Sözlerin en doğrusu Allah'ın kelamı, yolların en hayırlısı Muhammed Aleyhisselam'ın yoludur. Dinde her sonradan çıkarılan şey bidattir.Her bidat sapıklıktır ve her sapıklık da cehennemdedir (Muslim no: 867)

Duâ

Duâ

Daru's-Sunne Neşidler

27 Aralık 2013 Cuma

Sapıklığı Taklid Edenin Mazur Olduğu Hakkında İcma İddiasının Reddi



Abdullah b. Abdilhamid (Abdullah Yolcu) adlı bir saptırıcı, İman kitabında şöyle iddia etmektedir: “Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat imamlarının cumhuru hücceti anlamaktan, düşünmekten ve delil çıkarmaktan aciz olan avam için akide ve ahkamda taklidi caiz, alim kimse için veya araştırabilen ve delil çıkarabilen kimseye ise haram görmüşlerdir.  Meselede içtihat ettiğinde hakkı ortaya çıkarabilen kimsenin akide veya ahkâmda başkasını taklid etmesini caiz görmemişlerdir. Zira taklidi ve taklidcileri kınayan deliller gelmiştir. Yine taklidin tekfirin manilerinden olduğu hususunda ittifak etmişlerdir. Zira taklid eden cahil, delili veya hucceti anlamaz. Onun basireti ve fıkhı yoktur. Kendisine hüccet ikame edilip öğretilinceye kadar o mazurdur.”

