundan elli sene öncesine kadar mescide başı açık bir kimse girmezdi. Müslümanlar böyle nasıl bir musibete uğradı? Onlara semadan; dindarlık, sıhhat ve felsefe olarak baş açık gezmelerinin daha üstün olduğuna dair yeni bir vahiy mi geldi, ne oldu bilmiyorum! Suriye’de, Ürdün’de, Mısır’da ve başka yerlerde bu ancak İslam ülkelerinde emperyalizm kuran Avrupalılardan yayılmıştır. O halde İslam’ı bütün olarak benimsememiz gerekir. Önce akide olarak, sonra tam bir şekilde uygulayarak. Ben “tam bir şekilde” dediğimde, inanıyorum ki tam şekliyle uygulamaya güç yetiremeyiz. Lakin hedefimizi önümüze koymamız ve dinimizi eksiksiz bir şekilde “Allah hiçbir nefse gücü yetmeyen şeyi yüklemez” (Bakara 286) ayetinin sınırında uygulamalıyız.
Görüyoum ki müslüman gencin sakal bırakmayı kabul etmesinden hareketle, başına bir şey giymesi daha kolaydır. Çünkü sakal bırakmak cihadı (mücadeleyi) gerektirir. O halde bu mücahid müslüman neden islamı izhar etmeyi tamamlamıyor? Zira dış görünüş, iç alemin yansımasıdır. İnanıyorum ki mesele ilim ehli, şuurlu kimseler ve yol göstericiler tarafından bilinçlendirilmeye muhtaçtır.  Sonra da her hallerinde sünnete ittiba etmekle yükümlü olan bu gençlerin gayretlerine muhtaçtır. Allah Azze ve Celle’den bizi ve onları sünnete ittibada muvaffak kılmasını dileriz.”
(Durusun ve Muhadaratun Muferriga) 

16 Temmuz 2018 Pazartesi

Selefilerin Davetlerinin Mescidlerde Olması Sözüne İtirazlar!

Dernekler bid'atine bulaşmış kimseler, bu bid'ati savunmak adına;
"Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem safa tepesinde, panayırlarda, Erkam'ın evinde davet yaptı, bunlar da mı bid'at?" şeklinde örümcek ağından zayıf gerekçeler öne sürüyorlar.
Birincisi; verilen örneklerin hiçbiri derneklere delil olmaz. zira ne sebep ne sonuç bakımından aralarında bir illiyet bağı yoktur.
İkincisi: Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem sözü edilen mekanlarda müşrikleri İslam'a çağırmıştır. Acaba dernekçiler toplumu müşrik mi görüyorlar?
Bu kimseler, derneklerinde müşrikleri İslam'a mı çağırıyorlar, yoksa Müslümanlara dinlerini mi öğretmek istiyorlar? - Çoğunun dernekleri demokratik partilere oy kullanmaya çağırmak için kullandıklarını, dolayısıyla şirke davet ettiklerini de biliyoruz - 
Eğer dernekleri müslümanlara dinlerini öğretmek için kuruyorlarsa, Müslümanların eğitilip öğretilecekleri mekanlar dernekler değil, mescidlerdir. Burada birisi çıkıp: "Bu insanlar mescitlere gelmiyor, o yüzden dernek kuruyoruz" derse, ona denilir ki: şayet bir alevi köyünde yahut sufi memleketinde olsanız ve oranın halkı cem evinden yahut dergahtan başka bir yere gelmeyi kabul etmese cem evi veya dergah mı açacaksınız? Yahut Yahudi veya Hristiyan ülkesinde olsanız Kilise veya Havra mı açacaktınız?
Erkam'ın evine gelince, Müslümanlardan biri, evinde toplanılıp ders yapılmasına imkan sağlasa bu faziletli bir iştir. Zira sünnette Daru'l-Erkam örneği vardır. Daru'l-Erkam, Erkam radıyallahu anh'e ait bir evdir. Müslümanların mescid yapma imkanları olmadığı bir zamanda, bu sahabe, evini, Müslümanların dinlerini öğrenmeleri, istişare etmeleri için kullandırmıştır. Bu ev için demokratik oy çoğunluğu yoluyla seçilen, yönetim kurulunda yer alan vasıfsız çoğunluk ile karar alan bir başkan yoktu. İslamî olmayan sistemlerin bazı kanunlarına uyma sözü vermek söz konusu değildi. vs. Bu şekilde Müslümanlardan birinin evinde toplanmaya kimse karşı çıkmıyor. Lakin dernek yapıları, mescid gibi ümmete mal edilen fırka yuvalarıdır. işleyiş sistemi bakımından Yahudilerin Beytu'l-Midras'ına benzemektedir. Bu, kafirlere benzemektir. Dernekler sistemini Masonlar icat etmişlerdir. Yine derneklerde masonlara tabi olmak söz konusudur. Bunun bir çok fesada sebep olan başka yönleri de vardır ki daha önce geniş bir şekilde açıkladık, sitede bulabilirsiniz. 
Üçüncüsü: Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem, Yahudilerin alternatif ibadet ve eğitim mekanı olarak yaptıkları Beytu'l-Midras denilen, içinde Tevrat dersi yaptıkları eve gitmiş ve Yahudileri İslam'a davet etmiştir. Ancak ne kendisi, ne ashabı böyle evler icad etmemişlerdir. Bu da, İslam aleminde hicri 4. asırlarda ortaya çıkan, mescitlerden bağımsız olarak ilim dersi icra etmek için yapılan Medreselerin bid'at olduğunu gösterir. Zira Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem zamanında da ilim eğitimine ihtiyaç vardır ve böyle evler edinebilirlerdi. Ama bunu yapmadılar. Sonradan bunu yapmak böylece bid'at olur. Bugün Mescidlerden bağımsız yapılan Kur'ân kursları, İslami fakülteler, medreseler bu türden bir bid'at olduğu gibi, benzer bir gaye ile edinilen dernek evleri de aynı şekilde bid'attir. Zira bu derneklere gidilmesinden, maddi destek verilmesinden dolayı Allah adına sevap vaad edilmektedir! Bid'atin bütün şartları bu yapılar hakkında bir araya gelmiştir.
Tıpkı Sufilerin, Mescide alternatif ibadet mekanı olarak Dergahları, Alevilerin Cem evlerini ihdas etmeleri gibi! 
Sonuç olarak: Müslümanların dinî gayelerle dernek kurması meşru değildir. Lakin şayet tevhid ehli bir ilim ehli, dernek kurmuş kimselerin hükmü bilmiyor olmaları sebebiyle, bu bid'ate son vermelerine davet ve hüccet ikamesi için bu derneklere gider ve davette bulunursa, yukarıda işaret edildiği gibi buna sünnette bir örnek vardır. Yine bir dergaha, bir cem evine, bir kiliseye, bir havraya gidip, oradaki halka, batıldan dönmeleri için tebliğ yapan alime de bu yaptığı meşrudur.
Herhalde bu durumu hiçbir akıl sahibi dernek kurmanın meşru olmasına delil getiremez! 

