Ebu Muâz el-Çubukâbâdî
Duâ

26 Nisan 2014 Cumartesi
24 Nisan 2014 Perşembe
Sigaranın Zararı Hakkında Hatalı Bilgilerin Tashihi
Sigaranın Hükmü (Genişletildi)
- Sigara Hakkında Hatalı Bilgilerin Tashihi -
Ebu Muâz el-Çubukâbâdî
okumak için buraya tıklayınız
Sılayı Rahim ve Ana Babaya İyiliğin Hakikati
Allah’a hamd, nebimiz Muhammed’e, âline ve
bütün sahabelerine salat ve selam olsun. Bundan sonra: Allah Teâlâ şöyle
buyurmuştur: “Kendi (adı) ile birbirinizden istediğiniz
Allah'tan ve akrabalık (bağlarını koparmak) tan sakının.” (Nisa 1)
“Allah'ın Kitabı’na göre, hısımlar, birbirlerine daha
yakındırlar.” (Enfal 75)
22 Nisan 2014 Salı
Kadınların Perde Arkasından veya Evlerinden Hutbeyi Dinlemeleri
1- Bera radıyallahu
anh’den:
خَطَبَنَا رَسُولُ اللَّهِ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ
وَسَلَّمَ حَتَّى أَسْمَعَ الْعَوَاتِقَ فِي خُدُورِهِنَّ، فَنَادَى بِأَعْلَى
صَوْتِهِ: «يَا مَعْشَرَ مَنْ آمَنَ بِلِسَانِهِ وَلَمْ يَخْلُصِ الإِيمَانُ إِلَى
قَلْبِهِ، لا تَغْتَابُوا الْمُسْلِمِينَ، وَلا تَتَّبِعُوا عَوَرَاتِهِمْ،
فَإِنَّهُ مَنْ يَتَّبِعْ عَوْرَةَ أَخِيهِ اتَّبَعَ اللَّهُ عَوْرَتَهُ، وَمَنِ
اتَّبَعَ عَوْرَتَهُ فَضَحَهُ فِي جَوْفِ بَيْتِهِ»
“Rasûlullah sallallâhu
aleyhi ve sellem bize hutbe verdi hatta perde arkasında olan kızlar dahi
işitti. Yüksek sesle seslenerek şöyle buyurdu: “Ey diliyle iman etmiş fakat
kalplerine iman ulaşmamış topluluk! Müslümanları gıybet etmeyin! Onların
ayıplarını araştırmayın! Zira kim kardeşinin ayıbını araştırırsa Allah da onun
ayıbını takip eder ve evinin ortasında dahi olsa onu rezil eder.”[1]
Hadiste geçen: “el-avatiku
fi hudûrihinne” ifadesindeki “avatik”, âtik” kelimesinin çoğuludur. Buluğa ermiş
ve evlenmemiş kız demektir. “Hudûr” kelimesi ise “hudr”un çoğuludur. Hudr; evin
bir kenarında bulunan perde olup bakire kızlar bu perdenin gerisinde otururdu.
Yahut hudr ile evin kastedildiği söylenmiştir.[2]
9 Nisan 2014 Çarşamba
Allah'tan Korkun! Namaz!
İbn Kayyım rahimehullah, Salatu'l-Muhibbîn adlı eserinde şöyle der: "Namazın tevhid ve ibadette Allah Teala’yı
birlemekten sonra kulu, Allah’a ulaştıran en yakın yol olduğunu bilelim. Allah
Teala buyuruyor ki: “Haydi, Allah'a secde edip O'na kulluk
edin!”(Necm 62) “Allah'a secde et ve (yalnızca O'na)
yaklaş!”(Alak 19) “Bizim ayetlerimize ancak o kimseler
inanırlar ki, bunlarla kendilerine öğüt verildiğinde, büyüklük taslamadan
secdeye kapanırlar ve Rablerini hamd ile tesbih ederler. Korkuyla ve umutla
Rablerine yalvarmak üzere (ibadet ettikleri için), vücutları yataklardan uzak
kalır ve kendilerine verdiğimiz rızıktan Allah yolunda harcarlar. Yaptıklarına
karşılık olarak, onlar için ne mutluluklar saklandığını hiç kimse bilemez.”(Secde
15-17)
7 Nisan 2014 Pazartesi
Derneklerin Bid'at Olduğundan Şüphe Edenin Menheci Bozuktur
Bazı hevâ ehli kimseler derneklerin bid’at oluşu gayet açık bir mesele olmasına rağmen konuyu bulandırmaya ve şüpheler üretmeye çalışmaktadırlar. Arap âleminden bazı şeyhlerin derneklere cevaz verdiğine dair fetvaları zikretmektedirler. Bu doğrudur, bu tip fetvalar da mevcuttur. Lakin tabi olunması gereken menhec, delillere mutabık olana uymaktır. Bununla birlikte arap âleminde mevcut bulunan birçok derneklerin zaten bid’atle de bir alakası yoktur. Cevaz hakkında fetvalar muhtemelen bunlar için verilmiştir. Mesela mescid yaptırma derneği, evlenmek isteyen bekârlara yardım derneği, yetimlere kefalet, kitaplar bastırıp yayınlama vb. gibi meseleler bid’at konusunun dışındadır.
Türkiye’deki selefîlik iddiasında olan bozuk menhecli kimselerin
dernek anlayışı ise tam anlamıyla – hiçbir şüphe söz konusu olmaksızın – bid’atin
ta kendisidir. Zira zikir (ilim ve vaaz meclisleri, kur’an eğitimi gibi)
ibadeti için delilsiz olarak mekân tahsisi söz konusudur. Dernekleşme planının
gerisindeki – sosyal kitle oluşturup Allah’ın bazı hükümlerini demokratik
sistemde uygulatma çabası gibi - habis emellerden hiç bahsetmiyoruz. Bu habis
bir emeldir zira Muhammed suresi 25 ve 26. ayetleri bu münafıkça pislik gayeyi
ve bu gaye için oy kullanmayı dahi caiz gören fasit zihniyeti reddeder: “Kendileri
için hidayet apaçık belli olduktan sonra arkalarını dönüp tekrar küfre
yönelenlere şeytan işlerini kolaylaştırmış, ümidlerini artırmıştır. Bu da,
onların, Allah'ın indirdiklerinden hoşnud olmayanlara, "biz, bazı
hususlarda size itaat edeceğiz" demiş olmalarındandır. Oysa Allah,
onların bütün sırlarını bilir.”
Diğer bir saptırma Şeyh Mukbil rahimehullah’a yapılan
iftiradır. O’nun derneklere cevaz veren fetvasının da olduğunu söyleyerek
çarpıtma yapan sahtekarlar, şeyhin fetvasını tercüme etselerdi işlerine gelmeyecekti.
Zira Şeyh Mukbil, mescid yaptırma, su kuyuları açtırma gibi gayelerle kurulan
derneklere karşı olmadığını söylemiş, ancak hizipçiliğe sebep olan - Türkiye’deki
sözde selefî dernekler gibi - derneklere şiddetle karşı çıkmıştır. İnsaf ve adalet
sahiplerinin, cahil saptırıcıların tuzaklarına düşmemeleri için işte o fetvanın
tercümesi:
Şeyh Mukbil b. Hadi
rahimehullah’a şöyle soruldu: “Dernekçi hizipçilere selam vermenin hükmü nedir?
Cevap: Evet, bunun hizipçilikle takyid edilmesi gerekir.
Onlar bizim derneklerin kendisine karşı çıktığımızı söylüyorlar. Biz
derneklerin kendisine mi karşı çıkıyoruz? Neye karşıyız ey kardeşler? Biz
derneklerin kendisine karşı değiliz ey kardeşler! Bu Ehli sünnete karşı bir
yalandır. Ehl-i Sünnet: “Mescid bina edilmez der mi? Su kuyuları yaptırılmaz
der mi? Yetimlere kefil olunmaz der mi? Ehl-i Sünnet böyle demez ey kardeşler!
Ehli sünnet bu derneklerin ne için kurulduğunu sorar! İnşaallah ileride
yayınlayacağımız birçok sebeplerden ötürü bunun sebebi bir hizipçiliktir….”
Şeyh Mukbil burada İhyau’t-Turas derneği ve Sururî’lerden,
onların hizipçiliğinden bahseder, sonra şöyle der:
“Ben diyorum ki: Mallar sizin olsun, insanlar bizim olsun” bu
doğrudur. Ey kardeşler! Önemli olan insanlara Allah’ın kitabını ve Rasulullah
sallallahu aleyhi ve sellem’in sünnetini öğretmeye hırs göstermektir. Davetimiz
İhvanu’l-Muslimin’in daveti gibi olmasın. Onlar insanları neye davet ediyor?
