Sözlerin en doğrusu Allah'ın kelamı, yolların en hayırlısı Muhammed Aleyhisselam'ın yoludur. Dinde her sonradan çıkarılan şey bidattir.Her bidat sapıklıktır ve her sapıklık da cehennemdedir (Muslim no: 867)

Duâ

Duâ

16 Temmuz 2024 Salı

Tevhidin Hakikati - Şakik el-Belhî

 Şakîk el-Belhî rahimehullah dedi ki: 

ثَلَاثَةُ أَشْيَاءَ لَيْسَ بُدٌّ لِلْعَبْدِ مِنَ الْقِيَامِ بِهِنَّ فَمَنْ عَمِلَ بِهِنَّ أَدْخَلَهُ اللهُ الْجَنَّةَ وَعَاشَ فِي الدُّنْيَا بِالْرُوحِ وَالرَّحْمَةِ وَمَنْ تَرَكَ وَاحِدَةً مِنْهُنَّ فَلَيْسَ لَهُ بُدٌّ مِنْ أَنْ يَتْرُكَ الْاثْنَتَيْنِ وَإِنْ أَخَذَ بِوَاحِدَةٍ مِنْهُنَّ فَلَيْسَ لَهُ بُدٌّ مِنْ أَنْ يَأْخُذُ بِهِنَّ لِأَنَّهُنَّ مُتَشَابِهَاتٌ وَلَوْ شِئْتَ قُلْتَ الثَّلَاثَةُ فِي الْوَاحِدَةِ وَلَكِنَّ الثَّلَاثَ أَوْضَحُ وَأَبَيْنُ فَمَنْ تَرَكَهُنَّ وَضَيَّعَهُنَّ دَخَلَ النَّارَ وَمَنْ تَرَكَ وَاحِدَةً مِنْهُنَّ تَرَكَ الِاثْنَيْنِ فَتَفَقَّهُوا وَأَبْصِرُوا فَإِذَا أَبْصَرْتُمْ فَأَبْصِرُوا , أَوَّلُهُنَّ أَنْ تُوَحِّدَ اللهَ تَعَالَى بِقَلْبِكَ وَلِسَانِكَ وَعَمَلِكَ فَإِذَا وَحَّدْتَهُ بِقَلْبِكَ أَنْ لَا إِلَهَ غَيْرُهُ , وَلَا نَافِعَ وَلَا ضَارَّ غَيْرُهُ فَإِنَّهُ لَا بُدَّ لَكَ مِنْ أَنْ تَنْطِقَ بِهِ فَيَرْتَفِعُ إِلَى السَّمَاءِ وَلَيْسَ لَكَ بُدٌّ مِنْ أَنْ تَجْعَلَ عَمَلَكَ كُلَّهُ لِلَّهِ لَا لِغَيْرِهِ وَلَا تَبْلُغَ عَمَلَكَ مِنْ كُلِّ حُرٍّ وَحُرٌّ وَاحِدٌ لِغَيْرِهِ , إلَّا طَمَعًا فِيهِ أَوْ حَيَاءً أَوْ خَوْفًا مِنْهُ فَإِذَا خِفْتَهُ وَطَمَعْتَ فِي غَيْرِهِ وَهُوَ مَالِكُ الْأَشْيَاءِ وَرَازِقُهَا فَقَدِ اتَّخَذْتَ إِلَهًا غَيْرَهُ وَأَجْلَلْتَهُ وَعَظَّمْتَهُ لِأَنَّكَ اسْتَحْيَيْتَ مِنْهُ وِخِفْتَهُ وَطَمَعْتَ فِيهِ فَأَذْهَبَ ذَلِكَ عَنْكَ مَا فِي قَلْبِكَ مِنْ تَوْحِيدِ اللهِ وَسُلْطَانِهِ وَعَظَمَتِهِ فَاعْرِفْ ذَلِكَ فَإِذَا صِرْتَ مُخْلِصًا بِهَذَا الْقَوْلِ عَامِلًا لَهُ أَنَّهُ لَا إِلَهَ إِلَّا هُوَ فَلْيَكُنْ هُوَ أَوْثَقَ عِنْدَكَ مِنَ الدِّينَارِ وَالدِّرْهَمِ وَالْعَمِّ وَالْخَالِ وَالْأَبِّ وَالْأُمِّ وَمَنْ عَلَى ظَهْرِ الْأَرْضِ فَإِنَّكَ إِنْ تَكُنْ عَلَى غَيْرِ ذَلِكَ يُنْتَقَضُ عَلَيْكَ ضَمِيرُكَ وَتَوْحِيدُكَ وَمَعْرَفَتُكَ إِيَّاهُ فَهَاتَانِ خَصْلَتَانِ لَيْسَ لَكَ مِنْهُمَا بُدٌّ وَيَتْبَعُ بَعْضُهَا بَعْضًا , وَالثَّالِثَةُ إِذَا كُنْتَ بِهَذِهِ الْحَالِ فَأَقَمْتَ هَذَيْنِ الْأَمْرَيْنِ التَّوْحِيدِ وَالْإِخْلَاصِ وَالتَّوَكُّلِ عَلَيْهِ فَارْضَ عَنْهُ وَلَا تَسْخَطُ فِي شَيْءٍ يُحْزِنُكَ مِنْ خَوْفٍ أَوْ جُوعٍ أَوْ طَمَعٍ أَوْ رَخَاءٍ أَوْ شِدَّةٍ، وَإِيَّاكَ وَالسُّخْطَ وَلْيَكُنْ قَلْبُكَ مَعَهُ لَا تَزُلْ عَنْهُ طَرَفَةَ عَيْنٍ فَإِنَّكَ إِنْ أَدْخَلْتَ قَلْبَكَ السَّخَطَ عَلَيْهِ فَإِنَّكَ مُتَهَاوِنٌ بِهِ فَيَنْتَقِضُ عَلَيْكَ تَوْحِيدُكَ فَعَلَيْكَ بِالْأَوَّلِ التَّوْحِيدِ وَالْإِخْلَاصِ فَاعْرِفْ ذَلِكَ وَافْهَمْ. هَذِهِ الثَّلَاثُ خِصَالٌ تَعَزَّزْ بِهِنَّ وَإِيَّاكَ أَنْ تُضَيِّعَهُنَّ فَتُقْذَفُ فِي النَّارِ وَلَا تَرَى فِي الدُّنْيَا قُرَّةَ عَيْنٍ

“Kul şu üç şeyi mutlaka yapmak zorundadır: Allah bunları yapanı Cennetine koyar ve bu kişi dünyada rahat ve rahmet içinde yaşar. Bunlardan birini terk eden ise, mutlaka diğer ikisini de terk eder. Kişi bunlardan birini yapınca, mutlaka diğer ikisini de yapmalıdır. Çünkü bunlar birbirine benzer. Hatta bunlar bir şey içinde üç şeydir de diyebilirsin. Ancak ayrı ayrı üç şey olarak sayılması açıklanması için daha iyidir. Bunları terk edip ihmal eden cehenneme girer. Bunlardan birini de terk eden, diğer ikisini de terk eder. İyice belleyin ve dikkat edin.

