Abdullah b. Abdilhamid (Abdullah Yolcu) adlı bir saptırıcı, İman kitabında şöyle iddia etmektedir: “Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat imamlarının cumhuru hücceti anlamaktan, düşünmekten ve delil çıkarmaktan aciz olan avam için akide ve ahkamda taklidi caiz, alim kimse için veya araştırabilen ve delil çıkarabilen kimseye ise haram görmüşlerdir. Meselede içtihat ettiğinde hakkı ortaya çıkarabilen kimsenin akide veya ahkâmda başkasını taklid etmesini caiz görmemişlerdir. Zira taklidi ve taklidcileri kınayan deliller gelmiştir. Yine taklidin tekfirin manilerinden olduğu hususunda ittifak etmişlerdir. Zira taklid eden cahil, delili veya hucceti anlamaz. Onun basireti ve fıkhı yoktur. Kendisine hüccet ikame edilip öğretilinceye kadar o mazurdur.”
Bu hususta mutlak olarak icma etmemişlerdir. Bilakis taklit
eden kimsenin tekfiri hususunda İbn Kayyım rahimehullah’ın Tariku’l-Hicreteyn’de
genişçe açıkladığı gibi ayrıntı vardır. İbn Kayyım rahimehullah Tariku’l-Hicreteyn’de
(s.411) şöyle der:
“Şüphesiz kafir; gerek inat olarak, gerek cahillikle ve inat
ehlini taklid ederek Allah’ın birliğini inkar eden ve O’nun rasulünü yalanlayan
kimsedir.
Bunlar her ne kadar inatçı olmasalar da, inatçı olanlara
tabi olmuşlardır. Allah Teâlâ Kur’ân’da birçok yerde kendilerinden önceki kâfirleri
taklid edenlerin azaba uğrayacağını haber vermiştir. Tabi olanlar, tabi
oldukları kimselerle beraber azap görecekler, onlar cehennemde tartışacaklar,
tabi olanlar şöyle diyeceklerdir: “Nihayet hepsi orada biraraya gelince,
sonrakiler, evvelkiler hakkında şöyle der: "Rabbımız! Bizi saptıranlar
işte bunlar. Onlara ateşten bir kat daha fazla azâb ver." (Allah da onlara
şöyle) buyurur: "Herkes için bir kat fazla azâb var; fakat siz
bilmezsiniz.” (Araf 38)
“Cehennem ehlinin cehennemdeki münâkaşalannı kavmine
hatırlat birbirleriyle münakaşa ederlerken zayıf olanlar, kibirlenenlere derler
ki: "Biz dünyada iken size tâbi idik. Şimdi ateşin bir kısmını bizden savabilir
misiniz"? Büyüklük taslayanlar da şöyle derler: "Biz, hepimiz
onun içindeyiz. Allah, şüphesiz kulları arasında hükmünü vermiştir"
(Mu’min 47-48)
“Oysa o zâlimlerin, Rablarının huzurunda durmuş, suçu
birbirlerine atıp durduklarını bir görsen.. Dünyada iken zayıf görülenler,
büyüklük taslayanlara derler ki: "Eğer siz olmasaydınız, biz mutlaka mü'min
kimseler olacaktık." Büyüklük taslayanlar da, zayıf görülenlere şöyle
derler: "Size hidayet geldikten sonra, sizin hidayete ermenize biz mi
engel olduk? Hayır, siz zaten suçlu kimseler idiniz." Zayıf
görülenler ise, büyüklük taslayanlara derler ki: "Hayır, gece gündüz dolap
kurar, bize Allah'ı inkâr etmemizi ve O'na ortaklar koşmamızı emrederdiniz."
Azabı görünce hepsi de pişmanlıklarını gizlerler. Fakat biz, inkâr edenlerin
boyunlarına ateşten halkalar takarız. İşlemiş olduklarından başka bir şeyle mi
cezalandırılacaklardı?” (Sebe 31-33)
Allah Teâlâ bu ayetle uyararak, tabi olunanlarla birlikte
tabi olanların da azapta ortak olduklarını haber vermektedir. Bunların taklid
ediyor olmaları, onlara hiçbir fayda sağlamamıştır. Bundan daha açığı Allah
Teâlâ’nın şu ayetidir: “(Yine o zaman) peşlerinden gidilenler, azabı görüp peşlerinden
gelenlerden kaçıp kurtulmuşlar; kendileriyle aralarındaki münasebetler kesilmiş...
Ve peşlerinden gidenler, "keşke bizim için dünyaya bir defa daha dönüş olsaydı
da, onların bizden kaçıp kurtuldukları gibi biz de onlardan kurtulsaydık" derler...
