Sözlerin en doğrusu Allah'ın kelamı, yolların en hayırlısı Muhammed Aleyhisselam'ın yoludur. Dinde her sonradan çıkarılan şey bidattir.Her bidat sapıklıktır ve her sapıklık da cehennemdedir (Muslim no: 867)

Duâ

Duâ

Daru's-Sunne Neşidler

13 Aralık 2016 Salı

Buhari ve Muslim'in Şartlarını Farklı Görmenin Tenkidi

Buhârî ve Muslim’in Sahih Şartları Aynıdır
Esasen Buhârî ve Muslim’in sıhhat şartları birbirinden farklı değildir ve bu şartlar aynı zamanda bütün muhaddislerin üzerinde ittifak ettikleri şartlardır. Bir hadisin Buhârî’nin şartına göre veya Muslim’in şartına göre olduğunu söylemenin manası; Buhârî’nin veya Muslim’in Sahih’lerinde kendileriyle ihticacda bulunduğu raviler yoluyla rivayet edildiğinin belirtilmesi demektir.
İbn Teymiyye şöyle demiştir: “Buhari ve Müslim’in şartına gelince: Onların ravilerinden her birinden onlardan rivayette bulunmakla meşhur olmuş kişiler rivayette bulunmuştur ve bunlar da diğer ravilerden rivayette bulunmakla müşterek olmuşlardır. İşte Buhari ve Müslim bu tür ravilerden hadis almakta ittifak etmişlerdir ve onların hadisleri hep bu ravilerden gelmiştir. Nitekim onlardan biri, birisinden rivayetin aslı dışında mutabaat ve şahitlerle rivayet etmiştir. Ondan da tek kaldığı rivayeti değil, başka bir yoldan bilineni rivayet etmiştir. Güvenilir de olsa, o kişinin o hadiste hata yaptığı anlaşılmışsa hadisi terk edilmiştir. Meselenin iç yüzünü bilmeyen kimseler, Sahih adlı kitapların sahiplerinin rivayette bulunduğu her şahsı hüccet zannederler. Hâlbuki durum böyle değildir. Şüphesiz hadis illetlerini tanımak şerefli bir ilimdir. Yahya b. Said el-Kattan, Ali b. el-Medinî, Ahmed b. Hanbel, es-Sahih sahibi Buhari ve Darekutni gibi imamlar bu fenni iyi bilirlerdi. Bu ilimleri onun ashabı bilir. Vallahu a’lem.”[1]
Buhari ve Muslim’in sıhhat şartları arasında fark olduğunu iddia edenler, en çok mu’an’an rivayet üzerinde bu farka dikkat çekerler.
Mu’an’an hadis; ravinin şeydinden “an” kelimesiyle rivayet ettiği hadis demektir. Bazıları tarafından “an” kelimesinin lügatte ittisale (isnadın kesintisiz olduğuna) delalet etmediği gerekçesiyle mu’an’an hadisin kabulü konusunda ihtilaf nakledilmiştir. Bilindiği gibi ittisal yani isnadın kesintisiz olması, rivayetlerin sıhhati için en önemli şartlardan birisidir.
Bu meseleden ilk bahsedilen yer İmam Muslimin Sahih’inin mukaddimesidir. Bu mesele için özel bir bölüm ayırmıştır. Muslim rahimehullah bu bölümde zikrin yüklenicilerinden bir cahilin mu’an’an hadisin kabulü için hadis ehlinin üzerinde bulundukları şarta şunu eklediğini zikreder: “Ravinin, muasırı olduğu şeyhinden bir defa dahi olsa işittiğini veya karşılaştığını bilmek gerekir.” İmam Muslim bu iddianın icmaya aykırı olduğunu söyleyerek sonradan çıkma bir bid’at olduğunu belirtmiştir.
İmam Muslim’den sonra âlimler, Kadı Iyad (vefatı 544 hicri) gelinceye kadar bu ihtilaftan bahsetmemişler, Kadı Iyad, Muslim’in bid’at olarak değerlendirip icmaya aykırı olduğunu belirttiği bu şartı İmam Buhârî’ye, O’nun hocası Ali b. el-Medini’ye ve başkalarına nispet etmiştir!
Bundan dolayı bu mesele tehlikeli bir gelişme göstermiş, İbnu’s-Salah (vefatı 643 hicri) Buhârî’ye nispet edilen bu görüşü benimsemiştir. Bu asra gelinceye kadar da âlimler buna tabi olmuşlardır.
Hatta âlimlerden biri Buhârî’ye nispet edilen bu metodu Muslim’in metodu üzerine tercih eden özel bir kitap yazmıştır. O; İbnu Ruşeyd es-Sebtî diye meşhur olan Ebu Abdillah Muhammed b. Ömer b. Muhammed el-Fihrî’dir (vefatı 721 hicri). Bahsi geçen kitabının adı da: “es-Sunenu’l-Ebyen ve’l-Mevridi’l-Em’an Fi’l-Muhakemeti Beyne’l-İmameyn Fi’s-Senedi’l-Muan’an”dır.
Kadı Iyad’dan sonra ilim ehlinin geneli Kadı Iyad’a uyarak; Muslim’in muan’an hadis hususunda Buhârî’ye muhalif olduğu, zira Buhârî’nin Muslim’in Sahih’inde beyan ettiği şartla yetinmediği, bilakis fazladan bir şart daha eklediği şeklinde bir görüş nispet etmişlerdir.

İbn Ruşeyd es-Sebti, es-Sunenu’l-Ebyen’de: Buhârî’nin Muslim’in yaptığı gibi muasarat ile yetinmediğini hatta iki ravi arasında likaya delalet ile de yetinmediğini, ancak işitmeye delaletin bilinmesini şart koştuğunu iddia etmiştir. Bununla beraber Buhârî’nin böyle bir beyanına vakıf olmadığını da açıkça belirtir. İbn Ruşeyd’e göre Buhârî’nin en doğruyu araştırmasına layık olanı budur! Zira nice tabiî, sahabi ile karşılaşmasına rağmen ondan bir şey işitmemiştir.[2]
İbn Receb el-Hanbelî, (vefatı 795 hicri) İlelut-Tirmizi şerhinde Buhârî ve İbnu’l-Medini’nin hilafına; İmam Ahmed, Ebu Zur’a er-Razi ve Ebu Hatim er-Razi’nin işitmenin bilinmesini şart koştuklarını nispet etmiştir. Zira Buhârî ve İbnu’l-Medini’den nakledilen onların lika (karşılaşma) ile yetindikleridir.[3]
İbn Receb’i bu hususta Halid ed-Durays, Mevkifu’l-İmameyn el-Buhârî ve Muslim Min İştirati’l-Lika ve’s-Sema Fis-Senedil-Muan’an Beynel-Muasirayn kitabında destekler. Bu konuda Buhârî’nin ittisale delalet için mutlak lika’yı zikretmekle yetinmesini ve Muslim’in mukaddimesinde likayı şart koşanı reddedip işitme şartını zikretmemesini gerekçe gösterir.[4]
İbn Ruşeyd, bu teşeddüdüne rağmen, kitabının sonunda işitme veya likanın bilinmesi şartı olmadan, muhadramın sahabeden rivayet etmesi gibi, işitmeye delalet eden karineler olması halinde muasarat ile yetinmeye meyleder.[5] Ancak İbn Ruşeyd bu hafifletmeyi Buhârî’ye açıkça nispet etmemiş, kendi anlayışına göre ona yakıştırmıştır.
El-A’lâî Camiu’t-Tahsil kitabında bütün bu hususlarda İbn Ruşeyd’e uyum göstermiştir.[6]
Halid ed-Durays her ikisini de desteklemiş ve bu hafifletmeyi Buhârî’nin şartı olarak nispet etmiştir. Buhârî’ye nispet edilen tashihin, Buhârî’nin lika ihtimalini kuvvetlendirici karineler ile beraber muasarat ile yetindiğini gösterdiğini belirtmiştir.[7]
Buhari’nin şartıyla ilgili olarak O’na nispet edilen diğer bir durum da; Buhârî’nin el-Camiu’s-Sahih’te sıhhatin aslını gözetmeyip teşeddüdde bulunduğu, lika veya sema’ın (karşılaşma veya işitmenin) bilinmesini diğer kitaplarında sıhhat için şart koşmadığı söylenmiştir. Nitekim bazı ilim ehli bu durumu şu sözle tabir ediyorlar: “Bu şart sıhhat şartı değil, kemâl şartıdır.”[8]
Burada şöyle özetleyebiliriz: muan’an hadis tedlisten selamette olduğu takdirde Buhârî’nin şartı hususunda dört görüş üzere ihtilaf edilmiştir:
1- Buhârî, sema’ı (işitmeyi) belirtmenin bilinmesini şart koşmuştur.
2- Buhârî, likânın (karşılaşmanın) bilinmesini şart koşmuştur.
3- Buhârî likanın bilinmesini şart koşmakla beraber bazen lika veya sema’a delalet eden kuvvetli karineler bulunduğunda muasarat ile yetinmiştir.
4- Buhârî lika veya sema’ın bilinmesini Sahih’inde şart koşmuş, diğer kitaplarında ittisal için bunu şart koşmamıştır.
İbn Ruşeyd, el-A’lâî ve ed-Durays kendilerinin lika veya semaya dair kuvvetli karinelerin bulunmasıyla yetinmeye meylettiklerine dair bir uyarı yapmamışlardır.
Peki, onlara göre Muslim bu karineleri gözetmemiş mi acaba? Çünkü onlar Muslim’in Buhârî’ye muhalefet ettiği kanaatindedirler!
Buhârî’ye nispet edilen şarta göre, lika ve sema’ın bilinmediği mu’an’an hadisin hükmü Buhârî’ye göre nedir? O munkatı mıdır yoksa ittisaline hükmetme hakkında duraklanır mı?
Buhârî’ye nispet edilen bu şartın gereği olarak likanın bilinmediği böyle bir isnadın munkatı olduğu kesin olarak söylenemez, duraklamakla yetinilir. Zira likanın bilinmesini şart koşmak ancak karşılaşmamış olma ihtimalinden dolayı söz konusu edilir, karşılaşılmadığının kesin olduğundan değil! Kesin olarak karşılaşmayı bilmediğimizde geriye karşılaşmış olma ihtimali kalmaktadır. Her iki ihtimal de eşittir. Bu durumda tevakkuf gerekir.[9]
Bu, Muslim’in reddiye verdiği kimsenin görüşü olarak naklettiği şeydir. Muslim, mukaddimesinde bu görüşü şöyle zikreder: “Kavlini anlatmaktan ve çürük fikrini haber vermekten söz açtığımız bu kailin iddiasına göre:
Senedinde “Fulânun an fulânin” ibaresi bulunan her isnadın râvilerinin aynı asırda yaşadıkları ilmen sabit ve râvînin hadîsi, şeyhinin ağzından işitmiş olması pek a'lâ mümkün olduğu halde yalnız ondan işittiğini biz bilmiyor ve rivayetlerin hiç birinde bu iki râvînin buluştukları veya bir hadîs söyleştikleri zikredilmiyorsa, bu şe­kilde gelen hiç bir haberden hüccet olamaz. Meğer ki bu iki râvînin yaşa­dıkları asırda bir veya bir kaç defa buluştukları yahut bir hadîsi arala­rında söyleştikleri ve yahud yaşadıkları asırda bir veya bir kaç defa bir araya gelerek buluştuklarını gösteren bir haber vârid olduğu biline!”  
Ona göre, eğer bu cihet bilinmez ve râvî­nin, kendisinden hadîs rivayet ettiği zâtla bir defa buluşarak ondan bir şey işittiğini haber veren sahih bir rivayet de gelmezse kendisinden ri­vayette bulunduğu zâttan bu haberi nakletmesinde bir hüccet yoktur. Adı geçen kaile göre yeni gelen rivayete benzeyen başka bir rivayet hususunda ondan az çok bir parça hadîs dinlediğini duymadıkça böyle bir haber hakkında duraklanır![10]
Yine İbn Katan el-Fasi’nin de (vefatı 628 hicri) belirttiği ve Buhârî ile Ali b. el-Medini’ye nispet ettiği şey budur.[11]
Zehebi ise İbn Katan’a itiraz ederek: “Bilakis onların (Buhârî ve İbnu’l-Medini’nin) görüşleri bunun munkatı olduğuna delalet eder” der.[12]
Lakin bu görüşün gereğini Muslim, mukaddimesinde İbn Katan’ı destekleyecek şekilde belirtmiştir. Zehebinin tavrı ise garip ve çelişkilidir. Çünkü Zehebi, likanın bilinmesi şartının Buhârî’ye nispetini sahih görüyor! Bu nispet ancak İbn Katan’ın zikrettiği şekilde olursa doğru olabilir, Zehebinin tercihine göre değil!

