Sözlerin en doğrusu Allah'ın kelamı, yolların en hayırlısı Muhammed Aleyhisselam'ın yoludur. Dinde her sonradan çıkarılan şey bidattir.Her bidat sapıklıktır ve her sapıklık da cehennemdedir (Muslim no: 867)

Duâ

Duâ

31 Ekim 2025 Cuma

İlimde Öncü Sahabilerden İbn Mes'ud Radıyallahu Anh'ın Bazı Kıssaları

 

Ebu Vail Şakik b. Seleme rahimehullah’tan:

أَنَّ ابْنَ مَسْعُوْدٍ رَأَى رَجُلاً قَدْ أَسْبَلَ فقال ارفع إزارك فقال وأنْتَ يابن مَسْعُوْدٍ فَارْفَعْ إِزَارَكَ فقال عبد الله إني لست مثلك إِنّ بِسَاقَيَّ حُمُوْشَةً وَأَنَا أَؤُمُّ النَّاسَ فَبَلَغَ ذَلِكَ عُمَرَ فَجَعَلَ يَضْرِبُ الرَّجُلَ وَيَقُوْلُ أَتَرُدُّ عَلَى ابْنِ مَسْعُوْدٍ؟

“İbn Mes’ud radıyallahu anh bir adamın izarını sarkıtmış olduğunu görünce ona: “İzarını kaldır” dedi. Adam: “Ey İbn Mes’ud! Asıl sen izarını kaldır” dedi. Abdullah b. Mes’ud radıyallahu anh dedi ki:

“Ben senin gibi değilim. Benim bacaklarım incedir ve insanlara imamlık ediyorum.” Bu hadise Ömer radıyallahu anhe ulaşınca itiraz eden adama vurmaya başladı ve dedi ki:

“Sen İbn Mes’ud’a cevap mı veriyorsun?”[1]

Abdullah b. Mes’ud radıyallahu anh’ın bacakları çok ince olduğu için insanlar ona gülüşerek fitneye düşüyorlardı ve İbn Mes’ud radıyallahu anh de onları gizliyor ve izarını diz kapaklarına kadar kaldırmıyordu. Ayak bileklerinden aşağı sarkıtarak isbal de yapmıyordu. İzarı diz kapaklarına kadar kaldırmak mustehaptır. Ancak ayak bileklerine kadar indirmek de caizdir. Caiz olmayan şekli ise ayak bileklerinden de aşağı inecek şekilde sarkıtmaktır.

Bu kıssada Ömer radıyallahu anh ilim ehline itiraz edilmesini çirkin görmüştür. İlim ehlinden olan İbn Mes’ud radıyallahu anh, bir mazeretinden dolayı daha faziletli olanı terk etmiş ve ruhsatla amel etmiştir. Bu sebepten ilim ehline itiraz etmek raşid halife Ömer radıyallahu anh tarafından çirkin görülmüştür.

Lakin elbette bu durum, meşru olmayan konularda ilim ehlini taklid etmeyi gerektirmez. Hatta ilim ehli ruhsatla amel ediyor diye onu taklid ederek daha faziletli olanı terk etmek de gerekmez.

Yine buna benzer bir kıssa şu şekilde gelmiştir: el-A’meş, el-A’la’dan, o da şeyhlerinden rivayet ediyor:

كَانَ عُمَرُ على دَارٍ لابْنِ مسْعودٍ بالمدينةِ يَنْظُرُ إِلَى بِنائِهَا فَقَالَ رَجُلٌ مِنْ قُرَيشٍ يَا أَميرَ المُؤمِنينَ! إنّك تُكْفَى هَذَا فَأَخَذ لَبِنَةً فَرَمَى بِها وَقَالَ أَترْغَبُ بِى عَن عَبدِ اللَّهِ

“Ömer radıyallahu anh, İbn Mes’ud radıyallahu anh’ın Medine’deki evine çıktı ve binasına bakmaya başladı. Kureyş’ten bir adam dedi ki: “Ey mü’minlerin emiri! Sana bu yeter!” Bunun üzerine Ömer radıyallahu anh bir tuğla alıp adama attı ve dedi ki:

“Beni Abdullah’tan soğutmaya mı çalışıyorsun?”[2]

Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem ile raşid halifeler dönemlerinde ilminden dolayı değeri takdir edilen İbn Mes’ud radıyallahu anh, tevazuyu terk etmemiş, nefsini nifak ile itham etmeye devam etmiştir:

Zeyd b. Rufey, Ebu Ubeyde b. Abdillah b. Mes’ud’dan rivayet ediyor:

أَرْسَلَ عُثْمَانُ إِلَى أَبِي يَسْأَلُهُ عن رجل طلق امرأته ثم راجعها حين دخلت في الحيضة الثالثة فَقَالَ أَبِي وَكَيْفَ يُفْتِي مُنَافِقٌ؟ فَقَالَ عُثْمَانُ نعيذك بِاللَّهِ أَنْ تَكُونَ مُنَافِقًا وَنَعُوذُ بِاللَّهِ أَنْ نُسَمِّيَكَ مُنَافِقًا وَنُعِيذُكَ بِاللَّهِ أَنْ تكون مِثْلُ هَذَا قال أولى أَنَّهُ إذا أحق بِهَا ما لم تَغْتَسِلَ مِنَ الْحَيْضَةِ الثَّالِثَةِ وَتَحُلَّ لَهَا الصَّلَاةُ قَالَ لا أَعْلَمُ عُثْمَانَ إِلَّا أَخَذَ بِذَلِكَ

“Osman radıyallahu anh babam (İbn Mes’ud radıyallahu anh’e) haber göndererek şöyle sordu: “Kişi karısını (tek talakla) boşuyor ve üçüncü hayız döneminde ona dönüş (ric’at) yaparak ilişkiye giriyor” Babam dedi ki: “Bir münafık nasıl fetva versin?” Bunun üzerine Osman radıyallahu anh dedi ki:

“Senin bir münafık olmandan seni Allah’a sığındırırım ve senin gibi birine münafık demekten Allah’a sığınırım.” İbn Mes’ud radıyallahu anh dedi ki:

“Bu adam, karısı üçüncü hayızdan dolayı yıkanıp da kendisine namaz helal olmadığı sürece karısına dönüş yapmaya hak sahibidir.” Ebu Ubeyde rahimehullah dedi ki: “Osman radıyallahu anh’ın ancak bu görüşü benimsediğini biliyorum.”[3]



[1] Buhari’nin şartına göre sahih. Begavi Mu’cemu’s-Sahabe (1417) İbn Asakir Tarih (33/149)

[2] Fesevi Ma’rife (2/316) İbn Asakir Tarih (33/150)

[3] Hasen. Taberi Tefsir (4/94) İbn Asakir Tarih (33/150)

Eski Hariciler İle Muasır Haricilerin Uyumuna Kısa Bir Bakış

 Muasır Haricîler günümüzde beşerî kanunlarla hükmeden bütün yöneticilerin dinden çıkaran küfürle kâfir olduklarını, bu hükmü bütün müslümanların bilmek zorunda olduklarını, dolayısıyla bu yöneticileri tekfir etmeyenlerin de kâfir olduklarını iddia etmektedirler. Bu konuda Maide 44. Ayetini delil getirirler. 