İşte Allah onlara amellerini, üzerlerine yığılmış pişmanlıklar halinde böyle
gösterecektir. Fakat onlar ateşten çıkacak değillerdir.” (Bakara
166-167)
Nebî sallallahu aleyhi ve sellem’den sahih olarak gelen bir
hadiste şöyle buyurmuştur: “Her kim bir sapıklığa davet ederse, ona tabi
olanların günahlarının aynısı kendisine de yazılır. Tabi olanların günahlarından
bir şey de eksiltilmez.” (Muslim 2674)
Bu hadis, tabi olanların küfürlerinin sadece tabi olmaktan
ve taklid etmekten kaynaklandığını göstermektedir.
Evet burada, işkâli / problemi ortadan kaldıracak şekilde bu meseleyi
açıklamamız gerekir. Şöyle ki: Hakkı bilme ve tanıma imkânı varken bundan yüz çevirerek taklide devam
eden bir mukallid ile, hiçbir şekilde böyle bir imkânı olmamış bir mukallid
arasında elbette büyük bir fark vardır. Hiç şüphesiz ki insanlık âleminde
bu kısımların ikisi de mevcuttur.
İmkânı olduğu halde yüz çeviren mukallid, kendisine farz olan şeyi terk
etmekle kusurlu davranmış olup; Allah katında herhangi bir mazereti yoktur. Fakat
sorup öğrenmekten âciz olan ve hiçbir şekilde hakkı öğrenme imkânı bulunmayan
kimselere gelince: bunlar da
iki kısma ayrılırlar:
1. Hidâyeti irade
eden, onu tercih eden ve onu seven fakat onu bulmaya güç yetirmeyen ve
kendisini hidâyete irşâd edecek herhangi bir kimseyi bulamayanlar. Muhakkak
ki bunların hükmü, fetret döneminde yaşayanlarla davetin ulaşmadığı
kimselerin hükmü gibidir.
2. Kısım: Haktan
yüz çeviren ve onu irade etmeyen, üzerinde bulunduğu dinden başkasını da
hiçbir şekilde nefsine telkin etmeyen kimselerdir.
Birinci kısımdakiler şöyle derler: "Ya Rabbi! Eğer üzerinde bulunduğumdan
daha hayırlı bir dininin olduğunu bilsem, hemen onu din edinirim ve üzerinde
bulunduğum dini terk ederim. Ancak ben üzerinde bulunduğum dinden daha
hayırlısını bilmiyor ve bundan başka daha iyi bir dine girmeye güç ve imkân
da bulamıyorum. Zira benim bütün bilgim ve gücüm bu kadardır."
İkinci kısımdakiler ise: üzerinde bulundukları dine razı olmuş, asla başka bir dini ona tercih
etmek istemeyen ve nefsi için başka bir dini arzulamayan kimselerdir. İşte
böyle kimselerin âciz olmalarıyla güç yetirmeleri halleri arasında pek bir
fark yoktur.
İşte bu iki kısımda bulunanlar da âcizdir. Fakat bu ikinci kısımdakileri
diğerlerine ilhak etmek/onlar gibi kabul etmek mümkün değildir. Çünkü
aralarında çok açık bir fark vardır. Şöyle ki:
Birinci kısımdakiler;
fetret döneminde hak dini arayan fakat bulamayan, bütün gücünü sarf ettikten
sonra cehalet ve acizliğinden dolayı hak dine giremeyen kimseler gibidirler.
İkinci kısımdakiler ise; hak dini hiç aramayan ve şirk üzere ölen kimseler gibidirler. Zâten
arasalardı da onu bulmaktan âciz kalacaklardı.
Muhakkak ki arayıp bulamayanın acizliği ile, aramadan yüz çevirenin
acizliği arasında büyük bir fark mevcuttur. Bu noktayı iyice düşünmelisin!
Allah Teâlâ, hikmet ve adaletiyle kıyamet gününde kulları arasında
hükmedecek ve Rasûllerle aleyhlerine hüccetin kâim olduğu kimselerden
başkasına kesinlikle azap etmeyecektir. Genel olarak yaratılmışlar / insan ve
cinler hakkında kesin olan hüküm bu şekildedir. Ancak falan filan şahısların
aleyhine bizzat hüccet kâim olmuş mu, olmamış mı?
İşte bu hususta Allah ile kulları arasına girip bir hüküm vermek mümkün
değildir.
Bilâkis kul için
farz olan, İslâm dini dışındaki herhangi bir dini kabul eden (İslam dinine
bağlı olmayan) herkesin kâfir olduğuna, Allah Subhanehû ve Teâlâ'nın, Rasûlle
hüccet kaim olmadan hiç kimseye azap etmeyeceğine inanmasıdır.
Bu genel hüküm olup,
ta'yin ise, Allah'ın ilim ve hükmüne havale edilmelidir. Bu hüküm, ceza ve
mükâfat hususunda geçerlidir.
Dünyevî hükümlere (dünyada
tatbik edilen hükümlere) gelince: bu husus zahire göre cereyan eder:
kâfirlerin çocuk ve delileri, dünyevi hükümler bakımından kâfir kabul edilir ve
onlara da velilerine uygulanan hükümler uygulanır.