Müslim’in Şartı

İmam Muslim mukaddimesinde görüşünü açıkça belirtmiştir: “İsnâdlara ta'n hususundaki bu kavil - Allah sana rahmet etsin – uydurma, yeni çıkma, sahibinden önce kimse tarafından söylenmemiş ve ehl-i ilmden hiç bir taraftarı bulunmayan bir sözdür. Çünkü eski ve ye­ni bütün hadîs ve rivayet âlimleri arasında ittifakla yaygın olan söz şudur:
“Sika görülen her râvî, kendi gibisinden bir hadis rivâyet eder ve her ikisi bir asırda bulunmakla; onunla görüşmüş olması ve kendisinden hadis işitmiş olması mümkün olursa, bir araya geldikleri ve şifahen görüştükleri hiç bir haberde ifade edilmese bile o rivayet sabittir ve huccet olmayı gerektirir. Ancak ortada bu râvînin rivayette bulunduğu zâtla görüşmediğine yahut ondan bir şey işitmediğine apaçık delâlet eden bir delil bulunursa o başka. Ama mesele îzâh ettiğimiz şekildeki imkân üzerinde mübhem kalırsa o riva­yet - beyan etiğimiz kesin delâlet bulunmadıkça - daima semâ'a hamle­dilir.” Binaenaleyh anlattığımız bu kavli ortaya atana yahut onun savunucusuna şöyle denilir:
“Sen, sözün arasında: sika olan bir kişinin sika bir kimseden verdiği haber hüccettir, onunla amel vâcib olur” dedin. Sonra ona şart koşa­rak: “Tâ ki biz bu iki râvînin bir defa veya daha fazla görüştüklerini yahut ondan bir şey işittiğini bilelim” dedin. Acaba koştuğun bu şartın, sö­zü hüccet sayılan tek bir zâttan rivâyet edildiğini bulabilir misin? Aksi halde iddiana delil getir.
Eğer bu görüşü ortaya atan kişi, haberi tespit hususunda ortaya koyduğu şartın selef ulemâdan birinin kavli olduğunu iddia ederse, kendisinden bu kav­li göstermesi istenir ki, ne o, ne de başkası böyle bir kavil göstermeye as­la imkân bulamayacaktır. Yok, iddiasını ispat için hüccet olabilecek bir delil bulunduğunu id­dia ederse kendisine:
“Bu delil nedir?” diye sorulur. Bu defa:
“Ben onu söyledim. Çünkü ben, yeni ve eski bütün haber râvîlerinin, biri diğerini hiç görmeden ve ondan bir şey işitmeden bir birlerin­den hadîs rivayet ettiklerini gördüm. Onların bu suretle kendi araların­da semâ bulunmaksızın mürsel olarak hadîs rivayetine cevaz verdikleri­ni görünce - ki bizim asıl kavlimize ve ilm-i ahbâr ulemasına göre mür­sel rivayetler hüccet değildir - ben de arz ettiğim sebepten dolayı her haber râvîsinin, rivayet ettiği zâttan işitmiş olmasını araştırmaya ihtiyâç hissettim. Şayet bir râvînin rivayet ettiği zâttan en ufak bir şey işittiğine vâkıf olursam, bunun sebebiyle benim nazarımda artık ondan rivayet et­tiği her şey sabit olur. İşittiğine muttali' olamazsam o haber hakkında duraklarım ve haberde mürsel olmak ihtimâli bulunduğu için bence artık hüccet yerine de geçemez” derse kendisine şöyle cevap verilir:
“Eğer senin bir haberi zayıf kabul ederek onunla ihticacı terk etmene sebep, ondaki irsal ihtimali ise bu takdirde, başından sonuna kadar semâ' bulunduğunu görmedikçe hiç bir muan'an isnadı kabul etmemen lâ­zım gelir. Çünkü bize Hişâm b. Urve’den babası tarikiyle gelen, onun da Âişe radiyallahu anha'dan işittiği bir hadîsi yakînen biliriz ki Hişam muhakkak babasından, babası da Âişe'den işitmiştir. Nitekim Âişe'nin de Nebî sallallahu aleyhi ve sellem'den işittiğini biliriz. Ama Hişâm babasından rivayet ederken, “işittim” veya “bana haber verdi” dememişse, bu rivayette kendisi ile babası arasında bazen başka bir insan da ola­bilir. O rivayeti babasından Hişam'a haber vermiş, Hişam onu babasından işitmemiş olur. Hadisi mürsel olarak rivayet ederek, işittiği kimseye isnadda bulunmak istemediği zaman bu pekâlâ mümkündür. Bu, Hişâm'ın babasından rivayet ettiği surette mümkün olduğu gibi, babasının Âişe'den rivayetinde de mümkündür. Râvilerinin birbirlerinden işittikleri zikredilmeyen bir hadîsin her isnadı böyledir. Vâkıâ bazen her râvînin bir birinden birçok defalar hadîs dinlediği bilinir­se de, bazı rivayetlerde bu râvîlerin her birinin daha aşağıdaki râviye inerek, yukarıki râvinin bazı hadîslerini ondan işitmesi; sonra bazen ha­dîsi irsal ederek, işittiği zâtın ismini söylememesi, bazen de gayrete gele­rek hadisini aldığı zâtın adını söylemesi ve irsali terk etmesi de mümkündür.
Bu söylediklerimiz mevsuk muhaddislerle ilim ehli olan imamların yapmış oldukları işler olup hadîste mevcut ve yaygındır. Biz onların söylediğimiz şekilde rivayetlerinden bir kaçını zikredeceğiz…” İmam Muslim burada bazı örnekler zikreder ve şöyle devam eder:
“Rivayetler içinde bu gibileri pek çoktur. Bunları saymak uzun sürer. Anlayanlara, bizim zikrettiklerimiz kâfidir. Az önce görüşünden bahsettiğimiz zâta göre eğer, râvînin kendisin­den rivayet ettiği kimseden bir şey işittiği bilinmediği zaman hadisin bo­zuk ve çürüğe çıkarılması için illet, sadece hadîsin mürsel olması ihti­mali ise, o takdirde kendisine, kendi sözünün gereği olarak; rivayet ettiği zâttan işittiği bilinen râvînin rivâyetiyle ihticâc etmemek lâ­zım gelir. Ancak kendisinde semâ' zikredilen haber müstesnadır. Çünkü az önce açıkladığımız şekilde haberleri nakleden imamlar bazen bir hadisi irsal ederek kendisinden hadis dinledikleri zâtın ismini hiç anmaz­lar; bazen de gayrete gelerek, haberi işittikleri şekilde isnâd ederler ve bir hadiste aşağı inmişlerse inişi, yukarıya çıkmışlarsa çıkışı haber verir­ler. Nitekim bu ciheti onlardan naklen îzâh etmiştik.
Haberlerle meşgul olan ve isnâdların sağlamını çürüğünü araştırma, Eyyûb es-Sahtiyani, İbn Avn, Mâlik b. Enes, Şu'be b. el-Haccâc, Yahya b. Saîd el-Kattân, Abdurrahman b. Mehdî gibi selef imamlarından ve onlar­dan sonraki hadîs âlimlerinden hiç birinin, az evvel sözünü açıkladığımız zâtın iddia ettiği gibi isnâdlardaki işitme vaziyetini araştırdığını bilmi­yoruz. Bunlardan araştırma yapanlar, hadis râvilerinin, kendilerinden rivayette bulundukları kimselerden işitmeleri vaki' olup olmadığını sa­dece râvi hadiste tedlîs yapmakla ma'ruf ve bununla şöhret bulmuş kim­selerden olduğu zaman yapmışlardır. İşte o zaman bu gibi râvîlerden ted­lîs illeti bertaraf edilmesi için rivayetlerinde semâ' olup olmadığını, araş­tırır soruştururlar. Ama kavlini hikâye ettiğimiz zâtın iddiasında or­tada müdellis yokken böyle bir şart arayan varsa biz bunu isimlerini söy­lediğim ve söylemediğim hiç bir imamdan işitmedik.
İsimlerini söylemediğimiz imamlardan biri Abdullah b.Yezîd el-Ensârî’dir. Bu zât Nebî sallallahu aleyhi ve sellem’i gördüğü halde Huzeyfe ile Ebu Mes'ud el-Ensârî radiyallahu anhuma’dan rivayette bulunmuş ve bunların her birinden Nebî sallallahu aleyhi ve sellem'e isnâd ettiği birer hadîs rivayet etmiştir. Halbu ki Abdullâh'ın bu iki zâttan yaptığı rivayetinde onlardan işittiği zikredilmediği gibi biz de rivayetlerin hiç birinde Abdullah b. Yezîd'in Huzeyfe ve Ebu Mes'ud'la hiç bir hadîsi yüz yüze konuşttuğunu bilmi­yoruz. Onları gördüğünden bahsedildiğini dahi muayyen bir rivayette bulamadık. Bununla beraber ne geçmişlerden ne de eriştiklerimizden hiç bir ehl-i ilmin Abdullah b. Yezîd'in Huzeyfe ile Ebu Mes'ud'dan rivayet ettiği bu iki habere zayıftırlar diye ta'n ettiğini duy­madık. Bilâkis bu iki haber ve benzerleri görüştüğümüz hadîs uleması na­zarında sahih ve kuvvetli isnâdlardandır. Bu isnadlarla nakledilen hadîs­lerin isti'malini ve bunların getirdiği sünnet ve eserlerle ihticâc etmeyi caiz görmektedirler.
Hâlbuki mezkûr isnadlar biraz önce görüşünden bahsettiğimiz zâtın, iddiasına göre, râvînin rivayet ettiği kimseden semâına te­sadüf edilmedikçe boş ve mühmeldirler. Bu kailin iddiasıa göre zayıf sayılan râvîler tarafından nakledilen fakat ulemaya göre sahîh olan haberleri sayıp dökmeye kalkarsak onları sonu­na kadar sayıp bitirmekten âciz kalırız. Lâkin biz söylemediklerimize alâ­met olmak üzere bunların yalnız bir miktarını arz etmek istedik.”[13]
Bu nakle göre İmam Muslim’in muan’an hadisin kabulünde şu üç şartı koştuğu ortaya çıkmıştır:
1- Muasarat. (birbirinden rivayette bulunan ravilerin aynı dönemde yaşamış olmaları)
2- Mu’an’an rivayette bulunan ravinin an’anesi reddedilecek olan müdellislerden olmaması
3- Ravinin şeyhinden işitmediğine delalet eden bir karine bulunmaması.
İlk iki şart açıktır, bunda ihtilaf veya kapalılık söz konusu değildir. Üçüncü şartta ise açıklamayı gerektiren ihtilaf meydana gelmiştir.
İmam Muslim şöyle demişti: “Ancak ortada bu râvînin rivayette bulunduğu zâtla görüşmediğine yahut ondan bir şey işitmediğine apaçık delâlet eden bir delil bulunursa o başka.” Burada iki ravi arasında muasarat olsa dahi, işitmemeye apaçık bir delalet bulunması halinde ittisale hükmetmeye mani bir durum söz konusu olmaktadır.
Peki, Muslim’in: “işitmediğine apaçık delalet eden delil” ile kastettiği şey nedir? Şüphe yok ki, ravinin kendisi muasırı olan şeyhinden işitmediğini belirtmiş olabilir veya ikisinin bir beldede asla bir araya gelmediklerine, ikisinin arasında yazışma veya icazet bulunmadığına dair haberler bulunabilir. Bunlar, rivayetin muttasıl olmadığına en açık göstergelerdir. Böyle bir durumda Muslim ittisale hükmetmemektedir. Yine İbn Ruşeyd es-Sebtî de aynı şeyi belirtmiştir.[14]
Hatta bu durumun belirtilmesine bile gerek yoktur. Çünkü Muslim’in burada şart koştuğu ittisal şartının yerine gelmediği kesindir. Muasaratın ve tedlis bulunmamasının şart koşulmasından sonra tekrar bunu şart koşmanın da bir manası yoktur. Lakin burada hadis ehli katında bahsedilen kesin deliller dışında bazı açık göstergeler daha vardır. Mesela beldelerin uzaklığı veya araya vasıtanın girmiş olması gibi, bizzat işitmemiş olmaya delalet eden karineler böyledir. Peki bu karineler Muslim’in zikrettiği “apaçık bir delalet” kapsamına girmekte midir? Zahir olan bu kapsama girdiğidir. Zira muasaratı zikrettikten sonra buna diğer bir şartı da ekliyor: işitmenin mümkün olmasıdır. Yani lika ihtimalini uzaklaştıran karinelerin bulunmamasını şart koşmaktadır!