Yine bu ülkelerde kanun çıkaran parlemento meclisi üyelerinin de büyük küfürle kâfir olduklarını iddia ederek, bu konuda Tevbe 31. Ayetini delil getirirler.

Bu kimseleri savunan ordu mensuplarının da büyük küfürle kafir olduklarını, onların Nisa 76. Ayetinde belirtilen tagut yolunda savaşan kimseler olduklarını iddia ederler.

Bu hükme, ordu mensubu olsun veya olmasın, bu küfrî kanunları savunan herkesi dâhil ederler. (Bkz.: Abdulkadir b. Abdilaziz el-Cami s.539-540)

Bu yöntem Hariciler’in yöntemidir. İlk olarak raşid halife Ali b. Ebi Talib radıyallahu anh’ı “Hüküm ancak Allah’a aittir” şeklinde meşhur olan sözleriyle tekfir etmişlerdir. Günümüzdeki Hariciler bu görüşlerini o ilk Hariciler’den almışlardır.

Önceki ve sonraki Ehl-i Sünnet, Allah’ın indirdiğinden başkasıyla hükmetme meselesinde İbn Abbas radıyallahu anhuma’dan sabit olan “Bu küfrün altında bir küfürdür” sözüyle açıklamışlardır. Lakin Hariciler İbn Abbas radıyallahu anhuma’ya karşı edepsizlik ederek şöyle demişlerdir:

Şayet bu söz İbn Abbas radıyallahu anhuma’dan sahih olarak gelirse, bunun hüccet olması için sahabeden kimsenin O’na muhalefet etmemiş olması, bu sözün kitap ve sünnetin nassına muhalif olmaması gerekir. Arap dilinin delaletiyle ve şeriat koyucunun örfüyle ortaya çıkmıştır ki, Maide suresindeki ayet, burada küfrün büyük küfür olduğunu göstermektedir. Buna muhalif olan sahabi sözü hüccet olmaz” !!! (Bkz: Abdulkadir b. Abdilaziz el-Cami s.971)

Yine bu konuda Şeyhulislam İbn Teymiyye gibi büyük âlimlere de dil uzatarak şöyle demişlerdir: “Burada şuna uyarıda bulunmak isterim: Şeyhulislam İbn Teymiyye bu konudaki sözlerinde çelişkiye düşmüştür” (Abdulkadir b. Abdilaziz el-Cami s.609)

Yine İbnu’l-Kayyım hakkında da şöyle demişlerdir: “Talibin şunu bilmesi gerekir: İbnu’l-Kayyım’ın Allah’ın indirdiğinden başkasıyla hükmetmek hakkındaki sözlerinde Allah’ın yetki indirmediği bir taksimat vardır ki muasır ilim ehlinin geneli de bu görüş üzere taksimat yapıyorlar”!!! (Abdulkadir b. Abdilaziz, el-Cami s.602)

Daha gerçek ismi dahi meçhul olan bazen Abdulkadir b. Abdilaziz ismini, bazen Seyyid el-Fadl bazen doktor el-Fadl ismini kullanan fakat hakiki ismi İmam b. Abdilaziz eş-Şerif olan, asrımızın habis Harici önderlerinden birisi işte böylece başta büyük sahabi İbn Abbas radıyallahu anhuma olmak üzere, Ehl-i Sünnetin imamlarını da tutarsızca eleştirmektedir!

 Bu Hariciler günümüzdeki bütün yöneticileri ancak “Tagut” ismiyle anarlar ve ilk öncüleri gibi tekfir ederler. Bütün yöneticilerin ve onların halklarından olan kıble ehlinin kanlarını helal saymada bu çürük esaslarına dayanırlar.

Orduyu ve askere gidenleri tekfir etmeleri, önceki Haricilerin diğer bir pislik esasına da sebep olmaktadır. İlk hariciler de tekfir ettikleri yöneticilerin halklarını tekfir ediyorlardı, muasır hariciler de aynı şekilde bu yöneticileri tekfir etmeyen halkları tekfir etmektedirler.

Meclisteki vekillerin ve oy kullananların tekfir edilmesi, önceki ve sonraki İslam âlimlerinin geneline aykırı bir tutumdur. Zira âlimler, helal ve haram saymada tabi olmanın ne zaman küfür, ne zaman günah olacağını açıklamışlardır.

İbnu’l-Arabî şöyle der: “Mü’min, bir müşriğe itikad konusunda itaat ederse müşrik olur, akidesi selîm – tevhid ve tasdik üzere mustakim – olduğu halde fiilen itaat ederse o günahkârdır. Bunu iyi anlayın.”

Abdulkadir b. Abdilaziz, parlementoya girecek milletvekillerinin seçiminde oy kullanmanın dinden çıkaran büyük küfür olduğunu iddia etmiş ve bunun Allah’ın dışında teşride bulunan rabler edinmek olduğunu, bu oylamaya katılan ve davet eden herkesin kâfir olduğunu söylemiştir. (Bkz. Abdulkadir b. Abdilaziz el-Cami s.470)

 Bu ise kıble ehlinden geniş bir kesimi tekfir demektir. Birçok vekiller belki bu hükmü tam anlamıyla hak etmektedirler, lakin şerri azaltmak ve hayrın kalabalığını artırmak gibi tevillerle parlementoya girmeye cevaz veren bazı ilim ehline uyan kimseler vardır. Bunların bu bozuk tevilleri reddedilir, lakin tekfir edilmeleri yanlıştır.

Muasır Hariciler ise ümmet-i Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem)’den sayıları milyonları bulan kimseleri tekfir etmekte, onların cehennemde ebedî kalıcı olduklarını iddia etmektedirler.

Mesela Abdulkadir b. Abdilaziz el-Umde adlı kitabında şöyle der: “Bu kâfir yöneticilerle cihad etmek her müslümana farzı ayndır. Bu cihadın üzerine vacip olduğu kimseler bu işte gevşeklik gösterirse büyük günah işleyen bir fasık günahkâr olur.” (el-Umde s.320)

Hali meçhul olan, ilimde bir hocası bilinmeyen, sadece tıp doktorluğu bulunan bu adam, kendi başına, hiçbir istisna yapmadan bütün ümmeti bu şekilde günahkâr saymakta, müçtehit imamlardan hiç biri böyle bir şey söylememektedir!

Allah’ın indirdiğinden başkasıyla hükmetme meselesine dayalı olarak kendi kendine kurduğu bu esasa göre Abdulkadir b. Abdilaziz’in kendisi de aynı hükme dâhil olmaktadır! Zira o hapsedilmeden önce onlarca sene Cihad cemaatinden ayrı kalıp Yemen’de yaşamış, sonra tıp eğitimine devam etmiş, Mısır’a yolculuk edinceye kadar da mürted olduğunu iddia ettiği yöneticilerle cihad etmemiştir! Kendi uydurduğu esasa göre kendisi de büyük günah işleyen bir fasıktır! Tabii ki bu sonuç, kendisinin uydurduğu fetvaya göredir!

Abdulkadir b. Abdilaziz (el-Cami s.470) diyor ki; “Bu zamanda kâfirlerin kanunlarıyla hükmedilen ülkeler dâru’l-küfür ve daru’l-harb sayılırlar.”