Bunlardan ilki, Allah'ı kalbinle, dilinle ve amelinle birlemendir. Allah'ı kalbinle birleyip Ondan başka ilah, fayda veren ve zarar veren olmadığına inanırsan, muhakkak onu dilinle söylemelisin ki, bu söz semaya yükselsin.

Mutlaka amelini de başkası için değil, sadece Allah için yapmandır. Bütün amellerini kendi rızanla sadece onun rızasını umarak, ondan haya ederek veya korkarak yapmandır.

Eğer Allah'tan korkar ama herşeyin maliki ve rızık vereni o olduğu halde başkasına umut bağlarsan; başkasını ilah edinmiş, saygı duymuş ve yüceltmiş olursun. Çünkü Allah'tan başkasından korkmuş ve umut bağlamış olursun. Böyle yapman da kalbindeki tevhidi, Allah'ın azametini ve kudretini yok eder. Bunu iyice bil.

Eğer Allah'tan başka ilah olmadığını kabul edip söyledikten sonra bunda muhlis olursan, bu ihlasın dinar ve dirheme, amca ve dayıya, babaya ve anaya ve yeryüzündeki her şeye karşı olan ihlasından daha sağlam olsun. Eğer böyle olmazsan, vicdanın, tevhidin ve Allah'a karşı olan marifetinle ters düşmüş olursun.

Bu iki şey sende mutlaka olmalıdır ve bunlar hep peşpeşe gelir.

Üçüncüsü ise, eğer bu durumdaysan; Allah'ı birlemiş, ona karşı samimiyetle ona güvenmişsen, Ondan razı ol ve üzülmene sebep, korku, açlık, tamah, rahatlık ve zorluk gibi şeylerde Ona kızma. Öfkeden sakın. Kalbin devamlı Ona bağlı olsun ve bir an bile bundan gafil olma.

Eğer kalbine Allah'a gazabı sokarsan, Allah'ı basite almış olursun ve bu da tevhid akidenle ters düşer. Sen tevhid ve ihlasa bağlı kal. Bunu iyice belle ve anla. Bu üç hasletle aziz ol. Sakın bunları ihmal etme, cehenneme düşersin ve dünyada da rahat yüzü görmezsin.” 
(Ebû Nuaym Hilyetu'l-Evliyâ 8/62)

Paralardaki Suret Hakkında

 Sorusuna selam vermeden başlaması sebebiyle gayri muslim olduğunu düşündüğüm birisi, "Üzerinde tagutların resminin bulunduğu paraları kullanmak küfür müdür? Bu kafirleri yüceltmek değil midir? Cebimizde tagut resmi varken böyle berâ olur mu? İslam devletinden önce peygamber ve ashabı ne yapıyordu?..." şeklinde bir soru yöneltmiş.

Öncelikle tarihte tagutun sureti bulunan bir para hiç vaki olmuş mudur bilmiyorum. Tagut şeytandır. Şeytanın tahakkümünde olan putlara "tagiye" denilmiştir ve Firavun gibi bazı krallar hakkında da "taga"/azgınlık fiili nispet edilmiştir. Kur'an ve sünnet'in ıstılahları hakkında cahil olan kimseler Allah'ın indirdiğinden başkasıyla hükmeden yöneticiler hakkında "tagut" ismini rahatlıkla kullanır olmuşlardır. Çünkü bazı alimler şeytana uyan azgınlara mecazen tagut tabirini kullanmışlar, cahiller de Kur'ân'da reddedilmesinin iman şartı olan tagutun kapsamına şeytandan başkalarının da girdiğini sanmaya başlamışlardır.

Suret meselesine gelince, ister salih bir kimsenin sureti olsun, ister fasık bir kimsenin sureti olsun, isterse de ruh taşıyan başka bir canlının sureti olsun, baş ve yüz organlarının bulunduğu suretini yapmak ve başkası yapmış olsa bile böyle bir sureti tazim görecek şekilde asmak yasak kılınmıştır. Çünkü yüz sureti yapmak veya cihazla suretini çekmek, yaratma konusunda Allah azze ve celle ile benzeşmeye kalkışmaktır. Böyle suretleri asmak ise meşru olmayan bir tazimi ifade eder. Bu yüzden başkası tarafından yapılan suretin yerde veya tazim görmeyen konumda bulunan kumaş gibi yerlerde bulunması hakkında ruhsat verilmiştir. Ancak ruh taşıyan canlıların yüz suretini yapmaya hiçbir şekilde ruhsat verilmemiştir. Özetle suretler hakkındaki yasak ancak iki konudadır: yapmak ve yükseğe asmak.