İşte bu yapılan
tafsilatta, bu meseledeki problemde ortadan kalkmış oldu.
Bu mesele dört esasa
mebnidir:
1. Esas: Allah
Subhanehû ve Teâlâ hiç kimseye, aleyhine hüccet kâim olmadan azap etmeyecektir.
Bu konuda bâzı âyeti kerimeler şöyledir:
"... Biz, bir peygamber göndermedikçe (hiçbir kavme) azap edici değiliz." (İsrâ, 15)
"(Biz) Rasûlleri,
(rahmetle) müjdeleyici ve (azaba karşı) uyarıcı olarak (gönderdik) ki, (bu) Rasûllerden
sonra insanların Allah'a karşı hiçbir hüccet/delil (ve bahane)leri olmasın
diye..." (Nisa, 165)
"...
(inkarcılardan) her bir topluluk içine atıldıkça, onun bekçileri, kendilerine
sorarlar: "Size (bunu haber veren) hiçbir uyarıcı (peygamber) gelmedi
mi?" (onlar): "Evet" derler, doğrusu bize (bu azabı haber veren)
bir uyarıcı geldi. Fakat biz yalanladık ve: "Allah, hiçbir şey
indirmemiştir. Siz ancak büyük bir şaşkınlığın içindesiniz" dedik." (Mülk,
8-9)
"Böylece
günâhlarını itiraf ederler. (Bırak) artık, o çılgın alevli ateş ehli, (Allah'ın
rahmetinden) uzak olsun!" (Mülk, 11)
"Ey cin ve
insan topluluğu, içinizden size âyetlerimi nakleden ve (kıyamette) bugününüze
kavuşmak hususunda sizi uyaran peygamberler gelmedi mi? Onlar: "(Kabahat
bizde, biz) kendi aleyhimize şahidiz" derler. İşte dünya hayat onları
aldattı; hakikaten onlar inkârcı olduklarına kendi aleyhlerine şahitlik ettiler."
(En'âm, 130)
Kur'ân-ı Kerim'de daha
bunlar gibi birçok âyet-i kerime mevcuttur. Bu âyetler, ancak kendilerine Rasûl'ün
geldiği ve aleyhlerine hüccetin kâim olduğu kimselerin azap edilebileceğini
göstermektedir. İşte günahlarını itiraf eden günahkârlar da bunlardır.
Allah Teâlâ şöyle
buyurmaktadır: "Biz onlara zulmetmedik fakat onlar
kendileri (küfre sapmakla) zâlim oldular." (Zuhrûf, 76)
Bu âyet-i kerimede
geçen zâlim, Rasûl'ün getirdiği şeyleri bilen veya herhangi bir şekilde bilme
imkânı olan fakat yine de iman etmeyen kimselerdir. Ancak hiçbir şekilde
Rasûl'ün getirdiklerini bilme imkânı olmayan ve bu hususta tamamen âciz olan
kimsenin "zâlim" olduğu nasıl söylenebilir?
2. Esas: Azaba
müstahak olmanın iki sebebi vardır:
- Birincisi; gelen
delilden yüz çevirmek, onu irade edip aramamak ve onun gereklerini yerine
getirmemektir.
- İkincisi ise; onun
gereklerini yerine getirmeyi irade etmemek ve kâim olduktan sonra ona karşı
çıkıp inat etmektir.
- Bunlardan birincisi;
yüz çevirme küfrü,
- İkincisi ise, inat
küfrüdür.
Cehaletten kaynaklanan
küfre gelince; bu, hüccetin kâim olmaması ve onu bilme imkânının olmayışı
hâlinde meydana gelen bir küfür çeşididir. İşte Rasûllerin gönderilmeleriyle
hüccet kâim olana kadar Allah'ın azap etmeyeceğini belirttiği kimseler
bunlardır.
3. Esas: Şüphesiz
ki hüccetin kâim olması, mekân, zaman ve şahısların değişmesiyle değişir. Nitekim
Allah Teâlâ'nın hücceti belli bir zamanda kâfirlerin aleyhine kâim olurken,
başka bir zamanda kâim olmaz; bir mekân ve bölgede kâim olurken, diğerinde
olmaz. Aynı şekilde bâzı şahıslara karşı kâim olurken, diğer bâzılarına karşı
kâim olmaz.
Örneğin çocuk ve deli
gibi akılları ve temyiz güçleri olmayanlara karşı hüccet kâim olmaz. Aynı
şekilde kendilerine yöneltilen hitabı anlamayan ve o hitabı kendilerine terceme
edecek bir mütercim bulamayanlar da böyledir...
Bunlar, hiçbir şey
işitmeyen ve anlama imkânı olmayan sağır konumundadırlar ki, kıyamet gününde
Allah'a karşı hüccet getiren dört kişiden biri de odur. Nitekim bu, Esved, Ebû
Hüreyre ve diğerlerinin hadislerinde geçmiştir.
|