Seçimlere katılmaya ve oy kullanmaya davet ediyorlar! Ehl-i Sünnet ise Allah’a
hamd olsun insanları Allah’ın kitabına ve Rasulullah sallallahu aleyhi ve
sellem’in sünnetine davet ediyorlar.” (Tuhfetu’l-Mucîb s.190)
Şeyh Rebi şöyle demiştir: “Selef bu dini yaydılar. İyilik ve
takva üzere yardımlaşarak dünyayı feth ettiler. onlar mallarıyla ve canlarıyla
cihada yardım ettiler. Lakin bunu batıdan alınma nizamlar yoluyla yapmadılar.
Ancak sen canınla ve malınla öne geçtin, o canıyla ve malıyla öne çıktı, benim
gayretim senin gayretinle birleşti böylece iyilik ve takva üzere yardımlaşıldı.
Allah’ın kelimesi bizi öne çıkardı. Bu belde böyle feth edildi. Allah bu
dünyanın fethini nasip edince onlardan sonrakiler de alimlere tabi oldu. Alimler
bu ilmin sancağını yükselttiler, bu ilmi yaydılar. Bu dersler mescidde oldu! Bu
dersler mescidde oldu! Gayretler birleşti. Falan ilim talibi ve falan ilim
talibi Allah’ın kitabı ve rasulünün sünneti üzere tek menhecle yetişti. Bunun sonucunda
güzel eserler ortaya çıktı. Bu sonuçlar, alimler yetiştirmek bir yana, ilim
talebesi dahi yetiştirmekten aciz kalan derneklerin sonuçlarından üstündür. Şeyh
Mukbil rahimehullah derneklere ve bu metotlara karşı çıkardı. (Mescidde) İlim
merkezi kurdu ve talebelere öğretti. Hatta onların arasından alimler yetişti,
her biri kendi beldesine dönerek orada
medrese kurdu. Allah’ın kitabı ve Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’in
sünneti üzere yeni nesiller yetişti. Şu an bu dernekler yeryüzünün doğusunda ve
batısında mevcut, söyleyin bana kaç tane alim çıkardılar, ne sonuç aldılar? Hiçbir
şey! Şu zayıf adam ne bir mala sahiptir ne de ihlas ve ciddiyeti vardır… Bütün
bu derneklerin aciz kaldıklarını görürüz. Zira onların alimler çıkarmaya
güçleri yetmez. Sonra onlara hizipçilik ve dernekleri için velâ ve bera
uygulama galebe çaldı. (Dostluk ve düşmanlıklarını dernekleri için yapar
oldular) ayrılıklar ortaya çıktı. Birçok beldelerde selefilerin bölünmesine
sebep olan şey derneklerdir.”
(Şeyh Rebi’den nakleden: Salih el-Bekrî, el-Berahin ve’l-Beyanat
s.111-112)
6 Nisan 2014 Pazar
Ehli Sünnet İçindeki İhtilafın Kısımları
Birincisi: Bazı alimlerin içtihat veya tevilinden
kaynaklanan ihtilaftır. Bu konudaki bazı hatalar ayrılığa veya fırkalaşmaya
sebep olmaz. Bu, ilim ehlinin içtihadî ihtilafı olarak kabul edilir. Böyle bir
ihtilaf ehli sünnet olan bazıları tarafından haddi aşma sebebi olur da yine
ehli sünnet olan bazılarını bidatçilik ve grupçuluğa hükmetmede acele edilirse
bu kötülenmiş bir ihtilafa dönüşür. Aksi halde musaade edilebilecek olan
ihtilafın varlığı kaçınılmazdır.
İkincisi: Grupçuluk, gizlilik ve ikamet halinde emirlik
biatı almak esasları ve bidatçinin iyilikleriyle kötülüklerini tartma kaidesini
kullanmak üzerine kurulu olan ihtilaftır.
Bu ihtilaf böyle bir ihtilaf üzerinde devam edip de,
zikredilen şeylerin varlığını inkar etmek sebebiyle meydana gelir. Ehli sünnet
olan bazıları bunu içtihat meseleleri kapsamında görür. Halbuki böyle değildir.
İhtilaf şiddetlenir ve çoğu zaman ehli sünnet alimleri katında daha fazlası
meydana gelene kadar büyür. Bu ortaya çıktığı zaman, ya grupçuluk yapanları
terk ederek ya da bu işte ısrar edenleri sakındırarak bu ihtilafı sonlandıracak
görevlerini yerine getirirler.
Üçüncüsü: Ehl-i sünnet arasında ihtilafı tercih ederek ve
ihtilaf dairesini genişleterek bölücülük ve ayrımcılık yapan şahısların
varlığıdır. Onlar ehli sünnet olduklarını açıklarlar, hakikatte ise ya bazı
devletler için ya da sapmış gruplar için çalışırlar. Her ikisini bir araya
getirenler de vardır. Bunların çoğu devlet tarafından görevlendirilmiş
casuslardır. Devletlerin düzgün gidişatı olmayan kimselere tuzaklarını bilen
kimseler, bundan şüphe etmezler. Devlet, davetçileri ve ilim talebelerinin
arasında fitne çıkarmak için bu sınıfa mal verir.
Şeyh Mukbil rahimehullah, hak ehlini ifsat etmek için
devletlerin tuttukları yolu anlamış ve el-Mahrec Mine’l-Fitne kitabında
(s.9-10) şöyle demiştir: “Bizler hükümetlerin cemaatlerle nasıl bir şeytani yol
tuttuklarını iyice anladık… Bunu kardeşleri karşı karşıya getirerek yaparlar.
Onlar hapishanelerinde olduklarında veya onlardan biri cemaatlere girip, cemaat
içinde güvenilirlik kazandığında bölünme için çalışır ve tek olan cemaati
cemaatlere böler. Şüphesiz bu ayrılık, müslümanları zayıflatan bir
grupçuluktur. Hepimiz bunu hissetmekteyiz.”
Ehli Sünnet İçindeki İhtilafların Sebepleri
1- Niyetin bozukluğu, cahillik, taşkınlık ve şeytan.
Şeyhulislam İbn Teymiyye, İktizau’s-Sırati’l-Mustakim’de
(1/148) şöyle demiştir: “İki taraf arasında kınanmış olan ihtilafın sebebi
bazen niyetin bozukluğudur. Nefislerde taşkınlık, haset, yeryüzünde üstünlük
arzusu ve benzer hasletlerin bulunması, başkasının sözünü veya fiilini
kötülemeyi yahut ona galip gelip üstünlük sağlamayı yahut nesep, mezhep,
memleket veya arkadaşlık gibi konularda kendisine uygun olanı desteklemeyi
gerektirir. Çünkü bu yollardan kendisine yakın gördüğü görüşlerin yaygınlaşıp
tutulması ona şeref ve mevki kazandırır. İnsanlar arasında bu tip tutumlar ne
kadar yaygındır! İhtilafın bu çeşidi zulümdür, hak sınırını aşmaktır.
Kimi zaman da ihtilafı körükleyen sebep, ya tarafların
aralarındaki ihtilaf konusunun gerçek mahiyetini bilememeleri veya tartışan
taraflardan birinin karşı tarafın dayandığı delili kavrayamamaları, ya da
taraflardan birinin kendi delil ve hükmünün haklılık payını bilememesidir. Demek
ki, cehalet ve zulüm bütün kötülüklerin esasıdır. Nitekim Allah Azze ve Celle şöyle
buyurmuştur: “Fakat bu emaneti insan yüklendi. Hiç şüphesiz, o çok zalim ve
çok cahildir.” (Ahzab 72)”
Allame Mukbil b. Hadi rahimehullah Nasihatî Li Ehli’s-Sunne
risalesinde (s.196) şöyle demiştir: “Ehli sünnete nasihatim ayrılık ve ihtilaf
sebeplerinden uzaklaşmalarıdır. Ehli sünnetin akidesi birdir, yönelişleri
birdir, burada cehalet, taşkınlık ve şeytan gibi sebepler bulunması dışında
ayrılık ve ihtilafın uygun görülmesi söz konusu değildir. Sahihu Muslim’de
gelen hadiste şöyle buyurulur: “Şüphesiz şeytan namaz kılanların arap
yarımadasında kendisine ibadet etmelerinden ümidini kesmiştir. Ancak aralarını
bozma konusunda ümitlidir.”