Bu hususta mutlak olarak icma etmemişlerdir. Bilakis taklit eden kimsenin tekfiri hususunda İbn Kayyım rahimehullah’ın Tariku’l-Hicreteyn’de genişçe açıkladığı gibi ayrıntı vardır. İbn Kayyım rahimehullah Tariku’l-Hicreteyn’de (s.411) şöyle der:
“Şüphesiz kafir; gerek inat olarak, gerek cahillikle ve inat ehlini taklid ederek Allah’ın birliğini inkar eden ve O’nun rasulünü yalanlayan kimsedir.
Bunlar her ne kadar inatçı olmasalar da, inatçı olanlara tabi olmuşlardır. Allah Teâlâ Kur’ân’da birçok yerde kendilerinden önceki kâfirleri taklid edenlerin azaba uğrayacağını haber vermiştir. Tabi olanlar, tabi oldukları kimselerle beraber azap görecekler, onlar cehennemde tartışacaklar, tabi olanlar şöyle diyeceklerdir: “Nihayet hepsi orada biraraya gelince, sonrakiler, evvelkiler hakkında şöyle der: "Rabbımız! Bizi saptıranlar işte bunlar. Onlara ateşten bir kat daha fazla azâb ver." (Allah da onlara şöyle) buyurur: "Herkes için bir kat fazla azâb var; fakat siz bilmezsiniz.” (Araf 38)
Cehennem ehlinin cehennemdeki münâkaşalannı kavmine hatırlat birbirleriyle münakaşa ederlerken zayıf olanlar, kibirlenenlere derler ki: "Biz dünyada iken size tâbi idik. Şimdi ateşin bir kısmını bizden savabilir misiniz"? Büyüklük taslayanlar da şöyle derler: "Biz, hepimiz onun içindeyiz. Allah, şüphesiz kulları arasında hükmünü vermiştir" (Mu’min 47-48)
Oysa o zâlimlerin, Rablarının huzurunda durmuş, suçu birbirlerine atıp durduklarını bir görsen.. Dünyada iken zayıf görülenler, büyüklük taslayanlara derler ki: "Eğer siz olmasaydınız, biz mutlaka mü'min kimseler olacaktık." Büyüklük taslayanlar da, zayıf görülenlere şöyle derler: "Size hidayet geldikten sonra, sizin hidayete ermenize biz mi engel olduk? Hayır, siz zaten suçlu kimseler idiniz." Zayıf görülenler ise, büyüklük taslayanlara derler ki: "Hayır, gece gündüz dolap kurar, bize Allah'ı inkâr etmemizi ve O'na ortaklar koşmamızı emrederdiniz." Azabı görünce hepsi de pişmanlıklarını gizlerler. Fakat biz, inkâr edenlerin boyunlarına ateşten halkalar takarız. İşlemiş olduklarından başka bir şeyle mi cezalandırılacaklardı?” (Sebe 31-33)
Allah Teâlâ bu ayetle uyararak, tabi olunanlarla birlikte tabi olanların da azapta ortak olduklarını haber vermektedir. Bunların taklid ediyor olmaları, onlara hiçbir fayda sağlamamıştır. Bundan daha açığı Allah Teâlâ’nın şu ayetidir: “(Yine o zaman) peşlerinden gidilenler, azabı görüp peşlerinden gelenlerden kaçıp kurtulmuşlar; kendileriyle aralarındaki münasebetler kesilmiş... Ve peşlerinden gidenler, "keşke bizim için dünyaya bir defa daha dönüş olsaydı da, onların bizden kaçıp kurtuldukları gibi biz de onlardan kurtulsaydık" derler... İşte Allah onlara amellerini, üzerlerine yığılmış pişmanlıklar halinde böyle gösterecektir. Fakat onlar ateşten çıkacak değillerdir.” (Bakara 166-167)
Nebî sallallahu aleyhi ve sellem’den sahih olarak gelen bir hadiste şöyle buyurmuştur: “Her kim bir sapıklığa davet ederse, ona tabi olanların günahlarının aynısı kendisine de yazılır. Tabi olanların günahlarından bir şey de eksiltilmez.” (Muslim 2674)
Bu hadis, tabi olanların küfürlerinin sadece tabi olmaktan ve taklid etmekten kaynaklandığını göstermektedir.
Evet burada, işkâli / problemi ortadan kaldıracak şekilde bu meseleyi açıklamamız gerekir. Şöyle ki:  Hakkı bilme ve tanıma imkânı varken bundan yüz çevirerek taklide devam eden bir mukallid ile, hiçbir şekilde böyle bir imkânı olmamış bir mukallid arasında elbette büyük bir fark vardır. Hiç şüphesiz ki insanlık âleminde bu kısımların ikisi de mevcuttur. 
 İmkânı olduğu halde yüz çeviren mukallid, kendisine farz olan şeyi terk etmekle kusurlu davranmış olup; Allah katında herhangi bir mazereti yoktur. Fakat sorup öğrenmekten âciz olan ve hiçbir şekilde hakkı öğrenme imkânı bulunmayan kimselere gelince: bunlar da iki kısma ayrılırlar:
1. Hidâyeti irade eden, onu tercih eden ve onu seven fakat onu bulmaya güç yetirmeyen ve kendisini hidâyete irşâd edecek herhangi bir kimseyi bulamayanlar. Muhakkak ki bunların hükmü, fetret döneminde yaşayanlarla davetin ulaşmadığı kimselerin hükmü gibidir.
2. Kısım: Haktan yüz çeviren ve onu irade etmeyen, üzerinde bulunduğu dinden başkasını da hiçbir şekilde nefsine telkin etmeyen kimselerdir.
Birinci kısımdakiler şöyle derler:  "Ya Rabbi! Eğer üzerinde bulunduğumdan daha hayırlı bir dininin olduğunu bilsem, hemen onu din edinirim ve üzerinde bulunduğum dini terk ederim. Ancak ben üzerinde bulunduğum dinden daha hayırlısını bilmiyor ve bundan başka daha iyi bir dine girmeye güç ve imkân da bulamıyorum. Zira benim bütün bilgim ve gücüm bu kadardır."
İkinci kısımdakiler ise: üzerinde bulundukları dine razı olmuş, asla başka bir dini ona tercih etmek istemeyen ve nefsi için başka bir dini arzulamayan kimselerdir. İşte böyle kimselerin âciz olmalarıyla güç yetirmeleri halleri arasında pek bir fark yoktur.
İşte bu iki kısımda bulunanlar da âcizdir. Fakat bu ikinci kısımdakileri diğerlerine ilhak etmek/onlar gibi kabul etmek mümkün değildir. Çünkü aralarında çok açık bir fark vardır. Şöyle ki:
Birinci kısımdakiler; fetret döneminde hak dini arayan fakat bulamayan, bütün gücünü sarf ettikten sonra cehalet ve acizliğinden dolayı hak dine giremeyen kimseler gibidirler.
İkinci kısımdakiler ise; hak dini hiç aramayan ve şirk üzere ölen kimseler gibidirler. Zâten arasalardı da onu bulmaktan âciz kalacaklardı.
Muhakkak ki arayıp bulamayanın acizliği ile, aramadan yüz çevirenin acizliği arasında büyük bir fark mevcuttur. Bu noktayı iyice düşünmelisin!
Allah Teâlâ, hikmet ve adaletiyle kıyamet gününde kulları arasında hükmedecek ve Rasûllerle aleyhlerine hüccetin kâim olduğu kimselerden başkasına kesinlikle azap etmeyecektir. Genel olarak yaratılmışlar / insan ve cinler hakkında kesin olan hüküm bu şekildedir. Ancak falan filan şahısların aleyhine bizzat hüccet kâim olmuş mu, olmamış mı?
İşte bu hususta Allah ile kulları arasına girip bir hüküm vermek mümkün değildir.
Bilâkis kul için farz olan, İslâm dini dışındaki herhangi bir dini kabul eden (İslam dinine bağlı olmayan) herkesin kâfir olduğuna, Allah Subhanehû ve Teâlâ'nın, Rasûlle hüccet kaim olmadan hiç kimseye azap etmeyeceğine inanmasıdır.
Bu genel hüküm olup, ta'yin ise, Allah'ın ilim ve hükmüne havale edilmelidir. Bu hüküm, ceza ve mükâfat hususunda geçerlidir.
Dünyevî hükümlere (dünyada tatbik edilen hükümlere) gelince: bu husus zahire göre cereyan eder: kâfirlerin çocuk ve delileri, dünyevi hükümler bakımından kâfir kabul edilir ve onlara da velilerine uygulanan hükümler uygulanır.
İşte bu yapılan tafsilatta, bu meseledeki problemde ortadan kalkmış oldu.
Bu mesele dört esasa mebnidir:
1. Esas: Allah Subhanehû ve Teâlâ hiç kimseye, aleyhine hüccet kâim olmadan azap etmeyecektir. Bu konuda bâzı âyeti kerimeler şöyledir:
"... Biz, bir peygamber göndermedikçe (hiçbir kavme) azap edici değiliz." (İsrâ, 15)
"(Biz) Rasûlleri, (rahmetle) müjdeleyici ve (azaba karşı) uyarıcı olarak (gönderdik) ki, (bu) Rasûllerden sonra insanların Allah'a karşı hiçbir hüccet/delil (ve bahane)leri olmasın diye..." (Nisa, 165)
"... (inkarcılardan) her bir topluluk içine atıldıkça, onun bekçileri, kendilerine sorarlar: "Size (bunu haber veren) hiçbir uyarıcı (peygamber) gelmedi mi?" (onlar): "Evet" derler, doğrusu bize (bu azabı haber veren) bir uyarıcı geldi. Fakat biz yalanladık ve: "Allah, hiçbir şey indirmemiştir. Siz ancak büyük bir şaşkınlığın içindesiniz" dedik." (Mülk, 8-9)
"Böylece günâhlarını itiraf ederler. (Bırak) artık, o çılgın alevli ateş ehli, (Allah'ın rahmetinden) uzak olsun!" (Mülk, 11)
"Ey cin ve insan topluluğu, içinizden size âyetlerimi nakleden ve (kıyamette) bugününüze kavuşmak hususunda sizi uyaran peygamberler gelmedi mi? Onlar: "(Kabahat bizde, biz) kendi aleyhimize şahidiz" derler. İşte dünya hayat onları aldattı; hakikaten onlar inkârcı olduklarına kendi aleyhlerine şahitlik ettiler." (En'âm, 130)
Kur'ân-ı Kerim'de daha bunlar gibi birçok âyet-i kerime mevcuttur. Bu âyetler, ancak kendilerine Rasûl'ün geldiği ve aleyhlerine hüccetin kâim olduğu kimselerin azap edilebileceğini göstermektedir. İşte günahlarını itiraf eden günahkârlar da bunlardır.
Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:  "Biz onlara zulmetmedik fakat onlar kendileri (küfre sapmakla) zâlim oldular." (Zuhrûf, 76)
Bu âyet-i kerimede geçen zâlim, Rasûl'ün getirdiği şeyleri bilen veya herhangi bir şekilde bilme imkânı olan fakat yine de iman etmeyen kimselerdir. Ancak hiçbir şekilde Rasûl'ün getirdiklerini bilme imkânı olmayan ve bu hususta tamamen âciz olan kimsenin "zâlim" olduğu nasıl söylenebilir?
2. Esas: Azaba müstahak olmanın iki sebebi vardır:
- Birincisi; gelen delilden yüz çevirmek, onu irade edip aramamak ve onun gereklerini yerine getirmemektir.
- İkincisi ise; onun gereklerini yerine getirmeyi irade etmemek ve kâim olduktan sonra ona karşı çıkıp inat etmektir.
- Bunlardan birincisi; yüz çevirme küfrü,
- İkincisi ise, inat küfrüdür.
Cehaletten kaynaklanan küfre gelince; bu, hüccetin kâim olmaması ve onu bilme imkânının olmayışı hâlinde meydana gelen bir küfür çeşididir. İşte Rasûllerin gönderilmeleriyle hüccet kâim olana kadar Allah'ın azap etmeyeceğini belirttiği kimseler bunlardır.
3. Esas: Şüphesiz ki hüccetin kâim olması, mekân, zaman ve şahısların değişmesiyle değişir. Nitekim Allah Teâlâ'nın hücceti belli bir zamanda kâfirlerin aleyhine kâim olurken, başka bir zamanda kâim olmaz; bir mekân ve bölgede kâim olurken, diğerinde olmaz. Aynı şekilde bâzı şahıslara karşı kâim olurken, diğer bâzılarına karşı kâim olmaz.
Örneğin çocuk ve deli gibi akılları ve temyiz güçleri olmayanlara karşı hüccet kâim olmaz. Aynı şekilde kendilerine yöneltilen hitabı anlamayan ve o hitabı kendilerine terceme edecek bir mütercim bulamayanlar da böyledir...
Bunlar, hiçbir şey işitmeyen ve anlama imkânı olmayan sağır konumundadırlar ki, kıyamet gününde Allah'a karşı hüccet getiren dört kişiden biri de odur. Nitekim bu, Esved, Ebû Hüreyre ve diğerlerinin hadislerinde geçmiştir.