Ebu’n-Nadr rahimehullah “Ubeydullah b. Abdillah b. Utbe rahimehullah’tan rivayet ediyor: “O, Ebu Talha radiyallahu anh’e hasta ziyareti için gitti. Onun yanında Sehl b. Huneyf radiyallahu anh de vardı. Ebu Talha radiyallahu anh altındaki örtüyü kaldırması için birisini çağırdı. Sehl radiyallahu anh ona dedi ki:
“Onu neden kaldırtıyorsun?” Ebu Talha radiyallahu anh: “Çünkü onda suretler var. Nebî sallallahu aleyhi ve sellem’in bu konuda ne buyurduğunu biliyorsun.” Sehl radiyallahu anh dedi ki: “Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem:
Ancak kumaştaki işlemelerde bulunanlar hariç” buyurmadı mı?” Ebu Talha radiyallahu anh dedi ki: “Evet, lakin nefsimde bir sıkıntı kalmasın.”Buhârî ve Muslim'in şartlarına göre sahih. Malik Muvatta (2/966) Ahmed (3/486) İbn Hibbân (13/162) Tirmizî (1750) Nesâî (5349) Taberânî (5/104) Ebû Ya'lâ (3/30) Tahavî Şerhu Meâni'l-Âsâr (4/285) İbnu’l-Muzaffer Garaibu Malik (67) Beyhakî (7/271) el-Elbani Gayetu’l-Meram (134) Mukbil b. Hadi Camiu’s-Sahih (2861)
İbn Abbas radiyallahu anhuma’nın azatlısı Şu’be rahimehullah dedi ki: “el-Misver b. Mahrame radiyallahu anh, İbn Abbas radiyallahu anhuma’nın yanına girdi. Onun üzerinde ibrişimden (ipekli) bir örtü vardı. Dedi ki:
“Bu da nedir ey Ebu’l-Abbas!” İbn Abbas radiyallahu anhuma: “Neyi kastediyorsun?” dedi. O da: “Şu ibrişim (ipekli) örtüyü.” İbn Abbas radiyallahu anhuma dedi ki: 
“Onu bilmiyorum. Ben Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in bunu yasakladığı zaman ancak böbürlenme ve kibirlenme sebebiyle yasakladığını zannediyordum. Biz Allah’a hamd olsun böyle değiliz.” Misver radiyallahu anh dedi ki:
“Peki ya şu ocaktaki kuş heykelleri nedir?” İbn Abbas radiyallahu anhuma dedi ki: “Onu ateşte nasıl yaktığımızı görmüyor musun?” Misver radiyallahu anh çıkınca İbn Abbas radiyallahu anhuma dedi ki:
“Şu örtüyü benden çıkarın ve şu kuş timsallerinin başlarını kesin.”Hasen mevkuf. İbnu’l-Ca’d Musned (2799) Ahmed (1/320, 353) Taberânî (11/429) Ebu Nuaym Zikru Men İsmuhu Şu’be (2) Beyhakî (7/271)

Bu rivayette İbn Abbas radıyallahu anhuma kalbinde şüphe meydana gelmesi üzerine, caiz gördüğü şeyden vazgeçmiştir. Zira mevzubahis kuş suretleri tazim görmeyen bir yerdeydi ve bu suretleri kendisi de yapmamıştı. Lakin muhtemelen bu gibi şeylerin suretlerin helal zannedilmesine sebep olacağından korkmuş olmalıdır.

Ali radiyallahu anh’ın Yemen’e gönderilirken gördüğü suretleri yok etmesinin emredilmesi de asılı olan suretlere hamledilir: Hittan b. Abdillah rahimehullah dedi ki:
“Arkadaşım bana geldi ve seslendi. Ben de kafamı kaldırıp baktım. Dedi ki: “Bize mü’minlerin emirinin mektubu okundu. Kimin evinde üzerinde suretler bulunan örtü asılı ise onların indirilmesini emrediyor.” Ben de âsî olmak istemediğim için kalktım ve örtüleri indirdim.” Muhammed b. Sirin rahimehullah dedi ki:
“Onlar (ashab ve tabiin) yere serilip çiğnenen suretleri, asılan suretlerle aynı derecede görmüyorlardı.”Muslim'in şartına göre sahih. İbn Ebî Şeybe (5/207)
Eyyub es-Sahtiyani rahimehullah’tan: “Muhammed b. Sirin rahimehullah dedi ki:  
“Enes radiyallahu anh’ın yüzüğünde çömelmiş bir aslan nakışı vardı.” Buhârî ve Muslim'in şartlarına göre sahih. İbn Sa’d Tabakat (7/18) İbn Ebî Şeybe (5/190) Begavi Mu’cem (120) Ebu Nuaym Marife (769)
İbn Receb el-Hanbelî şöyle demiştir: “Suret yapmanın haramlığını gösteren naslardan dolayı yüzüğe hayvan sureti nakşetmek caiz değildir. Lakin üzerinde böyle bir nakış bulunan yüzüğü kullanmanın haram olup olmadığı hususunda ashabımız ihtilaf etmişlerdir.”İbn Receb Ahkamu’l-Havatim (s.137)

   İbn Avn rahimehullah dedi ki:

دَخَلْتُ عَلَى الْقَاسِمِ وَهُوَ بِأَعْلَى مَكَّةَ فِي بَيْتِهِ فَرَأَيْتُ ‌فِي ‌بَيْتِهِ ‌حَجَلَةً ‌فِيهَا ‌تَصَاوِيرُ الْقُنْدُسِ وَالْعَنْقَاءِ

“el-Kasım (b. Muhammed) rahimehullah’ın Mekke’nin yukarısında bulunan evine girdim. Evinde bir cibinlik gördüm. Üzerinde kunduz ve anka kuşu suretleri vardı.”Sahih maktu. İbn Ebî Şeybe (25301)
Buradaki cibinlikte bulunan bu suretlerin ya yüz organları belirgin olmaması veya tazim gören bir yerde bulunmaması sebebiyle ruhsat verilen kısımdan olması muhtemeldir.

Üzerinde suret bulunan paraları kullanmak da dinen sakıncalı değildir. İslam tarihinde üzerinde suret bulunan paraların kullanımı yaygın olmasına rağmen buna haram diyen bir âlim olmamıştır. Bir kısım âlimler de bunu zaruretler ve hacetler kapsamında değerlendirmişlerdir.

İbnu’l-Irakî Tahriru’l-Fetava’da (no:3821) dedi ki: “Yanımda üzerinde suretler bulunan Rumî dirhemler vardır. Bunlar, harcama ve muamelelerde kullanılmak suretiyle hor görülen şeyler olduğu için karşı çıkılmayan şeylerdendir. Nitekim selef radıyallahu anhum – Abdulmelik b. Mervan zamanı haricinde - karşı çıkmaksızın bunları kullanmışlardır.”

Müfessirler Kehf suresinin 19. Ayetinin tefsirinde İbn Abbas radıyallahu anhuma’nın Ashabu’l-Kehf’ten bahsederken şöyle dediğini zikrederler:

وكانت معهم دراهم ‌عليها ‌صورة ‌الملك الذي كان في زمانهم فهربوا منه

“Onların yanında üzerinde kendi zamanlarındaki, kendisinden kaçmış oldukları kralın sureti bulunan dirhemler vardı.” Vahidi el-Basit (13/567) Kurtubi Tefsir (15/375) İbn Adil el-Lubab (12/450)

Suret fitnesine düşmüş şeyh denilen bazı kimseler, suretleri meşru saydırmak için yalan yanlış bilgileri kullanarak şüphe atıyorlar. Mesela Ömer radıyallahu anh’ın üzerinde Fars kralının sureti bulunan para bastırdığı, Muaviye radıyallahu anh’ın ve Abdulmelik b. Mervan bastığı dirhem ve dinarlarda elinde kılıç tutan halifenin suretinin basıldığını iddia ediyorlar!