Alimlerin Hatasını Açıklamak Onlara Hakaret midir?

Soru: “Ölmüş olan veya hayatta olan imamlara ve âlimlere sövmenin İslam’daki hükmü nedir?”
Şeyh el-Elbani rahimehullah'ın cevabı: “Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur: “Ölülere sövmeyin. Nitekim onlar takdim ettikleri şeye kavuşmuşlardır.” Yani, dindarlığı konusunda eleştirilen biri olsa dahi müslümana sövmek caiz değildir. Çünkü o kimse Allah Azze ve Celle’nin hükmüne intikal ettikten sonra ona hakaret etmenin bir faydası yoktur. salih müslümanlara sövmenin caiz olmaması ise daha önceliklidir. Sonra imamlara sövmek bundan da ileridir. Çünkü onlar salihliklerine ilmi, dine hizmeti, hadislerin naklini, açıklanmasını, dini hükümlerin ayrıntılarına gidilmesini ve daha başka iyilikleri de katmışlardır. Ben bu gibi soruları garip buluyorum. Çünkü bizler en düşük derecede bile olsa müslümanlar hakkında böyle bir itikada sahip değilken, İslam âlimlerine kim sövebilir?
Soru sahibi: Bazen insan âlimin hatasını açıklar, lakin bazı âlimler bundan ona sövüldüğü anlamını çıkarır. Hâlbuki o kimse aslında sövmemiştir.
El-Elbani: Eğer maksat bu ise, maksat kötü anlaşılmıştır. Çünkü bir kimsenin diğerinin hatasını açıklaması İslam’da vaciptir. Hatayı açıklamak sövme ve hakaret bir yana, tenkid ve eleştiri demek bile değildir. Ancak hakkın beyanıdır. Bu yüzden Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem Buhârî’nin Sahih’inde gelen sahih bir hadiste şöyle buyurmuştur:
Hâkim içtihat ettiğinde isabet ederse ona iki ecir, hata ettiğinde ona bir ecir vardır.” Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem herhangi bir kadı veya hâkim (yönetici) hakkında hata ettiğinde bir ecir alacağını söylerken ona dil mi uzatıyor, yahut sövmüş mü oluyor?! Aynı şekilde, Buhârî’nin rivayet ettiği rüya kıssasında Ebu Bekr radiyallahu anh, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in önünde rüya yorumunda bulunmuş, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem de ona:
Bir kısmında isabet, bir kısmında hata ettin” buyurmuştur. Bir kimse Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in mağara arkadaşı olan Ebu Bekr es-Sıddık radiyallahu anh’e dediği: “Bir kısmında hata ettin” sözüyle hakaret etmiş olduğunu söyleyebilir mi? Lakin bu, müslümanların İslamî kültürlerinde geri kalmaları ve dinin lügati olan Arap dilinden uzaklıkları sebebiyledir. Hatta kendilerine “Mutefekkih” demenin daha doğru olduğu sonraki fakihler sebebiyledir. Onlar “fakih” teriminden uzaktırlar. Çünkü onların kendileri bu hakikati ters çevirmekte, onlar böyle düşünmekte ve halk da onlara tabi olmaktadır. Birisi hakkında “Falan hata etti” denilince, sizin de işittiğiniz gibi, bu sözün hata eden kişiye hakaret ve sövme olduğunu söylerler. Hâlbuki durum öyle değildir. Bu meselede fazla açıklamaya gerek yoktur. Bu kadarı bize yeter.”(Durusun ve Muhadaratun Muferriga)

15 Temmuz 2018 Pazar

Mezhepler Sapık Fırka Sayılır mı?