Yine başka bir yerde (el-Cami s.653) şöyle diyor; “Bugün müslümanların ülkeleri kafirlerin ve mürtetlerin ülkeleridir.”

Bu sözleri ancak ilk Harici atalarının görüşlerine dayanmaktadır. Zira ilk haricilere göre yönetici kafir olursa, halkları da kafir olurlar. Bu yüzdendir ki Ehl-i Sünnet Haricilere muhalif olarak akide metinlerinde müslümanların ülkelerinin Daru’l-İslam olduğunu açıklamışlardır.

İmam Ebu Bekr el-İsmailî İtikadu Eimmeti’l-Hadis’te (s.76) şöyle der: “Hadis ehli, ülkenin Mu’tezile’nin görüşünde olduğu gibi daru’l-küfür değil, namaz için ezan ve kamet okunması zahir olduğu ve halkı güvende olduğu sürece daru’l-islam olduğu görüşündedirler.”

Asrımızın Haricilerinden Abdulkadir b. Abdilaziz ise el-Cami’de (s.471) şöyle diyor: “İslam ülkelerini küfür, riddet ve harp diyarları olarak görüyoruz.

Tuhaftır ki plandemi zamanında ezanlar, cemaatle namazlar, mescidlerde saflar, hac ve umre gibi İslam şiarları yasaklandığında muasır hariciler hem fiilen hem itikaden bu küfür dalgasına icabet ettiler! Asıl dinden çıkaran küfür buydu ve ülkeleri daru’l-küfre çeviren illet de bu idi!

Abdulkadir b. Abdilaziz el-Cami kitabında (s.1114) tagut diye adlandırdığı yöneticileri ve onlara yardım eden herkesi, (asker, polis, gazeteci, ilim ehli kim varsa) tekfir etmeyi vacip sayıyor, bu konuda da peygamberlik iddiasında bulunan Museyleme, Tuleyha el-Esedî gibi kimselere tabi olan halkların muayyen olarak tekfir edilmelerini, onların mallarının ganimet sayılmasını gerekçe gösteriyor!

Buradan hareketle tagutlara yardım edenlerin tekfir edilmesinde sahabenin icmaı olduğu, bunun kesin bir icma olduğu, buna muhalefetin de küfür olduğu sonucuna varıyor!

Sözün burasında Nisa 76. Ayetini delil getiriyor; “İman edenler Allah yolunda savaşırlar, kâfir olanlar ise tağut yolunda savaşırlar. O halde şeytanın velileri ile savaşın! Muhakkak ki şeytanın hilesi zayıftır.” (Nisa 76) Bundan dolayı kafir yöneticiyi veya kafir kanunlarını savunan herkesin tagut yolunda savaştığını, tagut yolunda savaşan herkesin de kafir olduğunu söylüyor!

Hâlbuki şeriat koyucu, tekfir meselesinin şiddetini açıklamıştır. Buhârî ve Muslim’in Ebu Hureyre radıyallahu anh’den rivayet ettikleri hadiste Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur: “Kişi kardeşine “ey kâfir” derse bu söz ikisinden birine döner.

Aynı şekilde âlimler de tekfir konusuna dalmaktan sakındırmışlardır.

Eş-Şevkanî, Seylu’l-Cerrar’da (4/578) şöyle demiştir: “Bil ki müslüman bir kimsenin İslam dininden çıkıp küfre girdiğine hükmetmek, gün ortasındaki güneş gibi bir bürhan bulunması dışında, Allah’a ve ahiret gününe iman eden bir müslümanın ileri atılmaması gereken bir meseledir. Bu konuda tekfirde acele etmekten sakındıran hadisler en büyük sakındırma ve öğütleri içermektedir.”  

Tek bir müslümanı tekfir etmek konusunda dahi şiddetle uyaran hadisler varid olmuşken, Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’in ümmetini toptan tekfire kalkışan, muayyen şahısları tekfir etmeyi ümmetin bütün fertlerine vacip sayan muasır Haricileri artık hangi engel durduracak?!

Abdulkadir b. Abdilaziz ve ona tabi olan muasır Haricilerin, yöneticilerin yardımcı ve destekçilerini tekfir etmeyi şart koşmaları, ilk Haricilerin: “Kâfiri tekfir etmeyen kendisi kafir olur” şeklindeki haksız esaslarının neticesini doğurmaktadır!

İlk hariciler bu dayanaksız kaideleriyle Abdullah b. Habbab radıyallahu anh’ı katletmişlerdi! Nitekim Taberî’nin Tarih’inde (4/60) aktardığına göre Hariciler Abdullah b. Habbab radıyallahu anh’e:

“Ebu Bekr ve Ömer hakkında ne diyorsun?” demişler, o da hayırla övgüde bulunmuştur. Sonra Ali radıyallahu anh’ıin tahkim meselesinden önceki hali ve Osman radıyallahu anh’ın olayından önceki durumunu sormuşlar, o da hayırlı övgüde bulunmuştur. Sonra Ali radıyallahu anh’ın hakem meselesini sorduklarında Abdullah b. Habbab radıyallahu anh şöyle demiştir:

“Ali radıyallahu anh sizden daha bilgili, dininde sizden daha çok sakınan bir kimsedir”. Bunun üzerine Hariciler: “Sen hidayete tabi olmadın” demişler ve onu yakalayıp nehir kenarında boğazlamışlar, kanını nehre akıtmışlardır.

Bu kıssa muasır haricilerin, ilk haricilerden devraldıkları bahsi geçen kaideye uyum gösterdiklerini ortaya koymaktadır! Kendilerine muhalif olan her topluluğu tekfir etmeleri!

İslam Tarihi kitaplarında haricilerin, kıble ehlinden fertleri kendilerinin sahip oldukları görüşler hususunda imtihan ettikleri, kendilerine muhalif bulduklarını ise tekfir edip öldürdüklerine dair kıssaların örnekleriyle doludur.

Bu konuda Kur’ân ayetlerini delil getirmelerine gelince, bu ayetlerin küfür milletlerinin en şiddetlileri hakkında nazil olmuş olması onların iddialarını iptal etmeye yeter. Hangi din ve akıl sahibi, Fir’avun’a, Nemrud’a tabi olanlar hakkında nazil olmuş ayetleri, kıble ehlinden olan yöneticilere tabi olanlar aleyhinde delil getirmeyi kabul edebilir ki?

Muhakkak ki el-Mevdudi’nin yöneticileri Firavun’a ve Nemrud’a, halkları da bunlara tabi olanlara benzetmiş olmasının bu bozuk bakış açısında büyük etkisi olmuştur!

Eski ve yeni Hariciler, müslüman yöneticiyi tekfir etme konusunda “Allah’ın indirdiğinden başkasıyla hükmetme” gerekçesine dayanmışlardır. Buna bağlı olarak da Allah’ın indirdiğinden başkasıyla hükmedilen ülkeleri Daru’l-Küfür ve Riddet, halkları da kâfir saymak düşüncesi ortaya çıkmıştır.

Muasır Hariciler, önceki Hariciler’in “Kâfiri tekfir etmeyen kendisi kâfir olur” şeklindeki esaslarına azı dişleriyle sarılmaktadırlar!