İslam’ın ilk yıllarında Müslümanların bastıkları dinar ve dirhemler yoktu. Rumların ve Farsların bastıkları paralar kullanılıyordu ve bu paraların üzerinde kralın sureti vardı.

Bu meselenin aslını İbn Abdilber et-Temhid’de (14/134-135) şöyle anlatır: “Vakidi şöyle anlattı: “Yetmiş altı senesinde Abdulmelik b. Mervan emir oldu. Dinarlara ve dirhemlere nakış yaptı. Bana bunu Sa’d b. Raşid, Salih b. Keysan’dan tahdis etti. Dedi ki: bana İbn Ebi Zinad, babasından tahdis edip dedi ki:

“Abdulmelik b. Mervan dinarlar ve dirhemler bastı. O İslam’da ilk para basan kimsedir.” İbn Abdilber basılan bu paraların ağırlığı gibi özelliklerinden bahsettikten sonra şu bilgiyi nakleder:

…el-Vakidi’den başkası dedi ki: “Cahiliyye döneminde ve İslam’ın ilk yıllarında da Şam’da, Hicaz Araplarında dinarlar vardı. Bunların hepsi Rumî dinarlar idi, Rum beldelerinde basılmıştı. Üzerinde bu parayı basan kralın sureti ve Rumca yazılmış ismi vardı… Irak’taki ve doğudaki dirhemler Kisravî idi. Üzerinde Kisra’nın sureti ve Farsça olarak yazılmış ismi vardı… Abdulmelik (b. Mervan)’ın zamanına kadar böyle idi. Abdulmelik’e dinarlar basması için gönderilmek üzere sikkeler hazırlandı. Abdulmelik elçilere dedi ki: “Bizim ona ihtiyacımız yok! Biz üzerinde Allah’ın tevhidi ve rasulü sallallahu aleyhi ve sellem’in isminin nakşedildiği sikkeler bastık.”

İbn Abdilber’in naklettiği bu bilgilerden anlaşıldığı üzere suretli paraları müslümanlar basmamışlar, lakin bu paraların kullanımına da karşı çıkılmamıştır.

Tarihçi imam Makrizi (Resailu Makrizi s.159) şöyle demiştir: “el-Faruk (Ömer radıyallahu anh) halife olunca Allah onun eliyle Mısır, Şam ve Irak’ı feth etti. Ömer radıyallahu anh paralara müdahale etmemiş bilakis olduğu gibi onaylamıştır. Hicretin 18. Senesi olunca ki bu hilafetin sekizinci senesidir, kese ve dirhemler koydu. Kisravî paraların aynı şeklinde dirhemler bastı. Ancak bu paraların bir kısmına “Elhamdulillah”, bir kısmına “Muhammedun Rasulullah”, bir kısmına “La ilahe illallahu vahdeh”, bir kısmına da “Ömer” yazdırdı… Osman radıyallahu anh’e biat edildiği zaman, o halifeliği zamanında dirhemlere “Allahu ekber” yazısını nakşettirdi…

Muaviye radıyallahu anh üzerinde kılıç kuşanmış timsal bulunan, ağırlığı eksiltilmiş dinarlar bastı…”

Şu an Avrupa’da bulunan müzelerdeki paralar hakkında konuşan bütün tarihçiler Müslüman Arap dünyasında Bizans Rum’larının uygulamasına benzer bu para basma uygulamasının ilk olarak hicrî 76 senesinde Abdulmelik b. Mervan’ın hilafeti zamanında başladığını söylemektedirler

Bu paraların Rumca olan bir yüzünde haç işaretine müdahale edilerek ayakta duran, kılıcının kabzasından tutmuş halifenin sureti haline getirildiği görülmüştür. Bu şekilde basılan paralar Kudus’te, Balbek’te, Halep’te, Humus’ta, Dımeşk’te, Raha’da, Kınnesrin’de, Munbic’de ve İzmir’de bulunmuştur. Bulunan bu paralar hicri 76 ve 77 yıllarına aittir.

Bu tarih, paralarda Rum metodu olan suretlerin terk edildiği dönemlerdir. Para gibi küçük bir malzeme üzerine ayakta duran halifenin suretinin işlenmesinde, haram kılınan suret olan yüz hatlarının belli olmayacağı, dolayısıyla bunun haram suretlerden olmadığı takdir edilir.

İlk dört asırda paralara sadece Kur’an ayetleri ve benzerleri yazılırdı. Emeviler zamanında dirhemlerin ortasına üç satır halinde “la ilahe illallahu vahdehu la şerike leh” yazılmıştır. Abbasiler döneminde ise halifelerin ismi de yazılmaya başlanmıştır.

14 Temmuz 2024 Pazar

Şeytan, Adımlarına Uyulmasını İster!

 Allah Azze ve Celle şöyle buyurmuştur: “Ey iman edenler! Şeytanın adımlarını takip etmeyin. Kim şeytanın adımlarını takip ederse, muhakkak ki o, edepsizliği ve kötülüğü emreder. Eğer üstünüzde Allah'ın lütuf ve merhameti olmasaydı, içinizden hiçbir kimse asla temize çıkamazdı. Fakat Allah dilediğini arındırır. Allah işitir ve bilir.” (Nur 21)

Bu hususta taklid, teslimiyet, itiraz ve îtilâf kelimeleri gibi birbirleriyle bağlantılı kavramları tefekkür edelim ki, şeytan kavramları birbirine karıştırıp kimseyi adımlarına uydurmasın!

Taklid kötülenmiş bir haslettir. Allah kitabında, Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem de hadislerinde taklidi hep kötüleyerek zikretmiştir. Fıtratlar da taklidi çirkin görürler, çünkü akletmeyen hayvanların özelliğidir.

Dini kullanımda taklid, sözü delil olmayan kimsenin sözüne, delilini bilmeden uymaktır. Sözü delil olan ise yalnızca Allah ve rasulüdür. Dolayısıyla Allah ve rasulü dışında birinin sözü, tabi olunabilmesi için Allah’tan veya rasulünden delile muhtaçtır. Bilen kimsenin deliline uymak ise taklid değil, ittiba olarak adlandırılır. Bu ise övülen bir durumdur.