2- Anlayış kusuru ve kötü arzu:
İbn Useymin,
Sahihu’l-Buhari şerhinde (1/126) “helal bellidir” hadisini açıklarken şöyle
demiştir: “Çoğunluğa şüpheli gelen şeylerin sebebi, ya insanların geneline, ya
ilim ve anlayışları eksik olan veya istenmeyen huyları olan ilim talebelerine
meselenin kapalı gelmesidir. Zira bu kapalılığın birinci sebebi: ilim
eksikliğidir. Yüz hadis ezberleyenin, bin hadis ezberleyen gibi olmadığı
malumdur. İkincisinin ilmi daha fazladır. İkinci sebebi: anlayıştaki kusurdur.
Kişi daha fazla ezberleyince onda daha fazla ilim var gibidir. Ancak onda
anlayış yoktur. Yine bu da meselelerin kapalı gelmesine sebep olur. Zira o
nasları olduğu gibi anlamaz. Üçüncüsü: Kötü arzudur. Nasları inandığı gibi
yorumlar. Bunlar Kur’an veya sünnet hakkında kendi görüşüyle konuşur, nasları
inandığı şeye uygun düşürmeye çalışır. Ona inandığı şeye aykırı bir nas geldiğinde
boynunu çevirir. Bazen nassı reddeder… Ama Allah’ın kendisine ilim, anlayış ve
samimi niyet verdiği kimse, nasları kendine uydurmaz, naslara uyar. Kalbi,
kalıbı, azaları ve sözleriyle delili talep eder. Bu genellikle hakka isabet
eder, ulaşması için ona hak kolaylaştırılmıştır.
Sünnet Ehli, İhtilaf’tan
Önceki Söz Birliğine Uymada Devam Eder
Fitne, kendisine müptela
olanların hallerini değiştirir. Selamet isteyen, ihtilaftan önceki sözbirliği
üzerinde kalmaya devam etsin. Zira Allah onları hak üzerinde birleştirmiş,
sonradan ayrılığa düşmüşlerdir. Sahabenin yolu bu konuda bizi aydınlatmaktadır:
Buhari, (no 377) Ali
radıyallahu anh’den rivayet ediyor: “Daha önce hükmettiğiniz gibi hükmedin.
Zira ben, insanların birlik olmaları için ihtilaftan hoşlanmıyorum. Yahut
arkadaşlarım gibi ölmek istiyorum.”
Adise bt. Uhban b. Safiye
el-Gıfari’den: “Ali b. Ebi Talib, babama geldi ve kendisiyle beraber
ayaklanmaya davet etti. Babam ona dedi ki: “Dostum ve amcanın oğlu benden şu
sözü aldı: “İnsanlar ihtilaf ettiklerinde tahtadan bir kılıç edin.”
Bunun üzerine ben de tahtadan kılıç edindim. Dilersen bununla senin yanında
ayaklanayım” Bunun üzerine Ali radıyallahu anh onu bıraktı.” Bunu Tirmizi
(2203) İbn Mace (3960) rivayet etmişlerdir. Eserin isnadı ceyyiddir.
5 Nisan 2014 Cumartesi
Mesbukun Sütreye İlerlemesi Meşru mudur?
Fetva: Ali el-Halebi
Tercüme: Ebu Muaz
Soru:
Namaza sonradan yetişen kişi, imama yetişemediği kısmı kaza ederken, önündeki
kimse ayrılırsa ne yapar? İmam Malik: “İmamın selamından sonra namazı
tamamlayacak kimsenin yakınında bulunan bir direğe doğru, önüne, sağına veya
soluna doğru az miktarda ilerlemesinde sakınca yoktur. Eğer uzakta ise önünden
geçenleri engellemeye çalışır” demiştir. Bu konuda sahabe veya tabiinden
birinden sütreye yaklaşmak için yerlerinden ayrıldığı rivayet edilmiş midir?
Cevap:
Bildiğim
kadarıyla bu manada bir rivayet gelmemiştir. Namazını tamamlayacak kimsenin öne
ilerlemesini caiz görmem. Ancak namazın maslahatı için önünden geçenlere yol
açmak ve onların namazını kesmemeleri üzere bunu yaparsa o başka.
Uyarı: Bu fetvada söz konusu edilen kişi imama sonradan yetişerek tabi olan (mesbûk) kimsedir. Tek başına namaz kılanın ise namaz içinde sütreye ilerlemesi hakkında sahabenin uygulaması sabit olmuştur. (Mesela Ömer radıyallahu anh'ın sütresiz namaz kılan birini sütreye doğru ilerletmesi gibi). Mesbuk ya da seferî bir imamın arkasında namazını kılan kimsenin ise, imam selam verip ayrıldıktan sonra sütreye ilerlemesi hakkında bir nas yahut sahabe uygulaması sabit olmamıştır. Bu durumda imamın sütresi, - her nekadar imam yerinden ayrılmış olsa dahi - ona tabi olan cemaat için sütre olmaya devam eder. Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem'in namaza durduktan sonra cemaate yerlerinde kalmalarını işaret edip, sonra guslederek dönmesi bu hususu desteklemektedir. Zira namazda imam olan rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem yerinden ayrılmış, cemaate sütreye ilerlemelerini emretmemiş, yahut herhangi bir kimseyi imam olması için öne geçirmemiş, cemaatin önünden gitmiş ve yine önlerinden geçerek gelmiş, namazı devam ettirmiştir. Bu hususu Sahih İlmihal 3. baskıda açıklamış bulunuyorum. Allah en iyi bilendir.
Uyarı: Bu fetvada söz konusu edilen kişi imama sonradan yetişerek tabi olan (mesbûk) kimsedir. Tek başına namaz kılanın ise namaz içinde sütreye ilerlemesi hakkında sahabenin uygulaması sabit olmuştur. (Mesela Ömer radıyallahu anh'ın sütresiz namaz kılan birini sütreye doğru ilerletmesi gibi). Mesbuk ya da seferî bir imamın arkasında namazını kılan kimsenin ise, imam selam verip ayrıldıktan sonra sütreye ilerlemesi hakkında bir nas yahut sahabe uygulaması sabit olmamıştır. Bu durumda imamın sütresi, - her nekadar imam yerinden ayrılmış olsa dahi - ona tabi olan cemaat için sütre olmaya devam eder. Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem'in namaza durduktan sonra cemaate yerlerinde kalmalarını işaret edip, sonra guslederek dönmesi bu hususu desteklemektedir. Zira namazda imam olan rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem yerinden ayrılmış, cemaate sütreye ilerlemelerini emretmemiş, yahut herhangi bir kimseyi imam olması için öne geçirmemiş, cemaatin önünden gitmiş ve yine önlerinden geçerek gelmiş, namazı devam ettirmiştir. Bu hususu Sahih İlmihal 3. baskıda açıklamış bulunuyorum. Allah en iyi bilendir.
Mikrofon ve Hoparlör İle Kur'an Okumak
Fetva: Salih b. Abdillah el-Bekrî
Tercüme: Ebu Muaz
Soru:
Mikrofon ve hoparlör ile namaz kılmanın ve vitirdeki duada ziyade yapmanın
hükmü nedir?
Cevap:
Şeyh el-Elbani şöyle derdi: “Bu bid’attir ve her bid’at sapıklıktır. Mikrofon
ile Kur’an okumak bid’attir. Bunda birçok kötülükler vardır.” Şeyh İbn Useymin rahimehullah
bunun on ikiden fazla kötülüğünü saymış ve “Caiz değildir” demiştir.
Şeyh
Muhammed b. İbrahim ve Şeyh Fevzan şöyle dediler: “Bunu yapan ancak riya
(gösteriş) ve sum’a (duyurma) için yapar. Rasulullah sallallahu aleyhi ve
sellem: “Kim gösteriş yaparsa Allah onu göstertir kim de duyurmaya çalışırsa
Allah onu duyurtur” buyurmuştur. Buhari ve Muslim rivayet etmişlerdir.
İbn
Sirin bir defasında insanlara namaz kıldırmak için öne geçti. Sonra: “İnsanların
benim sizin en faziletliniz olduğumu zannetmelerinden korkarım” dedi ve geri
çekildi. Sen bütün insanlara duyurmak istiyorsan bu bir fitnedir. Bazı
bölgelerde bir şahsa: “Allah’tan kork ve eziyet etme. Sesin yükseltilmesiyle
insanlara eziyet ettin” denilir. Birisine de: “Kadınlar senin sesinin güzel
olduğunu söylüyorlar” der. Kadınların onun sesinin güzel olduğuna şahitliği ve
onlara sesini duyurmak istemesi o adam üzerinde ittifak etmelerine delil sayılmıştır!
Allah’tan selamet dileriz. Bu caiz değil, haramdır. Bunun birçok delillerinden
birisi olarak Ebu Said el-Hudrî radıyallahu anh’ın şu rivayeti yeter: “Nebî
sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: “Kur’an okurken sesinizi birbiriniz
üzerine yükseltmeyin. Hepiniz rabbinize seslenmektesiniz.” Sen okursun, kadın
da evinde okur. Sen (hoparlörden) okursun, bir başkası da diğer bir mescidde
okur. Yahut evinde hasta olan insan vardır. Okumasını karıştırır.