Bu yüzdendir ki Faris ez-Zehrani gibi muasır hariciler, Suud, Fas, Pakistan gibi ülkeleri küfür ve mürtetlik ülkesi gördüklerinden buralarda patlatma eylemlerine çağırmış ve bunun meşru olduğunu iddia etmişlerdir! (Bkz. Faris ez-Zehrani Nususu’l-Fukaha Fi Ahkami’l-İgare ve’t-Teterrus s.3-4)

Ebu Muhammed el-Makdisi, Ebu Katade el-Filistini, Eymen ez-Zevahiri, Usame b. Ladin, Hamid Abdullah el-Ali, Ebu Yahya el-Libî gibi diğer muasır Hariciler de bu minval üzere hareket etmişlerdir ki, bunların her birinin Kur’ân’a, Sünnete ve salih selefin menhecine muhalefetlerini açıklamak hacimli kitap derlemeyi gerektiriyor!

Günümüzde muasır haricilerin bir kimsenin müslüman olduğuna karar vermek için “Tagutu reddediyor mu, oy kullanmaya nasıl bakıyor, çocuğunu okula gönderiyor mu, askere gitmeye nasıl bakıyor” vb. gibi, imtihan etmeleri, ilk Haricilerin metotlarının ta kendisidir! Son zamanlarda buna diğer bazı muasır Hariciler; “Eş’arileri ve Maturidileri tekfir etme şartını” da eklemişlerdir!

Şüphesiz burada sözün uzamasına sebep olacak birçok mesele ve ayrıntılı açıklama yapılacak konular vardır ki, burada bahsettiğim ve bahsetmediğim meselelerde Haricilerin aşırılıklarına ve Mürcie’nin gevşekliklerine dair “Tekfir Sapması” adlı kitabıma müracaatı tavsiye etmekle yetiniyorum.

Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’in ashabı, tabiin ve tebau’t-tabiinin bu meselelerde yürüdükleri ana cadde bilinirse, önceki ve sonraki sapıklık fırkalarının görüşlerindeki çarpıklıklar açıkça ortaya çıkacaktır.

Burada kısaca ve özetle şu esası hatırlatmakla sözü kısa keseceğim: Kitap ve sünnet naslarında küfür ve şirk olan fiiller belirtilmiş, bununla beraber, müslümanlık iddiasında bulunan muayyen şahısların tekfirinden de şiddetle sakındırılmıştır. Çünkü muayyen şahısların küfrüne hükmedebilmek için tekfire engel olan manilerin bulunmaması ve tekfiri gerektiren şartların yerine gelmesi gerekir. Buna da bu konuda içtihat yetkisine sahip olan ilim sahipleri, yaptırım yetkisine sahip kadılar hükmeder.

Bütün müslümanları, İslam iddiasında bulunan kafirleri bilmek ve onların küfürlerine hükmetmekle yükümlü kılmak asla Kur’ân, sahih sünnet ve salih selefimizin menhecinde gelmiş bir şey değil, ancak cehennem köpeği Haricilerin uydurdukları bir davadır. Bilakis her müslüman küfür ve şirk olan fiilleri bilip bunlardan sakınmakla memurdur. Ama bu işlerin faillerine hükmetme konusunu bu meselede yetkisi olanlara bırakmakla mükelleftirler.

26 Ekim 2025 Pazar

Kur’ân’da Geçen İlhâd Kavramı ve Ateizm

 Arap dilinde Ateizm, materyalizm gibi sapkınlıklar da "ilhad" kelimesiyle karşılanmaktadır. İlhâd kelimesinin lügat manası meyletmek demektir. Kabir bir yana doğru meyilli kazıldığı için ona “lahid” denilmiştir. Allah Teâlâ Kitab’ında bu kelimeyi dört yerde zikreder. Bunlardan ilki şu âyettir:

وَلِلَّهِ الْأَسْمَاءُ الْحُسْنَى فَادْعُوهُ بِهَا وَذَرُوا الَّذِينَ يُلْحِدُونَ فِي أَسْمَائِهِ سَيُجْزَوْنَ مَا كَانُوا يَعْمَلُونَ

En güzel isimler Allah’ındır. O halde O’na bunlarla dua edin. O’nun isimleri hakkında çarpıtma yapanları (yulhidûn) bırakın. Onlar yapmakta olduklarının cezasını yakında göreceklerdir.” (A’raf 180)

Allah’ın güzel isimleri hakkında ilhâd; onların gereklerinden sapmak ve çarpıtmaktır. Bu da şu şekillerde olur:

1- Bu isimlerin hepsini veya bir kısmını inkâr etmek. Nitekim müşrikler Allah Teâlâ’nın “er-Rahmân” ismini inkâr ediyorlardı.

2- Bu isimlerin delalet ettiği anlamları ve yüce sıfatları inkâr etmek. Mesela Mu’tezile şöyle der: “Allah, ilim sıfatı olmaksızın Alîm’dir, işitme sıfatı olmaksızın Semî’dir, görme sıfatı olmaksızın Basîr’dir, rahmet sıfatı olmaksızın Rahîm’dir

3- Allah Teâlâ’nın isimlerinden putlar için isim türetmek. Nitekim müşrikler, el-İlah isminden el-Lât, el-Azîz isminden el-Uzza ismini türetmişlerdir.

4- Allah Teâlâ’nın güzel isimlerinin mahlûkların sıfatlarına delalet ettiğine itikad etmek ve böylece Allah’a benzer kılmak.

5- Allah Teâlâ’yı kendisini isimlendirmediği isimlerle isimlendirmek. Hâlbuki Allah Teâlâ’nın isimleri tevkifî’dir, yani akıl ile belirlenemez. Mesela Hristiyanlar Allah’ı “baba” diye isimlendirmişler, bazı inançsızlar “Tabiat ana” diye adlandırmışlar, felsefeciler “fâil illet” veya “muharriki evvel/ilk hareket verici” diye isimlendirmişler, eski Şamanist Türkler, tan yeri kelimesinden türeyen “Tengri” – ki sonradan “tanrı” şeklini almıştır – diye isimlendirmişlerdir. Yine Yunus Emre’nin bazı şiirlerinde geçtiği üzere “Çalab” kelimesini kullanmışlardır.

6- Allah’ın isimlerinin bilinen bir manası olmadığını söylemek. Nitekim Mufevvida fırkası böyle itikad eder.

İlhâdın bu anlamları gösteriyor ki, Allah Teâlâ’nın isimleri konusunda ilhada sapanlar ile kastedilen, Allah’ın varlığını inkâr edenler değildir. Bilakis kastedilen mülhidler, Allah Teâlâ’nın güzel isimleri konusunda bahsedilen ilhad türleriyle çarpıtma yapan herkestir. Bunlar ise Allah Teâlâ’nın varlığını inkâr edenlerden çok daha fazladır. Allah’ın varlığını ise ancak büyüklenen bir kimse veya deli yahut psikolojik hastalığı olan bir kimse inkar eder.

Üzücüdür ki, günümüzde ateistlerle diyaloga veya tartışmaya girişenlerin çoğu, Allah Teâlâ’nın isimleri ve sıfatları konusunda ilhad/sapma içerisinde bulunan Mu’tezile, Rafıza, İbadiyye, Eş’ariyye, Maturidiyye gibi kimselerdir!