Teslimiyet, hakka olursa övülür, batıla olursa kınanır. Allah’a ve rasulüne mutlak teslimiyet emredilmiştir. Allah ve rasulünden başkasına ise mutlak teslimiyet yoktur! Ancak Allah ve rasulünün itaatine yönlendirdiği kimselere, Allah’a ve rasulüne itaate uygun olması kaydu şartıyla itaat meşrudur.

Teslimiyetin zıddı olan itiraz da hakka karşı olursa kınanır, batıla karşı olursa övülür.

Ülfetten gelen i’tilâf kelimesi ise, uyum göstermek ve ittifak etmek anlamındadır. Şüphesiz iman edenlerin uyumlu olmaları, ittifak etmeleri, ihtilaftan ve her tür muhalefetten uzak olmaları arzu edilen bir durumdur.

Cabir radıyallahu anh’den: Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

Mü’min; ülfet eden ve kendisiyle ülfet edilen kimsedir. Ülfet etmeyen ve ülfet edilmeyen kimsede hayır yoktur. İnsanların en hayırlısı insanlara en faydalı olandır.”[1]

Yani diğer mü’minlerle uyumlu olmak mü’minlerin özelliğidir. Uyumlu olmayan insan ise insanlara faydalı olmayan bir kimsedir. Hadisin son cümlesinde buna vurgu yapılmaktadır.

Şimdi taklid, teslimiyet, itiraz ve i’tilaf (ülfet) kavramlarını şu ayetleri okuyup düşünelim:

And olsun biz insanı, kuru bir çamurdan, şekillenmiş kara balçıktan yarattık. Cinleri de daha önce zehirli ateşten yaratmıştık. Hani rabbin meleklere demişti ki:

“Ben kupkuru bir çamurdan, şekillenmiş kara balçıktan bir insan yaratacağım. Ona şekil verdiğim ve ona ruhumdan üflediğim zaman, siz hemen onun için secdeye kapanın!” Meleklerin hepsi de hemen secde ettiler. Fakat İblis hariç! O, secde edenlerle beraber olmaktan kaçındı.

“Ey İblis! Secde edenlerle beraber olmayışının sebebi nedir?” dedi.

“Ben kuru bir çamurdan, şekillenmiş kara balçıktan yarattığın bir insana secde edecek değilim” dedi. Dedi ki:

“Öyle ise oradan çık! Artık kovuldun! Muhakkak ki kıyamet gününe kadar lânet senin üzerine olacaktır!”

“Rabbim! Öyle ise, tekrar dirilecekleri güne kadar bana mühlet ver” dedi. Buyurdu ki:

“Sen mühlet verilenlerdensin, Allah katında bilinen vaktin gününe kadar.” Dedi ki:

“Rabbim! Beni saptırmana karşılık ben de yeryüzünde onlara (kötülükleri) süsleyeceğim ve onların hepsini mutlaka azdıracağım! Ancak onlardan ihlâslı kulların müstesna.” (Hicr 26-40)

Yukarıda geçen ayetleri düşünecek olursak, İblis, saptırmak istediği kimselere de kendi adımlarını izletmek istemekte, zikrettiğim kavramları ters yüz ettirerek kendisine tâbî olan nefislere haklıymış zannı üflemektedir.

Hakkı itiraf edip teslim olanları ve bu konuda birbirlerine uyum gösterenleri kendisine uyduramadığı için: “Taklid eden,  hiç düşünmeyen, itiraz da edemeyen kimseler” olarak lanse etmesi tanıdık geliyor mu?

Ayetlerde anlatılanlar iyi düşünülürse bunların İblis’in adımları olduğu görülür.

Nurdan yaratılmış meleklerden hiçbiri kokuşmuş balçıktan yaratılmış Adem’e secde emrine hiç itiraz etmiyor, hepsi i’tilâf edip teslimiyet göstererek secde ediyorlar!

Aişe radıyallahu anha’dan: Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem buyurdu ki:

Melekler nurdan, cinler karışık ateşten ve Âdem de size anlatılan şeyden yaratılmıştır.”[2]

İbn Abbas radıyallahu anhuma’dan: “Âdem aleyhi's-selâm yapışkan çamurdan, kuru çamurdan ve kokuşmuş çamurdan yaratılmıştır. Yapışkan çamur; güzel ve gerekli olan bir çamurdur. Kuru çamur kendisinden çömlek yapılan çamurdur. Kokuşmuş çamur ise kokmuş olan balçıktır. İnsana unuttuğu için insan denilmiştir.”[3]

Fakat dikkat edin! İblis’in asıl hazmedemediği şey, nurdan yaratılma meleklerin çamurdan Adem’e itirazsız secde etmeleri değil! Zaten gerekçe olarak bunu da öne sürmüyor!

Bilakis kendisini çok daha üstün görerek "Ben ateşten yaratıldım, o çamurdan, ona secde etmem olacak iş değil" diyor!

Halbuki böyle bir itiraza en ufak bir yer olsaydı bu itirazı nurdan yaratılmış olan melekler yapmalıydı!

Yahut İblis: “Melekler daha üstün maddeden yaratıldı, neden kokuşmuş çamurdan Âdem’e secde ediyorlar?” deseydi belki böyle bir itirazı, hikmeti öğrenme maksatlı olabilirdi.

Fakat o bunu değil, kendi nefsini büyük görerek bu itirazı yaptı. Kendisini haklı görüyor, üstelik kendince delil de getiriyordu!

Ona göre kendisi öyle akletmeyen melekler gibi taklid de etmiyor, güya hakkı arıyordu! Hem tek başına da olsa - iddiasına göre- hak üzere olduğu için tek başına cemaatti(!)

Lakin akledemediği nokta şurası: Secde emrini veren âlemlerin rabbi, her işi hikmetli olan, dilediğini yapan Cebbar Azze ve Celle idi.

Dilerse kokuşmuş balçıktan yaratılma Âdem’e secde ettirir, dilerse Yusuf'a secde ettirir, dilerse taştan yığma Ka’beye secde ettirir. “Allah, yaptığından sorumlu tutulamaz; onlar ise sorguya çekileceklerdir.” (Enbiya 23)

Bu secde yapıldığında İtaat Allah’adır! Yapılmadığında ise isyan Âdem’e ya da Kâbe’ye değil, yine Allah’adır.