Soru: “Mezheplere karşı konumumuz ne olmalıdır? Onları fırkalardan sayabilir miyiz?”
Şeyh el-Elbani rahimehullah'ın cevabı: Bizler, selefî anlayışla kitap ve sünnete muhalefet eden her grubu ve her cemaati öyle sayarız. Bu duruma inat ve ısrar ile düşmüşse o, sapık fırkalardan bir fırka sayılır. Lakin dört imam ve ilk takipçilerini mutlak olarak bu gruplardan saymak mümkün değildir. Çünkü onların menhecleri kitap, sünnet ve salih selefin üzerinde bulunduklarına ittiba etmeye dayanıyordu. Maalesef diyorum ki, bazı şiaların sünnete karşı desteklemeleri sebebiyle dört imamdan en fazla meşhur olanı İmam Ebu Hanifedir. Ben bunu itiraf ediyorum. Lakin ben onun sünnete karşı inat ile bunları yaptığına inanmıyorum. Ebu Hanife’nin sünnet hakkında bilgisi gerçekten dar bir çerçevede sıkışmıştı. Bunun sebebi, kitap naslarından veya kendisine ulaşan hadislerden hükümleri istinbat ve meseleleri genişletmeye yoğunlaşmasıdır. Bu yüzden kendisinden sünnete muhalif görüşler çokça meydana gelmiştir. Ama o, selefin ve sahabenin üzerinde bulundukları şeylere özel bir şekilde sarılmasıyla meşhurdur. Zira o şöyle demiştir: “Görüş sahabeden gelirse ve onlar ihtilaf etmişlerse biz de beşeriz, onlar da beşerdir. Onların aldıkları yerden biz de alırız.” Onun, imamlar içinde selefe en yakın olanı olmasından dolayı onlar hakkında bu sözü söyleyebilir. Bununla beraber bu konuda mutlak bir şey söylemek mümkün değildir. Çünkü Ebu Hanife’nin menheci, salih selefin menhecine aykırı değildir. Lakin Ebu Hanife’ye taassup gösteren sonraki takipçileri – yine diğer imamların taassup gösteren takipçileri de aynı şekilde – öyle değillerdir. Özetle: biz bütün açıklığıyla mezhep taklidini seçerek mezheplere taassup gösterenleri sapık fırkalara katarız. Mezhebin ilk imamını ise buna katmayız. Çünkü mezhepçiler, sonrakilere tabi olmaktadırlar. Onlardan çoğu, kendilerine kendi imamlarının sözleriyle itiraz edildiğinde açıkça şöyle derler: Bizler imamların görüşlerini öncekilerden değil, sonraki şeylerin sözlerinden alırız. Çünkü onlar ümmetin fikirlerini araştırır, tercih edileni ve edilmeyeni bilirler.” Bu yüzden onlar aslında imamların kendilerine tabi olmazlar. Ancak sonrakilere uyarlar. O mutaassıpların sonraki imamların sözleri ise kitap ve sünnetin naslarına aykırıdır. Böylece onları sapık fırkalardan sayabiliriz. Ama imamların kendilerine gelince haşâ! Onlar bundan beridir. Umarım bu kadar yeter. Hamd âlemlerin rabbi olan Allah’adır.
 
(Durusun ve Muhadaratun Muferriga)

Selefî Davet, Hükümleri Herkesin Kitap ve Sünnetten Almasına mı Çağırıyor?

Soru: “Selefî davet hükümleri, ilim ve ihtisas sahiplerinden değil de kitap ve sünnetten almayı şart koşuyor. Avamdan bir kimsenin ilim ehline müracaat etmeden naslarda kendi anlayışına dayanması mümkün müdür?”
Şeyh el-Elbani rahimehullah'ın cevabı: Selefi daveti fıkhetmemiş ve anlamamış bazı insanlardan bunu çok işitiyoruz. Bunları selefîliğe davet eden şahısların kendilerinden ve eserlerinden işitmeyiz. Bu ancak selefî davetin rakipleri ve düşmanları tarafından böyle anlaşılmaktadır. Onlar bu daveti kötü anladıklarından bu gibi belaları getiriyorlar. İnsanların çoğu bizden naklediyorlar, bazılarının bizimle bağlantısı vardır, bazısı da bize karşı harp ediyor ve arkadan saldırıyorlar. Diyorlar ki:
Biz bütün müslümanları, hatta avamlarını dahi kitap ve sünneti doğrudan anlamaya çağırıyormuşuz” Ben açıkça şunu söylüyorum:
Şayet burada okuma yazma bilmeyen, Kur’an ayetini güzelce okuyamayan ve hadis rivayetlerini bilmeyen cahilleri, fıkıh, akide ve dinin tamamını kitap ve sünnetten almaya çağıran kimseler olsaydı o düşmanların bu iddiaları doğru olurdu. Lakin davet bu şekilde midir?
Bizler ilimden bir şey anlamayan kimseleri, cahilliklerini, avamlıklarını kitap ve sünnete karşı ümmiliklerini görmezden gelerek,  kitap ve sünnetten doğrudan almaya mı çağırıyoruz? Sonra böyle bir kimse çıkıp diyor ki: “Ben bunu böyle anlıyorum. Ben kitap ve sünnete tabi olmakla emrolunmuşum!” Selefî ya da Halefî dilediğiniz gibi niteleyin, böyle bir söz konuşacak bir müslüman asla bulamazsınız. Biz ise asla böyle söylemeyiz.
Yakın geçmişte Humus’tan bazı şahıslar bana geldiler, aralarında biraz kültürlü olan bir genç vardı. Ona meşhur “Mezhepsizlik” kitabından bir şeyler ulaşmıştı. O kitaba işaret ederek bizim bütün insanları kitap ve sünnete tabi olmaya çağırdığımızı, yani cahillerin kitap ve sünneti cehaletleriyle anlayamaya çağırdığımızı okumuş. Ona meseleyi ayrıntılı olarak açıkladım. Özetle ona dedim ki:
Kurân-ı Kerim nassı insanları ilim bakımından iki kısma ayırır: Birincisi âlimler ki, onlar kitap ve sünneti anlayanlardır. Âlimlere karşılık olarak ikincisi de kitap ve sünneti anlayamayan cahillerdir.
Kur’an-ı Kerim nassıyla, her iki sınıfa da vacip olan bir şeyler vardır. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: “Eğer bilmiyorsanız zikir ehline sorun.” (Nahl 43) O halde bu, âlimleriyle, cahilleriyle, kültürlüsüyle, ümmisiyle bütün ümmeti muhatap almaktadır. Deniliyor ki; sizler; âlimler ve âlim olmayanlar olarak iki taifesiniz. Âlim olmayanlara düşen şey âlimlere sormaktır: “Eğer bilmiyorsanız, zikir ehline sorun.” (Nahl 43) İşte bizim insanları davet ettiğimiz şey budur. Lakin taklitçilerle ihtilaf ettiğimiz şey ilim ve âlim kavramlarıdır. İlim nedir? Âlim kimdir?”
(Durusun ve Muhadaratun Muferriga)