İlhad kelimesinin Kur’ân’da geçtiği ikinci yer şu ayettir:

إِنَّ الَّذِينَ يُلْحِدُونَ فِي آيَاتِنَا لَا يَخْفَوْنَ عَلَيْنَا ۗ أَفَمَن يُلْقَىٰ فِي النَّارِ خَيْرٌ أَم مَّن يَأْتِي آمِنًا يَوْمَ الْقِيَامَةِ ۚ اعْمَلُوا مَا شِئْتُمْ ۖ إِنَّهُ بِمَا تَعْمَلُونَ بَصِير

Åyetlerimiz hakkında doğruluktan sapanlar (yulhidûn) bize gizli kalmaz. O halde, ateşin içine atılan mı daha iyidir, yoksa kıyamet günü güvenle gelen mi? Dilediğinizi yapın! Kuşkusuz O, yaptıklarınızı görmektedir.” (Fussilet 40)

Allah Teâlâ bu ayette geçen “ayetlerimiz” kavlinde, kevnî ayetleri ve şer’î ayetleri biraraya getirmiştir. Kevnî âyetler; Allah Teâlâ’nın mahlûkatıdır. Bu konudaki ilhad şu şekillerde olur:

1- Bunları Allah’ın yarattığını inkâr etmek. Mesela Kaderiyye kulların fiillerini Allah’ın yarattığını inkâr ederler.

2- Yaratma konusunda Allah’a ortak koşmak.

3- Allah’ın fiillerini Allah’tan başkasına nispet etmek. Nitekim müşrikler: “Şu ve şu yıldızlar sayesinde yağmur yağdı” derler.

4- Allah’ın yaratma konusunda yardımcıları olduğuna inanmak

Şer’î ayetler ise Allah’ın nebilere ve rasullere indirdiği vahiylerdir. Allah’ın kulu Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’in kalbine indirdiği kelamı olan Kur’ân da bunlardandır. Bu konuda ilhâd ise şu şekillerde olur:

1- Bunları inkâr etmek. Mesela “Kur’ân Allah’ın kelamı değil, beşer söüzüdür” diyenler veya “Yabancı bir adam bunları Nebî sallallahu aleyhi ve sellem’e öğretmiştir” diyen kimseler böyledir.

2- Bu vahiyleri veya vermiş olduğu haberleri, delalet ettiği hükümleri yalanlamak.

3- Vahyin lafzını veya anlamlarını tahrif etmek. Mesela Eş’arî ve Maturidîler gibi sapmış fırkalar, bâtıl tahrifler yaparlar ve bunu “te’vîl” diye adlandırırlar.

4- Kur’ân’ın Allah Teâlâ’nın diğer mahlukları gibi mahlûk olduğunu söylemek. Mu’tezile ve İbadiyye böyle yapmışlardır.

Bütün bunlar Allah’ın ayetleri hakkında ilhad türleridir.

İmam Muhammed b. İdris eş-Şafii rahimehullah şöyle demiştir: “Allah’a Allah’tan gelenlerle Allah’ın muradına göre iman ettim. Allah’ın rasulüne, Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’den gelenlerle, Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’İn muradına göre iman ettim.” İmam Şafii rahimehullah’ın bu ibareleri cidden önemlidir.

İlhad kelimesinin Kur’ân’da geçtiği üçüncü yer şu ayettir:

وَلَقَدْ نَعْلَمُ أَنَّهُمْ يَقُولُونَ إِنَّمَا يُعَلِّمُهُ بَشَرٌ ۗ لِّسَانُ الَّذِي يُلْحِدُونَ إِلَيْهِ أَعْجَمِيٌّ وَهَـٰذَا لِسَانٌ عَرَبِيٌّ مُّبِينٌ

Şüphesiz biz onların: “Bunu ona ancak bir insan öğretiyor” dediklerini biliyoruz. Kendisine nisbet ettikleri (yulhidûn) şahsın dili yabancıdır. Hâlbuki bu apaçık bir Arapçadır.” (Nahl 103)

Müşriklerden bazısı Nebî sallallahu aleyhi ve sellem’in acem birisine gittiğini, onun da kendisine Kur’ân’ı telkin ettiğini iddia etti. Böyle Nebî sallallahu aleyhi ve sellem’i yalanladılar ve Kur’ân’ın ancak bir beşer sözü olduğunu iddia ettiler. Allah Teâlâ da bu ayetle onların iddialarını yalanladı, onların yalanlarını ortaya koydu. Zira Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’e Kur’ânı öğrettiğini nispet ettikleri/ilhad ettikleri kişinin dili a’cemî/yabancı idi. Kur’ân ise apaçık Arapça dilindedir.

 İlhad kelimesinin Kur’ân’da geçtiği dördüncü yer şu ayettir:

إِنَّ الَّذِينَ كَفَرُوا وَيَصُدُّونَ عَن سَبِيلِ اللَّهِ وَالْمَسْجِدِ الْحَرَامِ الَّذِي جَعَلْنَاهُ لِلنَّاسِ سَوَاءً الْعَاكِفُ فِيهِ وَالْبَادِ ۚ وَمَن يُرِدْ فِيهِ بِإِلْحَادٍ بِظُلْمٍ نُّذِقْهُ مِنْ عَذَابٍ أَلِيمٍ

İnkâr edenler, Allah'ın yolundan ve yerli ya da yolcu bütün insanlara eşit kıldığımız Mescid-i Harâm'dan alıkoymaya kalkanlar! Kim orada zulüm ile haktan sapmak (ilhâd) isterse ona acı azaptan tattırırız.” (Hacc 25)

Bu ayette ilhad ile kastedilen zulümle Beytu’l-Haram’dan yani Ka’be’den alıkoymak, engellemek suretiyle meylettirmektir.

Allah Teâlâ’nın ilhad kavramını zikrettiği ayetler bunlardır.

Allah Teâlâ’nın varlığını inkar etmek anlamında olan ilhad ise Allah’ın güzel isimleri hakkındaki ilk ayetin (A’raf 180) kapsamına girebilir. Lakin Allah Teâlâ’nın varlığını inkar anlamındaki ilhad, diğer ilhad türlerine oranla çok çok azdır! Allah’a davetçi olduğunu iddia eden birçok kimse, çoğunlukta olan diğer ilhad türlerinden sakınmadıkları ve sakındırmadıkları halde, çok cüz’î bir kısım olan ateizm anlamındaki ilhad türüne güya reddiye vermekle çokça meşgul oluyorlar! 

Üstelik A'raf 180. ayetinde o mulhidlerle diyaloğa girmek değil, onları bırakmak/terk etmek yani muhatap almamak emrediliyor!

Mesela Rafiziler, Nurcular, Mu’tezilîler, Kaderîler, Sufiler, Eşariler, Maturidiler ve benzerleri bizzat kendileri mülhitlerdir. Çünkü Allah Teâlâ’nın yukarıda olduğunu inkar ediyorlar! Hatta açıkça şöyle diyorlar: “Arşın üzerinde kendisine ibadet edilen bir ilah yoktur” “Allah mahlukatın ne üzerine, ne altında, ne âlemin içinde, ne dışında, ne ona bitişik ne de ondan ayrıdır. Mahlukata temas etmediği gibi, onlardan ayrı da değildir, ne sağdadır, ne solda, ne öndedir ne arkada ne şöyledir ne de şöyledir… vs. 