Muslim’in Tatbikatında Karineleri Gözetmesi

İmam Muslim, Sahih’inde el-Hasen el-Basrî’nin İmran b. Husayn radiyallahu anh’den rivayetlerini tahric etmemiştir. Zira aralarında işitmenin gerçekleşmemiş olmasından korkmuştur. Hâlbuki Hasen el-Basrî hicri 21 yılında doğmuş, İmran b. Husayn radiyallahu anh ise hicri 52 veya 53 senesinde vefat etmiştir. Hasen, İmran ile otuz seneden fazla bir süre aynı dönemde yaşamıştır. Her ikisi de aynı beldede Basra’da on beş sene kadar yaşamışlardır. İmran b. Husayn radiyallahu anh sahabenin fakihlerinden birisidir ve Ömer radiyallahu anh onu Basra’ya insanlara ilim öğretmesi için göndermiştir. İmran b. Husayn radiyallahu anh Hasen el-Basri’nin beldesinde ilim öğretmekle meşgul olmuş, emirlik veya valilik gibi görevlerle bu işten uzaklaşmamıştır.
Bütün bunlara rağmen Hâkim, el-Mustedrek’te, Hasen’in İmran radiyallahu anh’den rivayeti hakkında: “Hadisin isnadı sahihtir. Uzun olduğundan dolayı Buhârî ve Muslim tahric etmemişlerdir. Bana göre onlar irsal korkusundan dolayı bunu rivayet etmediler” demiştir.[15]
Başka bir yerde de Buhârî ve Muslim’in gerekçelerini açıkça belirtir ve der ki: “Muhammed b. İsmail ve Muslim b. Haccac bu isnadla tek kelime rivayet etmediler. O ikisi Hasen’in İmran’dan işitmediğini zikrettiler. Fakat bana göre Hasen, İmran’dan işitmiştir.”[16]
Uzun süre muasarat olmasına rağmen İmam Muslim neden irsal’den korkmuştur? Bu durum, İmam Muslim’in indinde, Hasen’in İmran’dan işitmediğine delalet eden karineleri gözettiğini göstermektedir. 
 Nesâî, çokça mürsel rivayette bulunduğu için Hasen el-Basri’yi tedlis ile nitelemiş, İbn Hibban da Nesâî’ye tabi olmuştur. Halbuki tedlis başka, irsal başka bir şeydir. Mürsel rivayette bulunmak asla tedlis ile nitelemeyi gerektirmez. Dolayısıyla Muslim’in Hasen-İmran yoluyla yaptığı rivayetleri terk etmesini gerektirecek görünür bir illet yoktur. Zira Hasen el-Basri an’anesi reddedilecek müdellis değildir. Sonrakilerden bazıları, ilk olarak Hafız İbn Hacer’in ortaya attığı “irsalu hafi” ıstılahına dayanarak Hasen el-Basri’nin İmran’dan rivayetini zayıflatmaya teşebbüs etmektedirler. Bu ıstılahın tedlisten ayrı olarak ele alınması hatadır.
Muslim’in bahsi geçen karineleri gözettiğini birçok âlimler de belirtmişlerdir. İbn Katan el-Fasi, Beyanu’l-Vehm’de; lika veya sema’a dair tasrih bulunmayan muasır iki ravi arasına vasıtaların girmesini işitmemeye delalet eden bir gösterge olarak zikreder ve bunu bir inkıta olarak değerlendirir. Muhaddislerin metodunun bu olduğunu zikreder ve İmam Muslim’in et-Temyiz kitabını, Darekutni’nin İlel’ini, Tirmizî’yi, Buhârî’yi, Nesâî’yi, Bezzar’ı ve daha isimlerini sayamayacağımız pek çoklarını kaynak gösterir.[17]
El-A’lâî, Camiu’t-Tahsil’de âlimlerin muan’an hadis hakkındaki görüşlerini zikrederken şöyle demiştir: “Dördüncü görüş: mücerret buluşma imkânı ile yetinilmesi. Ravi tedlis ithamından berî ise ve an’ane ile rivayet ediyorsa, zaman ve mekân bakımından buluşma imkânı varsa, buluştuklarına dair hiçbir haber gelmese dahi hadis muttasıldır. Bu imam Muslim, Hâkim Ebu Abdillah, Kadı Ebu Bekr el-Bakillani ve ashabımızdan İmam Ebu Berk es-Sayrafi’nin görüşüdür. Nitekim Muslim rahimehullah bu görüşü hadis ehlinin genelinin görüşü olarak nitelemiştir.”[18]
Bu iki âlim, İmam Muslim’in karineleri gözettiğini belirtmiş oluyorlar. İbn Katan, araya vasıtaların girmesini karine olarak zikrederken, el-A’lâî iki ravinin beldelerinin uzaklığını karine olarak zikretmiştir.
İbn Katan, bugün elimizde büyük bir kısmı kayıp olan İmam Muslim’in et-Temyiz kitabının tam metninden nakilde bulunarak bunu söylemektedir. El-A’laî ise Buhârî’nin görüşünü destekleyenlerden olmakla beraber bu nakille Muslim’e insaflı davranmış olmaktadır.
Bu gösteriyor ki, Muslim’in karineleri gözetmeden yalnızca muasarat ile yetindiği söylenemez!
Muslim’in Sahih’inde tahric ettiği rivayetlerde ravilerinin birbiriyle buluşmadıklarına hükmedilirse bu istidlal, Buhârînin Muslim gibi olduğunu, zira onun da ravilerinin birbiriyle görüşmediklerine hükmedilen isnadlar tahric ettiğini[19] göstermez mi diye iddia edilebilir. Doğrusu şudur:
Buhârî ve Muslim işitme veya işitmemenin karinelerini tam anlamıyla gözetmişlerdir. Onların tahric ettikleri halde işitmemeye hükmedilen isnadlar ancak imamlar arasındaki içtihat farklılığına dayalıdır. Bazı hadisler hakkında onlar hüccet getirirken mutabaat ve şahide itibar ettikleri doğru olabilir.[20] Yine bu manada illetini açıklamak için tahriç etmiş de olabilirler.
Bakın, İbn Receb, İmam Muslim rahimehullah’a karineleri gözetmediğini iddia ederek nasıl zulmediyor: “Muslim’in zikrettiğini şu husus reddeder: O, Nebî sallallahu aleyhi ve sellem’i gördüğü sabit olan herkesin rivayet ettiği hadisin muttasıl olduğuna hükmetmeyi gerekli görmüştür. Hatta onlar buna daha layıktır. Çünkü onların lika’ı sabit olmuştur. Muslim, sadece işitmenin mümkün olmasıyla yetinmiştir. Yine Nebî sallallahu aleyhi ve sellem ile muasır olan herkesin, - işittiği sabit olmasa da buluşma imkânından dolayı - hadisinin ittisaline hükmetmeyi gerekli görmüş, bunu Nebî sallallahu aleyhi ve sellem’den mürsel hadis olarak görmemiştir. Bu ise hadis imamlarının icmaına aykırıdır.”[21]
İbn Receb, Muslim’in işitmeme hususundaki karineleri gözetmediğini zannetmiş ve böylece ilzam etmeye teşebbüs etmiştir. Muslim’in bu karineleri gözettiğine dair açık ifadeleri bu zannı reddeden en kuvvetli delildir.
Muslim, Tabakat adlı kitabında tabiin tabakasını şöyle zikreder: “Onlardan ilk zikredeceklerimiz Nebî sallallahu aleyhi ve sellem’in hayatında doğanlardır. Bunlardan bazının ismini Nebî sallallahu aleyhi ve sellem koymuştur.”[22]
Muslim rahimehullah burada açıkça ilan ediyor ki Nebî sallallahu aleyhi ve sellem’in hayatı döneminde doğan, ismini Nebî sallallahu aleyhi ve sellem’in koyduğu kimseler olmasına rağmen bunlar tabiindir. Tabiinin Nebî sallallahu aleyhi ve sellem’den rivayet ettiği hadisi hiç kimse muttasıl olarak nitelememiştir.
Muslim rahimehullah, muhadramlar (Cahiliyye dönemini gördükleri halde Nebî sallallahu aleyhi ve sellem ile görüşmemiş olanlar) hakkında ilk tasnifte bulunan kişidir ve muhadramlar tabiinin en üst tabakasıdır. Bununla beraber Muslim onların Nebî sallallahu aleyhi ve sellem ile karşılaşmadıklarına hükmetmiş ve şöyle demiştir: “Cahiliyye dönemine yetiştikleri halde Nebî sallallahu aleyhi ve sellem ile karşılaşmamış olan, lakin Nebî sallallahu aleyhi ve sellem’den sonra sahabe ile arkadaşlık yapmış olanlar”[23]
Bu ifadeler gösteriyor ki Muslim, yalnızca muasarat ile yetinmemiştir! Yine Muslim’in muan’an hadis hakkında koştuğu üç şartı daha önce zikretmiştik.

