İSPANYOL GRİBİ – ELEKTROMANYETİK ALANIN İNSAN HAYATINA ETKİSİ VE SALGININ BULAŞICILIĞINI İSPAT ETME BAŞARISIZLIĞI
Çeviri : Ali Hakan DUMAN
Dünya çapında büyük çapta, hızlı ve çok sayıda dünyanın elektromanyetik alanını değiştiren bir çok büyük hadise yaşanmıştır.
1889’da yüksek gerilim hatlarının radyasyonu başladı. O yıldan itibaren dünyanın doğal manyetik alanı güç hatlarının frekansının ve harmonisinin izlerini taşımaya başladı. O yıldan itibaren doğal manyetik alan ortamı değişmeye başladı. Bu dünyadaki bütün yaşamı etkilemiştir. Aynı yıl 1889’daki grip salgını yaşanmıştır.
1918’de radyo yayınları başladı. LF ve VLF frekansları taşıyan yüzlerce radyo istasyonlarının yapılmaya başlanmasıyla dünyanın magnetosferini değiştirdi. Aynı yıl 1918 İspanyol gribi salgını yaşandı.
1957’de Radar dönemi başladı. Yüzlerce güçlü erken uyarı radar istasyonları dünyanın kuzey bölgelerinde özellikle yüksek irtifada milyonlarca watt mikro dalga üreten istasyonlar inşa edildi yada yerleştirildi. Aynı yıl Asya’da 1957 grip salgını yaşandı.
1968’de uydu yayını icat edildi. Yüzlerce yer istasyonu ve yüksek irtifa balonu ile yayınlar dünyanın manyetik alanını etkiledi. 1968’de Hong Kong grip salgını yaşandı.
Devamında HAARP ve kablosuz internet üç ge, dört ge ve beş ge’nin sebep olduğu grip hastalığı dünyayı etkilemeye devam etmektedir.
İspanyol Gribi diye adlandırılan hastalık yüzlerce kilowatt kapasiteli yüksek gerilim istasyonlarının mantar gibi inşa edildiği, dünya çapında elektrik akımının hızla arttığı bir dönemde doğmuştur. İspanya’da başlamamıştır. Fakat dünya çapında on milyonlarca insanın ölümüne sebep olmuştur. Eylül 1918’de birden bire çok daha ölümcül hale gelmiştir. Bazı tahminlere göre salgın dünyanın üçte birini en az yarım milyar insanı etkilemiştir. Kara Ölüm diye adlandırılan 14’üncü yüzyıldaki salgın bile bu kadar kısa sürede bu kadar insanı öldürmemiştir. O nedenle salgının tekrar geriye gelmesi korkulu bir rüya olmuştu.
Birkaç sene önce Alaska’da 1918’de donarak ölmüş dört kişinin cesedini buldular. Ve yapılan testlerde güya bu insanların ciğerlerinde 1918’deki salgındaki gribe sebep olduğuna inanılan virüsü bulmuşlardı. Güya bu gizemli canavar virüs dünyayı tekrar yok etmek için her an geri gelebilirdi.
Halbuki 1918’deki İspanyol Gribi salgınının bulaşıcı olduğuna dair hiçbir kanıt bulunmamaktadır.
İspanyol gribi salgını Amerika Birleşik devletlerinden başlamıştır. 1918’in başlarında Askeri önceleri gemilerle, Denizci üslerinde ve limanlarında görülmeye başlandı. İlk büyük vaka Cambridge Massachusetts’te Denizci Radyo okulunda 400 kişinin hasta olması olayıydı. Mart’ta grip Askeri iletişimi sağlayan kamplarda kablosuz iletişim eğitimi görenlerde görüldü; 1127 kişi Kansas Funston kampında, 2900 kişi Georgia Oglethorpe kampında hasta oldu. Mart sonu Nisan başında dünya çapında sivil yerleşim yerlerinde de görülmeye başlandı.