24 Aralık 2013 Salı

Derneklerden Uzak Durulması Gerekir


Selamî el-Cezairî’nin sorusu: “Bizler Bû Seâde bölgesinde bulunan gençler topluluğuyuz. Değerli Şeyh’ten; Yetkililer karşısında resmî belge bulunması ve bu sayede Selefî davete imkan sağlanması, ilmî devreler ve faydalı dersler gibi davet ve talim hususunda yararlanabileceğimiz hayır derneği kurmanın hükmünü öğrenmek istiyoruz. Siyasetten uzak olduğunu bildiğimiz ve bu bölgede ihtiyaç duyulan bu dernek hakkında ne dersiniz?
Şeyh Yahya el-Hacurî’nin cevabı: Size derneklerden uzak durmanızı nasihat ederim. Çünkü derneklerde dîne aykırılık vardır ve bunda bereket yoktur.
Fetva tarihi: 30.04.2010 link: http://www.sh-yahia.net/show_fatawa_189.html

11 Aralık 2013 Çarşamba

Hak ile Batıl Arasında Ayrım Yapmanın Zorunluluğu

İbn Ömer radıyallahu anhuma’dan: Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
مَثَلُ الْمُنَافِقِ فِي أُمَّتِي كَمَثَلِ الشَّاةِ الْعَايِرَةِ بَيْنَ الْغَنَمَيْنِ تَصِيرُ إِلَى هَذِهِ مَرَّةً , وَإِلَى هَذِهِ مَرَّةً , لَا تَدْرِي أَيُّهَا تَتْبَعُ
Ümmetimde münafığın misali, iki koyun sürüsü arasında kalan, bazen şuna bazen buna katılan, hangisine tabi olacağını bilemeyen koyunun misali gibidir.” (Muslim (2784) İbn Hibban (264) Ahmed (2/47, 68, 82, 88, 102, 143) İbn Batta, el-İbane (2/457 no:431)
 
İbrahim b. Nasr şöyle demiştir: “Fudayl b. Iyad rahimehullah’ın şöyle dediğini işittim: “İçerisinde hak ile batıl, mümin ile kafir, güvenilir ile hâin, cahil ile alim arasında ayrım yapmayan, iyiliği iyi görmeyen ve kötülüğe karşı çıkmayan insanlara şahit olacağın bir zamanda kalsan ne yaparsın?”
İbn Batta dedi ki: “Biz Allah’a aidiz ve O’na dönücüleriz. Muhakkak ki buna ulaştık, bunların çoğunu işittik, öğrendik ve şahit olduk. Şayet Allah’ın kendisine sahih bir akıl ve güçlü bir basiret bağışladığı kimse, İslam’ın ve müslümanların hali ile doğru yolu tutan müslümanların halini iyice düşünse ve tekrar tekrar tefekkür etse, insanların topukları üzerinde geri döndüklerini, arkalarını dönerek gittiklerini, doğru yoldan yüz çevirdiklerini, sahih delilden saptıklarını açıkça görürdü. Nitekim insanların çoğu daha önce çirkin gördüklerini güzel görmeye, daha önce haram saydıklarını helal saymaya, daha önce karşı çıktıklarını uygun bulmaya başlamışlardır. Allah size rahmet etsin, bu müslümanların ahlakı değildir. Bu dinde basiret üzere olan, iman ve yakîn ehli olan kimseler bunları yapamaz.” (İbn Batta, el-İbane (1/188 no:24)
Mubeşşir b. İsmail el-Halebî dedi ki: “el-Evzaî’ye: “Bir adam: “Ben sünnet ehliyle de, bid’at ehliyle de otururum” diyor” denildi. El-Evzaî dedi ki: “Bu adam hak ile batılı eşitlemek istiyor.”
İbn Batta dedi ki: “el-Evzaî doğru söylemiştir. Ben derim ki; bu adam hakkı batıldan, küfrü imandan ayıramaz. Bunun gibiler hakkında ayet inmiş ve el-Mustafa sallallahu aleyhi ve sellem’den sünnet gelmiştir. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: “İman edenlerle karşılaştıkları zaman “iman ettik” derler. Şeytanlarıyla başbaşa kaldıklarında ise “Biz sizinle beraberiz” derler.” (Bakara 14)" (İbn Batta, el-İbane (2/456 no: 430)



 
 