Buhârîye Nispet Edilen Metot İle Muslim’in Metodunun Farkı

Bazı ilim ehli; “Buhârî lika veya sema’ın bilinmesini şart koşmuş, Muslim ise bunların bilinmesini şart koşmamıştır” diye zikretmektedirler. Âlimlerin bu ifadeden maksatları dinleyenler katında mevcut bulunan manaya göre özetleme yapmaktır. Buhârî ve Muslim’in her ikisi de hakikatte işitmenin bilinmesini şart koşmuşlardır. Çünkü bu, her ikisinin de ittifak ettikleri ittisal şartının gereğidir. Ancak Buhârî’ye nispet edilen metod ile Muslim’in metodu arasındaki fark, ittisal için şart oluşunda ittifak bulunan iştimenin bilinmesi şartında değil, işitmeyi bilme vesilesinde ortaya çıkmaktadır. Buhârî’ye nispet edilen metotta, açıkça işitmeye delalet eden bir delil bulunmadıkça işitme bilinmiş olmaz. Muslim ise işitmeyi ancak daha önce geçen üç şart ile bilir.
Bu yüzden dikkat edilirse Buhârî ve Muslim’in şartı olarak şöyle denilir: “Buhârî’ye nispet edilen metotta, kendisinin katında lika veya sema’a delalet eden açık bir ifade sabit olmalıdır. Muslim ise bunu açık tasrihi şart koşmaz. Bununla beraber her ikisi de ancak lika veya sema ile meydana gelebilmesi düşünülebilecek olan ittisali şart koşarlar.
Burada uyarıda bulunmak gerekir ki, Muslim’in lika veya sema’ın bilinmesini şart koşmaması, ittisali şart koşmaması anlamında değildir!

Es-Sem’âni’ye Nispet Edilen Şartın Hakikati

Ebu’l-Muzaffer es-Sem’ânî (vefatı 489 hicri), Şafiiler ile Hanefiler arasında mürsel hadisin hüccet olması hususunu zikreder; Hanefilerin Şafiilere karşı onların inkita ve tedlis ihtimaline rağmen muan’an hadisi kabul etmelerini gerekçe gösterdiklerinden bahseder. Es-Sem’ânî, Kavatiu’l-Edille’de şöyle cevap verir: “Onların an’aneli rivayetin kabulüne dair söylediklerine gelince, deriz ki: biz ancak mürsel olmadığını bildiğimiz veya zannı galibe göre mürsel olmadığına hükmettiğimiz muan’an rivayeti kabul ediyoruz. Ravi “Haddesena fulan” veya “semi’tu fulan” yahut “an fulanin” der ve kendisinden rivayette bulunduğu kimseyle uzun süre sohbeti bulunabilir. Çünkü bu durum bunu ondan işittiğine bir emaredir. Böyle olmayanların ise rivayetini kabul etmeyiz.”[24] 
İlim ehlinden bir topluluk, Ebu’l-Muzaffer es-Sem’ânî’nin öne sürdüğü bu gerekçeyi, yani muasarat bir yana sadece lika ile de yetinmeyip uzun süre sohbet etme şartını, Buhârî’ye nispet edilen şartında üzerinde bir şart olarak gerekçe göstermişlerdir.
Ancak es-Sem’ânî, geçen bu sözünden daha sağlam bir söz daha söylemektedir. Geçen bu sözü işiten kimse, es-Sem’an’inin muan’an hadise tedlis ile hükmettiğini zannedebilir. Es-Sem’anî şöyle de diyor:
“Tedlis ile meşhur olmayan ve tedlis ile bilinmeyen kimselere gelince, onun “an fulanin” diye yaptığı rivayet kendisinden kabul edilir ve bu işitmeye hamledilir. Çünkü insanlar kolaylaştırma talebiyle bunu yapmışlar, her hadis için “haddesena” diyerek güçleştirmek istememişlerdir. Bu makamda devam edegelen örf bunun işitmeyi tasrih manasında olmasıdır.”[25]
Sonra es-Sem’ani Hâkim’in; tedlisten selamette olması halinde muan’an hadisin kabulüne dair sözünü nakleder ve Hâkimin sözünün gereğinin bu konuda icma nakli demek olduğunu ifade eder.
Burada görüldüğü gibi es-Sem’anî ravinin müdellis olmaması halinde onun muan’an rivayetini kayıtsız ve şartsız olarak kabul etmektedir.
Böylece şu durum ortaya çıkmaktadır: es-Sem’ânî, mu’an’an hadisin kabulünde uzun süre sohbet şartı zikrederken, müdellis olan ravilerin an’anelerini de dahil ederek bunu öne sürmüş olmalıdır. Zira an’aneli rivayetin kabulü için ravinin müdellis olmaması şartını zikretmektedir. Böylece muan’an rivayetin kabulü için uzun süre sohbet şartını, müdellis olan ravi hakkında koşmaktadır.
Buradan bir mesele daha aydınlığa kavuşuyor: Bazıları es-Sem’âni’nin zikrettiği bu şartı teşeddüd, Muslim’in muasarat şartını gevşeklik, Buhârî’ye nispet ettikleri şartı ise ikisi arasında orta yol gibi lanse ediyorlar.[26] Bütün bunlar çürük vehimlere dayanmaktadır!