Halbuki bu sözler apaçık ilhaddır ve Allah Teâlâ’yı inkârın ta kendisidir. Lakin mülhidlere, ateistlere cevap verdiklerini iddia edenlerin çoğu kendileri inkâr ve ilhad içinde bocalamaktadırlar!

Yine ateistlerle diyaloga girenlerin çoğunun dünyanın döndüğü, küre şeklinde olduğu gibi saçma sapan hurafeleri de sanki dinin bildirdiği bir bilgi gibi sunmaları ve paganizmin manipülasyonlarıyla tahrif ettiği sözde modern bilim (!) hurafeleriyle bunları örtüştürüp dinin hak olduğunu ispatlamaya çalışmaları meselenin diğer bir trajikomik yönüdür!

23 Ekim 2025 Perşembe

Ezanı İşitip de Mescide Gelmeyenin Namazı Hakkında Tahkik

 

İbn Abbas Radıyallahu anhuma Rivayeti

1. Tarik

Huşeym – Şu’be – Adiy b. Sabit – Said b. Cubeyr – Abdullah b. Abbas radıyallahu anhuma yoluyla: “Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

مَنْ سَمِعَ النِّدَاءَ فَلَمْ يَأْتِهِ فَلَا صَلَاةَ لَهُ إِلَّا مِنْ عُذْرٍ

Nidayı işitip de gelmeyenin namazı yoktur. Ancak bir mazeret varsa başka.”[1]

Bu isnadın bütün ravileri sika olup Buhârî ve Muslim’in ricalidirler. Ancak bu hadisi merfu olarak rivayet konusunda ihtilaf vardır. Zira Şu’be’nin sika ashabının çoğunluğu bu rivayeti Şu’be tarikiyle mevkuf (İbn Abbas radıyallahu anhuma’nın kendi sözü) olarak rivayet etmişlerdir:

Şu’be yoluyla bunu Ali b. el-Ca’d[2], Veki b. el-Cerrah[3], Vehb b. Cerir[4], Ebu Ömer el-Havdî ve Suleyman b. Harb[5], Amr b. Merzuk[6] ve Muhammed b. Ca’fer Gunder[7] mevkuf olarak rivayet etmişlerdir.

Şu’be’den rivayet konusunda Gunder insanların en sağlamıdır. Nitekim İbnu’l-Mubarek şöyle demiştir: “İnsanlar Şu’be’den rivayet konusunda ihtilaf ederlerse Gunder’in yazdıkları aralarında hakem olur.”

Hafız Abdulhak el-İşbilî el-Ahkamu’l-Vusta’da (1/274) bu rivayetin mevkuf olarak sahih olduğuna hükmetmiş, İbnu’l-Katan el-Fasi Beyanu’l-Vehm’de (2/278, 3/96) bu hükme itiraz etmeden onaylamıştır.

2. Tarik

El-Abbas b. Muhammed ed-Durî - Kurad – Şu’be – Adiy b. Sabit – Said b. Cubeyr – İbn Abbas radıyallahu anhuma yoluyla: Nebî sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

مَنْ سَمِعَ النِّدَاءَ فَلَمْ يُجِبْ فَلا صَلاةَ لَهُ إِلا مِنْ عُذْرٍ

Nidayı işittiği halde mazeretsiz olarak icabet etmeyenin namazı yoktur.”[8]

Şu’be’den merfu olarak Kurad ve Huşeym’den başkaları da rivayet etmişse de, bu tarikler zayıf yollardan gelmiştir:

3. Tarik

Ebu Muhammed İsmail b. Ya’kub b. İsmail es-Saffar - Sevvar b. Sehl el-Basrî – Said b. Amir – Şu’be – Adiy b. Sabit – Said b. Cubeyr – İbn Abbas radıyallahu anhuma yoluyla: Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

مَنْ سَمِعَ النِّدَاءَ ‌فَلَمْ ‌يَأْتِهِ ‌فَلَا ‌صَلَاةَ ‌لَهُ ‌إِلَّا ‌مِنْ ‌عُذْرٍ

Nidayı işitip de mazereti olmadığı halde namaza gelmeyenin namazı yoktur.”[9]

Bu tarikte Ebu Muhammed İsmail es-Saffar meçhuldür.

Sevvar b. Sehl hakkında Ebû Dâvûd şöyle demiştir: “Şayet ona güvenmeseydim ondan rivayet etmezdim.” İbn Hibban es-Sikât’ta zikretmiş ve: “Tek kaldığı olur” demiştir.

Yine ravilerinden Said b. Âmir ed-Dubaî el-Basri sika olmakla beraber Ebu Hâtim er-Razi onun hakkında: “Rivayetinde bazı yanlışlar oluyor” demiştir.

4. Tarik

Ebu Gassan Malik b. el-Halil – Ebu Suleyman Davud b. el-Hakem – Şu’be – Adiy b. Sabit – Said b. Cubeyr – İbn Abbas radıyallahu anhuma yoluyla: Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

مَنْ سَمِعَ النِّدَاءَ ‌فَلَمْ ‌يَأْتِهِ ‌فَلَا ‌صَلَاةَ ‌لَهُ ‌إِلَّا ‌مِنْ ‌عُذْرٍ

Nidayı işitip de mazereti olmadığı halde namaza gelmeyenin namazı yoktur.”[10]

Bu tarikte Ebu Suleyman Davud b. el-Hakem meçhuldür.[11]

5. Tarik

Kuteybe b. Said – Cerir – Ebu Cennab el-Kelbî – Megrâ el-Abdî – Adiy b. Sabit – Said b. Cubeyr – İbn Abbas radıyallahu anhuma yoluyla: Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

مَنْ سَمِعَ الْمُنَادِيَ فَلَمْ يَمْنَعْهُ مِنَ اتِّبَاعِهِ عُذْرٌ فَلَا صَلَاةَ لَهُ قَالُوا وَمَا الْعُذْرُ؟ قَالَ خَوْفٌ أَوْ مَرَضٌ

Münadîyi işittiği halde ona tabi olmaya bir mazereti engel olmayan kimsenin namazı yoktur.” Dediler ki: “Mazeret nedir?” Buyurdu ki: “Korku veya hastalık.”[12]

Bu isnadda Ebu Cennab Yahya b. Hayye el-Kelbî zayıftır.[13] Megra el-Abdî meçhuldür.[14]

6. Tarik

Yahya b. Hassan – Suleyman b. Karm – Ebu Cennab el-Kelbî – Adiy b. Sabit – Said b. Cubeyr – İbn Abbas radıyallahu anhuma yoluyla: Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

مَنْ سَمِعَ الصَّلَاةَ يُنَادَى بِهَا صَحِيحًا مِنْ غَيْرِ عُذْرٍ فَلَمْ يَأْتِهَا لَمْ يَقْبَلِ اللَّهُ لَهُ صَلَاةً فِي غَيْرِهَا قِيلَ وَمَا الْعُذْرُ؟ قَالَ الْمَرَضُ أَوِ الْخَوْفُ

Namaz için seslenildiğinde bunu işitip de mazereti olmadığı halde namaza gelmeyenin başka yerde kıldığı namazı Allah kabul etmez.” Denildi ki: “Mazeret nedir?” Buyurdu ki: “Hastalık veya korku.”[15]

Bu isnad da zayıftır. Ebu Cennab el-Kelbî zayıftır. Yine Suleyman b. Karm’ın hafızası kötüdür. Nitekim isnaddan bir önceki tarikte geçen Megra el-Abdî’yi düşürmüştür.

