İslam ümmetinin son zamanlarındaki vakıasına bakışını isabetli
görmediğim bir kardeşin: “Suriye olayları hakkında selefiler sınıfta kaldı” dediği bana
ulaştı. İlk duyduğumda bu sözü hayra yorabilseydim, sözün sahibinin bid’atleri ve
hataları tespit ve itiraf ettiğine yorumlayabilirdim. Ancak ne mümkün! Meğer mevzu
bahis sohbetin dâhi, bid’at bir metot olan video kaydı ile
gerçekleştirildiğini, sohbet içeriğinin ise menhecî bakımdan birçok hatalar
içerdiğini üzülerek öğrendim.
Muşarun ileyhin sohbetinin içeriğinde Türkiye’deki Selefî’lerin
Suriye olayları hakkında üzerlerine düşeni yapmadıkları vurgulanarak sınıfta
kaldıkları(!) söyleniyordu. Bu mesele hakkında söylenmesi gereken çok şey
vardır. Bazılarını şöyle zikredelim:
1- Türkiye’deki Selefîler’in la yuhtî ve la yus’el olduklarını
iddia edecek değiliz. Türkiye’deki selefîlerin de nasihatlere ve doğru yönlendirmelere
muhtaç oldukları inkar edilemez. Samimi nasihatlerde bulunan herkese teşekkürü
borç biliriz.
2- Lakin hatibimize göre acaba Türkiye’deki Selefi’ler ne
yapmalıydı? Kendi saflarındaki birçok akidevî, menhecî ve amelî hatalar ıslah
edilmeden, bilakis her geçen gün yeni bir takım bid’atler eklenmesiyle kan kaybedilirken,
Allah Azze ve Celle’nin desteklediği safa liyakat kazanmadan, yani gereken güç
unsuru olan akidevî donanımı sağlamadan düşmanların karşısına mı çıkmalılar?
Yoksa Arap Baharı denilen tuzağa düşen sebatsızlar gibi, demokratik mitinglere,
seçimlere vs. katılarak nebevî metoddan
yüz çevirip, kafirlerin kalıntılarını süslemek miydi sınıfı geçirecek not? Öyle
ki Mısır’da parlementoya girerek yoldan sapan kimselere dahi maalesef “Selefîler”
denilmektedir. Şüphesiz tertemiz selefî davet, o kimselerden berîdir.
3- Hatip, Türkiye’deki selefilerin birbirleriyle uğraşmaktan
hayırlı hizmetlere vakit bulamadıklarına işaret etmiş, yapılan reddiyelerden
de yakınmıştır. Şüphesiz bu tutum, hatibin ya selefî menhec hakkında gafletinin,
ya da Türkiyede’ki ricali tanımayışının bir eseridir. Öncelikle şunu belirtelim
ki, Allah’a hamd olsun, Türkiye’de birbirleriyle uğraşanlar selefiler değillerdir!
Allah selefîleri bundan korusun. Selefîler ancak birbirlerine kardeşlik hakkını
yerine getirmek için meşrû ve ilmî sınırlar içinde nasihatleşmektedirler. Lakin
eğer hatip, “selefî” adını kullanarak mezhepçiliğe yahut tekfirciliğe davet
eden, video, müzik gibi habis bidatlerle iştigal eden, filim çeviren, TV Kanalı
kuran, hak menhecden fersah fersah sapan kimseleri, hatta belediyenin foseptik
çukurları açmasına rekabet edercesine hakka davet edenlere karşı hakaret ve
iftiralarla dolu internet siteleri açan bînamaz tosun paşayı, kısaca her “selefiyim”
diyeni, “Selefî” kabul ediyorsa, bu ancak kendisinin yanlış algılamasından ya
da aşırı hüsnü zannından dolayıdır. Evet, Türkiye’de, kendilerine “Selefi”
dedikleri halde birbirleriyle uğraşanlar yok değil. Fakat hatip, her iddianın ispat
gerektirdiğini, akide, söz ve fiil bakımından selefin menhecine tabî olmayanın
selefî kabul edilemeyeceğini önceden bilmesi gerekirdi.
4- Bizler selefî menheci, her geçen gün daha muhafazakar bir
yaklaşımla korumak zorundayız. Aksi halde bu menhec bizi korumaz, farkında
olmadan ondan sıyrılır gideriz. Bundan Allah’a sığınırız. Zira her gelen zaman
diliminin, bir öncekinden daha beter olacağı, hak davetin giderek garipleşeceği,
sünnete bağlılıkta direnenlerin ise yalnızlığının artacağı haber verilmiştir. Bizim
için bu haberle tesellî bulmak, yeni cereyanların cazibesinden daha sevimli
gelmiyorsa, menhecimizde gevşeme ve kayma var demektir. Şeker de, tuz da
ihtiyaçtır, ancak çorbaya şeker, çaya da tuz atarsak menheci nasıl
koruyabiliriz?
5- Salih selefin itikadî ya da ameli menhecine muhalefet
sergileyenleri – kim olurlarsa olsunlar – reddetmek, bu konuda ilmi olanların
üzerinde bir mükellefiyettir. Allah rasulü sallallahu aleyhi ve sellem hayatta
iken de, vefatından sonra da sahabeler ve onlara en güzel şekilde uyanlar, en
küçük bir hatayı reddetmeden, uyarıda bulunmadan bırakmamışlardır. Ehl-i Sünnet
akidesine dair yazılan menhec kitaplarında bunun numuneleri dolup taşmaktadır. el-Lâlekâi’nin
İtikadu Ehli’s-Sunne, İbn Batta’nın el-İbane ve el-Âcurri’nin eş-Şeria’sı gibi
eserlerini incelediğinizde, bâtıl ehlini ve bâtılı reddetmenin, bu menhecin
ayrılmaz bir parçası olduğundan şüphe etmezsiniz. (Fethullah Gülen ve benzerleri gibi bâtıl itikad ve amelleri yaygınlık arz eden bid'at önderlerine yapılan reddiyeleri "gereksiz" ya da "zamansız" görerek eleştirenler, hatta bunun davete zarar vereceğini (!) iddia edenler de bu noktayı iyi düşünsün, yeniden gözden geçirsinler!)
6- Suriye ve buna benzer sıcak savaşın kaynadığı ülkelerin içler
acısı durumları, selefîlerin hislerini ajite etmek için kullanılmamalı, bilakis
benimsemiş oldukları “tasfiye ve terbiye” yolundaki basiretli çalışmalara,
ilimle, sebatla, sabırla devam etmelerini sağlamak gerekir. Geçmişte Bosna’da,
Afganistan’da ve benzerlerinde yaşanan başarısızlıkların sebepleri
unutulmamalıdır. Şayet Suriye’deki iman-küfür savaşı diyorsanız bu savaş
müslümanların yaşadığı her ülkede – sıcak ya da soğuk şekilleriyle - devam
etmektedir. Zira cihadın gayesi, ilâ-i kelimetullahtır!
Bu gaye soğuk savaşla ya da sıcak savaşla gerçekleşsin, fark etmez. Bizden
istenen bu yoldaki mücadelelerde devamlılık ve üzerimize düşeni yapmaktır. İşte
Türkiye’deki selefiler de menheclerine sahip çıkarak, sünnetleri ihya,
bidatleri imha yolunda gayretlerine taviz vermeden devam ederek sınıflar
atlamaktadırlar! Lütfen yoldan dönenleri yahut futbol takımı tutar gibi “Seleficilik”
yapan, lakin davetin sorumluluklarını üstlenmeden kaçanları selefilerle
karıştırmayın!
Ebu Muaz.