Buhârî’ye Nispet Edilen Şart Hakkında Bilinmesi Gereken Hususlar

1- İbn Receb, İmam Şafii’nin er-Risale’sini şerh eden İmam Ebu Bekr es-Sayrafi’den (vefatı 330 hicri) işitmenin bilinmesini şart koştuğunu nakletmiştir.[27] Fakat başkaları bunun aksini nakletmişlerdir. El-A’lâi ve İbn Ruşeyd, her ikisi de es-Sayrafi’nin Muslim’in metodu üzere olduğunu naklederler.[28] Nitekim ez-Zerkeşî, Bahru’l-Muhit’te, es-Sayrafi’den Muslim’in metodunu destekleyen sözlerini uzunca nakletmiştir.[29]
2- Hiçkimse şu hususta ihtilaf etmez: Buhârî kendisine nispet edilen; lika ve sema’a delalet eden ifade bulunması şartını ne sahihinde, ne de sahihinin dışında hiçbir yerde tasrih etmemiştir.
Buhârî’nin Sahih’i İmam Buhârî’ye nispet edilen bu şart için bir delil ifade etmemektedir. Zira Buhârî böyle bir şartın tahakkukunu gözetmemiştir. Kendisine göre sika olan nice ravi vardır ki kitabını şaibelerden uzak tutmak için ondan hadis tahric etmemiştir. Onun böyle bir raviden rivayet tahric etmekten kaçınması o raviyi zayıf gördüğünü göstermez. Yine aynı şekilde, muasırından an’ane ile rivayette bulunan fakat onunla karşılaştığına dair ifade bulunmayan birinden rivayeti tahric etmemesi de, Buhârî’nin likanın bilinmesini şart koştuğu anlamına gelmez.
Buhârî’ye nispet edilen bu şart sıhhatin aslı için değil, Camiu’s-Sahih’te gözettiği kemal şartıdır diyenlerin de bir delili yoktur. Bilakis delil, bu görüşü çürütmektedir. Buhârî hiçbir yerde böyle bir şey söylememiştir. Âlimler Buhârî’nin sahihindeki bazı hadislerde sema’ (işitme) gerçekleşmediği gerekçesiyle eleştirmişler, böyle bir şartın varlığına itibar etmemişlerdir. Aksi halde insanlar, “bilen, bilmeyene karşı hüccettir” kaidesini biliyorlardı. Neden illetlendirmelerinde buna dayanmadılar?
3- Buhârî bizzat, Sahih’inde likanın bilinmesi şartının gerçekleşmesini gözetmemiştir. Başkalarından önce, bizzat Buhârî’ye göre aralarında lika bilinmemesine rağmen böyle ravilerin hadisini Buhârî Sahih’inde tahriç etmiştir.[30]
4- Bu şartı Buhârî’ye ve Ali b. el-Medini’ye ilk nispet eden kişi hicri 544 yılında vefat eden Kadı Iyad’dır ve bunu İkmalu’l-Mu’lim kitabında iddia etmiştir. Hicri 721 yılında vefat eden İbn Ruşeyd ise kitabını sırf bu meseleye tahsis etmiştir.
Kadı Iyad, Buhârî’ye bu şartı nispet ederken bir delil zikretmemiş ve delile benzeyen herhangi bir işarette de bulunmamıştır. Bu nispet gayet muhtasardır, delili, gerekçesi ve açıklaması yoktur. Kadı Iyad, Muslim’in mukaddimesine şerhinde muan’an hadis hakkında şöyle demiştir: “Muslim’in reddettiği görüş, bu ilmin imamları olan Ali b. el-Medini, Buhârî ve daha başkalarının üzerinde oldukları görüştür.”[31]
Bundan sonra alimler iki kısma ayrılmışlardır. Bir kısmı bu şartın kabulünde sırf taklide dayanmışlar, bunun aslî delilini araştırmamışlardır. Lakin onlar Muslim’i bu şarta muhalefet etmekle nitelemişlerdir. Muslim’in celaletini ve Sahih’inin konumunu takdir edenler ise Buhârî’ye nispet edilen bu lika şartının kemal şartı olduğunu söylemişlerdir. Yine bu sözlerinin de bir delile dayanmadığını, bilakis delile ters düştüğünü unutmuşlardır! Muslim’in mukaddimesinde, bunu kemal şartı değil, sıhhat şartı olarak öne süreni reddettiğini hatırlamamışlardır! Hatta Buhârî’ye nispet edilen bu şartı kendisinin Sahih’inde değil, başka eserlerinde gözettiğinin iddia edilediğini görmemişlerdir. Nispet edilen bu şart Buhârî’nin Sahih’inde değilse, nerededir?
İbn Kesir ve Bulkinî ile onlara tabi olan Ebu Gudde ve el-Elbani bu âlimlerdendir.
Diğer kısım âlimler ise Kadı Iyaz’ın bu şartı Buhârî’ye nispet etmesini taklid etmişler, delile gerek duymamışlardır. Lakin onlar zanlarına göre bu şartı tatbike dair araştırma yapmışlar, ya İbn Ruşeyd ve İbn Receb’in yaptıkları gibi Buhârî’ye nispet edilen bu metodu, Muslim’in metoduna tercih etmişler, ya da Hafız İbn Hacer’in Nuket’inde yaptığı gibi, Buhârî’nin Sahih’inde gözettiği şartın sıhhat değil kemal şartı olduğunu söyleyenleri reddetmişlerdir.
Bu grup âlimlerin başında İbn Ruşeyd, İbn Receb ve İbn Hacer gelmektedir. Onları Halid ed-Dureys desteklemiştir.
Sonuçlar:
1- Bu âlimlerin her iki kesimi de bu şartın Buhârî’ye nispetini ispat etmemişlerdir. Çünkü Kadı Iyad’ı taklid dışında özel bir çaba sarf etmemişlerdir. Bundan sonra da bu meselede hata edenlerin çokluğu garip görülmemelidir. Çünkü bahsedilen bu çoğunluk, içtihat etmedikçe ve delil üzerinde düşünmedikçe alışageldiklleri metodun dışında bir görüş kabul etmemişlerdir.
2- Buhârî’ye nispet edilen bu görüş ile istidlal eden âlimler, bu nispetin sıhhatini tahkik etmemişlerdir. Onların istidlali ancak Buhârî’nin metodunun Muslim’in metoduna tercih edilmesi üzerinedir. Bu mesele ile ilgili en büyük zaaf noktası da burasıdır. Bu durum derin ve büyük bir hataya sebep olmuştur.
3- Bu iddialarına delil getirmek isterken Sahihu’l-Buhârî’ye sığınamayan ve oradan delil çıkaramayan âlimler, Buhârî’nin Tarihu’l-Kebir, Tarihu’l-Evsat, Kıraatu Halfe’l-İmam gibi diğer eserlerine gitmişlerdir. Asıl meselede söz konusu edilen kitap Sahihu’l-Buhârî olmasına rağmen bunu yapmışlardır! Hem de bunu yapanlar, Sahihu’l-Buhârî hakkında geniş bilgi sahibi olan, her ikisinin de ona Fethu’l-Bari adıyla birer şerhi bulunan; İbn Receb ile İbn Hacer’dir! Burası iyi düşünülmelidir; onlar neden böyle yaptılar? Bu sorunun cevabında iki tuhaf ihtimale ulaşılır: Onlar ya bir delil bulamadılar, ya da daha önce açıklandığı gibi buradan delil olmaya elverişli bir şey çıkmayacağını biliyorlardı! Bu iki cevaptan hangisini kabul edersen et, inşaallah bu durum sana bu meselede hak olanı bilmende sana yardımcı olacaktır!
Evet, taklid, tarihi bir hatayı beraberinde getirmiştir!
Şu sorunun sorulması gerekir: Âlimler Buhârî’ye yapılan bu nispetin, kendilerine göre doğruluğunu gösteren hiçbir şey zikretmemişler midir? Eğer soru buysa cevap; evet, zanlarına göre delil zikretmişlerdir. Lakin onların şüphelerini zikretmeden önce, bunun delil getirilmeyecek bir şey olması bu görüşün zayıf oluşuna yeterlidir. Öyleyse delil nedir? Nasıl olmalıdır? Bu delil özetle bazı hadislerin rivayetinde işitme veya likanın bilinmesinin nefyi ile illetlendirme şeklinde olmalıdır. Mesela Buhârî’nin veya başkalarının; “Falan’ın filan’dan işittiği bilinmiyor” yahut “falanın filandan işittiğine dair ifade bulamadım”, ya da “falandan işittiği zikredilmemiştir” şeklindeki ibareleri gibi.
Bu şekilde delil getirmenin açısı şudur: işitmenin bilinmesinin nefyi, işitmenin bilinmesi şartına delalet eder. Aksi halde bu şekilde illet sunmanın bir manası olmaz.
Âlimlerin zikrettikleri yegâne gerekçe budur. Daha önce geçtiği gibi, meselemizin aslı bunun üzerine değildir. Onlar, zikredilen şartın Buhârî’ye ve ondan başka ilim ehline nispetinin doğruluğuna bunu gerekçe göstermişlerdir. Bu nispetin tashihi için bildiğim ilim ehlinden hiç kimsenin bundan başka bir gerekçesi yoktur.
 Şayet Buhârî’ye bu sıhhat için bunu şart koştuğu nispeti bu gerekçeden dolayı sahih olsaydı, Sahih’inde bunu uygulaması gerekirdi. Eğer bunu uygulamamışsa delil olarak zikredilen bu gerekçe de bâtıl demektir.
Bu yüzden öne sürülen bu delilin değerlendirmesini yapmak önemlidir. Buhârî ve başkalarının bir hadisi işitmenin bilinmemesi sebebiyle illetlendirmesi, onların işitmenin bilinmesini şart koştuklarına delil getirilmiştir. Delil olma yönü; şayet onların: “Falanın filandan işittiğini bilmiyorum” şeklindeki sözleri; işitmenin bilinmemesiyle illetlendirme oluyorsa, işitmenin bilinmemesi tek başına illettir. Peki, bu doğru mudur?
Ayrıntılı cevap delilleriyle daha önce geçmişti. Hadis imamlarının; muasır raviler arasında işitmenin bilinmemesi ile inkita ve irsal hususundaki hükümleriyle ilgili olarak uzmanlara gizli kalmayan bir hususu zikretmek yeterli olacaktır. Bu hükümlerin her biri ayrı ele alınır ve müstakil eserler de yazılmıştır. Mesela İbn Ebi Hatim’in; “el-Merasil”, el-A’lai’nin “Camiu’t-Tahsil”, Ebu Zur’a el-Iraki’nin “Tuhfetu’t-Tahsil” kitapları gibi.
İşitmeme ve inkıtaya dair bu hükümlere bakan kimse bu ifadelerin zahirinde işitmenin gerçekleşmediğinin kesin olarak belirtildiğini; bu hususta rivayet eden ravi ile şeyhi arasında söz konusu olan karinelere dayanıldığını görür. Çok nadir istisnalar dışında bu hüküm, sırf işitmediğine hükmedilen ravinin haberine dayanılarak verilmemiştir. Bu hususta uzman olan kimseler şüphe etmez. Ayrıntılı olarak verilecek örneklerden sonra da bunları gören hiç kimse şüphe etmez.
İşitmenin gerçekleşmediğini gösteren karinelerin bulunması, bu işitmenin gerçekleşmediğini ifade eder. Nitekim karineler bu sınıra ulaşmamış da olabilir ve işitmenin gerçekleşmediğine dair zann-ı galip ifade eder. Eğer işitmenin gerçekleşmediğini gösteren karineler kesin olarak işitmemeyi ifade eden sınıra ulaşmamışsa, ravinin işittiğini açıkça belirttiği sabit olmuşsa, açık ifadenin, karinelere tercih edilmesi asıldır. Çünkü bu, delaleti kesin olanın, delaleti zanni olana takdim edilmesidir. Bu durumda da asıl, işitmeye hükmetmek olur ve işitmeme zannı ifade eden karinelere bakılmaz.
Lakin işitmeye delalet eden ifade bulunmazsa, işitmenin gerçekleşmediğine dair zannı galip ifade eden karineler ile amel edilir. Buradan anlaşılıyor ki, işitmeye delalet eden veya işitmemeye delalet eden açık ifadenin bilinmesi, karinelerin uygulanmasına dair kaidelerin uygulanıp uygulanmamasıyla ilgilidir. Bu yüzden işitmeye açıkça delil bulunmadığının belirtmesi, bunun muhtemel olduğunu gösteren karinelerin varlığı halinde işitmeye delalet eder. Neticeye ulaşmak için bu mukaddimeler tamamlanır. İşitmenin bilinmemesinin zikredilerek illetlendirme yapılmasının birinci sebebi budur. Bu ravinin, şeyhinden işittiğini gösteren bir ifadede bulunmadığını duyurmadır. Genellikle bu duyurmanın işitmemeye delalet eden karinelere şahitlik etmekten başka bir faydası olmaz.
  İmamların işitmemeye dair hükümleri, nadir bazı istisnalar dışında genel olarak karinelerin mülahazası içindir. Falanın filandan bizzat işitmediği hakkında kesin bir bilgiden dolayı değildir. Durum böyle olduğu sürece karineler tek başına kesin olak karşılaşmamış olmayı ifade etmez. İmamlar, tabirde dikkat gereği olarak işitme hususundaki şüpheleri değerlendirmiş ve işitmemiş olmayı tercih etmişler, bu konuda kesinlik ifade eden ibare kullanmamışlardır. Mesela: “Falanın filandan işitip işitmediğini bilmiyorum” demişlerdir.[32] Bu ibarelerdeki maksat; işitmenin gerçekleşmediğini gösteren karinelerin bulunduğunu açıklamaktır. Bununla beraber işitmenin tasrih edilmesi halinde bu karineler savunulmamaktadır.
Önceki ve sonraki âlimler bu şekilde ibareler kullanmaya devam etmişlerdir. İşitmenin nefyedilmesine dair net ifadeler ise: “Falan, filandan işitmemiştir” veya “falanın filandan rivayeti munkatıdır” veya “mürseldir” şeklindeki kesinlik belirten ifadelerdir.
Eğer “falanın filandan işittiğini bilmiyorum” sözü ile “falan filandan işitmemiştir” sözü aynı seviyede olsaydı bu, işitmemiş olmaya delalet eden karinelerden dolayı işitmemiş olmanın tercih edilmesi demek olurdu. O halde işitmenin bilinmemesini bunun bilinmesini şart koşmak olarak delil getirmenin açısı açıklanmalıdır! Böyle bir açı yoktur!