Önceleri fazla ağır olmayan hastalık halindeyken Eylül’de bir anda ölümlerin yaşandığı bir salgına dönüştü. Hastalığın yayılma hızı insanların seyahat hızından çok daha hızlı bir şekilde okyanusları aşarak dünyanın her yerinde bir anda görülmeye başlandı. Hasta olanlar aylarca tekrar tekrar hasta oluyorlardı. Doktorları en çok düşündüren kanamalı olanlardı. Denizcilerin yüzde kırkı, diğer yerlerde yüzde on beş civarında hastalar burunlarından boşalan bir kanama geçiriyorlardı. Diğerleri diş etleri, kulakları, derileri, mide ve bağırsakları yada böbreklerinden kanama geçiriyorlardı. Ani ölümlerin çoğu ciğerlerinden kanama geçirenlerde oluyordu. Bir çok hasta kendi iç kanaması nedeniyle boğulup ölüyordu. Otopsi raporlarına göre ölenlerin üçte biri beyin kanamasından ölüyordu. Bazı hastalar eğer beyin kanamasından ölmediyse solunum yollarındaki sorundan kurtulup iyileşebiliyordu.
Iowa Cedar Rapids’teki doktor Arthur Erskine ve B.L. Knight’a göre kanda olan bir değişimden dolayı kanamalar görülmekteydi. Bu nedenle bir çok hastadan aldıkları kan örneğini test ettiler. Testlerin tümünde istisnasız kandaki pıhtılaşmanın azaldığını, pıhtılaşma için gerekli olan zaman normalden 2,5 ile 8 dakika arasında artmıştı. Kan testi hastaların hastalığının ikinci gününden itibaren iyileşmeye başladığı yirminci güne kadar yapılmıştı ve sonuç hiç değişmiyordu. Bu durum viral solunum yolu hastalığı tarifine uymuyordu fakat 1779’da Gerhard’ın elektrik ile insanlar üzerinde yaptığı testlerin etkilerine benziyordu. Ayrıca radyo dalgalarının kan pıhtılaşması üzerindeki etkisine benziyordu. Iowa’daki doktorlar enfeksiyonla uğraşmak yerine hastalarına yüksek dozda kalsiyum laktate vererek kan pıhtılaşması sorununu çözerek iyileştirdiler.
Bu salgında diğer önemli nokta ölenlerin bir çok diğer hastalıkta olduğu gibi yaşlı yada bebekler gibi güçsüzler yerine 18 ile 40 yaş aralığında gayet sağlıklı ve genç insanların olmasıydı, ki bulaşıcı bir salgın için bu pek beklenen bir durum değildi, ama 1889 daki salgınla benzeri bir durumdu. Ölenlerin üçte ikisi bu yaş gurubundaydı, çok nadir yaşlılarda görülüyordu. İsviçreden bir doktor şöyle yazıyordu “hasta olan yada ölenler arasında 50 yaşın üzerinde yada bebek yaşta hiç kimseye rastlamadım, fakat akşamüzeri 4 te hasta olup sabah 10 da ölen gayet sağlıklı çok insana rastladım”. Paristeki gazeteler ölenlerin 15 ile 40 yaş arasında olduğunu rapor ediyorlardı.
Eğer fiziksel olarak zayıf, iyi beslenemeyen, kansız, verem hastası yada sakatsanız İspanyol gribine yakalanma yada ölme ihtimaliniz çok düşüktü. Bu çokça görülen bir durumdu diye yazıyordu Dr D.B. Armstrong Boston Medical and Surgical Jurnal’da basılan makalesinde. Makalenin başlığı ‘’Grip: Sağlıklı olmak tehlikeli’’. Doktorlar hastalarına sağlıklı kalın tavsiyesi verip vermemeye çekinir hale gelmişti, çünkü sağlıklı olmak ölüm sabıkasını imzalamak gibiydi. Hamile kadınlar içinde İspanyol gribi çok tehlikeliydi. Doktorları epey şaşırtan bir başka gariplikte hastaların ateşi düşüp normale dönmesinin ardından nabızlarının 60’ın altında kalmasıydı. Bazı durumlarda nabız 36 ile 48 arasında oldukça düşük seviyede kalıyordu buda kalbin tıkandığına işaretti. Bu gibi göstergelerin bu salgının üst solunum yolu hastalığı ile alakası olmadığı radyo dalgaları hastalığıyla alakalı olduğu aşikardır.