14 Temmuz 2018 Cumartesi

Ehl-i Hadis’e ve İlim Ehline Düşmanlık Edenlerin Üslupları


Ubeydullah Sırtlan adındaki bid’at davetçisinin sosyal medya hesabından, içinde gizlediği Ehl-i Hadis ve alimlere düşmanlığını şu şekilde ortaya döktüğünü ilettiler:



Bid’at ehlinin bu şekilde kudurması, Allah’a hamd olsun ki davetimizin ne kadar başarılı olduğunu göstermektedir. Bununla birlikte bu kimselerin iftira ettikleri hususları belirtelim ki, davetimize nispet edilen yalan çamurları üzerimizde kalmasın

1- Ebu Hanife hakkında benim zındık demem söz konusu değildir. Bid’atçiler Ebu Hanife’nin eleştirilmesini hazmedemiyorlarsa Hammad b. Ebi Suleyman, Hammad b. Seleme, Veki b. el-Cerrah, Abdullah b. el-Mubarek, Sufyan es-Sevrî, Sufyan b. Uyeyne, el-Evzai, Buhari, Muslim, Nesai, Ahmed b. Hanbel ve Ebu Hanife hakkında ağır sözler söylemek hususunda icma eden diğer birçok imamla hesaplaşmalıdırlar!

2- Oy verenin müşrik olduğunu hiçbir zaman söylemediğim gibi, bu yüzden tekfir edenlere de reddiyelerim malumdur. Ancak bid’at ehlinden ve münafıklardan anlayış sahibi olmalarını bekleyemezsiniz. Oy kullanmanın kafirlere benzemekten dolayı haram olduğu, bunu helal saymanın ise şirk olduğunu söylemek ile, faillerin ayrı değerlendirilmesi farklı şeylerdir. Lakin dediğim gibi, nifak ehli hayvanlar gibidir, belki daha aşağıdırlar, sözden anlamazlar. Bu yüzden fiilin beyanı hakkında söylenenlerle failin hükmü hakkında söylenenleri, hatta zaman ve zemin farklılıkları ile ilgili söylenenleri birbirine aykırı ve çelişki zannedip bunlardan kendince saçma sapan video yapan ahmakları dahi görmüştür bu millet.

3- Erdoğan münafık demek yanlış bir şeymiş gibi yazmış! Zira bu sırtlan Erdoğan’ı salih lider görüyor! Oy vermeye teşvik ederek haricilik yapan bu şahıs, Erdoğan’ı salih görerek Mürcie’nin pisliğine battıkça batıyor. Allah habis Mürcie ve Harici akidesinin kökünü kurutsun!

4- Hiçbir zaman toplum kafir demedim, bilakis bu düşüncenin haricilere ait bir düşünce olduğunu her daim açıkladım. Her yazım ve sohbetim kayıt altındadır, acaba iftiracı münafık toplumu tekfir ettiğime kanıt getirebilir mi? Tekfir ehline reddiye verdiğimin kanıtları ise aleni ortadadır.

5- Dernek açmak bid’attir ve selefi davet ile hizipçi ihvancılar arasında en önemli fark budur. Allah’ın vechini ve ahiret sevabını uman Selefilerin davetleri mescidlerde, dünyevi mülk ve siyaset peşinde olan hizipçilerin davetleri ise derneklerde, mitinglerinde, oy kullanma çağrılarında, konferans salonlarında vb. olur.

6- Bid’atçiye selam verenin zındık olduğunu da hiçbir yerde söylemedik. İftiraya gelince arslan kesilen bu şahsın delil getirmesini istesek fare gibi kuyruğunu kıstırıp kaçmasını görürdük.

7- Hiçbir selefi hocaya facir zındık vs. demedik. Doğrusu selefi bir hoca görmedik! Ancak selefiliği suistimal edenlerin içyüzlerini Allah’ın izniyle ortaya koyduk. Siz hiç "Oy kullanmak vaciptir" diyen bir selefi gördünüz mü? Böyle bir şey olabilir mi? Selef oy mu kullanıyordu ki, oy kullanan selefi olsun?

8- “İhvan en büyük düşman” sözündeki alaycı tavırla, az önce selefilik taslayan sırtlanın bir anda kabuk değiştirip İhvanu’l-Muslimin teröristlerinin safına geçtiğini görüyoruz! Ben hiç şaşırmıyorum, çünkü böylelerini çok gördük.

9- “Dünyanın döndüğüne inanan kafir” sözünü nispet ediyor! Sırtlan herzamanki gibi yine tribünlere oynuyor. Modern Bilimsel Hurafeler kitabı Allah’ın lütfuyla basıldı, Sırtlan’a tavsiye etmiyorum, çünkü böylesi karakteri bozuk şahsiyetlerin tevbe edip de tevhid ehlinin safları arasına girmesini istemem. Çünkü böyle kimseler ancak hastalık yayarlar.

10- “Davet amaçlı videolar haram” Yoksa kendisi naslarda açıkça büyük günahlardan hatta yaratma hususunda şirkten sayılan suretleri helal mi sayıyor? Demek sıra Allah’ın rasulü diliyle beyan ettiği dine harp açmaya geldi! Allah’ın dini zorlarına gidiyor! Davetlerindeki amaçlara hiç girmiyorum çünkü midem kaldırmıyor.

11- “İbn Teymiyye’nin akidesi bozuk” İftiracılara vuracak bir gem bulunamaz. İbn Teymiyye’nin akideyle ilgili bazı sözlerinde şaibeler olduğu bir hakikattir.  İbn Teymiyye masum değildir. Lakin “akidesi bozuk” olan Ubeydullah Arslan gibilerdir.