Buhârî’ye Nispet Edilen Şartın Sahih Olmadığını Gösteren Örnekler

1- Suleyman b. Burayde hakkında Buhârî Tarihu’l-Kebir’de şöyle demiştir: “Suleyman’ın babasından işittiği zikredilmemiştir.”[33]
Bizzat Buhârî, Suleyman’ın babasıyla uzun süre aynı dönemde yaşadığını zikretmiştir. Bununla beraber Buhârî, Suleyman’ın babasından an’ane ile yaptğı rivayeti, işitmeyi bilmemesi sebebiyle reddetmemiştir. Üstelik onun babasından işittiğini tasrih ettiği sadece bir tek hadis vardır. O halde Buhârî’nin: “Suleyman’ın babasından işittiği zikredilmemiştir” demesinin manası nedir?
Bunun manası sırf babasından işittiğinin zikredilmediğini beyandan ibarettir. Bu isnadın muttasıl olmamasıyla illetlendirmek veya bu konuda duraklamak demek değildir. Zira Buhârî Suleyman’ın babasından an’aneli rivayet ettiği hadisi hasen olarak değerlendirmiştir. Nitekim Tirmizî, el-İlel’de şöyle demiştir: “Muhammed (yani Buhârî) dedi ki: “Namaz vakitleri konusundaki hadislerin en sahihi Cabir b. Abdillah hadisi ile Ebu Musa hadisidir. Sufyan es-Sevri an Alkame b. Mersed an İbn Burayde an babası yoluyla vakitler hususunda gelen hadis hasendir.” Bunu ancak Sevri’nin rivayeti ile biliyordu.”[34]
Suleyman b. Burayde’nin bu hadisi Buhârî’ye göre en sahih hadislerdendir.[35]
2- Abdullah b. Burayde’nin babasından rivayeti hakkında Buhârî şöyle demiştir: “Abdullah b. Burayde b. el-Husayb el-Eslemi: Merv kadısıdır. Babasından rivayet etmiştir. Semura ve İmran b. Husayn’dan işitmiştir.”[36]
İmam Buhârî, Abdullah b. Burayde’nin babasından an’ane ile rivayet etmesine işaret etmektedir. Zira Buhârî, Abdullah’ın babasından işittiğine dair ispata vakıf olamamıştır. Buna rağmen Buhârî, sahihinde Abdullah b. Burayde’nin babasından an’ane ile yaptığı iki hadisi tahric etmiştir.[37] Bu rivayetlerde ikisinin karşılaştıklarına veya işitmeye delalet eden bir ispat yoktur.
Burada Halid ed-Durays’ın, Buhârî’ye nispet edilen şartı desteklediği “Mevkifu’l-İmameyn” adlı kitabında zikrettiği şeyi nakledelim: “Daha önce Buhârî’nin hal tercemesini verdiği ravinin şeyhinden yaptığı rivayet hakkında “falandan işitmiştir” tabiri yerine “falandan rivayet etmiştir” lafzını kullanması, Buhârî’ye göre o ravinin şeyhinden işittiğinin sabit olmaması sebebiyle olduğunu zikretmiştim. Aksi halde elbette “an” lafzı yerine “semia” lafzını kullanırdı.”
Denilir ki: “Buhari’nin bu iki hadisi sahih saymasında dayanağı nedir? Buhârî’nin Abdullah b. Burayde’nin babasından işitmesi sabit olmamasına rağmen Buhârî’nin bu iki hadisi tahric ettiği ortadadır.” Sonra ed-Durays, kendi görüşüne göre şöyle diyor: “Buhârî’ye göre Abdullah’ın babasından işitme ihtimali, işitmeme ihtimalinden daha kuvvetli olabilir…”[38] İşte böyle diyor ve ilk ihtimal ile yetiniyor.
Biz de deriz ki: Buhârî bunu Sahih’inde tahric etmekle sahih saymadı mı? Onun bu ihtimale dayandığını kim söylüyor? Peki, bu hadislerdeki bu dayanağına diğer hadislerde de dayanmış olduğunu neden söylemeyelim? İşte Hâkim şöyle diyor: “Buhârî ve Muslim, her ikisi de Abdullah b. Buraydenin babasından rivayetiyle ihticac etmişlerdir.”[39]
Darekutni, Abdullah b. Bureyde’yi Buhârî’nin itibar olarak veya makrûn olarak rivayette bulunduğu kimseler arasında değil de, Buhârî’nin hüccet getirerek tahricde bulunduğu kimseler arasında zikretmiştir.[40]
Hafız İbn Hacer, Buhârî’nin bu ravi ile mutabaat ve şahit olarak tahricde bulunduğunu iddia etmiyor da, Buhârî için mazeret zikrederek: “Buhârî onun babasından rivayetini sadece bir hadiste tahric etmiştir” diyor![41] Hâlbuki onun bu yolla sadece bir hadis tahric ettiğini söylemesi de şaibelidir. Çünkü daha önce geçtiği gibi Buhârî bu tarikle iki hadis tahric etmiştir. Her halukarda Hafız İbn Hacer, Abdullah’ın babasından işittiğinin bilinmediğini itiraf etmekte, Buhârî’nin bu hadisleri tahric etmekten dolayı mazur olduğunu söylemektedir. Sanki şöyle demek istiyor: “Buhârî bunu tahric ederek sadece bir hadiste hata etmiştir”!!!
Böylece Buhârî’nin: “Falanın filandan işittiğini bilmiyorum” sözüyle illetlendirmeyi kastetmediği, bilakis haber vermeyi kasttetiği ortaya çıkıyor! İşitmenin bilinmediği her haber için Buhârî’nin bunun bilinmesini şart koştuğu iddiası nerede kalıyor?
Onlar, Buhârî’nin likanın bilinmediği hadisleri illetli bulduğu gerekçesiyle likanın bilinmesini şart koştuğunu söylüyorlar. Deriz ki; o halde Muslim de likanın bilinmesini şart koşmaktadır! Eğer onlar Buhârî’nin illetlendirdiği hadislerden yola çıkarak likanın bilinmesini şart koştuğuna tutunurlarsa, aynı şekilde Muslim’in de bunu şart koştuğu sonucuna varmaları gerekir. Çünkü Muslim de aynı şekilde likanın bilinmemesiyle illetlendirme yapmıştır.
Örnek: Muslim et-Temyiz adlı kitabında Muhammed b. Ali b. Abdillah b. el-Abbas’ın dedesi Abdullah b. el-Abbas radiyallahu anhuma’dan rivayeti hakkında: “Onun İbn Abbas’tan işittiği, karşılaştığı veya gördüğü bilinmemektedir” der.[42]
Muasarattan dolayı kuvvetli ihtimal bulunmasına rağmen Muslim işitmenin bilinmemesi ile illetlendirmiştir. Bu yüzden Muslim, muasarat olmamasına dayanarak işitmenin gerçekleşmediğini kesin olarak ifade etmeye sığınmamış, ancak işitmenin bilinmemesini illet olarak zikretmiştir. Daha önce geçtiği gibi bu, işitmemeyi tercihi ifade eden bir ibaredir.
Muhammed b. Ali’nin dedesiyle muasır olma ihtimalinin şahidi, İbn Hibban’ın Muhammed b. Ali’yi tabiin tabasında zikredip, dedesi İbn Abbas dışında bir sahabeden rivayeti olduğunu zikretmemesidir.[43] Yine Şeyh Ahmed Muhammed Şakir, Muhammed b. Ali’den rivayet edenlerin tabakasını delil getirerek, onun dedesinden işitmesinin sıhhatine meyletmiştir.[44]
Peki muasarat gerçekleşmiş olmasına rağmen Muslim’in böyle bir rivayeti kabul etmekten tevakkuf etmesinin sebebi nedir? Cevabı İbnu’l-Katan el-Fasi Beyanu’l-Vehm ve’l-İham kitabında; Muhammed b. Ali’nin dedesi İbn Abbas radiyallahu anhuma’dan işitmesi hususundaki tereddüdü olarak açlıklıyor. Çünkü rivayetlerinden birinde ikisinin arasına bir vasıta girmiştir.[45]
Böylece bu durum, Muslim’in dede ile torun arasındaki vasıtalara dikkat ettiğini, sonra işitmenin zikredilmemesi sebebiyle galip zannına göre hareket ettiğini göstermektedir. Bunun birçok örnekleri zikredilebilir.
İşitmenin bilinmemesinin zikredilmesi, sıhhat için işitmenin bilinmesini şart koşmak anlamına gelmemektedir.

Muasırın An’aneli Rivayeti Hakkında Özet

İmam Muslim rahimehullah mudellis olmayan ravinin muasırından an’ane ile yaptığı rivayeti muttasıl kabul etmiştir. Bu konuda onun isabetli olduğunu gösteren deliller vardır.
Hadis imamlarının muasırlar arasında işitmeyi açıkça belirtmeyi şart olarak görmemeleri bu konuda icma delilidir. Bu icmayı Muslim, Sahih’inin mukaddimesinde nakletmiştir.

Buhârî, Ali b. el-Medini ve daha başka muhaddislere “işitmenin bilinmesini şart koştukları” nispetini yapanlar bu iddialarına hiçbir delil getirememişlerdir. Delilsiz iddia bâtıldır. Dolayısıyla Muslim’in zikrettiği icma geçerliliğini sürdürmektedir.
Üstelik, Muslim, hocası ez-Zuhelî’nin karşı çıkmasına rağmen ondan ayrılarak Buhârî’nin yanında ilim talebine devam etmiştir. Sahih’inin mukaddimesinde cehalet, sapma, icmaya muhalefet ve bid’at çıkarma ile suçladığı aksi görüşün Buhârî ve Ali b. el-Medini gibi imamlara ait olduğunu iddia etmek hakikatten uzaktır.
Muslim Sahih’ini, mukaddimesinde zikrettiği bu icma nakli ile birlikte Ebu Zur’a’ya ve İbn Vâre’ye arz etmiş, Ebu Zur’a’nın yaptığı tashihlere riayet etmiştir. Asrındaki hafızlar Muslim’e zikrettiği bu icmadan dolayı  itiraz etmedikleri gibi, Kadı Iyaz gelinceye kadar da hiç kimse Muslim’in bu husustaki icma nakline itiraz etmemişlerdir.
 
Meselenin ayrıntılarına gelince:
1- “an” lafzı muhaddislerin örfünde ittisale delalet etmektedir. An’ane’nin ittisale delalet etmediğini söyleyen kimsenin; iki ravi arasında işitme sabit olsun ya da olmasın mutlak olarak an’aneyi kabul etmemesi gerekir. 
“an” lafzının örfen ittisale delalet etmesine gelince; şayet bu lafız ittisale delalet etmeseydi, âlimler, kendilerinde tedlisin galip olduğu, az sayıdaki raviler hakkında istisnada bulunup, müdellis ravilerin “an” lafzıyla yaptıkları rivayetlerin ittisale delalet etmediğini söylemezlerdi. Âlimler, yalnızca müdellis ravilerin an’ane ile yaptıkları rivayetleri eleştirmişler, onların ancak işittiklerine delalet eden lafızla rivayette bulunmaları halinde rivayetlerini kabul etmişlerdir.
Âlimlerin “an” lafzının ittisale delalet ettiğine dair sözleri çoktur. Bu konuda araştırma yapan herkes bunu görür.
Muasır olan ravilerin an’aneli rivayetlerinde bunların birbirinden işitmediğini gösteren bir delil veya karine bulunmuyorsa, bunların likâ (karşılaşmış olma) ihtimali uzak değildir.
2- Muasırından rivayette bulunan ravi, onunla karşılaşmadığını düşündüren bir siga kullanırsa bu bir tedlistir. Bunu çokça yapan kimde de müdellistir.