7. Tarik

İsmail b. İshak el-Kadî – Suleyman b. Harb – Şu’be – Habib b. Ebi Sabit – Said b. Cubeyr – İbn Abbas radıyallahu anhuma – Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem yoluyla aynısı rivayet edildi.[16]

Hatib dedi ki: “Bize Ebu Bekr el-Berkani dedi ki: “İsmail b. İshak, Suleyman b. Harb’den bunu (merfu olarak) rivayette tek kaldı.”

Nitekim İsmail b. İshak bu tarikten merfu olarak rivayet etmek suretiyle muhalefet etmiştir:

Ahmed b. Amr el-Katranî – Suleyman b. Harb – Şu’be – Habib b. Ebi Sabit – Said b. Cubeyr – İbn Abbas radıyallahu anhuma yoluyla: İbn Abbas radıyallahu anhuma dedi ki:

مَنْ سَمِعَ النِّدَاءَ فَلَمْ يَجِبْ فَلَا صَلَاةَ لَهُ

“Nidayı işittiği halde icabet etmeyenin namazı yoktur.”[17]

Taberani dedi ki: “el-Katrani, Suleyman b. Harb’den bu şekilde mevkuf olarak rivayet etti. İsmail b. İshak el-Kadı ise bunu Suleyman b. Harb’den merfu olarak rivayet etmiştir.”

Ahmed b. Amr el-Katranî sikadır.[18] Lakin Habib b. Ebi Sabit çokça tedlis ve irsal yapan bir ravi olup her iki rivayette de işitmes sigasını belirtmemiştir.

8. Tarik (Mevkuf)

Musa b. Harun – el-Abbas b. el-Huseyn el-Kantarî – Mubeşşir b. İsmail – Ca’fer b. Burkan – Meymun b. Mihran – İbn Abbas radıyallahu anhuma yoluyla:

من سمع حيَّ على الفلاح فلم يجب فقد ترك سنّة محمد صلى الله عليه وسلم

“Hayye ale’l-felah’ı işittiği halde icabet etmeyen Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’in sünnetini terk etmiş olur.”[19]

Özetle, bu rivayet İbn Abbas radıyallahu anhuma’nın mevkuf sözü olarak sabit olmuştur. Merfu olarak ise iki sika ravi olan Huşeym ve Kurad Abdurrahman b. Gazvan rivayet etmişlerdir. Bu ikisi Şu’be’nin sağlam ashabının mevkuf olarak rivayet etmelerine muhalefet ederek merfu rivayet etmişlerdir. Merfu olarak diğer rivayetler ise zayıflık bulunan isnadlarla gelmiştir. El-Elbani el-İrva’da (2/336 no:551) bunu sikanın ziyadesi olarak kabul edip sahihlemiştir.

Ebu Musa Radıyallahu anh’den Merfu Rivayet Zayıf, Mevkuf Olarak Sahihtir

1. Tarik

İsmail b. İshak el-Kadî – Ahmed b. Yunus – Ebu Bekr b. Ayyaş – Ebu Husayn (Osman b. Asım el-Esedî) – Ebu Burde b. Ebi Musa - Ebu Musa radıyallahu anh yoluyla Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

من سمع النداء فارغًا صحيحًا فلم يجب فلا صلاة له

Nidayı işitip de boş olduğu ve sağlıklı olduğu halde icabet etmeyenin namazı yoktur.”[20]

İsnadında Ebu Bekr b. Ayyaş sika olmakla beraber yanılan bir ravidir. Ömrünün sonlarında hafızası bozulmuştur. Lakin yazıyla rivayeti sahihtir.

2. Tarik

Yezid b. Harun – Kays b. er-Rabi – Ebu Husayn – Ebu Burde – Ebu Musa radıyallahu anh yoluyla: Nebî sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

مَنْ سَمِعَ النِّدَاءَ فَلَمْ يُجِبْ فَلَا صَلَاةَ لَهُ أَحْسِبُهُ قَالَ إِلَّا مِنْ عُذْرٍ

Nidayı işitip de – zannederim “mazeretsiz olarak” dedi – icabet etmeyenin namazı yoktur.”[21]

İsnadında Kays b. er-Rebi’nin hafızası kadı olduktan sonra çok bozulmuş, kendisine ait olmayan rivayetler, onun rivayetleri arasına sokuşturulmuştur.

Bezzar dedi ki: “Birçok kimse bu hadisi Ebu Husayn – Ebu Burde – Ebu Musa radıyallahu anh yoluyla mevkuf olarak rivayet etmişlerdir.”

Beyhakî (3/57) dedi ki: “Ebu Musa el-Eş’arî radıyallahu anh’den müsned (merfu) ve mevkuf olarak rivayet edildi. Mevkuf rivayeti daha sahihtir.”

3. Tarik

Yahya el-Himmanî – Kays b. er-Rabi ve Ebu Bekr b. Ayyaş – Ebu Husayn – Ebu Burde – Ebu Musa radıyallahu anh yoluyla: Nebî sallallahu aleyhi ve sellem buyurdu ki:

مَنْ سَمِعَ النِّدَاءَ ثُمَّ لَمْ يُجِبْ مِنْ غَيْرِ عُذْرٍ وَلَا مَرَضٍ فَلَا صَلَاةَ لَهُ

Nidayı işittiği halde mazereti veya hastalığı olmadığı halde icabet etmeyenin namazı yoktur.”[22]

Bu isnadda Yahya el-Himmanî zayıftır. Kays ve Ebu Bekr b. Ayyaş’ın durumları açıklanmıştı.

Sahih olanı bu sözün Ebu Musa radıyallahu anh’e ait mevkuf bir söz olmasıdır. Bunu Mis’ar b. Kidam; Ebu Husayn – Ebu Burde – Ebu Musa radıyallahu anh yoluyla mevkuf olarak rivayet etmiştir.[23] Yine Zaide b. Kudame, Ebu Husayn yoluyla mevkuf rivayet etmiştir.[24]

Simak – Ebu Burde – Ebu Musa radıyallahu anh yoluyla mevkuf olarak rivayet etmiştir.[25]

Enes Radıyallahu anh’den Merfu Rivayet Zayıftır

Ebu’l-Kasım Ali b. Ya’kub – Ebu Cafer Ahmed b. Amr b. İsmail b. Ömer el-Farisi el-Muk’ad – Şeyban b. Ferruh – Hammad b. Seleme – Humeyd – el-Hasen – Enes radıyallahu anh yoluyla: Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

مَنْ سَمِعَ النِّدَاءَ فَلَمْ يُجِبْ فَلَا صَلَاةَ لَهُ

Nidayı işittiği halde icabet etmeyenin namazı yoktur.”[26]

Hasen el-Basrî mudellis olup an’ane ile rivayet etmiştir.