Vitirdeki
duada yapılan ziyadelere gelince, eğer Nebî sallallahu aleyhi ve sellem’den ve
Ömer, Ubey, Ebu Hureyre radıyallahu anhum gibi sahabelerden sabit olan ziyade
ise bunda sakınca yoktur. Ama bazı Mekke imamlarının yaptıkları gibi ziyadeler
ise bunlar aşırılık ve abartıdır.
Muasır Selefî Şeyhleri Taklid Caiz mi?
Fetva Sahibi: Salih b. Abdillah el-Bekrî
Tercüme: Ebu Muaz
Soru:
“Sünnet şeyhlerini özellikle icma ettikleri zaman taklid etmenin selefî menhec
olduğunu zannedenler hakkında ne dersiniz?”
Şeyh
Salih b. Abdillah el-Bekrî (Hafizehullah)’ın cevabı:
Doğudan
batıya ümmetin tamamı bir hadise muhalefet üzerinde birleşmezler. Böyle bir
icma olmaz. Bilakis bu Şeyhulislam (İbn Teymiyye) ve İbn Kayyım’ın dedikleri
gibi bozuk bir iddiadır.
İcma’nın
manası nedir? Es-San’anî şöyle demiştir: “İcma; ümmetin yeryüzünün her
tarafından, Yemen’den, Suud’dan ve diğer bütün alimlerden müçtehit alimlerinin
söz birliği etmesidir.”
Şeyhu’l-İslam
Muhammed b. Abdilvehhab’a birçok alimler karşı çıkmıştır. İbn Teymiyye’ye
birçok alimler karşı çıkmıştır. Alimin sözünü ancak Allah’ın kitabından veya Rasulullah
sallallahu aleyhi ve sellem’in sünnetinden bir delil ile kabul ederiz. Bu
dindir. Aksi halde kabrinde sorgulandığı zaman “O mu, o mu, o mu? İnsanlar bir
şey diyordu ben de onu söyledim” diyen şüpheci münafık gibi oluruz. Alimlerin
çoğunluğu fitnede sapıklık üzere olabilir. Yahut hata üzerinde olabilirler.
Buna dair birçok kıssalar vardır. Mesela fakihlerin çoğu Haccac’a karşı
ayaklandıklarında “Basrada Hasen el-Basrî ve İbn Sirin dışında herkes ayaklandı”
dediler. Çoğunluk huruc etmişti. Hasen el-Basrî ise onlara karşı çıkıyordu. Sonra
onlardan pişman olan oldu. Çoğunluk hak üzere veya batıl üzere olmanın delili
değildir. Selef şöyle derdi: “Cemaat; tek başına dahi olsan, hakka uymandır”
Bazıları “Bir beldenin halkı, kendi
arkadaşlarını daha iyi bilir” derler. Bunu söylediğiniz zaman: “Kendilerine
muhalif olan şahıs: “Ben kendi beldemden olan arkadaşlarımı daha iyi bilirim”
der. Fakat onlara haset, nefsi destekleme ve daha başka şeyler girmiş olabilir.
Cerh
ve Ta’dil meselesi deliller ve bürhanlar üzerine kuruludur. Saptırma, zanlar ve
taklid üzerine kurulu değildir. Delilsiz olarak ırzlara ta’n edilemez. Delil ve
burhanlar bulunması zorunludur. İmam Ebu Davud es-Sicistani, oğlu Ebu Bekr’i
eleştirirdi. Hadis ehli onun bu sözünü kabul etmemişler, “O, kendi oğlunu daha
iyi bilir” dememişlerdir.
Buhari
rahimehullah ile beldesindeki bazı alimler arasında sorunlar olmuştu. Hatta
Buhari rahimehullah beldesini terk etmek zorunda kaldı.
Birisi
yüz kişi hakkında konuşur, yanında haklı olduğuna delil vardır, onun sözünü
kabul ederiz. Yüz kişi de birisi hakkında da delilsiz olarak konuşurlar. Onların
sözünü kabul etmeyiz. İtibar çokluğa değil, hakkadır. Hak ve delil varsa buna
itibar edilir. İmam Malik rahimehullah Medine halkının fiilini hüccet görürdü. Zira
orada Sahabelerin çocukları vardı. Lakin alimler bu hususta ona muhalefet
etmişlerdir. Hüccet; kitap, sünnet ve salih selefin üzerinde olduklarıdır. Bu
konuda birçok naslar vardır ve ben bunları “el-Cerh Davabituhu ve Meta Yukbel
ve Meta Yurad Sıfatu Ehlih” adlı risalemde cem ettim.
İmam
Ahmed’e Harran bölgesinden birisi soruldu. İmam Ahmed: “Sikadır” dedi. Dediler
ki: “Harran’lılar onu eleştiriyorlar” İmam Ahmed: “Harranlıların bir kimseden
razı olmaları pek nadirdir” dedi.
Şevkani
rahimehullah el-Bedru’t-Tali kitabında ülkesinin alimlerinden şikayetçi idi.
şöyle derdi: “Yemen halkı alimlerini düşürüyorlar”
Soruda
bahsedilen sözü ancak bir cahil söyler. Bu terördür! Bu da terörün bir türüdür!
Link: http://www.albakre.net/play-186.html
İman ve Fıtrata Dönüş
Ebu Muaz el-Çubukâbâdî
بسم الله
الرحمن الرحيم
Şüphesiz ibadet/kulluk
insana verilen bir emanettir. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
إِنَّا
عَرَضْنَا الْأَمَانَةَ عَلَى السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ وَالْجِبَالِ فَأَبَيْنَ أَن يَحْمِلْنَهَا وَأَشْفَقْنَ
مِنْهَا وَحَمَلَهَا الْإِنسَانُ إِنَّهُ كَانَ ظَلُومًا جَهُولًا
“Biz
emaneti, göklere, yere ve dağlara sunduk; fakat onu yüklenmekten çekindiler;
ondan korktular. Onu insan yüklendi. O çok zâlim ve çok câhil idi.” (Ahzab
72) Bu emaneti koruyan mümin, ihanet edip zayî eden ise kâfirdir.