İrsalu Hafî Istılahının Çıkışının Hata Oluşu

Ahmed b. Hanbel, Yahya b. Main ve Buhari’den İbn Adiy, İbn Hibban, Hâkim, Hatib, İbnu’s-Salah, Nevevi, Bulkini ve İbn Mulakkine kadar, hatta Suyuti’ye kadar hadis imamlarının geneli, kendisiyle karşılaşmadığı bir muasırından rivayette bulunan ravinin bu rivayetinin tedlis olduğunu kararlaştırmışlardır. Ta ki İbn Ruşeyd gelmiş ve bunu bir tedlis saymamıştır.
Sonra Hafız İbn Hacer gelmiş ve bunun tedlis olduğunu delilleriyle açıklamış, ravinin kendisinden işittiği muasırından yaptığı rivayetin; tedlis olduğunu, ravinin kendisinden işitmediği muasırından yaptığı rivayetin ise irsalu hafî olduğunu belirterek bunların arasını ayırmıştır.
Gerek İbn Ruşeyd, gerekse Hafız İbn Hacer, imamların geneline muhalefet ederek hata etmişlerdir.
Ravinin, kendisiyle karşılaşmadığı muasırından rivayeti bir tedlistir. İmam Muslim’in metodu ise; an’ane ile rivayette bulunan ravinin müdellis olmaması şartıdır. Bu şekilde müdellis olmayan bir ravinin, muasırından an’ane ile rivayet ettiğinde onunla karşılaşmadan rivayette bulunmuş olduğu ihtimalini öne sürmek sahih değildir. Çünkü böyle bir rivayet tedlistir. Müdellis olmayan bir ravide asıl olan ise onun tedlis yapmamış olmasıdır.
İmam Buhari’nin metoduna tabi olan Hafız İbn Hacer gibi bazı âlimlerin problemi onların; ravinin kendisiyle karşılaşmadığı muasırından yaptığı rivayeti “tedlis” diye isimlendirmemeleridir. Onların bu tutumlarından dolayı İmam Muslim’in, hasımlarını; “mutlak olarak an’aneli rivayeti kabul etmemeniz gerekir” diye ilzam etmesi icab eder.
Hafız İbn Hacer, İmam Muslim hakkında şöyle diyor: “Onun ilzamı bağlayıcı değildir. Çünkü ravinin bir defa karşılaşmış olması sabit olursa, onun rivayeti işitmeme ihtimali taşımaz. Çünkü bunu yapan (işitmediği halde rivayet eden) müdellis olur. Bahis konusu olan mesele ise müdellis olmayan kimse hakkındadır.”[46]
Burada Hafız İbn Hacer’e şöyle denilir: “Bağlayıcı olmayan şey asıl senin irsalu hafi ile tedlis arasında yaptığın ayrımdan dolayı Muslim’i ilzam etmen ve ravinin kendisiyle karşılaşmadığı muasırından yaptığı rivayete tedlis diyen muhaddislerin cumhuruna muhalefet ederek, bu durumu tedlis tanımının dışına çıkarmandır.”
Çünkü İmam Muslim, şu sözüyle Hafız İbn Hacer’in sözünü reddetmiş oluyor: “Karşılaştığı sabit olan kimseden rivayette bunu ondan işitmediği ihtimali söz konusu edilmez. Çünkü bu ravi müdellis değildir. Aynı şekilde muasırından rivayette bulunan ravinin de ondan işitmediği ihtimali öne sürülemez. Çünkü yine bu ravi müdellis değildir. Tedlis ismi, ravinin işittiği kimseden işitmediği bir rivayeti nakletmesi ile ravinin muasırı olup da karşılaşmadığı kimseden rivayetini kapsamaktadır. Tedlisin bulunmaması şartı, her iki ihtimali de ortadan kaldırmaktadır.
İmam Muslim, muhaliflerine karşı getirdiği gerekçelerine Hişam’ın Urve’den, onun da babasından an’ane ile rivayetini misal vermiştir. Hişam b. Urve’nin babasından işittiği meşhurdur. Hatta babası Urve’den rivayette bulunanların en meşhuru O’dur. Muslim rahimehullah, Hişam b. Urve’nin babasından rivayet ettiği bir hadisi zikretmiş ve Hişam, bu hadisi babasından doğrudan değil de, başka birisi yoluyla rivayet ettiği için tedlis yaptığını söylemiştir. Muslim bu hadis ve benzerlerini delil getirmiştir. Çünkü Hişam b. Urve’nin babasından rivayetinde bu duruma düşülmüştür. Bununla beraber âlimler Hişam’ın babasından an’ane ile yaptığı rivayeti kabul konusunda tereddüt göstermemişler, hatta bilakis bu nüshayı en sahih isnadlardan saymışlardır. Hişam’ın babasından rivayetinden böyle bir duruma düşmesi gerçekten çok azdır. Bu, icma ile (hatta İbn Hacer’e göre dahi) bir tedlis olsa da, Hişam b. Urve’nin babasından rivayetinde nadiren düştüğü bu durum, onun an’aneli rivayetini reddetmeyi gerektirmemiştir. Çünkü hüküm genel duruma göredir. Hişam’ın an’aneli rivayetlerinde genel durum ise onun işitmesi ve rivayetin ittisalidir.
Kendisinden işittiği kimseden, işitmediği bir rivayeti az sayıda yapan kimse, bu yüzden müdellis ismini hak etmiyorsa, yani an’aneli rivayetinin reddedilmesi gerekmiyorsa, muasırı olup da karşılaşmadığı kimseden az sayıda rivayet eden kimsenin an’anesi de tedlis gerekçesiyle reddedilecek şekilde nitelenemez.
Bu durum, rivayette bulunduğu kimse yönünden az sayıda tedlis yapanla aynı hükümde olduğuna göre, işittiği kimseden işitmediği bir rivayette bulunanın tedlis yapmış olduğu veya karşılaşmadığı muasırından rivayeti, neden karşılaşmadığı muasırından rivayette bulunduğu için muasırından rivayet ettiği hiç sabit olmayan kimseyle aynı hükümde olsun?
İmam Muslim rahimehullah’ın hasmını reddettiği bu misalin açısı şudur: Muslim’in hasmı, ravinin müdellis olmaması şartını ittisal için yeterli bir şart olarak görmemektedir. Çünkü ravinin, karşılaşmadığı muasırından rivayeti tedlistir. Müslim’in hasmı bu türden rivayetleri tedlis yapmış olsa dahi, an’anesi reddedilmeyen ravilerden pekçoğunda da görebilir. Geriye bunların rivayetlerinde; ravinin karşılaşmadığı muasırından rivayet etmiş olma ihtimali kalmaktadır.
 Muslim bu duruma, Hişam b. Urve örneğiyle cevap vermiştir. Yine kendilerinden işittikleri halde işitmedikleri rivayetlerde bulunan ravilerden bir topluluk da bu durumdadır ve onların an’aneleri bu sebeple reddedilmemiştir. Bu durumda hasım, işittiği bilinmedikçe mutlak olarak bütün an’aneli rivayetleri reddetmek zorunda kalır.
Hâlbuki hadis imamları tedlis suretindeki her an’aneyi reddetmemişlerdir. Bununla beraber onlar böyle rivayette bulunanları müdellis olarak niteleyebilirlerdi. Zira hakikatte müdellis; an’aneli rivayetlerinin genelinde tedlis yapan kimsedir. An’anesi reddedilmeyi hak eden böyle bir kimsedir. Ama müdellis olarak nitelense dahi, az veya nadiren tedlis yapan kimsenin an’aneli rivayeti reddedilmez. An’anesinin kabulü için isnadda bulunmaması şart koşulan müdellis ise hakikat üzere müdellis olandır ki o, kendisinde tedlisin genel hal olduğu kimsedir.
Bu yüzden an’ane ile rivayette bulunan ravi, kendisinden işittiği raviden nadiren işitmediği bir rivayette bulunabilir veya muasırı olup da karşılaşmadığı kimseden rivayet edebilir. Bu durumun onun diğer an’aneli rivayetlerine bir etkisi yoktur. Çünkü hüküm genel duruma göre verilir. Nadir durumun hükmü yoktur. Bu sebeple ravi hakikat üzere müdellis olarak yani an’anesi reddedilen bir müdellis olarak nitelenmez.
Sonuç olarak; muasırlar arasında an’ane ile rivayet edilen hadiste tedlis olmamasının şart koşulması, ittisale hükmetmek için yeterli bir şarttır. Zira an’anesinin reddedilmesini hak ettiren kimseden an’aneli rivayetin kabul edilmemesini gerektirmektedir. Ravilerin geneli ise an’aneli rivayetlerinin reddini hak etmemişlerdir. Onlardan mutlak olarak tedlis sabit olmamış veya sabit olsa da bu onlarda nadiren vuku bulmuştur.
Böylece İmam Muslim’in, hatta aralarında Buhârî’nin de bulunduğu bütün hadis imamlarının metodunun kuvvetli olduğu, İmam Muslim’in karşısındaki hasımlarının ise görüşlerinin geçersiz olduğu, gerekçelerinin çürümüş olduğu ortaya çıkmıştır. İmam Muslim’in hasımlarının Buhârî ve Ali b. el-Medini’yi kendi mezheplerine nispet etmelerinin de zayıf bir kuruntu olduğu ortaya çıkmıştır.
Müteahhirin ilim ehlinden; lika şartını (yani ravinin şeyhiyle karşılaştığının bilinmesini) İmam Buhârî’ye nispet edenler, genellikle Buhârî’nin metodunu, Muslim’in metoduna tercih ederler. Bundan dolayı muasır olan her ravinin durumunu araştırır, eğer bir defa dahi olsa işittiği sabit olursa hadisini kabul eder, aksi halde reddederler.
Bahsedilen nispeti reddettiğimize ve Kadı Iyad’dan önceki bütün ilim ehlinin tek bir metod üzere, yani İmam Muslim’in metodu üzere olduğunu açıkladığımıza göre, muasırların rivayetlerinin (ravi hakiki müdellis olmadığı sürece) kabulü için işitmenin sabit olması şartı üzerinde durmaya gerek yoktur. Bilakis Muslim’in koyduğu şartlarla bu rivayetin ittisaline hükmedilir.

Likanın Bilinmesini Şart Koşmak Hatadır!

Şüphesiz likayı (yani karşılaşmayı) bilme şartı bir hatadır ve tenkid ve ta’lil ehli hadis imamlarından hiç kimse bu şartı öne sürmemiştir.
Sonrakiler “Buhari likayı şart koştu, Muslim ise muasarat ile yetindi” şeklindeki kanaat ile çelişkilere düşmüşlerdir.
Mesela el-A’lâî, Muslim’in Sahih’inde gelen bir hadiste ravinin şeyhinden işittiği nefyediliyorsa veya bu konuda bir tereddüt varsa: “Bu, muasarat ile yetinen Muslim’in şartına göredir” diyor.[47] 
Eğer benzeri bir hadis Buhârî’nin Sahih’inde gelmişse: “Buhârî’nin rivayet etmiş olması ile ittisal sabit olur. Zira bu, kendisinin şartından bilinmektedir” diyor![48]
İmam Muslim’in metodunu eleştirenlere gelince; isabetli olanı hatalı görmek ve âlimi cahil görmek, vera sahibi dindar imamların vera’ını itham etmek zulümdür!
İmam Muslim’i; kendisinin asrındaki şeyhleri olan ilim ehlinden ve onlardan öncekilerden naklen iddia ettiği icmayı bilmemekle suçlamak zulümdür! Bilakis icma bunun aksi yöndedir. İmam Muslim’e ve O’nun Sahih’ine dil uzatanlar, rabbi Azze ve Celle ile karşılaşacak ve karşılığını alacaktır. 
Sahihu Muslim’e ulaştırılan zulüm hakkında sözü uzatmadan Hafız İbn Receb’in, Buhârî’ye nispet edilen şartı tercih etmesinden sonra söylediği şu sözlerle yetineceğiz:
“Eğer birisi: “Bu şart kabul edilecek olursa, hadislerin birçoğuyla ihticacın terk edilmesi gerekir” derse denilir ki: “Bunların çoğu Muslim rahimehullah’ın şartına göredir. Doğrusu; isnadlardan işitme lafzı varid olmayanlarının ittisaline hükmedilmez. Lika imkânı olması halinde bununla hüccet getirilir. Nitekim tabiinin büyüklerinin mürselleri ile hüccet getirilmiştir. İmam Ahmed bunu belirtmiştir. Nitekim bu husus mürselin zikri bahsinde geçmişti.”[49]
Allah İbn Receb’i affetsin, Allah Teâlâ’nın kitabından sonra en sahih kitab olan Muslim’in Sahih’ini mürsel rivayetlerin hükmünde görüyor! İmam Muslim, Sahih’inin mukaddimesinde şöyle demesine rağmen: “Bizim görüşümüzün ve ilim ehlinin görüşünün aslı; mürsel haberlerin hüccet olmadığıdır”!!!
İmam Muslim’in Sahih’ini, hatta nebevî sünnetin tamamını böyle mi savunacağız!?
İnşaallah İbn Receb bu sözünden dolayı mazurdur. O, kendisinin içtihadının ulaştığı şeyi söylemiştir. Lakin buradaki hatayı beyan etmekten sussaydık biz mes’ul olurduk.