Bazı hastaların iyileştikten iki üç ay sonra saçlarını tümüyle kaybettikleri oluyordu. Dermotolog doktor Samuel Ayres’e göre hemen hemen hergün genç yaştaki kadın hastalarının saçlarının döküldüğünü rapor ediyordu. Bu virüs kaynaklı bir hastalık için beklenen bir durum değildi ama radyo dalgaları radyasyonuna maruz kalan insanlarda beklenen ve görülen bir durumdu.
Diğer garip olan gözlem ise grip diye adlandırılan bu 1918 salgınında çok az hastanın solunum yolu hastalığı belirtisi göstermesi ve çok az hastada burun akıntısı, boğaz ağrısı olmasıydı. Aynen 1889’daki salgında olduğu gibi nörolojik belirtiler artmıştı. Uykusuzluk, uyuşukluk, dikkat kaybı, ani algı artışı, kaşıntı, karıncalanma, duyma zorluğu, tat alma zorluğu, göz kapağı, gözler ve bir çok diğer kaslarda zayıflık görülüyordu. Ünlü Karl Menninger üç ay içerisinde 35 tanesi şizofrenik olmak üzere yüzden fazla ruhsal denge bozukluğu gördüğünü rapor etmişti.
Hastalığın bulaşıcı olduğu genel olarak kabul edilen bir inanç olduğu için maske, karantina, ve izolasyon yöntemleri kullanılmasına rağmen hiçbir etkisi görülmüyordu. İzlanda gibi Avrupa kıtasına direk kara bağı olmayan ada ülkelerde bile karantina uygulanmasına rağmen hastalık hızlı bir şekilde yayıldı.
Hastalık müthiş bir hızla yayılıyordu. Amerika ordusunda doktor olan George Soper ‘’Bir insanın seyahat edebileceği hızdan çok daha hızlı yayılması mümkün gözükmese de görünen o ki yayılıyor’’
Ama gerçeği ortaya çıkaran gönüllüler bularak hastalığın bulaşıcı olduğunu kanıtlamak için yapılan girişimlerdi. Bütün bu deneyler 1918’in Kasım, Aralık ayında ve 1919 yılının Şubat ve Mart ayında yapılmıştı. Amerika Sağlık Bakanlığına bağlı Boston’da bir sağlık çalışanı gurubu yaşları 18 ile 25 arasında değişen 100 gönüllüye hastalığı bulaştırmaya çalıştılar. Hapis cezası almış mahkumlardan eğer bu deney için gönüllü olurlarsa hapisten çıkma vaadi ile gönüllü bulmuşlardı. Hastalığın bulaşıcı olduğunu ispat etme girişimleri okumaya değer ilginçlikteydi:
‘’Hastaların burnundaki akıntıdan, bronşlarından, boğazlarından, ağızlarından topladığımız balgam ve her türlü akıntıyı gönüllülere verdik. Topladığımız bu akıntıları hep aynı yöntemle hastalardan aldık. Ateşi olan ve yatakta tedavi gören hastaların burun deliklerinden biri 5 mililitrelik steril tuz çözeltisi ile yıkanır ve burnu tepsiye hızlıca sümkürülür ve mümkün olduğunca akıntı tepside toplanır. Aynı işlem diğer burun deliği için yapılır. Ve hasta bu çözeltiyi gargara yapar. Daha sonra hastanın öksürmesinden gelen bronşit balgamını boğazından burun deliklerinden toplanır. Daha sonra topladığımız bu akıntıları karıştırıp her gönüllüye ayrı ayrı 6 mililitre miktarınca verdik. Gönüllülere bu sıvıdan burun deliklerine, boğazlarına sıktık hatta gözlerine sürdük ta ki 6 mililitreyi tümüyle gönüllüye verene kadar. Gönüllüler bu karışımın bir kısmını yuttular. Bu işlem sonucunda gönüllülerin hiçbiri hasta olmadı.