12- “Çocuğunu okula gönderen kafir” Bu da diğer bir iftirası. Cahiller ilim ehlinin ibarelerini anlayamayabilir, lakin cahilliğin çaresi sorup öğrenmektir. Fakat cahiller söz sahibi kılınırsa işte burada görüldüğü gibi fitne, kaos, iftira vb. alır başını gider. 
Çocukları mevcut okullara göndermenin caiz olduğunu hiçkimse iddia edemez. Lakin bunun manası çocuğunu okula gönderen kafirdir demek değildir. 
Herhalde bu sözü en cahil insanlar bile anlayabilir. Fakat, karşıdaki kişi ya cahilden öte bir şey ya da maksadı başka! Bence ikincisi.

13- “Taklid ve kıyas yoktur” Evet, bizim dinimizde böyledir. Leküm dinikum ve lena dîn.

14- “İbn Useymin’in ve Bin Baz’ın akidesi bozuk.” Onların akidesinin bozukluğu benim suçum değildir. Onların akidesini ben bozmadım.

15- “Hak benim sözüm, geriye kalan batıl, alim benim başkasının sözüne itibar etmem, bizim gibi düşünmeyen zındıktır, bizden değildir.” Sırtlanın ağzı torba değil ki büzesin! Her zaman şunu söyleriz: 
"Hak Allah’ın ve rasulünün sözüdür, geriye kalan batıldır. İlim Seleften gelendir, başkasının sözüne itibar etmeyiz. Dini selefin menheciyle almayan sapıtır, bizden değildir.” 
Evet, bizden aktarılan bu şekilde olmalıydı fakat, bu şekilde aktarsa hakkı söylediğimiz ortaya çıkardı. Lakin tabloyu çirkinleştirebilmek için Ubeydullah Sırtlan’ın ufak bazı değişiklikler yapması gerekiyordu, onu yapmış.

16- “Girdiği her şehirde cemaatleri parçalayan…” Buralarda sağolsun bana övgüler dizmiş. Lakin bu övgülere ihtiyacım yok. 
Batıl ve bid’at üzere toplanmış fesat yuvalarını Allah dağıtmıştır ve bunun bir kısmında Allah beni vesile kılmışsa rabbime hamdu senalar olsun. 
Bid’at ve nifak ehline karşı Sahih dinin, selefi tevhid ve sünnet menhecinin izzetini göstermişiz ki, bâtıl ehli zavallılar bunu bir kibir olarak algılamışlar! 
Nefislerimizi temize çekmekten Allah’a sığınırız. Şüphesiz ki şahıslarımızın birçok kusurları, eksikleri, yanlışları vardır. Lakin ümmetin selefinin vahye dayalı menhecinden en ufak bir tereddüt duymuyor ve bu menhec ile bâtıl ehline karşı izzet duyuyoruz. 
Bid’at ve nifak ehlinin, halkın teveccühünü kazanmak için bu denli iftira çamurlarına bulanmalarına ve zillet içinde boğulmalarına üzülüyor, çoğunluğun nazarında değil, alemlerin rabbi katında aziz olabilme umuduyla, kınayıcıların kınamalarına aldırmıyoruz.

Ebu Muaz el-Çubukâbâdî  

Reddiyede "Muvazene (kötülüklerle beraber iyiliklerin zikredilmesi) Bid'ati

Soru: “Kişilerin tenkidinde muvazene (iyilikleri ile kötülüklerinin tartılması) denilen şeyin hükmü nedir?
Şeyh el-Elbanî rahimehullah'ın cevabı: Bugünlerde birçok kimse arasında tartışma konusu olan ve kişilerin tenkidinde muvazene denilen şey yeni bir bid’attir.
Diyorum ki: Tenkid eğer geçmişte yaşamış bir şahsın biyografisi hakkında yapılıyorsa, burada iyiliklerinin ve kötülüklerinin zikredilmesi gerekir. Ama kastedilen şey müslümanları, özellikle de kişilerin durumları hakkında bilgisi olmayan avamı, genel kabul gören birisinden sakındırmak ise onun kötü akidesi veya kötü ahlakı bunları bilmeyen halka anlatılır… O zaman bugün “muvazene” denilen bid’at getirilemez. Çünkü burada o kimsenin tam biyografisini vermek değil, nasihat amaçlanmaktadır. Sünnet ve nebevi siret derslerinden, bugün çıkarılan “muvazene” bid’atinin batıl olduğu şüphe götürmez bir şekilde bilinir. Çünkü bizler Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in hadislerinden onlarcasında, kendisi hakkında nasihat edilen kişiyle ilgili olarak kötülüklerinin zikredildiğini, insanlara o kimse hakkında nasihat ederken tam biyografisini vermenin gerekmediğini buluruz. Bu konudaki hadisler hemen şimdi hatırlayamacağım kadar çoktur.”
(Men Hamilu Rayeti’l-Cerhi ve’t-Ta’dili Fi’l-Asri’l-Hâdır adlı kasetten)

Reddiyeden Önce Nasihat Etmek Şart mıdır?

Soru: (Birisinden) sakındırma yapmadan önce (o kişiye) nasihat etmek şart mıdır? Bazıları bunu şart koşuyor ve reddiyenin basılmasından önce bir nüshasının, incelemesi için reddedilen kişiye ulaştırılmasının gerektiğini söylüyor. Ve diyor ki: “Şüphesiz selefin menheci budur”
Şeyh el-Elbani rahimehullah'ın cevabı: Bu şart değildir. Lakin imkan varsa ve bu üslup ile meseleyi insanlar arasında yaymadan yakınlık sağlanması umuluyorsa şüphesiz bu iyi bir şeydir. Ama öncelikle bunu bir şart kılmamalıyız. İkinci olarak; bunu genel bir şart kılmamız, mutlak olarak hikmetten değildir. Hepinizin bildiği gibi insanlar altın ve gümüş madenleri gibidir. Onlardan kimisini bizimle beraber menhec üzerinde bilirsin. En azından senin bakış açına göre nasihat kabul eder ve hatasını yaymadan ona yazarsın. Bu iyi bir şeydir. Lakin şart değildir. Hatta şayet şart olsaydı, bu güç yetirilemeyen bir iş olurdu. Onun adresini nereden bulacaksın? Nasıl göndereceksin? Sonra ondan bir cevap gelecek mi, gelmeyecek mi? Bunlar tamamen zannî meselelerdir. Bu şartın yerine gelmesi gerçekten çok zordur. Bu yüzden bu mesele şart koşulamaz.
(Silsiletu’l-Hedyi ve’n-Nur no: 638, el-Muvazene fi’n-Nakd adlı kaset)