Tıpkı bunun gibi Allah, beşerden olan rasulüne mutlak itaati emretmiştir. Sünnet münkirleri İblis’in adımlarını izleyerek: “Durun bakalım, rasul Kur'an'a uygun konuşmasa da mı itaat edeceğiz?” diyerek itiraz etmişler, rasule itaat edenleri de akletmeyen taklitçiler olarak lanse etmişlerdir! Kendilerinin akleden üstün insanlar oldukları iddiası içindedirler!

Allah Teâlâ yine, kendisinin ve rasulünün itaatine uygun düşmesi şartıyla bizden olan ulu’l-emre de itaati emretmiştir.

Ulu’l-emr, söz ve yetki sahibi kimse demektir. Müslüman yönetici, baba, koca, sünnet ehli olan âlim ve fakihler, müslüman işverenler vs. hep ulu’l-emr kapsamındadırlar.

Bu söz sahiplerinin sorumluluğu altındaki her bir sınıfı İblis, aynı adımlarla saptırır!

Kimisini müslüman yöneticiye karşı ayaklandırıp Haricîler haline getirmiştir. Hariciler de kendilerini üstün görüp, kendileri gibi ayaklanmayanları, akletmeyen hayvan sürüleri gibi değerlendirmişler ve halkları tekfir etmişlerdir.

İblis, kimilerini anne ve babasına isyankâr olmaları için kışkırtmış, bu isyankârlık nefhalarını yudumlayan gençler, ana babalarına itaat edenleri ayıplar olmuşlardır.

İblis, kadınlara feminist vesveseler üflemiş, “sümsük”(!) kocalarına itaat etmemeleri gerektiği duygusuna kaptırmış, benliklerine kibir üflemiş, böylece kadınlar kendilerinin erkeklerden üstün oldukları zannına kendilerini salmışlar, kendileri gibi davranmayanları da küçümser olmuşlardır!

İblis, kimisinin de ilim bâbında ayaklarını kaydırmıştır. İ’tilâf ve uyum içinde Allah'a itaat etme sâikiyle mes’ul olduğu ulu’l-emri olan beşere itaatini yerine getirenleri; “Sorgulamamak”, “taklid etmek” ve “itiraz etmemek”le suçlar!

Lakin böyle bir itiraz ve böyle bir suçlama haksız ve yersiz olarak yapıldığında dikkat edin, daima bu itirazların altında İblis’in imzası bulunmaktadır!

Bu imza da güya taklid etmediği iddiasıyla itiraz eden kimselerin benlik davaları, hiç de öyle olmadıkları halde kendilerini en üstün zannetmeleridir!

İtirazlarının altında iblisin imzası bulunan kimselere bizim sözümüz de Allah'ın şu ayetini zikrederek rukye yapmaktır:

Öyle ise oradan çık! Artık kovuldun!" (Hicr 34)

Sizin isyanınız müslüman yöneticiye değil, ana babanıza değil, kocanıza değil, müslüman patronunuza değil, hocanıza değil, bilakis meşru konularda bunlara itaati emreden Allah Azze ve Celle’yedir.

Ulu’l-emrin eğer sana haksızlık yapmakla Allah’a itaatsizlik etmişse, senin de buna karşılık ona isyan ederek Allah’a itaatsizlik etmeye hakkın yoktur!  İddiana göre senin şahsına yapılan bir haksızlıktan dolayı Allah’a isyan edemezsin! Gerçekten bir haksızlığa maruz kalmışsan, sabrettiğin takdirde Allah sana hayır ve çözüm kapılarını açacaktır. Lakin isyan edip terör çıkarırsan, emredilmiş olan i’tilaftan rahatsız olup, bunu “koyun sürülerinin tabi olması” gibi görüyorsan sende bozuk bir anlayış var demektir ve şeytanın adımlarını takip etmektesindir!

Enes b. Malik radiyallahu anh dedi ki:  “Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in yanında bir adam anlatıldı ve onun cihaddaki kuvvetinden, ibadetteki gayretinden bahsedildi. Adam gelince Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem:

Nefsim elinde bulunana yemin ederim ki bu adamın iki gözü arasında şeytanın tesiriyle bir karalık vardır” buyurdu. Adam gelip selam verdi. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem ona:

Meclisimin karşısında durduğun zaman içinden: “Bu mecliste benden daha hayırlı kimse yoktur” dedin mi?” diye sordu. Adam: “Evet” dedikten sonra Mescid’in bir tarafına gidip ayağıyla bir çizgi çizdi ve ayaklarını o çizgi hizasına koyup namaz kılmaya başladı. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem:

Hanginiz kalkıp bu adamı öldürecek?” diye sordu. Ebu Bekr radıyallahu anh gitti ve onu namaz kılarken görünce onu öldürmekten çekindi. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem:

Hanginiz kalkıp onu öldürecek?” diye sordu. Ömer radıyallahu anh kalktı ve:

“Ben giderim” dedi. Adamı namaz kılar halde bulunca Ebu Bekr radiyallahu anh’ın yaptığının aynısını yaptı, sonra geri döndü. Ali radıyallahu anh:

“Ben yaparım” deyince Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem:

Ona yetişirsen sen öldürebilirsin” buyurdu. Nihayet Ali radıyallahu anh gitti fakat adam gitmişti. Bunun üzerine Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

Şüphesiz bu, ümmetim arasında çıkan ilk boynuzdur! Onu öldürseydin ümmetimden iki kişi dahi ihtilaf etmezdi.” Sonra şöyle buyurdu:

“Şüphe yok ki İsrailoğulları yetmiş bir fırkaya ayrıldılar. Ümmetim ise yetmiş iki fırkaya ayrılacaktır. Bir fırka dışında kalan bütün fırkalar cehenneme gidecektir. O kurtulan da el-Cemaattir.[4]

Şeytan, birçok hayırlı amellerde aktif olan bir kimseyi “benlik” duygusuna kaptırarak adamlarından biri haline getirmiş ve Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem şeytanın ümmet arasında ihtilafa bu gibi duygusal malzemeleri kullanarak sebep olduğuna dikkat çekmiştir!

Cihaddaki atılganlığına, namazdaki huşûuna rağmen böyle bir adamın öldürülmesini Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem emrediyor,, ümmetin en üstünleri olan Ebu Bekr ve Ömer radıyallahu anhuma bu emri uygulama konusunda kendi görüşüyleriyle muhalefet ediyor ve hata edebiliyorlar!