Yeni gönüllüler bulduk ve deneyi biraz daha agrasif hale getirdik; tuzlu karışımı çıkardık deneyden. Bu sefer pamuklu çubuk kullanarak hastaların burunlarından aldığımız sümüğü gönüllülerin burnuna, boğazından aldığımız balgamı boğazına direk olarak verdik. Hastanın ilk günü, ikinci günü ve üçüncü gününde bunu yaptık. Gönüllülerin tümüne en az ikişer üçer kere bu şekilde transfer yaptık. Bu şekilde direk hastanın balgamını ve sümüğünü verdiğimiz gönüllülerin hiç biri hasta olmadı.
Deneyi biraz daha agrasif hale getirdik ve hastalardan aldığımız 20 mililitrelik kanı gönüllülere enjekte ettik. Yine gönüllülerin hiçbiri hasta olmadı.
Bu sefer üst solunum yolundan aldığımız balgamı yada sümüğü Mandler filtresinden geçirdik. Bu filtrelenen maddeyi gönüllülere enjekte ettik. Her bir gönüllüye 3.5 mililitre verdik. Gönüllülerin hiçbiri hastalığı almadı.
Bu sefer daha değişik bir yöntem kullanarak bir başka deney yaptık. Doğal yöntemler kullanarak hastalığı bulaştırmayı denedik. Yeni gönüllüler ve yeni hastalar bulduk. Gönüllü ile hastayı yanyana getirdik, hasta yatağındayken gönüllü yanında oturdu, el sıkıştılar ve beş dakika konuştular. Beş dakika sonunda hasta gönüllü ile tam karşı karşıya iken arada 5 cm mesafe varken hasta gönüllünün yüzüne mümkün olduğunca kuvvetli şekilde nefesini verdi, aynı anda gönüllü bu nefesi içine çekti. Bu deneyi aynı gönüllü ve hasta ile beş kere daha tekrar ettikten sonra hasta beş kere direk olarak gönüllünün yüzüne öksürdü. Daha sonra bu gönüllüyü bir sonraki hasta ile karşı karşıya getirip aynı deneyi tekrar ettik. Bu gönüllü 10 tane hasta ile aynı deneyi yaptı. Hastalar hastalığın farklı safhalarındaydı, genellikle yeni hasta olmuş olanlardı, hiç biri üç günden çok değildi hastalığı. Bu deneyde başarısız oldu ve gönüllülerden hiç biri hasta olmadı.
‘’Salgına girerken bu hastalığa neyin sebep olduğunu ve insandan insana nasıl geçtiğini bildiğimizi zannederek girdiğimizi düşünüyorduk. Belkide’’ dedi Dr Milton Rosenau ve şöyle devam etti; ‘’Eğer bir şey öğrendiysek bu hastalığa neyin sebep olduğunu bilmediğimizi öğrendik’’
Sonra bulaştırarak hasta etme deneyini atlarda uyguladık, fakat aynı başarısız sonuçla karşılaştık. Sağlıklı atlar hasta atların hastalığının her safhasında yakın temasta tutuldu. Ateşi olan atların ağız ve burunlarına bağladığımız torbalarda topladığımız akıntıyı sağlıklı olanların yiyecekleriyle karıştırdık. Bu deney sonucunda ve daha bir çok girişimde gribin atların birinden öbürüne sıçradığına dair hiçbir delil bulamadık diyordu İngiliz ordusu veterineri Albay Herbert Watkins Pitchford.
The Invisible Rainbow – Arthur Firstenberg