5 Aralık 2013 Perşembe

Kokan Et ve İslamoğlu’nun Kelamcılığı

Son günlerin moda tagutu M. İslamoğlu, "Kur’an’ın Mahlûk olduğu" şeklindeki habis akidesini önceleri işaret ederek dikte ederken, “Ağlamaktan Sorumlu Bakan(!)” olduğu söylenen, duygusal bir bakanın yağlamalarından süzdüğü gazla olsa gerek, alenî bir şekilde darazlanmalarını ilan etmeye başladı. Hani seleften bir imam; “Bir hadisçi gördüğüm zaman sanki Nebî sallallahu aleyhi ve sellem’i görmüş gibi mutlu oluyorum” diyor ya,  M. İslamoğlu da “Bir hadisçi gördüğünde sanki Nebî sallallahu aleyhi ve sellem’i görmüş gibi kuduran” bir edayla Ehl-i Hadise ve hadislere saldırmaya başladı. Pembe janjanlarla süslemek suretiyle paşa lokumlarını(!) duygusal fanatiklerine yedire dursun, bizler de bakar körlerin yücelttiği her liyakatsizi Allah’ın alçaltacağı günü beklemekteyiz.
Hadisleri Kur’ân’a arz ederek sıhhat ya da zayıflığını belirleyebileceğini iddia eden İzlamoğlu, “İsrailoğulları olmasaydı et kokmazdı” (Buhari 3330, 3399, Muslim 1470) hadisini Kur’an’a arz ettiğini ve bu hadisin sınıfta kaldığını söylüyor. Sonra da Buhari’nin ve dolayısıyla hadis ehlinin sıhhat belirleme metodunun çürük olduğu tezini temellendirmek için “Bu hadisin Sahihu Buhari’de ne işi var? Et kokar, sünnetullah böyledir, İsrailoğullarından önce de et kokardı” diyor.
Öncelikle görülmektedir ki Allah Azze ve Celle İzlamoğlu’nun kalbini kör etmiş, ne hadisi doğru anlamış, ne de arz ettiği Kur’ân’ı anlamış!
Zira İzlamoğlu’nun bu yüzeysel mantığıyla anladığı mana ile hadisi anlamaya kalksak bile Kur’ân’a aykırı bir ifade değildir: Allah Azze ve Celle mealen şöyle buyurur: “İnsanların elleriyle işledikleri yüzünden karada ve denizde fesad çıkmıştır. Allah da belki yaptıklarından dönerler diye, onlardan bir kısmının cezasını onlara taddırır.” (Rum 41)
Hadisten anlaşılması gereken manaya gelince; infaktaki bereketin, imsak sebebiyle yok olmasıdır. Hadiste kastedilen et, (ki el-lahm kelimesindeki lamı ta’rif, zihnî ahid içindir) İsraioğullarına her gün rızık olarak gelen bıldırcın etidir. Onlar bu eti taze olarak yiyorlar, başkalarına da infak ediyorlardı. Cimrileşip de bu eti stokladıklarında onun bozulması ve kokması ile cezalandırıldılar. Belki de bu kötü âdeti insanlar arasında ilk başlatan onlar idi. Yahut başkalarından çok onlar bununla meşhur oldular ve sonradan gelen taklitçilerine bu kötü adette önder oldular.
Dolayısıyla bu kokma etin tabiatinden dolayı değil, İsrailoğullarının bu et hakkındaki uygulamalarından dolayı idi. Şayet onlar stoklamasalardı et bozulmayacaktı.
Allah Azze ve Celle şöyle buyurmuştur: “Bulutu üzerinize gölge yapmış, size kudret helvası ve bıldırcın indirip, "rızık olarak verdiğimiz güzel şeylerden yeyin." (demiştik).  Onlar bize zulmetmemişlerdir; fakat kendi kendilerine zulmediyorlardı.” (Bakara 57, 160)
“(Musa'nın kavmine şöyle demiştik:) "Ey israil oğulları! Sizi düşmanınızdan kurtardık. Tûr’un sağ tarafını size va'dettik; kudret helvası ve bıldırcın indirdik. Size verdiğimiz rızıkların temizlerinden yeyin; fakat bunda haddi aşmayın; aksi halde üzerinize gazabım iner; üzerine gazabımın indiği kimse ise, helak olur.” (Taha 80)
Nitekim Yahya b. Sellâm el-Kayravani, Tefsir’inde (1/270) sahih bir isnadla İbn Abbas radıyallahu anhuma’dan şöyle rivayet etmiştir:
لَوْلا بَنُو إِسْرَائِيلَ مَا خَنِزَ لَحْمٌ، وَلا أَنْتَنَ طَعَامٌ، إِنَّهُمْ لَمَّا أُمِرُوا أَنْ يَأْخُذُوا لِيَوْمِهِمِ ادَّخَرُوا مِنْ يَوْمِهِمْ لِغَدِهِمْ
“İsrailoğulları olmasaydı et bozulmaz ve yemek kokmazdı. Onlar günlük almaları emredilen şeyi ertesi günü için sakladılar.”
Aynı yerde Yahya b. Sellam,  (1/269-270) isnadıyla Katade’den şöyle rivayet etmiştir:
كَانُوا لا يَأْخُذُونَ مِنْهُ لِغَدٍ، لأَنَّهُ كَانَ يَفْسُدُ عِنْدَهُمْ وَلا يَبْقَى إِلا يَوْمَ الْجُمُعَةِ فَإِنَّهُمْ كَانُوا يَأْخُذُونَ لِيَوْمِ الْجُمُعَةِ وَالسَّبْتِ، لأَنَّهُمْ كَانُوا يَتَفَرَّغُونَ فِي السَّبْتِ لِلْعِبَادَةِ وَلا يَعْلَمُونَ شَيْئًا
“Onlar yanlarında bozulacağı için ertesi güne bir şey almazlardı. Sadece Cuma günü kalırdı. Zira onlar Cuma gününden, cumartesi günü için alırlardı. Bu sayede cumartesi gününü ibadete ayırırlar, o gün bir şeye çalışmazlardı.”