Şeytan ümmet içinde bu tür tuzaklarını hep kurmaya devam etmiştir ve edecektir. En başta zikrettiğim ayeti tekrar hatırlayalım:

“Ey iman edenler! Şeytanın adımlarını takip etmeyin. Kim şeytanın adımlarını takip ederse, muhakkak ki o, edepsizliği ve kötülüğü emreder...” (Nur 21)

Taklide karşı çıkma iddiasıyla İblis’i taklid etmek ne tuhaf bir şeydir!



[1] Sahih ligayrihi. Taberânî Mu'cemu'l-Evsat (5787) Beyhakî Şuab (6/117) İbn Asakir Tarih (8/404)

[2] Sahih. Muslim (2996)

[3] Sahih. Taberî (14/57, 58) Ebu’ş-Şeyh el-Azamet (1016)

[4] Buhârî ve Muslim'in şartlarına göre sahih. Ziyau’l-Makdisi el-Muhtare (7/89) Ebû Ya'lâ (7/154) İbnu’l-Mukrî Mu’cem (411) Taberânî Musnedu’ş-Şamiyyin (2001) Bezzar (14/60) Ebû Nuaym Hilye (3/226) Darekutni (2/398) İbn Batta el-İbane (41) Hakîm et-Tirmizi, Nevadiru’l-Usul (249) Mervezi Tazimu Kadri’s-Salat (330) Acurri, eş-Şeria (49-50) Beyhakî Delail (6/287)

13 Temmuz 2024 Cumartesi

Velâ ve Berâ Taviz Kabul Etmez

 Allah için yakınlık göstermek ve Allah için uzaklaşmak demek olan velâ ve berâ, İslam’ın ve tevhidin en önemli rükünlerindendir.

Bu rükün, herkesi Allah’a itaat ve rasulüne ittiba ölçülerine göre değerlendirip, mesafeyi buna göre şekillendirmeyi gerektirir. Bu yüzden Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’in ashabı arasında daha çok sevdiği, yakın olduğu kimseler ve daha az sevdiği kimseler mertebe mertebe idi. Şayet ashabından bir halîl (yakın dost) edinecek olsaydı Ebu Bekr radıyallahu anh’ı dost edinecek olduğunu, lakin kendisinin Allah’ın halili olduğunu bildirmiştir.

Velâ ve bera’yı savsaklamak ayakların kaymasının, akideden irtidatın sebebidir! İlmi fehmetmeme, anlayıştan mahrum edilme sebebidir!

Tevhid davetinin karşısındaki insanlar iki kısımdır. Bu davete temelden düşmanlık edenler ve bu davete düşmanlık etmese dahi onu benimsemeyenler!

Allah’ın rasulünde Allah’a ve ahiret gününe iman edenler için en güzel örnek vardır. (Ahzab 21) Dolayısıyla Tevhid davetinin karşısındaki insanlara karşı tutumda da Allah rasulünde en güzel örnek vardır. Burada özellikle akrabalar konusuna vurgu yapmak istiyorum.

Kur’ân’da Allah’ın halili olarak bildirilen İbrahim aleyhi's-selâm (Nisa 125) ve onunla beraber olan çok küçük bir azınlığın durumu şöyle haber verilir:

İbrahim ve onunla beraber olanlarda sizin için güzel bir örnek vardır. Hani kavimlerine demişlerdi ki: “Biz, sizlerden ve Allah dışında taptıklarınızdan uzağız. Sizi tanımıyoruz. Sizinle aramızda, siz Allah’a bir olarak iman edinceye kadar ebedi bir düşmanlık ve bir kin başgöstermiştir.” (Mumtehine 4)

İbrahim aleyhi's-selâm, Allah’a ve dinine düşmanlık eden babasına ve kavmine karşı bu düşmanlık ve kinini açıklayıp bunun gereğiyle hareket ettiği için Allah’ın halilidir. Bu davası yüzünden yaşadığı imtihanlarla yüzleşmiştir.

Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem Allah’ın halilidir, anne ve babasının, dedesi Abdulmuttalib’in cehennemlik olduklarını açıklamış, müşriklerin eziyetlerine karşı kendisine kol kanat geren Ebu Talib’in müşrik olarak öldüğünü ilan etmiştir. Diğer amcası Ebu Leheb’in küfrüne dair sure nazil olmuş, bir diğer amcası Abbas radıyallahu anh, iman ettiği halde zamanında hicret etmediği ve müşriklerin safında savaşa çıkarıldığı için ona zahirdeki hükmü olan müşrik esir hükmünü uygulamış, damadı Ebu’l-As’a da aynı hükmü uygulamış, kızı Fatıma dahi hırsızlık yapacak olsa elini keseceğini duyurmuş, İslam’ın hükümleri konusunda hiçbir akrabasına bir iltimas geçmemiştir. Bu konuda örnekler çoğaltılabilir. İşte bu yüzden O (sallallahu aleyhi ve sellem) Allah’ın halilidir.

Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem bu akrabalarının bir kısmı doğrudan doğruya tevhide düşmanlık etmişler, bir kısmı tevhide düşmanlık etmeseler de tevhidi benimsemedikleri için Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’in velâsından nasip alamamışlardır. Her ne kadar Abbas radıyallahu anh sonradan durumunu ıslah etmiş olsa da, tevhide gerektiği gibi sarılmadığı dönemlerde velâ’ya dahil olmamıştır.

İslam; tevhid ve sünnettir. Yani Allah’ı birlemek ve bu birlemede rasule ittiba etmektir. Bu da la ilahe illallah ve muhammedun rasulullah şehadetlerinin zorunlu iki temel şartıdır. Bu iki şarttan birinin eksik olması halinde İslam gerçekleşmez!

Sapık anlayışların yaygınlaşması sebebiyle bu iki şarttan birini eksik yapan müslüman olduğunu iddia etmeye devam ediyor ve “müslüman” sayılıyor! Fakat hakikat böyle değildir!

Sahih İslam’ı talep edenler için vela ve bera da bu noktada önem arz ediyor. Akidesini ve amellerini sahih delillerle düzeltme çabasında olan nice müslüman vardır ki, vela ve bera konusundaki ihmalkar ve umursamaz tavırlarından dolayı fıkıhtan mahrum kalıyor, hayatında birçok pürüzler yaşıyor!

Allah ancak hayrını murad ettiği kimseleri dinde fakih yani anlayışlı ve kavrayışlı kılar. Şirk ve bid’at ehline karşı uygulaması gereken berâyı uygulamayana Allah anlayış vermez.

Şirk ve bid’at ehli, kişinin soy bakımından en yakın akrabaları olsa dahi böyledir. Bu berânın eksikliği, hizlanın yani Allah tarafından yardımsız bırakılmanın en başta gelen sebeplerindendir.