Emanetin iki açısı vardır. Birincisi: Allah Teâlâ insandan,
yalnız kendisine kulluk etmek ve O’na hiçbir şeyi ortak koşmamak üzere ahit
almıştır. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
وَإِذْ
أَخَذَ رَبُّكَ مِن بَنِي آدَمَ مِن ظُهُورِهِمْ ذُرِّيَّتَهُمْ وَأَشْهَدَهُمْ عَلَىٰ
أَنفُسِهِمْ أَلَسْتُ بِرَبِّكُمْ ۖ قَالُوا بَلَىٰ ۛ شَهِدْنَا ۛ أَن تَقُولُوا يَوْمَ
الْقِيَامَةِ إِنَّا كُنَّا عَنْ هَٰذَا غَافِلِينَ
“Rabbin, Âdemoğullarından, onların sırtlarından
zürriyetlerini almış ve onları kendilerine şâhid tutarak "ben, sizin
rabbiniz değil miyim?" (demişti). Onlar da: "Evet; buna şahidiz"
demişlerdi. Bu, kıyamet günü, "bizim bundan haberimiz yoktu"
dememeniz içindi” (A’raf 172)
Sonra Allah Teâlâ, onların ruhlarını yaratmış ve annelerinin
karınlarında dünya hayatlarında yaşayacakları süreyi belirlemiştir. Allah,
kendisinden ruhlar âleminde aldığı sözü koruması için onun ruhuna, bitişik
olduğu bedenini emanet etmiştir. Bu emanet; Allah Azze ve Celle’ye ibadette
O’nu birlemek ve kulundan ruhunu alıncaya kadar O’na itaat etmesidir. Allah
Teâlâ şöyle buyurmuştur:
الَّذِينَ
إِذَا أَصَابَتْهُم مُّصِيبَةٌ قَالُوا إِنَّا لِلَّهِ وَإِنَّا إِلَيْهِ رَاجِعُونَ
“Nitekim bunlar, kendilerine bir musibet geldiği zaman,
"biz, Allah'a aidiz ve elbette Ona döneceğiz" derler.” (Bakara
156)
Emanetçiye gereken, emaneti sahibine bozulma ve
değiştirmeden salim olarak, emanet edildiği şekilde iade etmektir. Emanetçi,
yaratıcısına, sahibine ve rabbine tevhid dini üzere dönerse Allah Azze ve Celle
onu cennetle ödüllendirecektir. Zira o canını tevhid, islam ve iman fıtratı
üzere tutarak emaneti korumuştur. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
يَا
أَيَّتُهَا النَّفْسُ الْمُطْمَئِنَّةُ * ارْجِعِي إِلَىٰ رَبِّكِ رَاضِيَةً مَّرْضِيَّةً * فَادْخُلِي فِي
عِبَادِي * وَادْخُلِي جَنَّتِي
“Ey huzura ermiş olan nefis! Hoşnut etmiş ve hoşnut olmuş
olarak rabbine dön. Kullarım arasına gir; cennetime gir.” (Fecr 27-30)
Allah Teâlâ’nın yarattığı fıtrat olan İslam ve iman
fıtratında sapıklıkla değiştirme ve bozma yaparak emanete ihanet eden ise
nefsine, yani bedeniyle bitişik olan ruhuna küfrün karanlıkları ile nankörlük
etmiştir. Bu yüzden Allah Azze ve Celle onu emanetine hıyanet etmesine karşılık
olarak cehennemde kalıcılıkla cezalandırır. Rasulullah sallallahu aleyhi ve
sellem şöyle buyurmuştur:
ما من
مولودٍ إلَّا يولَدُ على الفطرةِ، فأبواهُ يُهَوِّدانِهِ وينصِّرانِهِ ويمجِّسانِهِ، كما تُنتِجُ
البَهيمةُ بَهيمةً جمعاءَ، هل تحسُّونَ فيها من جدعاءَ؟ ثمَّ يقولُ: أبو هُرَيْرةَ:
واقرؤا إن شئتُمْ: فِطْرَةَ اللَّهِ الَّتِي فَطَرَ النَّاسَ عَلَيْهَا لَا
تَبْدِيلَ لِخَلْقِ اللَّهِ
“Her doğan mutlaka fıtrat üzere doğar. Anne babası onu
yahudileştirir, hristiyanlaştırır veya mecusileştirir. Tıpkı bir hayvanın dertop bir hayvan
doğurduğu gibi. Bu hayvanda hiç bir kesik aza hissediyor musunuz?” Sonra
Ebu Hureye radıyallahu anh dedi ki: “İsterseniz şu ayeti okuyun: “Dosdoğru
olarak yüzünü dîne, Allah'ın fıtratına çevir ki, insanları o fıtrat üzere
yaratmıştır. Allah'ın yaratışında hiçbir değişme yoktur.” (Rum 30)”
(Muslim, Ebu Hureyre radıyallahu anh’den rivayet etmiştir. no: 2658)
Emanetin ikinci açısı ise şudur: Emanetçi, emanet üzerinde
sahibinin istediği dışında bir tasarrfuta bulunamaz. İnsanın bedeninde ve
ruhunda Allah Azze ve Celle’ye itaat ve O’nun emrine isyan etmemek gibi razı
olduğu dışında bir tasarrufta bulunması caiz değildir. Malını sadece helalden
kazanabilir, kadınlardan ancak Allah’ın kendisine meşru kıldığını sevebilir,
insanlardan ancak Allah yolunda cihad veya had cezası olarak öldürülmesi
gerekenler gibi, Allah’ın emrettiklerini öldürebilir. Yeryüzünde ancak ıslah
için çalışabilir, fesat çıkarmak ve Allah’ın kullarına karşı taşkınlık etmek
için çalışamaz. İç âleminde ve dış âlemde Allah’tan sakınır. Buna devam eder ve
Allah Azze ve Celle’ye O’nun sevdiği amellerle yaklaşırsa Allah ona iman ve
ameli oranında naîm ve huld cennetlerinde yüksek dereceler verir. Allah Teâlâ
şöyle buyurmuştur:
إِنَّ
أَكْرَمَكُمْ عِندَ اللَّهِ أَتْقَاكُمْ ۚ إِنَّ اللَّهَ عَلِيمٌ خَبِيرٌ
“Allah katında sizin en üstün olanınız, Allah'tan en çok
korkanınızdır.” (Hucurat 13)
وَمَن
يَأْتِهِ مُؤْمِنًا قَدْ عَمِلَ الصَّالِحَاتِ فَأُولَٰئِكَ لَهُمُ الدَّرَجَاتُ
الْعُلَىٰ * جَنَّاتُ عَدْنٍ تَجْرِي مِن تَحْتِهَا الْأَنْهَارُ خَالِدِينَ
فِيهَا ۚ
وَذَٰلِكَ جَزَاءُ مَن تَزَكَّىٰ
“Kim de O'na iyi amel işlemiş bir mu’min olarak gelirse,
işte böyleleri için en yüksek dereceler vardır. İçinde daimî kalacakları,
(ağaçları) altından ırmaklar akan Adn cennetleri vardır. Bu, (küfürden)
temizlenenlerin mükâfatıdır.” (Taha 75-76)
إِنَّ
الَّذِينَ آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ إِنَّا لَا نُضِيعُ أَجْرَ مَنْ أَحْسَنَ
عَمَلًا *أُولَٰئِكَ لَهُمْ جَنَّاتُ عَدْنٍ تَجْرِي مِن تَحْتِهِمُ الْأَنْهَارُ
يُحَلَّوْنَ فِيهَا مِنْ أَسَاوِرَ مِن ذَهَبٍ وَيَلْبَسُونَ ثِيَابًا خُضْرًا مِّن
سُندُسٍ وَإِسْتَبْرَقٍ مُّتَّكِئِينَ فِيهَا عَلَى الْأَرَائِكِ ۚ نِعْمَ الثَّوَابُ وَحَسُنَتْ
مُرْتَفَقًا
“İman edenler ve salih amel işleyenlere gelince, biz
amellerini iyi işleyenlerin mükâfatını elbette zayi etmeyiz. İşte
böyleleri için, (ağaçları) altından ırmaklar akan Adn cennetleri vardır. Orada
altın bilezik takınırlar; sedirler üzerinde oturmuş oldukları halde, ince ve
kalın ipekten yeşil bir elbise giyerler. Ne güzel sevab ve ne güzel dayanak”
(Kehf 30-31)
Bir kimse şöyle diyebilir: “Sapmış olan kâfir kimsenin
kalbiyle hidayet bulması ve Yüce Melik ve kerim hidayet edici olan Allah’tan
hidayet talep etmesi, bunun üzerine Allah’ın ona hidayeti kolaylaştırması ve
İslam nuruna hidayet sebeplerini hazırlaması, nasıl mümkün olur?” Cevap: Bu,
selim fıtrat olan İslam dinine dönüş ile mümkün olur. Allah Teâlâ şöyle
buyurmuştur:
قُلْ
هَلْ يَسْتَوِي الَّذِينَ يَعْلَمُونَ وَالَّذِينَ لَا يَعْلَمُونَ ۗ إِنَّمَا يَتَذَكَّرُ أُولُو الْأَلْبَابِ
“De ki: "Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur
mu"? Ancak akıl sahipleri tezekkür eder.” (Zumer 9)
Bu ayet, Allah Azze ve Celle katındaki en üstün mertebeyi
bilen ile bunu bilmeyene işaret etmektedir. Zira bilindiği gibi, ilim ancak
bilgi edinme ve dirayet yoluyla gelir. Bilgi edindikten sonra hakkın nuruna
hidayet edilen akıl sahibi; bilen âlim konumundadır. Bilgi edindikten sonra
hakkın nurundan kendisini saptıran, kendisine hüccet ikame edildikten sonra
ondan yüzçeviren ve sapıklığın karanlıklarını tercih eden kimse ise bilmeyen cahil
konumundadır.
Akletmeyen kimse, aklı hak sözü anlamaktan ve kavramaktan
aciz olan kimsedir. Bu da ayette geçen: “Ancak akıl sahipleri öğüt alır”
kısmının zahiridir.
Elbab: lub kelimesinin çoğuludur. Lub ise salih/düzgün akıldır.
Müslümanda da, kâfirde de akıl mevcuttur. Ancak buradaki mesele aklın düzgün
bir akıl olup olmamasıdır. Zira aklın düzgünlüğü ile kastedilen, bu aklın
sahibi olan ruhta hayır bulunmasıdır. Bilindiği gibi, akleden ruhtur. Eğer ruh
düzgün olursa, akıl da düzgün olur. Çünkü akıl, istek ve taleplerinde ruhun
kullandığı malzemedir. Dolayısıyla onun hakkın nuru olan İslam’a
yönlendirilmesinde bu bir fırsat veya arzudur.
Ayette geçen “Ancak… tezekkür eder” kısmı ise pekiştirmedir.