İbn Mes’ud Radıyallahu anh’den Mevkuf Rivayet Zayıftır

Musedded b. Muserhed Musned’inde dedi ki: bize Yahya (el-Kattan) tahdis etti, o Suleyman b. el-Mugira’dan, o Ebu Musa el-Hilalî’den, o babasından, o İbn Mes’ud radıyallahu anh’den şöyle dediğini rivayet etti:

من سمع الأذان ثُمَّ لَمْ يَأْتِ الصَّلَاةَ مِنْ غَيْرِ عِلَّةٍ فلا صلاة له

“Kim ezanı işitir de sebepsiz olarak namaza gelmezse onun namazı yoktur.”[27]

İbn Ebî Şeybe; Vekî – Suleyman b. el-Mugira yoluyla şu lafızla rivayet etti:

مَنْ سَمِعَ الْمُنَادِيَ ثُمَّ لَمْ يُجِبْ مِنْ غَيْرِ عُذْرٍ فَلَا صَلَاةَ لَهُ

“Kim münadiyi işitir de özürsüz olarak icabet etmezse namazı yoktur.”[28]

Ali b. el-Ca’d’ın Suleyman b. el-Mugira yoluyla rivayetinde de lafzı şu şekildedir:

جَارُ الْمَسْجِدِ يَسْمَعُ النِّدَاءَ لَا يَأْتِيهِ مِنْ غَيْرِ عِلَّةٍ لَا صَلَاةَ لَهُ

“Mescide komşu olup nidayı işiten kimse sebepsiz olarak namaza gelmezse onun namazı yoktur.”[29]

Rivayet mevkuf olmakla beraber bu tariklerin hepsinde Ebu Musa el-Hilali ve babası meçhul ravilerdir.

Sonuç

Ezanı işiten kimsenin mazeretsiz olarak cemaatle namaza gelmemesi halinde namazının olmayacağı ifadesi İbn Abbas radıyallahu anhuma’dan mevkuf olarak sabit olmuş, merfu rivayetinin sıhhatinde ise ihtilaf edilmiştir. Mevkuf rivayetinin daha sahih olduğunda ise ihtilaf yoktur.

Ancak merfu olarak rivayetini sahih gören âlimler de “Namazı yoktur” ifadesini kemalin nefyedilmesi olarak değerlendirmişlerdir. Yani “Onun namazı kâmil ve faziletli değildir” demişlerdir.

Daha önce ben de Sahih Hadisler Kulliyatında İbn Abbas’ın merfu hadisini “Buhârî ve Muslim'in şartlarına göre sahih” şeklinde ifade etmiştim. Ancak İbnu’l-Mubarek’in: “Şu’be’den rivayet eden kimseler ihtilaf ettiklerinde Gunder’in rivayeti hakemdir” ifadesine vakıf olunca, mevkuf rivayetin Buhârî ve Muslim'in şartlarına göre sahih olduğu, merfu rivayetin ise şaz olduğu görüşüne meylettim. Zira Gunder ve onunla beraber Şu’be’nin sika ashabının çoğunluğu bu rivayeti Şu’be yoluyla mevkuf olarak rivayet etmişlerdir.

Bu rivayet yine Ebu Musa radıyallahu anh’den de mevkuf olarak sabit olmuş, merfu rivayeti sabit olmamıştır.

Cabir, Ebu Hureyre ve başka sahabilerden daha çürük isnadlarla gelmiştir ki zayıflıklarında ittifak edilen bu rivayetleri ele almadım. Yine İbn Mes’ud radıyallahu anh’den mevkuf rivayetin de sabit olmadığı açıklanmıştır.

Allah en iyi bilendir.

[1] Ma’lûl. İbn Mâce (793) Eslem b. Sehl Bahşel Tarihu Vasıt (s.202) Hakim (1/373) İbn Hibbân (5/415) İbnu’l-Munzir el-Evsat (1887) İbnu’l-Mukri Erbaun (51) Ziyau'l-Makdisi el-Muhtâre (10/239)

[2] Sahih mevkuf. Ziyau'l-Makdisi el-Muhtâre (10/240) İbnu’l-Ca’d Musned (482)

[3] Sahih mevkuf. İbn Ebî Şeybe (1/345) İbnu’l-Munzir el-Evsat (1888) Salih b. Ahmed b. Hanbel Mesail (579)

[4] Beyhakî (3/174)

[5] Hasen ligayrihi mevkuf. Beyhakî (3/174) Taberânî Mu'cemu'l-Kebîr (12/18) İsnadında Habib b. Ebi Sabit mudellis olup an’ane ile rivayet etmiştir.

[6] Sahih mevkuf. Kasım b. Asbağ’dan naklen İbnu’l-Katan el-Fasi Beyanu’l-Vehm (2/278)

[7] Sahih mevkuf. Hâkim (1/373) İbn Hazm el-Muhalla (4/196)

[8] Şaz. Begavi Şerhu’s-Sunne (795)

[9] Zayıf. Hâkim (1/373)

[10] Zayıf. Hâkim (1/373)

[11] Bkz.: İbn Abdilhadi Tenkihu’t-Tahkik (1128) Lisanu’l-Mizan (2/416)

[12] Zayıf. Hakim (1/373) Ebû Dâvûd (551) Taberânî Mu'cemu'l-Kebîr (11/446) Darekutni (2/293) Beyhaki (3/185)

[13] Bkz.: et-Takrib (s.589)

[14] Bk. Et-Takrib (s.542)

[15] Hakim (1/373)

[16] Zayıf. İbn Hazm el-Muhalla (4/190) Beyhakî (3/248) Hatib Tarih (6/285)

[17] Zayıf mevkuf. Taberânî Mu'cemu'l-Kebîr (12/18)

[18] Bkz.: es-Sikat (8/55) Siyeru A’lam (13/556)

[19] Sahih mevkuf. Taberânî Mu'cemu'l-Evsat (Mecmau’l-Bahrayn 1/164)

[20] Şaz. Hâkim (1/374) Beyhakî (3/248)

[21] Zayıf. Bezzar (8/141)

[22] Zayıf. İbnu’l-A’rabi Mu’cem (1056)

[23] Sahih mevkuf. İbn Ebî Şeybe (1/303) Beyhakî (3/248) İbnu’l-Munzir el-Evsat (1889) Salih b. Ahmed b. Hanbel Mesail (576) Ebu Nuaym Ahbaru İsbehan (2/319)

[24] Sahih mevkuf. Beyhakî (3/249)

[25] Zayıf mevkuf. Bezzar (8/141) isnadında Hafs b. Cumey zayıftır.

[26] Zayıf. Temmam Fevaid (1291) Beyhakî el-Hilafiyyat (2753)

[27] Zayıf mevkuf. İbn Hacer Metalibu’l-Aliye (403) Busayri İthaf (918) İbnu’l-Ca’d Musned (3087)

[28] Zayıf mevkuf. İbn Ebî Şeybe (1/303) İbnu’l-Munzir el-Evsat (1891) Salih b. Ahmed b. Hanbel Mesail (577)

[29] Zayıf mevkuf. İbnu’l-Ca’d Musned (3087)

Meclislerin Keffareti

Meclislerin Keffareti
"Subhâneka'llâhumme ve bihamdik ve eşhedu en lâ ilâhe illâ ente estağfiruke ve etûbu ileyk" (Taberani 10/164, el-Elbânî Sahîhu'l-Câmi (4487)