12 Temmuz 2018 Perşembe

Çocuk Oyuncakları ve Televizyon Suretlerinin Hükmü

Şeyh el-Elbani rahimehullah'ın Avustralya Fetvalarından tercüme eden: Ebu Muaz
Soru: Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem: “İçinde köpek, suret (ruh taşıyan canlı resmi) veya timsal (heykel, biblo vs.) bulunan eve melekler girmez” buyurmuştur. Buradaki suret kelimesinin kapsamına televizyondaki suretler ve küçük çocukların oyuncakları da girer mi?”
Cevap: Televizyondaki suret sabitse bu kapsamda olduğunda şüphe etmeyiz. Burada bazı işler, bazı hareketler ve televizyon vasıtasıyla gördüğümüz buna benzer şeyler olabilir. Lakin bu manzarayı görüntülemek ve bir kasete kaydedip sonra yayınlamak durumunda bu suretlerle fotoğraf suretleri ve benzerleri arasında bir fark olmaz. Çünkü bunların hepsine de lugat ve örf gereği olarak “suret” denilir. O zaman bütün çeşitleriyle bu suretler ve yeni çıkan meseleler Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’in suret yapanlarla ilgili olarak söylediği:
كُلُّ مُصَوِّرٍ فِي النَّارِ
Her musavvir (suret yapan) ateştedir[1] hadisinin genel kapsamına girer.
Yine şu hadisin de genel kapsamına girer:
لَا تَدْخُلُ الْمَلَائِكَةُ بَيْتًا فِيهِ صُورَةٌ وَلَا كَلْبٌ
İçinde suret ve köpek bulunan bir eve melekler girmezler.”[2]
Genel kapsamlı olan bu iki hadis, suretler hangi vesileyle yapmış olursa olsunlar, bütün suret yapanları ve hangi vesileyle yapılmış olursa olsun bütün suretleri kapsar. Değerlendirme bakımından böyledir.
Düşünce bakımından ise – inşaallah hepiniz biliyorsunuz – hikmet sahibi din koyucu, bir şeyi haram kıldığı zaman bunu etkili bir hikmetle haram kılar. Nitekim bazıları için bu hikmet ortaya çıkmış, birçok kimseye ise gizli kalmıştır. İlim ehli katında bilinmektedir ki Allah Azze ve Celle suret yapmayı haram kıldığında, suret edinmeyi de haram kılmıştır. Muhakkak ki bu, açıkça ortada olan iki etkili hikmetten dolayı haram kılınmıştır:
Birinci hikmet: İnsanlar ile onların şirke düşmelerinin arasındaki vesilelerin önünün kapanmasıdır. Nitekim Nuh aleyhi's-selâm’ın kavmi, kendisinin ismiyle anılan suredeki kıssada anlatıldığı gibi bu şirke düşmüşlerdir. Rabbimiz Azze ve Celle onların Nuh aleyhi's-selâm’ın kendilerine yalnızca Allah’a ibadet etmelerini emretmesi karşısındaki konumlarını anlatarak, onların kendi aralarında birbirlerine şöyle nasihat ettiklerini bildirmiştir:
وَقَالُوا لَا تَذَرُنَّ آلِهَتَكُمْ وَلَا تَذَرُنَّ وَدًّا وَلَا سُوَاعًا وَلَا يَغُوثَ وَيَعُوقَ وَنَسْرًا
Ve dediler ki: Sakın ilâhlarınızı terk etmeyin. Vedd'i, Suvâ'ı, Yağûs'u, Ya'ûk'u ve Nesr'i bırakmayın.” (Nuh 23)
Bu ayetin tefsiri hakkında Buhari’nin Sahih’inde, İbn Cerir et-Taberî’nin Tefsir’inde, İbn Kesir’in Tefsir’inde ve daha başka selefî kaynaklarda şöyle gelmiştir: “Nuh aleyhi's-selâm’ın kavminin şirke düşmelerinin ve Allah Azze ve Celle’den başkasına ibadet etmelerinin sebebi; ancak kavimlerinin salihlerine meşrû olana aykırı bir tazimde bulunmaları olmuştur.
Az önce kaynaklarından bir kısmını zikrettiğimiz bu rivayette şöyle denilir: “Geçen ayette zikredilen bu beş isim, Allah’ın salih kulları idiler. Onlar öldüklerinde şeytan onlara, bu kimseler için evlerinin avlularında kabirlerini yapmalarını vahyetti.
O beş kişi, Allah’ın salih kulları idiler. Öldükleri zaman Şeytan onların kavmine evlerinin avlularına defnetmelerini emretti. İnsanların genelinin defnedildikleri kabristanlara defnetmediler. Bu yüzden genel meydanlara onları hatırlatacak heykeller dikmeyi düşünmeye başladılar. Maalesef bu zamanda bazı İslam ülkelerinde de bu durum yaygınlaşmıştır.
Onlar, şeytanın vahyine icabet ettiler ve evlerinin avlularına onları defnettiler. Şeytan biz süre onları kendi hallerine bıraktı. Tâ ki ikinci bir nesil geldi. Bu nesil, babalarının ziyaret kastıyla – yahut bugün bazı dervişler tarafından “teberrük” denilen maksatla - bu kabirlere gidip geldiklerini gördüler. Şeytan onlara da bu kabirlerin bu mekânlarda kaldıkları takdirde sel ve afetlere maruz kalacağını, bunun neticesinde eskiyip izlerinin kaybolacağını vahyetti ve onlara dedi ki: “Bildiğiniz gibi bunlar salih insanlardır. Onların izleri ebedî olarak kalıcı olmalıdır.” Onlar: “O zaman ne yapalım?” dediler.