Tezekkür: hak bilgisini unuttuktan sonra hatırlamak demektir. Allah Teâlâ şöyle
buyurmuştur:
وإذا أخذ
ربك من بني آدم من ظهورهم ذريتهم وأشهدهم على أنفسهم ألست بربكم قالوا بلى شهدنا أن تقولوا يوم القيامة
أنا كنا عن هذا غافلين
“Rabbin, Âdemoğullarından, onların sırtlarından zürriyetlerini
almış ve onları kendilerine şâhid tutarak "ben, sizin rabbiniz değil
miyim?" (demişti). Onlar da: "Evet; buna şahidiz" demişlerdi.
Bu, kıyamet günü, "bizim bundan haberimiz yoktu" dememeniz içindi”
(A’raf 172)
Bu ayet, Allah Azze ve Celle’nin âdemoğullarının hepsini
babaları Âdem aleyhi's-selâm’ın sırtından kıyamet gününe kadar birbiri ardınca
çıkarıp, beşeriyet âleminde var olmalarına kadar sırayla babalarının
bellerinden çıkarıp yaratmasına işaret etmektedir.
Allah Subhanehu ve Teâlâ onlardan söz almış, birliğini,
rububiyetini, azametini ikrar ve itiraf ettirmiştir. Bu, onlar ruh âleminde
iken olmuştur. Bundan sonra gaybleri bilen yüce melik Allah Azze ve Celle,
onların dünya âleminde bu sözden ve şahitliklerinden gafil olacaklarını, yani
unutacaklarını haber vermektedir.
Burada bu yüce ve incelikli Kur’an tabirine dikkat etmek
gerekir. “Gafele’ş-şe’y” (Bir şeye gafil olmanın) anlamı; bir şeyi
unutma söz konusu olmaksızın ihmal ederek terk etmek demektir. “Gafele
ani’ş-şe’y” (Bir şeyden gafil olmanın) anlamı ise, bir şeyi unutmaktır.
Dolayısıyla ayette geçen: “Enna kunna an haza gafilin” ifadesi bütün
açıklığı ile şuna işaret etmektedir: Allah Subhanehu ve Teâlâ meşieti, iradesi
ve hikmeti ile Âdemoğullarına bu sözü unutturmaktadır. Yani onları unutucu
kılmıştır. Bu, ruh âleminde kendileri aleyhine bu sözü vererek şahitlik
etmelerinden sonra, dünya âleminde yaratıldıkları zaman olmaktadır. Allah Teâlâ
şöyle buyurmuştur:
وَاقْتَرَبَ
الْوَعْدُ الْحَقُّ فَإِذَا هِيَ شَاخِصَةٌ أَبْصَارُ
الَّذِينَ كَفَرُوا يَا وَيْلَنَا قَدْ كُنَّا فِي غَفْلَةٍ مِّنْ هَٰذَا بَلْ كُنَّا ظَالِمِينَ
“Gerçek vaad olan kıyamet artık yaklaşmıştır, işte o
zaman, küfredenlerin gözleri donakalır ve "yazıklar olsun bize! Biz,
bundan gaflet içinde idik; daha zâlimdik" derler.” (Enbiya 97)
Bu ayet; bu durumun, zelzeleler gibi kıyamet hallerine şahit
olunduğu zaman gerçekleşeceğine işaret ediyor. Sonra kıyamet meydana geldiği
zaman kâfirler büyük hadiselere şahit olacaklardır. İşte o zaman dünya hayatlarında
Allah Azze ve Celle’yi inkârlarından dolayı nefislerine zulmettiklerini itiraf
edecekler, lakin bu itiraf onlara fayda vermeyecektir. Onlar bu dünya hayatında
gaflet içinde olduklarını itiraf ve kabul etmektedirler. Yani verdikleri sözü,
kulluk misakını ve Allah Azze ve Celle’yi birlemeyi unutmuş olduklarını itiraf
ederler.
Yine burada da bu ince Kur’ânî tabire dikkat etmek
gerekmektedir. Gafele’ş-şe’y: bir
şeyi unutma söz konusu olmaksızın ihmal ederek terk etmektir. Gafele
mine’ş-şe’y ise: bir şeyi unutmak demektir. Dolayısıyla bu unutmada temel
ve yüce bir hikmet vardır. Zira İslam’ın özü tamamen Allah Azze ve Celle’ye
gayb üzere kulluk etmektir. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
إِنَّ
الَّذِينَ يَخْشَوْنَ
رَبَّهُم
بِالْغَيْبِ لَهُم مَّغْفِرَةٌ وَأَجْرٌ كَبِيرٌ
“Görmeksizin rablerinden korkanlar için mutlaka bir
mağfiret ve büyük bir mükâfat vardır” (Mülk 12)
Allah Azze ve Celle’ye gayb üzere kulluğun gerektirdiği
şeylerden birisi, Allah Subhanehu’nun bize bu sözü unutturarak perdelemesidir.
Çünkü âdemoğulları bu sözü dünya âleminde (ruhlar alemindeki yakîn ile) hatırlarlarsa kâfir olan hiçbir kimse
kalmaz, herkes mümin kimseler olurlar. Bu ise Allah Azze ve Celle’ye görmeden
ibadet hikmetine aykırıdır. Tayyib, habisten, yani mümin kâfirden bu hikmet
sebebiyle ayrılır. Bunun neticesinde iman edenler cennetlere, küfredenler ise
cehenneme giderler. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
وَلَوْ شَاءَ
رَبُّكَ لَجَعَلَ النَّاسَ أُمَّةً وَاحِدَةً وَلا
يَزَالُونَ مُخْتَلِفِينَ * إِلا مَنْ رَحِمَ رَبُّكَ وَلِذَلِكَ خَلَقَهُمْ وَتَمَّتْ كَلِمَةُ رَبِّكَ لأَمْلأَنَّ
جَهَنَّمَ مِنَ الْجِنَّةِ وَالنَّاسِ
أَجْمَعِينَ
“Eğer rabbin dileseydi, insanları tek bir ümmet yapardı. Oysa
işte ihtilaf edip durmaktadırlar. Ancak rabbinin merhamet ettikleri, (bu
ihtilaftan) istisna teşkil ederler. Zaten Allah, insanları bunun için
yaratmıştır. Ve böylece, rabbinin “muhakkak cehennemi cin ve insanlardan bir
kısmıyla dolduracağım” sözü yerine gelmiş olacaktır.” (Hud 118-119)
Yine “Ennâ kunnâ hâzâ gâfilîn” tabiri, Allah Azze ve
Celle’nin bizleri kendi irademizle unutucu kılmadığını ifade etmektedir. Bu
husus tamamen Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’in şu hadisine uygundur:
ما من مولودٍ
إلَّا يولَدُ على الفطرةِ، فأبواهُ
يُهَوِّدانِهِ
وينصِّرانِهِ ويمجِّسانِهِ، كما تُنتِجُ البَهيمةُ بَهيمةً جمعاءَ، هل تحسُّونَ فيها من جدعاءَ؟
“Her doğan mutlaka fıtrat üzere doğar. Anne babası onu
yahudileştirir, hristiyanlaştırır veya mecusileştirir. Tıpkı bir hayvanın derli toplu bir hayvan
doğurduğu gibi. Bu hayvanda hiç bir kesik aza hissediyor musunuz?”
Yine Esved b. Surey radıyallahu anh’den gelen rivayette
Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
ما بالُ
أقوامٍ جاوزَ بهمُ القتلُ اليومَ حتى قتلوا الذرِّيَّةَ؟
ألَا إِنَّ خيارَكم أبناءُ
المشركينَ،
ألَا لَا تقتُلُوا ذُرِّيَةً، ألَا لَا تقتُلُوا ذُرِّيَّةً، كُلُّ نَسَمَةٍ تُولَدُ علَى الفِطْرَةِ، فما
يزالُ عليها حتى يُعْرِبَ عنها
لسانُها،
فأبواها يهوِّدانِها، أوْ يُنَصِّرانِها
“Bazı kimselere ne oluyor da bugün öldürülenler arasında
bebekler de var? Dikkat edin! Hayırlılarınız müşriklerin çocularıdır. Dikkat
edin! Bebekleri öldürmeyin, dikkat edin! Bebekleri öldürmeyin! Doğan her can,
fıtrat üzere doğar, dili dönmeye başlayıncaya kadar bu hal üzere devam eder,
sonra evebeyni onu Yahudileştirir veya Hristiyanlaştırır” (Sahih. El-Elbanî,
Sahihu’l-Cami 5571)
Bu nebevî hadisler de bütün açıklığıyla işaret etmektedir
ki; Allah Azze ve Celle insanı annesinin karnında bir cenin olarak yarattığı
zaman, Allah Teâlâ ona selim bir fıtrat vermektedir. Bu fıtrat; hanif islam
dinidir. Allah Teâlâ ona ruh üfürülmesini emrettiği zaman ve bundan sonrasında,
çocuğa islam dini üzere olan anne ve baba nasip ederse, o zaman çocukluk
çağında ulaşıp edineceği bilgi, selim fıtrata uygun olanın İslam olduğuna
tabiaten yönlenecek, çocuk konuşma çağına geldiğinde ve bilgi edinmeye
başladığında buna uyum gösterecektir. Ama ebeveyni Hristiyan, Yahudi veya başka
bir küfür dini üzere olurlarsa, çocuğun edineceği bilgi ile fıtratında bulunan
İslam muhalefet edecektir.