Özetle: Hadiste kokmasından bahsedilen et, İsrailoğullarına bir mucize olarak indirilen ettir. Nitekim yukarıda söylediğim gibi el-lahm kelimesindeki lam-ı ta'rif ahdu zihniyyedir ve belirlilik ifade eder. Hadisin söyleniliş sebebi, ahdu zihniyye'deki maksadı ifade etmektedir. İsrailoğullarının cimrilikleri sebebiyle o et (bıldırcın eti) kokmakla İsrailoğulları cezalandırılmıştır. 
Şayet - İzlamoğlunun anladığı gibi - Lam-ı ta'rifin cins için olduğu kabul edilse dahi hadis Kur'ân'ın zahirine aykırı değildir. Rum suresi 41. ayetine uygundur. "Sünnetullah'a aykırı" diyen İzlamoğlu'nun İsrailoğullarından önce de etin koktuğunu ispatlaması gerekir.  
Ey İzlamoğlu, höstünüz lütfen! Bu hadisi inkar edebilmek zannettiğin kadar kolay olsaydı, senden önce aklını ilah edinmiş olanlar, mesela yerlere göklere sığdıramadığın Mutezilî ağabeylerin inkar ederdi! Bir bak el-Faik adlı kitabında (1/399 hanese maddesi) Zemahşerî ne diyor! Hadis senin anladığın gibi mi, yoksa yukarıda açıkladığım gibi mi?
Ey İzlamoğlu! Senin gibiler de olmasaydı “Kelam” kokuşmazdı!

4 Aralık 2013 Çarşamba

Hizbu’t-Tahrîr’e Cevabım


Bundan 3 sene önce şu linkte:


Hizbu’t-Tahrir’in Ehl-i Sünnet’e aykırı görüşlerine dair bir yazı yayınlamıştım. Birçok Hizipçi tarafından itirazlar geldi, iftira ettiğim yahut cımbızlama yaptığım şeklinde ithamlar yapıldı. Müteaddid münasebetlerle yüzyüze konuştuğumuz arkadaşlara gerekli izahatları yaptım. Zaten yazımda alıntı naklettiğim yerlerde nereden aldığımın kaynakları mevcut. Lakin Hizbu’t-Tahrir’in yayınlarında her sene yapılan neşirlerde sayfa numaralarında değişiklikler olabilmektedir.

1- Mesela en çok itiraz edilen husus: “Şahsiyetul-İslamiye 3/158 “Mütevatir delil, Kurandan bir ayet dahi olsa, akılla ittifak edinceye kadar zan ifade eder” şeklinde yaptığım nakli adı geçen kitapta bulamadıklarını, bunun benim bir iftiram olduğunu söylemeleridir. Bu konunun ispatı için Hizbin Şahsiyetu’l-İslamî kitabının en son baskısındaki sayfa numarası cilt 3 sayfa 163-164’tür. Arapça ifadesini ve tercümesini aktarayım:

 




Tercümesi: “O zaman sem’î delil (kitap ve sünnet)den kastedilen, galip zanna nispetledir. Zira şer’î hükmün ispatında bu yeterlidir. Yani bu beş ihtimal giderildiğinde zan ile kusur bulunacak bir şey kalmaz ve böylece şerî hüküm anlaşılır. Ama yakin ile kusur bulunmamasına gelince, akide konuları için bu kaçınılmazdır. O zaman sadece bu beş ihtimalin nefyi yeterli gelmez. Yani akide hususunda sem’î delil ile istidlal yeterli olmaz. Yani sadece bu ihtimallerin giderilmesi yakin ifade etmez. Bilakis bunun yanında başka şeyler de bulunması zorunludur. Zira sem’î deliller (yani vahiy olan kitap ve sünnet) ancak on şartın yerine gelmesinden sonra yakin ifade eder. Bu beş şart; nesh bulunmaması, takdim ve te’hir, i’rabın değişmesi, tasrif (kelime çekimleri) ve akla aykırı olmamasıdır. Böylece on şart ortadan kalktığında yakini bozacak bir şey kalmaz. İşte o zaman sem’î delil (kitap ve sünnet nassı) yakin ifade eder ve akidede delil getirilebilir. Şer’i hükme göre bu daha önceliklidir. O zaman delaleti yakinî olur. Aynı şekilde buna yakinî olarak sabit olması da eklenir.”

Evet, benim tercüme ettiğim şekilde Takıyuddin Nebhani’nin ifadeleri bunlardır. Dileyen İslam Şahsiyeti kitabının tercümesinin 3. Cildinden ilgili bölümü araştırsın, karşılaştırsın.

Anlaşılması için özet bir şekilde Nebhani’ye göre: “Mütevatir delil, Kurandan bir ayet dahi olsa, akılla ittifak edinceye kadar zan ifade eder” Görüldüğü gibi Allah’a hamd olsun, iftira etmiş değilim. Anlaşılan o ki, Hizbu’t-Tahrir’ci arkadaşlar, üstadlarının ne dediğini anlamıyorlar! İyi ki de anlamıyorlar, bir de anlasalar bela katlanacak!

1- İkinci itiraz edilen husus: “24 rebiulevvel 1390 hicri tarihli soru cevapta: “Yabancı kadını şehvetli ya da şehvetsiz öpmek, musafaha etmek caizdir” fetvasını yayınladılar” şeklinde naklettiğim cümledir. Hizipçiler böyle bir fetvanın vaki olmadığını, ya benim iftira ettiğimi yahut ben nereden nakletmişsem naklettiğim yerin iftira ettiğini ve benim de iftirayı naklettiğimi iddia etmektedirler.

Hakikat şu ki, pekçok hizipçi Hizbu’t-Tahrir gerçeğinden habersizdirler. Yaptığım bu nakli orijinal arapça metniyle nakledeceğim ve tercüme edeceğim. Dileyen arapça metni kopyalayıp Google’da aratabilir. Bu fetvanın yayınlandığı günden beri Hizbu’t-Tahrir’e reddiye veren birçok müellifin bu fetvayı naklettiklerini göreceklerdir. Ben, ilmine ve adaletine güvendiğim müelliflerden bunu naklettim. Bunlardan birisi Abdurrahman ed-Dımeşkiye’dir. O, “er-Reddu Ala Hizbi’t-Tahrir” adlı kitabının 71. sayfasında şöyle nakletmektedir:

* جواز تقبيل المرأة الأجنبية ومصافحتها. فقد أرسل أحد الناس سؤالا للحزب: ما حكم القبلة بشهوة؟ فكان جواب الحزب (من مجموع الأجوبة المذكورة أن القبلة بغير شهوة مباحا وليس حراما)=[نشرة جواب سؤال 24 ربيع الأول سنة 1390 هجري 29/5/1970 ونشرة جواب سؤال 8 محرم 1390 الموافق 16/3/1970 ].