Bir Şüphenin Cevabı

Şüphe: İşitmenin bilinmesi şartını Buhârî’ye nispet edenler, bunu ancak onun Sahih’indeki tasarruflarından istikra yoluyla nispet etmişlerdir. Siz böyle bir istikra olmaksızın nasıl muhalefet ediyorsunuz?
Cevap: Öncelikle onlar bunu Buhârî’ye istikra (tümevarım) yoluyla nispet ettiklerini kendileri iddia etmişler midir, yoksa bunu onlar adına siz mi iddia ediyorsunuz? Yoksa siz ilim ehlinin her sözünün istikraya dayandığını mı zannediyorsunuz? İstikradan başka delil yok mudur? Hem sonra, istikrada bulunan kimsenin hata etmesi mümkün değil midir? 
Hatta bu yüzden istikranın delaletinin kesin değil, zannî olduğunu belirtmişlerdir.[50]
Bu yüzden biz, istikra’ya ondan daha kuvvetli olan, İmam Muslim, Hâkim ve başkalarının naklettikleri icma gibi bir delil ile muhalefet ediyoruz.
Onların istikrada bulunduklarına dair deliliniz nedir ve bu onları hangi sonuca ulaştırmıştır?
Bu husustaki deliliniz sadece: “Onlar istikraya dayanmadan böyle bir görüş söylememişlerdir.” Ve “Onların böyle söylemeleri de istikrada bulunmuş olduklarının delilidir” demenizdir.  Bu teselsül, bu delilin batıl oluşunu göstermektedir.
İkinci olarak; Sahihu’l-Buhârî, işitmenin bilinmesini şart koşmaya bir delil teşkil etmez.
Buhârî’nin Sahih’i dışında geçen sözleri de işitmenin bilinmesi şartını nefyetmektedir.
Bundan sonra bunu iddia eden âlimler hangi istikra ile bu neticeye ulaşmışlardır?
Üçüncü olarak; bu şüphenin sahibinin, âlimlerin uyguladıklarını zannettiği ve bizden de bunu reddetmek için benzerini talep ettikleri istikra şu şekildedir: Sahihu’l-Buhârî’deki bütün isnadlar getirilecek, isnadda birbirinden rivayette bulunan her iki ravi, diğerinden an’ane ile rivayet edecek ki, bu ravinin kendisinden rivayette bulunduğu bütün ravileri inceleyelim. Sadece Sahihu’l-Buhârî’deki ve kütübü sittedekileri değil, bilakis bütün sünnet kitaplarındakileri! Sonra illetten salim, makbul bir isnad ile bir defa dahi olsa işitme veya karşılaşmayı tasrih etmiş mi etmemiş mi diye bakalım! Bunu ilk ravi ile ikinci ve ikinci ravi ile üçüncü, üçüncü ravi ile dördüncü ravi arasında da uygulayalım! Sonra bu minval üzere Buhârî’nin bütün isnadlarına tek tek, ravi ravi geçelim!
Bu şüphenin sahibi âlimlerin bunu yaptıklarını ve Buhârî’nin ancak işitmesinin sabit olduğu kimselerden tahricde bulunduğunu mu sanıyor? Bir kimse böyle bir istikra yapmış mıdır?
Şayet birisi bunu yapmışsa ve bunu yapmak mümkünse, bunu genişçe açıklayıp iftihar etmekten sükut edecek mi? Çünkü o müthiş hatta neredeyse imkansız bir şeyi başarmıştır!!
Şüphe sahibinin bizden talep ettiği istikra da böyle bir şeydir. Lakin ravilerden büyük sayıda bir miktarın birinin diğerinden işitmeyi tasrih ettiğine sünnet kitaplarının hiçbirinde vakıf olamamışızdır!
Şayet böyle bir istikrayı yapmış olsak uzun bir ömür harcardık ve bu şüphenin sahibi gelip kolayca şöyle derdi: “Belki de o ravilerin birbirinden işittiklerine dair tasrihi sen bulamadın, Buhârî’nin ittilası ise senin ittilandan fazladır, bilen bilmeyene karşı hüccettir!!!”
Son olarak denilir ki: sadece istikra hüccettir, istikra olmadan hüccet olmaz diyen kimdir ki beni bununla ilzam edesin?
İlim ehlinden bir topluluğun naklettiği icma nereye gitti?
Buhârî’nin sözleri ve tasarruflarında bu iddiayı nakzeden delilleri nereye koyacaksın?
Diğer âlimlerin sözleri ve tasarruflarındaki bunun zıddına delaleti ne yaptın?
Bu iddianın sahih olmadığını, bilakis bu iddianın aslen bir delili olmadığını ne yapacaksın?

Diğer Bir Şüphenin Cevabı

Şüphe: “Senden önce bunu söyleyen kimdir?”
Bu sorudaki maksat; benden önce bunu diyen yoksa bunun sonradan çıkma ve batıl bir görüş olduğudur.
Bu şüpheye ilk cevap şudur: İmam Muslim, Hâkim, İbn Abdilberr, Beyhaki, el-Hatib ve başkaları bunu söylemişlerdir. Nitekim İbn Tahir el-Makdisi de Buhârî ve Muslim’in her ikisinin de muasarat ile yetindiklerini belirtmiştir.
 Evet, Allah’a hamd olsun, ulaştığımız bu sonuç, hicri 544 yılında vefat eden Kadı Iyad’dan bu zamana kadar bildiğimiz kadarıyla muasır bazı araştırmacılar dışında kimsenin dile getirmediği bir sonuçtur.
İkinci olarak: selefi olmayan her söz reddedilecek değildir. Hak olması için her görüşün önceden bir söyleyeni olması gerekmez. Sırf sonradan çıkmış olması sebebiyle reddedilmesi doğru olan ve inkâr edilmesi gereken görüş ve sözler; itikatlar ve şer’i hükümler olarak dinin sabitelerine aykırı olan, ümmetin selefinin ve bütün ümmetin sapmış olduğu ve onların Allah’ın dinin hakkında cahil oldukları izlenimi veren görüşlerdir. Bunun dışında olanlara gelince:
* Kişiye verilen anlayışla Allah Azze ve Celle’nin kitabından bir ayet yorumlar ve bu yorum ümmetin selefinin anlayışını iptal edici olmaz.
* Şer’i naslardan daha önce kimsenin dile getirmediği faydalar istinbat edebilir
* Tedebbür eden kimse yeni bir istidlalde bulunabilir
* İstikra ve araştırmaya dayalı olan düzgün bir menhec üzere alet ilimlerinde köklü bakış açısı olabilir
Bütün bunlar ve benzerleri, âlimlerin diğer insanlardan ayrıcalıklı oldukları, hatta insanların hayvanlardan üstün oldukları hususlardır.
Şayet selefi olmayan her söz sırf selefi olmadığı için reddedilecek olsaydı, bu sözün kendisinin de bir selefi olmadığı için reddedilmesi gerekirdi. Bu, akıllara bir yaralama ve fikirlere zincirdir.
Fıkıh usulüne dair eser koymada Şafii’nin selefi kimdir?
Şiir vezinlerini keşifte Halil b. Ahmed’in selefi kimdir?
Nahvi te’lif etmede Sibeveyh’in selefi kimdir?
Sahihleri ayıklamada ve alfabetik olarak tarih kitabı cem etmede Buhârî’nin selefi kimdir?
Hâlbuki ümmet onlardan bunları kabul etmiş ve şükran duymuşlardır.
Allah, önceki ve sonraki bütün hadis imamlarına rahmet etsin.




[1] Mecmuu’l-Fetava (18/42)
[2] Sunenu’l-Ebyen (54, 55)
[3] Şerhu İleli’t-Tirmizi (2/592)
[4] Mevkifu’l-İmameyn (108-114)
[5] Es-Senenu’l-Ebyen (150, 151, 152)
[6] Camiu’t-Tahsil (120, 121)
[7] A.g.e. (141-157)
[8] Bkz.: İbn Kesir, İhtisaru Ulumi’l-Hadis (1/169) Bulkini Mehasinu’l-İstilah (224) Zehebi el-Mukiza (137-138 Ebu Guddenin eklediği notlarla)  el-Elbani, en-Nasihatu bi’t-Tahzir Min Tahribi İbn Abdilmennan Likutubi’l-Eimmeti’r-Raciha (19-26)
[9] Bkz.: İbn Ruşeyd, es-Sunenu’l-Ebyen (45)
[10] Sahihu Muslim (29) Bkz.: İbn Ruşeyd Sunenu’l-Ebyen (45)
[11] Bkz.: İbn Katan Beyanu’l-Vehm ve’l-Îham (2/576)
[12] Nakdu’l-İmam ez-Zehebi Libeyani’l-Vehm ve’l-Îham (no:16)
[13]  Sahihu Muslim (29-33)
[14] Es-Sunenu’l-Ebyen (67-68)
[15] El-Mustedrek (1/29)
[16] El-Mustedrek (4/567)
[17] Beyanu’l-Vehm (2/416)
[18] Camiu’t-Tahsil (117)
[19] Bkz.: Iraki, Tuhfetu’t-Tahsil (275, 426, 457, 688, 773, 790, 956, 983, 1002, 1095, 1186)
[20] Bkz.: Halid ed-Durays, Mevkifu’l-İmameyn (153-156)
[21] İbn Receb Şerhu İleli’t-Tirmizi (2/598)
[22] Muslim Tabakat (1/227)
[23] Hakim, Marifetu Ulumi’l-Hadis (44)
[24] Kavati’u’l-Edille (2/456-457)
[25] Kavatiu’l-Edille (2/311-312)
[26]  Bkz.: İbn Ruşeyd, Es-Sunenu’l-Ebyen (52, 65)
[27] İbn Receb, Şerhu İleli’t-Tirmizî (2/586)
[28]  El-A’lai, Camiu’t-Tahsil (117) İbn Ruşeyn es-Sunenu’l-Ebyen (70)
[29] Zerkeşi Bahru’l-Muhit (4/311)
[30]  Bkz.: Halid ed-Durays, Mevkifu’l-İmameyn (137-140)
[31]  Kadı Iyad, İkmalu’l-Mu’lim (307-312)
[32]  Bkz.: İbn Ebi Hatim, Merasil (378, 433, 449, 558, 559, 813, 814, 939)
[33] Tarihu’l-Kebir (4/4)
[34] Tirmizî İlelu’l-Kebir (1/202-203)
[35]  Bu hadisi Muslim (613) İbn Huzeyme (323, 324) İbnu’l-Carud (151) ve İbn Hibbân (1492) rivayet etmişlerdir.
[36]  Tarihu’l-Kebir (5/51)
[37]  Sahihu’l-Buhârî (4473, 4350)
[38] Halid ed-Durays, Mevkifu’l-İmameyn (148-149)
[39]  El-Mustedrek (1/7)
[40]  Darekutni Zikru Esmai’t-Tabiin (no:500)
[41] İbn Hacer, Hedyu’s-Sari (433)
[42] Muslim et-Temyiz (215)
[43] İbn Hibban, es-Sikat (5/352)
[44]  Musnedu’l-İmam Ahmed tahkiki (5/73-74 no:3205)
[45] Beyanu’l-Vehm ve’l-İham (2/558)
[46] en-Nuzhetu’n-Nazar (59-60)
[47] Bkz.: Camiu’t-Tahsil (no: 264, 295, 328)
[48] Bkz.: Camiu’t-Tahsil (no:8, 200, 347)
[49] Bkz.: İbn Receb, Şerhu İleli’t-Tirmizi (2/597)
[50] Bkz. Zerkeşi Bahru’l-Muhit (6/10-11)

Meclislerin Keffareti

Meclislerin Keffareti
"Subhâneka'llâhumme ve bihamdik ve eşhedu en lâ ilâhe illâ ente estağfiruke ve etûbu ileyk" (Taberani 10/164, el-Elbânî Sahîhu'l-Câmi (4487)