Burada da çok önemli bir noktaya dikkat etmek gerekiyor. Her
çocuğun fıtratında bulunan İslam fıtratının silinmesi ya da giderilmesi mümkün
değildir. Bu, kıyamet gününe kadar insanda bakî kalmaya devam eder. Çünkü sonra
kıyamet gününde, perde açıldığı zaman bunu hatırlayacaktır. Lakin çocuğun
ebeveyni vasıtasıyla elde ettiği bilgi, ya İslam fıtratına uygun düşer ya da
muhalif olur. Bundan dolayı Allah Azze ve Celle bize zikredilen ayette, insanın
dünya hayatında ruhlar âleminde verdiği sözden gafil olduğunu, yani selim
fıtratın unutucu olduğunu haber vermiştir. Lakin bunun izi kalbinde ve nefsinde
mevcuttur.
Bilindiği gibi unutmak; bir şeyin insan zihninden, yani akıl
ve anlayışından kaybolmasıdır. Bir şeyi hatırlamaması da böyledir. Dolayısıyla
bu şeye karşı insanın idrak ve şuuru perdeli olur. Bu, insanların yüce melik
olan Allah’a gayb üzere kulluk etmesinin hakikatiyle örtüşür. Allah Teâlâ şöyle
buyurmuştur:
وَلَوْ تَرَىٰ
إِذِ الْمُجْرِمُونَ نَاكِسُو
رُءُوسِهِمْ
عِندَ رَبِّهِمْ رَبَّنَا أَبْصَرْنَا وَسَمِعْنَا فَارْجِعْنَا نَعْمَلْ صَالِحًا إِنَّا مُوقِنُونَ
“Suçluların, rablerinin huzurunda başlarını önlerine
eğmiş oldukları halde "Rabbımız! Gördük ve dinledik; bizi dünyaya geri
çevir de sâlih amel işleyelim. Artık biz inancı sağlam kimseleriz"
deyişlerini bir görsen.” (Secde 12)
Bu ayette kâfirlerin kıyamet gününde ve hesap anında bunu
itiraf ve kabul ettiklerini görüyoruz. O zaman onların akılları, kalpleri
üzerinde bulunan örtüler kalktıktan sonra düzgünleşir, ruhları düzgün bir
şekilde tefekkür etmeye başlar, hakkın sesini işitir ve hakkın nurunu görürler.
Sonra, o anda bir ve kahhar olan Allah’ın vahdaniyet ve azametini bütün
duyularıyla görmelerinden sonra kesin bir kanaatle itiraf ederler. Nitekim
yakîn ancak marifet ve ilim ile gelir. Hiç kimsenin önceden bilmediği bir şey hakkında
yakin sahibi olması mümkün değildir. Bu, hakikate uygundur. Zira onlar kendi
nefisleri aleyhinde ruhlar âleminde söz verdikten sonra, dünya hayatına Allahın
vahdaniyet, rububiyet ve azametini unutmuş olarak geliyorlar.
Zira bir şeyin nisyanı (unutmak), o şeyin hatırdan, ilimden
ve akıldan kaybolmasıdır. Dünya hayatında onlara bu olmuştur. Lakin bir şeyi
unutmak; hatırdan, ilimden ve akıldan o şeyin tamamen yok olması demek
değildir. Bundan dolayı Allah Azze ve Celle onların akıllarından, kulaklarından
ve gözlerinden perdeyi kaldırdığı zaman, kendi nefisleri hakkında ruh âleminde
vermiş oldukları sözü hatırlayabilirler ve böylece yaratılmış oldukları dünya
diyarında Allah’ın vahdaniyet, rububiyet ve azametini ikrar ederler. Onlar sözü
hatırladıkları zaman yakin sahibi olurlar. Bunun delili Allah Teâlâ’nın şu
ayetidir:
لَقَدْ كُنْتَ
فِي غَفْلَةٍ مِنْ هَذَا فَكَشَفْنَا عَنْكَ
غِطَاءَكَ فَبَصَرُكَ الْيَوْمَ حَدِيدٌ
“Oysa sen bütün bunlardan gafildin. Şimdi o gaflet
örtüsünü senden kaldırıp açtık. Artık bugün gözün keskindir.” (Kaf 22)
Aynı şekilde onların verdikleri bu sözü unutmalarını
pekiştiren şeylerden birisi, önceki ayette geçen: “bizi dünyaya geri çevir
de sâlih amel işleyelim” ifadesidir. Onlar Allah’ın rububiyet, vahdaniyet
ve azametine kesin kanaat edip yakin sahibi oldukları zaman, Allah Azze ve
Celle’den sadece dünyaya geri dönmeyi talep edecekler.
Onlar, dünyaya tekrar döndürüldüklerinde salih amel
işleyeceklerini kesin olarak söylerler. Bu, onların kıyamet gününde ve hesap
gününde, dünya hayatında unutmuş oldukları Allah Azze ve Celle’ye ibadet ve
O’nu birlemeyi hatırlayacaklarını ifade etmektedir. Bu yüzden hidayet, irşad,
yönlendirme veya hidayet sebeplerinin hazırlanmasını değil de, sadece dünyaya
döndürülmeyi isterler.
Mesela ayette: “Bizi dünyaya tekrar döndür ki,
rasullerini tasdik edelim ve salih amel işleyelim” diyecekleri geçmez. Hâlbuki
salih amele hidayet edilme, onun gerçekleştirilmesinden önce bilinmesini
gerektirir. Çünkü Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
اقرأ وربك الأكرم*
الذي علم بالقلم*علم الإنسان ما لم يعلم
“Oku! Rabbın sonsuz kerem sahibidir. O Rab ki,
kalemle yazmayı öğretti. İnsana bilmediğini de öğretti.” (Alak 3-5)
Aynı şekilde buna diğer bir ayetle de delil getirmek
mümkündür:
وَأَنذِرِ النَّاسَ يَوْمَ يَأْتِيهِمُ الْعَذَابُ
فَيَقُولُ الَّذِينَ ظَلَمُوا رَبَّنَا
أَخِّرْنَا
إِلَىٰ أَجَلٍ قَرِيبٍ نُّجِبْ دَعْوَتَكَ وَنَتَّبِعِ الرُّسُلَ ۗ أَوَلَمْ
تَكُونُوا أَقْسَمْتُم مِّن قَبْلُ مَا لَكُم مِّن زَوَالٍ
“İnsanları, azabın kendilerine geleceği o günü
hatırlatarak uyar. (O gün gelince küfürleriyle) zulmetmiş olanlar:
"Rabbımız! Bizi yakın bir vakte kadar ertele ki, senin davetine icabet
edelim ve peygamberlere uyalım" derler. Hâlbuki siz daha önce, sizin için
(dünyadan âhirete) göçüş olmadığına yemin etmemişmiydiniz?” (İbrahim 44)
“Azab kendilerine geleceği gün” ifadesi, kıyamet ve
hesap gününe işaret etmektedir. Zira “Hâlbuki siz daha önce sizin için
dünyadan ahirete göçüş olmadığına yemin etmemiş miydiniz” buyrulmuştur.
Allah Azze ve Celle, kâfirlerin ahirete intikali ve hesap gününü inkâr
etmelerinden bahsetmektedir.
Açık bir şekilde ortaya çıkmaktadır ki, bu kıyamet gününde
olacaktır. Çünkü Allah Azze ve Celle onlara: “Daha önce yemin etmemiş
miydiniz” buyurmaktadır. Yani siz dünya hayatında iken yemin etmiştiniz.