* Yabancı kadını öpme ve müsafaha etmeye cevaz vermeleri. Nitekim insanlardan birisi Hizb’e: “Şehvetle öpmenin hükmü nedir?” diye soru göndermiştir. Hizbin cevap olarak zikrettiği şeyde şehvetsiz olarak öpmenin haram değil, mubah olduğu yazılıdır. Neşretu Cevabi Sual 24 Rebiu’l-Evvel 1390 hicri, 29.5.1970 miladi ve Neşretu Cevabi Sual 8 Muharrem 1390 hicri, 16.3.1970 miladi”
Hizipçi arkadaşlar Hizbu’t-Tahrir tarafından böyle bir fetva yayınlanmadığına dair yalanlama yayınlandığını ve bunu ispat edeceklerini iddia ediyorlar. Ben böyle bir yalanlamayı daha yeni duydum ve ispat edilmesini bekliyorum.

22 Kasım 2013 Cuma

Ezanı Mescid'in Dışında veya Yüksekte Okumak Ezanın Şartlarından Değildir

Talk b. Ali (radıyallahu anh) anlatıyor:
خَرَجْنَا وَفْدًا إِلَى النَّبِيِّ صَلَّى اللهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ فَبَايَعْنَاهُ، وَصَلَّيْنَا مَعَهُ وَأَخْبَرْنَاهُ أَنَّ بِأَرْضِنَا بِيعَةً لَنَا، فَاسْتَوْهَبْنَاهُ مِنْ فَضْلِ طَهُورِهِ فَدَعَا بِمَاءٍ فَتَوَضَّأَ وَتَمَضْمَضَ، ثُمَّ صَبَّهُ فِي إِدَاوَةٍ وَأَمَرَنَا فَقَالَ: «اخْرُجُوا فَإِذَا أَتَيْتُمْ أَرْضَكُمْ فَاكْسِرُوا بِيعَتَكُمْ وَانْضَحُوا مَكَانَهَا بِهَذَا الْمَاءِ وَاتَّخِذُوهَا مَسْجِدًا» قُلْنَا: إِنَّ الْبَلَدَ بَعِيدٌ , وَالْحَرَّ شَدِيدٌ , وَالْمَاءَ يَنْشُفُ فَقَالَ: «مُدُّوهُ مِنَ الْمَاءِ؛ فَإِنَّهُ لَا يَزِيدُهُ إِلَّا طِيبًا» فَخَرَجْنَا حَتَّى قَدِمْنَا بَلَدَنَا فَكَسَرْنَا بِيعَتَنَا، ثُمَّ نَضَحْنَا مَكَانَهَا , وَاتَّخَذْنَاهَا مَسْجِدًا، فَنَادَيْنَا فِيهِ بِالْأَذَانِ , قَالَ: وَالرَّاهِبُ رَجُلٌ مِنْ طيِّئٍ، فَلَمَّا سَمِعَ الْأَذَانَ قَالَ: دَعْوَةُ حَقٍّ، ثُمَّ اسْتقْبَلَ تَلْعَةً مِنْ تِلَاعِنَا فَلَمْ نَرَهُ بَعْدُ
"Heyet halinde Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’e gelerek O’nun siyasi otoritesini kabul edip O’nunla birlikte namaz kıldık. Ve kendisine memleketimizde bir havra olduğunu haber verdik. Abdest suyundan arta kalanını bize hediye etmesini istedik. Bunun üzerine Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem su getirtti, abdest aldı, suyu çalkalayıp bir kaba döktü. Suyu almamızı emrederek: “Şimdi çıkıp gidin, memleketinize varınca havranızı yıkın, onun yerine bu suyu serpin ve orayı mescid olarak kullanın” buyurdu. Biz de şöyle dedik: Memleketimiz uzak, sıcaklar fazla, bu su buharlaşıp yok olabilir. Bunun üzerine: “O suyun üzerine su ilave edin, ilave edeceğiniz su onun özelliğini bozmaz” buyurdu. Yola çıktık, memleketimize geldik. Havrayı yıktık ve o yere o suyu serptik ve orayı mescid olarak kullandık, içinde ezan okuduk. O Havranın Rahibi Tay kabilesinden birisi idi; bizim okuduğumuz ezanı işitince şöyle dedi: “Bu hak bir davettir.” (Daha sonra) Vadinin yamaçlarına doğru yöneldi. Bir daha onu görmedik."
Bunu Nesai (no:701) rivayet etmiş, şeyh el-Elbani isnadı sahih demiştir.

Ezanı yüksek bir yerde okumak ezanda şart koşulmamıştır. Ancak müezzinin sabah ezanını okumak için, fecri gözetlemek üzere yüksek bir yere çıkması müstehaptır.
 
 “Benî Neccâr’dan bir kadın demiştir ki: ‘Benim evim, Mescid-i Nebevî’nin etrafındaki en uzun ev idi. Bilâl radıyallahu anh , sabah ezanını evimin damında okurdu. Seherde gelip, dama oturur vaktin girmesini gözetlerdi. Vaktin girdiğini görünce gerinir, sonra da: ‘Ey Allah’ım! Sana hamd ediyor, (Müslümanların) dinini ikâme etmeleri için, Kureyş’e karşı yardımını diliyorum’ der ve arkasından ezan okurdu. Vallâhi, onun bu duayı terk ettiği tek gece bilmiyorum!”Sahih. Ebû Dâvud, (519).

12 Kasım 2013 Salı

Âzâları da, Kalpleri de Benzedi!