Şeytan dedi ki: “Onlar için sanemler – heykeller – oyun.” Bunun üzerine bu davete uydular ve bu heykelleri bir mekâna koydular. İnsanlar bu mekâna gidip gelmeye başladılar. Sonra üçüncü bir nesil geldi. Şeytan son olarak onlara da şöyle vahyetti: “Bu mekâna konulmaya layık olanlar ancak salih oluşları ve konumları sebebiyle yüceltilmeyi hak eden kimselerdir.”[3]
Böylece heykeller yoluyla Allah Azze ve Celle dışında bir de bunlara ibadet edilmeye başladı. Bu Allah Azze ve Celle’nin ister gölgeli olsun, ister gölgesiz olsun fark etmez bütün suretleri haram kılmasının hikmetlerinden biri olmuştur.
Bu açık ilk hikmet, Nuh kavminin, Nuh aleyhi's-selâm ile olan kıssasındandır.
İkinci Hikmet: Bu, rivayet açısından daha kuvvetlidir. Dikkat edin, bu hikmet; Sahihu’l-Buhari’de geldiği gibi; Allah Azze ve Celle’nin yaratmasına benzemektir:
Nebî sallallahu aleyhi ve sellem bir yolculuktan döndüğünde Aişe radıyallahu anha’nın yanına girmek istedi. Orada asılı bir perdenin üzerinde suretler olduğu için içeri girmedi ve odanın dışında durdu. Aişe radıyallahu anha hemen O’na doğru gelerek: “Ey Allah’ın rasulü! Eğer bir günah işlediysem Allah’tan bağışlanma dilerim” dedi. Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem: “Bu suretler nedir?” diye sordu. O da: “Senin için – yani sana karşı onu süslemek için – almıştım” dedi. Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
أَشَدُّ النَّاسِ عَذَابًا يَوْمَ القِيَامَةِ الَّذِينَ يُضَاهُونَ بِخَلْقِ اللَّهِ
Muhakkak ki kıyamet gününde insanların en şiddetli azap görecek olanları, Allah’ın yaratmasına benzeşen şu suretleri yapanlardır.”[4]
O halde suret yapmanın haram kılınmasının sebeplerinden birisi, suret yapan kimsenin Allah Azze ve Celle’ye yaratma hususunda benzemesidir.
Burada modern bir nokta vardır, o da şudur: Fakih geçinenlerin çoğu – fakihler demiyorum – bu zamanda fotoğraf makinalarıyla – kamera ve video gibi – çekilen resimlerin Allah’ın yaratmasına benzeşmek olmadığını iddia ediyorlar. Bilakis bunun Allah’ın yarattığı kevnî sebeplere tutunmak olduğunu ve bu suretleri Allah’ın insanlara boyun eğdirdiğini söylüyorlar. Hatta bazıları hayale, bâtıl konuşmalara ve kelama dalarak şöyle diyorlar: “Bu kameralar suret yapmıyor, sureti yapan; gölgeyi hapseden Allah’ın kendisidir.”
Bu, basiret sahibi olan hiç kimseye gizli kalmayan, gerçekten garip bir büyüklenmedir. Çünkü bu mesele, tasvir (suret yapma) meselesidir. Şayet, eski ressamların resim yapmak için kaleme, fırçaya ve boyaya ihtiyaçları olmaması sebebiyle, bu cihazı üretenlerin sarf ettikleri çabalara göz yumacak olursak, kamera kullanan sadece bir düğmeye basmakla suret yapmaktadır!
Diyorum ki: Subhanallah! Bu gerçekten garip bir büyüklenmedir!
Kamera denilen bu cihaz terk edilecek olsa senelerce hiçbir şeyin sureti yapılmazdı. Öncelikle bu cihaz resmi çekilmek istenen hedefe çevrilir, sonra düğmeye basılır. Nasıl olur da bu suret yapmıyor denilir?
Bu gerçekten garip bir büyüklenmedir. Lakin onlar bu modern vesilelerin benzetme olmadığını söylemektedirler. Hakikatte ise bu cihazlarla yapılan suret ile Allah’ın yarattığına benzetme, önceden fırça veya oyma ile yapılan resimlerden daha fazla söz konusudur. Önceki ve sonraki âlimler cisimli suretlerin – yani heykel şeklindeki putların – haram oluşunda ittifak ettiklerinde, bunun sebebi onun sadece cisimli ve gölgeli olması değildi. Lakin burada her açıdan Allah’ın yarattığına benzeme söz konusu değil midir?
Mesele çok açıktır. Bu put/heykeller sadece bir taş parçası idi. Görünüşte Allah Azze ve Celle’nin yarattığı bir insana benziyordu. Lakin iç yüzü, Allah Azze ve Celle’nin yaratıp düzenlediği insanın iç yüzüne benzeyen bir şey yoktur.
Öyleyse benzeme yalnızca görünüşte ortaya çıkmaktadır. Cisimli olması ile perde üzerinde veya duvar üzerinde yahut kâğıt üzerinde yapılmış olması arasında fark yoktur.
Böylece yaşadığımız durumdan anlaşılıyor ki, bazılarından işittiğimiz bu asrın hükümlerinde İbn Hazm ez-Zahiri’nin mezhebi olan Zahirî mezhebinin tavrını görüyoruz. İbn Hazm’ın aşırılığı ve nasların zahirine tutunması darb-ı mesel olmuştur. Nitekim şöyle denilir: “Çocuğunu yitirmiş, gülüyor”
Biz şu an – bu asırda – bu eski Zahirîliğin benzerine düşmüşüz ve modern Zahirîlik yaşıyoruz. Neden?
Çünkü haram kılınan şeyin sadece heykel şeklinde olan, sesini işitmediğimiz, dudak hareketini, göz kırpmasını göremediğimiz put olduğu söyleniyor. Bunda Allah’ın yarattığına benzetmek vardır!