Bundan sonra kâfirler Allah Azze ve Celle’den: “Rabbimiz
bizi yakın bir vakte kadar ertele” diye talep ederler. Yani, bu konuşmanın
vaktinden önce olan bir vakit isterler. Secde suresindeki ayette: “Rabbimiz,
gördük ve dinledik, bizi geri döndür” demişlerdi. Zira erteleme veya süre
verilmesi talebi, adeten nihayet veya uzaklık türündendir. Yani mesela isyankâr
olan veya taatte kusurlu bir insan ölmek üzere iken o sırada süre verilmesini
veya ecelinin ertelenmesini ister. Ta ki salih ameller işleyerek itaat
edebilsin. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
وَأَنفِقُوا
مِن مَّا رَزَقْنَاكُم مِّن قَبْلِ أَن يَأْتِيَ أَحَدَكُمُ
الْمَوْتُ فَيَقُولَ رَبِّ لَوْلَا أَخَّرْتَنِي إِلَىٰ أَجَلٍ قَرِيبٍ فَأَصَّدَّقَ وَأَكُن مِّنَ الصَّالِحِينَ
“İçinizden herhangi birine ölüm gelmezden ve
"Rabbım! Ölümümü yakın bir zamana kadar ertelesen de, sadaka verip
iyilerden olsam" demezden önce, size rızık olarak verdiklerimizden Allah
yolunda sarfedin.” (Munafikun 10)
Döndürülme talebi adeten, sürenin tamamlanmasından sonra
sürenin uzatılması için olur. Bunun anlamı; onların Allah Azze ve Celle’den
kıyamet gününde kendilerine süre verilmesi veya ertelemesini istemeleridir.
Kıyamet gününde akıllarını, kulaklarını ve gözlerini örten perdenin
açılmasından sonra bu olacak değildir. Dolayısıyla onlar ruh âleminde vermiş
oldukları sözü unutmuş oldukları, dünya hayatında yaratılmış bir halde iken
olacaktır.
Onların: “Davetine icabet edip rasullere tabi olalım”
diyerek, hidayet sebeplerini talep etmeleri bunu pekiştirmektedir. Dünya
yurduna dönmeyi istedikleri zaman onların akıllarını, kulaklarını ve gözlerini
örten perde kalkmıştır. Onlar, ruhlar âleminde verdikleri sözü
hatırlamışlardır. Az önce işaret edildiği gibi bunu, onların hidayet ve irşad
sebeplerini talep etmemeleri pekiştirmektedir. Allah’ın vahdaniyeti, rububiyeti
ve azameti hakkındaki yakinlerini ilan etmişlerdir.
Yine diğer taraftan Allah Teâlâ’nın kullarına merhametinden
dolayı insanı İslam fıtratı üzere yarattığını söylememiz mümkündür. Zira sapmış
olan insan hidayet bulmayı dilediği zaman kalbinde ve nefsinde hidayeti
azmetmesi gerekir.
Burada önemli bir soru ortaya çıkmaktadır: İnsanda salih
niyet, salih kalp ve salih nefsin kaynağı nedir? Cevap: selim fıtrattır.
İnsanın selim fıtrat olan islam dininden başka döneceği şey yoktur. Bu da salih
aklın yani lub’bun hakkı tezekkür etmesi yoluyla olur. Yani selim fıtrat,
unuttuktan sonra hatırlar. Allah Teâlâ: “Ancak akıl sahipleri tezekkür eder”
buyurmuştur. Çünkü insan doğduğu zaman, konuşma çağına geldiğinde bilgi
edinmeye başlar. Doğduğu sıradaki selim fıtratı unutucu özelliktedir. İnsanın
edindiği bilgi bu fıtrata ya uyumludur, ya da muhaliftir. Eğer kişi kâfir ise
elde ettiği bilgi selim fıtrata aykırı olacaktır. Mümin ise elde ettiği bilgi,
marifet, tasdik ve iman fıtratıyla uyumlu olacaktır. Bu selim fıtrata dönmek
sayılır. Zira edindiği imanî akide yaratılışında bulunan fıtratıyla uyum
içindedir.
Selim fıtrat onu yeniden tevhid dinine yönlendirir. Bu ise
temizliği ve saflığı bakımından farklılık gösterir. Nebiler en temiz ve en saf
fıtrata sahiptirler. İnsanın fıtratı temizlendikçe imanı daha fazla düzgünleşir.
Zira hissi ve manevî temizlik, hem bedeni, hem ruhu temizler. Müslümanın üzerine
yaratılmış olduğu fıtratıyla kazandığı iman ve ilme yaklaştıkça imanı ve sabatı
artar. Bundan dolayı imanıyla mutmain olan müminin nefsi, huzur ve sükûnet
içindedir. Çünkü kazandığı iman ve ilim,
yaratılmış olduğu selim fıtrat ile uyum içindedir. Allah Teâlâ şöyle
buyurmuştur:
الَّذِينَ
آمَنُوا وَتَطْمَئِنُّ قُلُوبُهُم بِذِكْرِ اللَّهِ ۗ أَلَا بِذِكْرِ اللَّهِ
تَطْمَئِنُّ الْقُلُوبُ
“İşte onlar, îman edenler ve kalbleri Allah'ın zikri ile
mutmain olanlardır. Şunu iyice biliniz ki, kalbler, Allah'ın zikriyle mutmain
olur (rahat ve huzura kavuşur.)” (Ra’d 28)
Kâfir ise türlü dünya nimetlerinden faydalanmasına rağmen, nefsinde
rahatsızdır, sıkıntı içindedir ve sürekli olarak huzursuzdur. Eğlenmek onu
mutlu etmez. Hakiki saadete muhtaçtır. Çünkü kazanmış olduğu küfür akidesi,
Allah Azze ve Celle’nin kendisini üzerine yaratmış olduğu İslam fıtratı ile
uyum içinde değildir. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
قَالَ
اهْبِطَا مِنْهَا جَمِيعًا ۖ بَعْضُكُمْ لِبَعْضٍ عَدُوٌّ ۖ فَإِمَّا
يَأْتِيَنَّكُم مِّنِّي هُدًى فَمَنِ اتَّبَعَ هُدَايَ فَلَا يَضِلُّ وَلَا يَشْقَىٰ * وَمَنْ أَعْرَضَ عَن
ذِكْرِي فَإِنَّ لَهُ مَعِيشَةً ضَنكًا
وَنَحْشُرُهُ
يَوْمَ الْقِيَامَةِ أَعْمَىٰ
“Onlara şöyle buyurmuştu: "Hepiniz cennetten yere
inin. Bundan böyle artık birbirinize düşmansınız. Benden size bir hidayet
elbette gelecektir. Kim benim hidayetime uyarsa, ne sapıtır, ne de bedbaht
olur. Kim de beni anmaktan yüz çevirirse, onun için dar bir geçim vardır.
Kıyamet günü de onu kör olarak haşrederiz.” (Taha 123-124)
Eğer o, edindiği bilgi ile selim fıtrata döner ve onu hatırlarsa,
bu Allah’ın izniyle hidayeti amaçlama hususunda niyetini, kalbini ve nefsini
ıslah etmesine bir sebep olur. Çünkü kalbin ıslahı dışarıdan gelmez, niyetin,
kalbin ve nefsin ıslahına işaretle birlikte ancak içeriden gelir.
Aynı şekilde, insanı kuşatan hidayet sebeplerinden ayrılmak
suretiyle selim fıtrata dönüşün tamamlanması mümkün değildir. Çünkü mutlak
surette muhayyer bırakılmış bir kimse bulmak mümkün değildir. Lakin şunu
söylememiz mümkündür: fıtrata dönüş ve niyet, kalp ve nefsin ıslahına çalışmak,
insanın seçebileceği ve kendisine üstün tercih derecelerinin kolaylaştıran
amellerdir.
Özetle, müslüman olsun, kâfir olsun kul, Allah Azze ve Celle’nin
kendisini üzerine yarattığı selim fıtrata dönmekte eşittir. Müslüman, temiz fıtratına
yakınlaştıkça Allah Azze ve Celle’ye yakınlığını artırır. Kâfir ise dosdoğru
olan hak yola hidayet bulur. Bu, islam fıtratına döndüğünde bulacağı İslam
yoludur. Hiçbir kapalılığı olmayan apaçık bir şekilde bu ona belirir.
Bizler âdemoğullarıyız. Bizim nefislerimizden ruhlar âleminde
söz alınmış, Allah’ın rububiyet, vahdaniyet ve azameti ikrar ettirilmiştir. Bu
sözü yerine getirmenin gerekleri; dünya yurdunda bizi yaratan Allah Subhanehu’ya
ibadet, itaat, boyun eğmek ve nefsin sahibine teslim olmasıdır. Lakin bizler,
Hakîm olan Allah Azze ve Celle’nin imtihan hikmeti gereği, bu dünya hayatında,
vermiş olduğumuz o sözden gafletteyiz. Bize düşen şey Allah subhanehu ve Teâlâ’ya
bu dünya yurdunda ibadet etmektir.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
Meclislerin Keffareti
"Subhâneka'llâhumme ve bihamdik ve eşhedu en lâ ilâhe illâ ente estağfiruke ve etûbu ileyk" (Taberani 10/164, el-Elbânî Sahîhu'l-Câmi (4487)