Yazacağım bu cüz, dört mezhepten birinin mutaassıpları hakkında değil,
* te’villeriyle Allah rasulü sallallahu aleyhi ve sellem’in sünnetinden alıkoyan,
* velâ ve berâ rüknünü iptal eden,
* bâtıl ehlinden ayrılma ve giyim şeklinde dahi olsa onlara benzememe farzını inkar eden,
* Allah için kılınması gereken namazları dahi bid’at ehline kurban etmekten hiç hayâ etmeyen,
* Kitap ve Sünnet esaslarına uygun mescid açılmasına Allah’tan hiç korkmadan karşı çıkan,
* Allah’ın mescidlerinde Allah ile beraber başka ilahlara seslenilmesinden ve Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’in sünneti dışında yolların sünnet edinilmesinden razı olan,
* Önce Tevhid sözünü, sünnetlerle ameli savsaklamak için kullanan (bu söz şüphesiz haktır. lakin bu söz davet hakkındadır, dinin emirleriyle amel hakkında değildir. Saptırıcı bir hatip Ankara'da: "Bizimkiler gerçi camilerde daveti de beceremez, bid'at diye tesbihe takılırlar" demiştir! Bu bozuk menhec sahipleri "önce tevhid" sözünü kısır bir döngü için malzeme edinmişlerdir. Zira tevhid daveti bereketli bir davettir, sürekli devam edecektir. Lakin tevhidin anlaşılmasına mani olmasın düşüncesiyle sünnetle amel edilmesini engellemek şeytani bir davettir. Allah bu habis davetin arkasındaki kalpazanları ortaya çıkarmıştır, lakin hala göremeyen safdiller var! Şurası bilinmelidir ki, Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem'den sabit olarak kendisine ulaşan bir sünnetle gerektiği şekilde amel etmek de tevhidin dışında değildir. Muhakkak ki insanlar "ittibâ tevhidi" konusunda bilinçli bir şekilde gaflete sürüklenmektedirler!)  
* bid’atlere karşı gevşemiş,
* bid’at ehline karşı yılışık,
* sünnet ehline karşı çehresi karışık,
* münafıklarla barışık,
* hak hususunda dilleri dolaşık,
* münkerlere alışık tabiatli,
* kadınları hatip edinme bid’atini destekleyen,
* haremlik/selamlığı iptal eden
* şeytanın vesveselerini dilleriyle tadıp, kalpleriyle içen neo-mu’tezilî sapıkları hakkındadır.
Hakkın kendilerine apaçık belirmesinden sonra hevâlarına uymanın kendilerine sevdirildiği, batılı süslemekten zevk alan güruha şeytanın söylettiği yeni bir söz var.
Diyorlar ki: “Biz camilerde bid’at ehliyle beraber namaz kılsak da, sizin gibi yüksek sesle âmin diyerek insanları tiksindirmiyoruz, kısık sesle amin diyerek sünneti de yerine getirmiş oluyoruz!
Ey ne şiş yansın ne kebapçılar! Becerebiliyorsanız şu ellerinizi de secdelerde gizleyerek kaldırın! Zira sünnete uymanız insanları uzaklaştırabilir(!)
Yoksa bu sünneti terk eden bazıları; “Biz ellerimizi gizlice kaldırıyor, hem sünneti yerine getiriyor, hem de insanları tiksindirmiyoruz” mu diyorlar!!
Bu mantığınıza şu da uysa gerek: sağ elinizi göğsünüz üzerine, sol elinizi göbeğiniz üzerine koyun! Bir elinizle sünneti yerine getirirken, diğer elinizle Hanefileri razı edersiniz! Nitekim bazıları: “Secdeye giderken ilk rekatta önce elleri koyarız, ikinci rekatte önce dizleri koyarız, böylece her iki görüşe de muhalefet etmemiş oluruz(!)” diyorlar!
Rabbim! İçimizden bir takım beyinsizlerin yaptıklarından dolayı bizi helak mi edeceksin? Oysa bu hâdise, senin imtihanlarından başka bir şey değildir: bununla sen, dilediğini saptırır, dilediğini de hidayete eriştirirsin. Sen bizim velimizsin. Bizi bağışla; bize merhamet eyle. Sen bağışlayıcıların en hayırlısısın” (A’raf 155)
(* Abdullah Yolcu gibi sapıkları reddetmemi üslupsuz bulan çözünmüş zihniyet, sünnetin gerektirdiği bu tavrı takınmadıklarından, o sapıkların sünnete tutunmaya “fitne çıkarmak” gibi kitap ve sünnete aykırı sözler kullanmalarına; kendilerince “üslüplu” ama bize göre “kaypak” bir cevap verdiklerinden, bugün kalpleri gitgide onlara benzemiş ve onların sözünden daha tehlikelilerini dillendirir olmuşlardır. Münkere gerektiği şekilde karşı çıkmayan, en azından kalbiyle buğzedip kin tutmayan her kafa, ister istemez münkerin safında yer almaktan kendini alamayacak ve münkere karşı çıkan herkesi elbette “aşırı” ve “üslupsuz” bulacaktır. Bu kibarlık budalalarını taassupla takip eden zihniyetin gözlerinde bulunan gözlüğün bir adı var ve körce yaptıkları düşmanlıkların da elbette meâdı var!)
Şüphesiz daha önemli olan mesele; namazda âmîn’i yüksek sesle söyleyip söylememe meselesi değildir. Asıl önemli olan bu iğrenç iddiadaki akide bozukluğu ve şirk tehlikesidir! Gayelerinde Allah’a yakınlaşma ve yalnızca O’na kulluk dışında başka hazlar taşıyan her nasipsiz buna benzer vartalara düşmüştür: “İnsanları tiksindirmemek!” Halbuki Allah rasulü sallallahu aleyhi ve sellem’in sünnetinden tiksinen bir kimseyi daha da tiksindirip uzaklaştırmak sağlam dinin önemli bir rüknüdür. Bu dinin sahibiymiş gibi davranan, parça başı pirim alacak kelle avcısı gibi sayı artırmaya çalışan bu aylaklar gölge etmeseler başka ihsan istemez!
Salih selefin menheci üzere Kitap ve sünnete sarılmak isteyen müslümanlar üzerine kurulan dernekler tuzağı, birçoklarının akıllarını başından aldığından sahih akideye taban tabana zıt olan bu gibi düşüncelere çabucak aldanır hale gelmişlerdir.