Bu Zahirilik, İbn Hazmın sarıldığı Zahiri’likten daha derindir.. İş o duruma gelmiştir ki, İbn Hazm:
إِنَّ رَسُولَ اللَّهِ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ نَهَى أَنْ يُبَالَ فِي الْمَاءِ الرَّاكِدِ
“Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem durgun suya bevletmekten yasakladı”[5] hadisine karşı bu hadisin arapça lafzına tutunmuş, Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’in durgun suya bevletmekten yasakladığını, dolayısıyla boş bir kaba bevl edip sonra bunu o kaptan durgun suya boşaltanın bu yasağın kapsamına girmediğini, bunun caiz olduğunu söylemiştir.
Subhanallah! Fazileti ve ilmine rağmen böyle demiştir. O gerçekten faziletli bir kimsedir. Lakin Subhanallah! Allah Azze ve Celle ancak nebî ve rasullerini masum kılmıştır.
İbn Hazm hakkında daha başka örnekler de vardır.
Mesela Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem bakire kızın evlenme hususunda kendisinden izin istenilmesini söylemiş ve:
وَإِذْنُهَا صُمَاتُهَا
Onun izni susmasıdır[6] buyurmuştur.
Bu, hikmet sahibi din koyucunun bakire kızlara son derece bir lütfudur. Geçmiş zamanlarda bakire kızlar çekingen davranırlardı.
Ama bugün baba, kızına: “Falan seni istiyor” dediği zaman: “Hayır istemiyorum” diyor, hatta “ben falanı istiyorum” diye açıkça söylüyor.
Rabbimiz Azze ve Celle nebisi sallallahu aleyhi ve sellem’e, bakire kızdan izin istenilmesi halinde – hayâsından dolayı – susması hakkında bunun yeterli olduğunu vahyetmiştir.
Peki İbn Hazm bu hadisi nasıl anlıyor? Diyor ki: “Onun izni susmasıdır” buyrulmuştur. O halde “Razı oldum” derse nikâhı kıyılmaz. Susması gerekir”! Zahirilik! Bu teşrîdeki gaye ve hedefi değerlendirmiyor!
Durgun suya bevletmenin yasaklanmış olduğu açıktır. Bu, durgun suyun muhafazası içindir. Suya doğrudan bevletmek ile idrarı bir kaptan suya boşaltmak arasında ne fark vardır?
Bizim burada, Dımeşk’te “Alik” adında bir nehir vardır. Atıklar oraya atılır. Bu kirli su, semadan inen saf göl suyuna ulaştığında, necaseti doğrudan ona dökmekle, bu vasıtayla dökmek arasında fark yoktur.
Özetle: Şu an bu modern Zahirî’liği yaşıyoruz. Keski ile günlerce yontulan put haramdır!
Onlardan birine – yani kamerayla suret yapmanın caiz olduğunu, çünkü bunun o zamanlar mevcut olmayan bir vesile olduğunu, sonra bu suretlerin öncekiler gibi olmadığını savunan birine – şöyle dedim: Bu gün bir düğmeye basarak makineleri çalıştıran ve onlarca, hatta yüzlerce durgun heykel çıkaran kimseye ne dersin, bu caiz midir? O da: hayır dedi.
Dedim ki: Lakin bu da diğeri gibidir. Bu vesile de o zamanlar yoktu. Heykelde de bu vesile mevcuttur. Aynı şekilde bu suretlerde de bu vesile bulunmaktadır. Vesileye değil, gayeye itibar edilir. Vacibin ancak kendisiyle yerine getirildiği şey de vaciptir. Haramın ancak kendisiyle yerine getirildiği şey de haramdır. Bunlar kaidelerdir. Keski ile yontulan heykel veya makinalarla bir anda üretilen heykel sonuç bakımından aynıdır. Durgun suya doğrudan bevletmek ile başka bir vasıta ile suya idrar dökmek de aynı sonucu verir.
Öyleyse vesileleri farklı olan, eskiden bilinen vesilelerle elde edilen suretler ile bütün bu suretlerin ismi surettir ve
لَا تَدْخُلُ الْمَلَائِكَةُ بَيْتًا فِيهِ صُورَةٌ
Melekler, içinde suret bulunan bir eve girmezler” hadisinin kapsamına girerler. Bu suretleri modern cihazlarla yapanlar da musavvirlerdir ve hepsi de ateştedir. Nitekim Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem:
كُلُّ مُصَوِّرٍ فِي النَّارِ
Her suret yapan ateştedir” buyurmuştur.
Yine şöyle buyurmuştur:
وَلَعَنَ المُصَوِّرِينَ
Allah suret yapanlara lanet etmiştir.”[7]
يُقَالُ لَهُمْ: أَحْيُوا مَا خَلَقْتُمْ
“Onlara “Yarattıklarınıza can verin” denilecektir.”[8]
Bunun hakikatini anladıysak, video suretlerinin de bu şekilde olduğunu anlamış oluruz.


[1] Muslim (2110) İbn Abbas radıyallahu anhuma’dan.
[2] Buhari (3226, 3227) Muslim (2106)
[3] Buhari (4920)
[4] Buhari (5954) Muslim (2107)
[5] Muslim (281)
[6] Buhari (6971) Muslim (1421)
[7] Buhari (5347)
[8] Buhari (5951) Muslim (2107)

Meclislerin Keffareti

Meclislerin Keffareti
"Subhâneka'llâhumme ve bihamdik ve eşhedu en lâ ilâhe illâ ente estağfiruke ve etûbu ileyk" (Taberani 10/164, el-Elbânî Sahîhu'l-Câmi (4487)