Bu sapmış ve saptırıcı fikirlere daha önce sesli ve yazılı olarak cevap vermiş olduğumdan, yüksek sesle âmin deme meselesinin hakikatini ve bu konuda sünnete muhalefet ederek kalpleri başkalarına benzeyenlerin foyasını çıkaralım:
‘Â’işe radıyallahu anha şöyle dedi: “Nebî r buyurdu ki:
إِنَّ الْيَهُودَ قَوْمٌ حُسَّدٌ، وَهُمْ لَا يَحْسُدُونَا عَلَى شَيْءٍ كَمَا يَحْسُدُونَا عَلَى السَّلَامِ، وَعَلَى آمِينَ
Şüphesiz Yahûdîler hasetçi bir kavimdir. Onlar bizim hiç bir şeyimize selâm ve âmin sözüne haset ettikleri gibi haset etmezler.”[1]
İmam İbn Huzeyme Sahih’inde şöyle bab başlığı açmıştır: “Yahudilerin “âmin” sözünde müminlere hased etmeleri, bazı cahil namaz imamlarının, imam Fatiha okuduğunda cemaatin amin demelerinden sakındırmalarının, Nebî sallallahu aleyhi ve sellem’e tabi olanlara haset eden yahudilerin fiillerinden bir şube olduğunun zikri bâbı”[2]
İmam Ahmed’in rivayet lafzı şu şekildedir:
أن رسول الله - صلى الله عليه وسلم - ذكرت عنده اليهود فقال: إنهم لم يحسدوننا على شيء كما يحسدوننا على الجمعة التي هدانا الله لها، وضلوا عنها، وعن القبلة التي هدانا الله لها وضلوا عنها، وعلى قولنا خلف الإمام: آمين
“Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’in yanında Yahudilerden bahsedildi. Bunun üzerine şöyle buyurdu: “Muhakkak ki onlar bize, Allah’ın bizi Cuma’ya hidayet edip de onları bundan saptırmasına, kıbleye bizi hidayet edip de onları bundan saptırmasına ve imamın arkasında amin dememize haset ettikleri kadar başka bir şeye haset etmezler.”[3]
Taberani’nin Muaz radıyallahu anh’den rivayetinde şu şekildedir:
وهم قوم حُسَّد، ولم يحسدوا المسلمين على أفضل من ثلاث: السلام، وإقامة الصفوف، وقولهم خلف إمامهم في المكتوبة: آمين
Onlar hasetçi bir kavimdir. Müslümanlara şu üç şeyden faziletlisiyle haset etmezler: selam, safları düzeltmek ve farz namazlarda imamlarının arkasında âmîn demeleri.”[4]
Vâ’il b. Hucr t şöyle dedi:
كَانَ رَسُولُ اللَّهِ صَلَّى اللهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ إِذَا قَرَأَ {وَلَا الضَّالِّينَ}، قَالَ: «آمِينَ»، وَرَفَعَ بِهَا صَوْتَهُ
“Rasûlüllâh r: “Vele’d-dâllîn”i okuduktan sonra ‘âmin’ der ve sesini de yükseltirdi" bir rivayette: "sesini  uzatırdı.” şeklindedir[5]
Ebu Hureyre radıyallahu anh’den:
كَانَ رَسُولُ اللَّهِ صَلَّى اللهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ إِذَا فَرَغَ مِنْ قِرَاءَةِ أُمِّ الْقُرْآنِ رَفَعَ صَوْتَهُ قَالَ: «آمِينَ»
“Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem kıraati bitirdiğinde sesini yükselterek “âmîn” derdi.”[6]
Şeyh el-Elbânî, ed-Daife’de (2/368) bu hadisin isnadında çokça yanılan saduk bir ravi olan İshak b. İbrahim ez-Zubeydî bulunduğunu belirttikten sonra şöyle demiştir: “Bu hadisin manası sahihtir. Zira Vail b. Hucr’den sahih isnadla şahidi vardır” demiştir. Ayrıca bkz.: es-Sahiha (464) Sıfatu Salati’n-Nebi (s.82) İmam Darekutni (1/335): bu isnad hasendir demiştir. İmam Beyhaki de “Hasen, sahih” demiştir.
İbn Ömer radıyallahu anhuma’dan:
أَنَّ رَسُولَ اللَّهِ صَلَّى اللهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ " كَانَ إِذَا قَالَ: {وَلَا الضَّالِّينَ}" , قَالَ: «آمِينَ» وَرَفَعَ بِهَا صَوْتَهُ.
“Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem “vele’d-dâllîn” dediğinde “âmîn” der ve bununla sesini yükseltirdi.”[7]
Ebu Hureyre radıyallahu anh şöyle demiştir:
تَرَكَ النَّاسُ التَّأْمِينَ، وَكَانَ رَسُولُ اللَّهِ - صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ - إِذَا قَالَ: {غَيْرِ الْمَغْضُوبِ عَلَيْهِمْ وَلَا الضَّالِّينَ} قَالَ: آمِينَ حَتَّى يَسْمَعَهَا أَهْلُ الصَّفِّ الْأَوَّلِ، فَيَرْتَجُّ بِهَا الْمَسْجِدُ
“İnsanlar âmin demeyi terk ettiler! Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem “gayri’l-magdubi aleyhim vele’d-dâllîn” dediği zaman "âmîn" der, ilk saftakiler işitir, bunun üzerine mescid inlerdi.”[8]
İbn Cureyc, ‘Atâ’dan (rivayet ediyor:) ‘Atâ’ya dedim ki:
أَكَانَ ابْنُ الزُّبَيْرِ يُؤَمِّنُ عَلَى إِثْرِ أُمِّ الْقُرْآنِ؟ قَالَ: «نَعَمْ، وَيُؤَمِّنُ مَنْ وَرَاءَهُ حَتَّى أَنَّ لِلْمَسْجِدِ لَلَجَّةً»، ثُمَّ قَالَ: «إِنَّمَا آمِينَ دُعَاءٌ» وَكَانَ أَبُو هُرَيْرَةَ يَدْخُلُ الْمَسْجِدَ وَقَدْ قَامَ الْإِمَامُ قَبْلَهُ، فِيَقُولُ: «لَا تَسْبِقْنِي بِآمِينَ»
“İbn Zubeyr t Fatihâ’dan sonra ‘Amîn’ der miydi? ‘Atâ’ dedi ki: ‘Evet derdi. Arkasında olanlar da derdi. Hatta Amîn sesinden mescit inlerdi’ dedi. Ve sonra: ‘Şüphesiz Amîn duadır’ dedi. Ebû Hureyre t, imâm kendisinden evvel kalkmış olarak mescide girdiğinde, (imâma seslenerek): ‘Beni Amîn’de geçme’ derdi.”[9]


[1] Sahih. İbn Huzeyme (574) Buhârî, Kıraatu Halfe’l-İmam (988); Ahmed, (6/135) İbn Mâce, (856)
[2] Sahihu İbn Huzeyme (1/287)
[3] Sahih. Ahmed (6/134) Beyhaki (2/56)
[4] Hasen ligayrihi. Taberani Evsat (5/146)
[5] Sahih. Ebû Dâvud, (932); Tirmizî, (248); Ahmed, (4/316); İbn Mâce, (855)
[6] Sahih. İbn Hibban (5/111) İbn Huzeyme (571) Hakim (1/345) Darekutni (1/235)
[7] Hasen ligarihi. Darekutni (1272)
[8] Sahih. İbn Mace (853) Ebu Davud (934)
[9] Sahih. Abdurrezzâk (2640) Şafîî (1/76) Beyhakî, (2/59)

Meclislerin Keffareti

Meclislerin Keffareti
"Subhâneka'llâhumme ve bihamdik ve eşhedu en lâ ilâhe illâ ente estağfiruke ve etûbu ileyk" (Taberani 10/164, el-Elbânî Sahîhu'l-Câmi (4487)