Sahih akideyi ve sahih sünnete göre ameli benimsememiş olan akrabaların – akidene ve ameline düşmanlık etmiyor olsalar bile - senin evine misafir olabiliyorsa ya da sen ona misafir olup birlikte yeyip içmeye, sıradan sohbete devam ediyorsan, Allah için koyman gereken mesafeleri iptal etmişsin demektir! Bu aynı zamanda akrabalık bağlarını koparmak anlamına da gelir. Çünkü Sahih dini din edinmemiş olan akrabana karşı mesafe koymamışsan, onu bulunduğu yol üzerinde destekliyorsun demektir. Bu da akrabaya yapılacak en büyük kötülük ve kat’i rahimdir!

Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’in veya ashabının, aynı akide üzerinde olmadığı akrabalarıyla yakın ilişkilerde olduğuna, birbirlerine oturmaya gidip geldiğine örnek bulabilir misin? Bir de selefilik iddia ediyorsun?!

Selefe uyma davasında samimi isen bil ki sahabeden selefimiz, Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’in hadisi karşısında aldırmaz tutumda olanlarla ebediyen konuşmayacaklarına yemin ediyorlar, hatta aynı beldede yaşamak istemiyorlardı! Sen mi sahabeden daha doğru yoldasın yoksa vahye teslimiyeti yol edinmemiş olan akrabaların mı kendilerinden teberri edilen bu sahabelerden daha üstünler?

Akrabana, eşine, dostuna “cahil, bilmiyor” diyorsun, halbuki "bilmemek" kalıcı bir sıfat değildir! Vela ve berayı uygulamamak için bir sürü mazeretler üretiyorsun! 

Bu akidenin gerektirdiği tavrı koymuyor, çizgilerini net bir şekilde çizmiyorsun, böylece hakkı gizliyor, belirsiz hale getiriyorsun! Bu içinde gizli bulunan bir nifak sebebiyledir bilesin! Allah’ın katındakiler dışında, insanlardan bir takım menfaat beklentilerin vardır! Zahid olamamışsın!

Nebî sallallahu aleyhi ve sellem kitaplı kitapsız kafirlerden, bid’at ehlinden, fasıklardan, şeytandan, aylaklardan, bedevilerden ve her türlü bâtıl görüntüsü veren unsurdan farklı olmayı emretmiş, ashabını bu esas üzere eğitmiş ve “Kim kendisini bir topluluğa benzetirse onlardandır” buyururak çok net bir çizgi belirlemiştir.

Bu kuralı ihmal eden – istisnasız - herkesin, kendilerinde ortaya çıkmasa bile çoluk çocuklarında ciddi akidevi, amelî hasarların ortaya çıktığına şahit olunmaktadır. Çünkü şeytanın yol vermesiyle çoluk çocuk, sahih dinden gevşeme gördüğü her kapıdan dalış yapar, bunları meşru alternatifler zanneder! Allah’ın ve rasulünün yolunu yol edinmemiş olan amcasından, halasından, dayısından, teyzesinden, dedesinden, ninesinden, her birinden mutlaka kapacağı, örnek alacağı yanlışları kapar, şeytan bunları ihmal ettirmez.

Aman dikkat et, velâ ve berâyı uygulamakta sebat et, bu kuralı uygulamayan kimse, dindar bir müslüman olsa bile onun dahi evine gidip gelme, misafirlik etme!  Zira o takva sahibi değildir, Allah’tan sakınanlardan değildir! Sen uyguluyor da eşin uygulamıyorsa yine, başka müslümanları tehlikeye atıp misafir kabul etme! 

Ebu Said el-Hudrî radıyallahu anh’den: Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem buyurdu ki: “Ancak mü’min ile arkadaşlık et, yemeğini de ancak takva sahibi bir kimse yesin”[1]

Dinine düşmanlık etmeyen ve muhtaç durumda olan akrabalara, yakınlık kurmadan onların ihtiyaçlarını gidermen başka bir şeydir! Allah Azze ve Celle anne ve baba hakkında şöyle buyurmuştur:

Eğer onlar seni, hakkında bilgin olmayan bir şeyi bana ortak koşman için zorlarlarsa, onlara itaat etme. Onlarla dünyada iyi geçin.” (Lukman 15)

Bu ayet, sahabe hicret etmeden önce, Mekke döneminde nazil olmuştur. Sa’d b. Ebi Vakkas radiyallahu anh bu ayetin kendisi hakkında nazil olduğunu söylemiş ve şöyle anlatmıştır:  

“Ben anneme karşı iyilik eden bir kişi idim. Ancak müslüman olduğum zaman annem: “Bu yaptığın da nedir? Ya bu dinini bırakırsın ya da ölene kadar yiyip içmeyeceğim. Öldüğüm zaman da annesinin katili diye ayıplanırsın” dedi. Ona: “Ey anne! Öyle yapma! Ben hiçbir şey için dinimi bırakmam” dedim. O bir gün ve bir geceyi yemek yemeden geçirerek takatten düşmüş olarak sabahladı. Aynı şekilde bir gündüz ve bir gece daha yemek yemeden geçirdi ve daha zayıf bir şekilde sabahladı. Durumun böyle olduğunu gördüğümde:

“Ey anne! Bilmiş ol ki eğer yüz canın olsa ve bütün canlarını bu şekilde birer birer versen yine de dinimden dönecek değilim. Dilersen ye, dilersen yeme” dedim. Bunun üzerine annem yemek yedi ve bu ayet nazil oldu.”[2]

Henüz genç yaşta bulunan ve ailesinin evinde kalmak durumunda olan Sa’d b. Ebi Vakkas radıyallahu anh şirk konusunda annesine itaat etmemiş, ona kaba da davranmamıştır. Neticede annesi tavrından vazgeçmek zorunda kalmıştır.

Ayette geçen “ve sahibhuma fi’d-dunya ma’rufa/onlarla (anne ve babayla) dünyada iyi geçin” kavli, fiillerde onlara iyi davranmak demektir.[3] Bazı âlimler “zorunlu hale gelmedikçe onları öldürmemek ve onlara silah çekmemektir” demişlerdir. Nitekim Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem, Hanzala b. Ebi Amir’e müşrik olan babasını öldürmeyi yasaklamıştı. Bazıları da, “öldükleri zaman cenaze işlerini üstlenmektir” demişlerdir. Nitekim Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem, Ebu Talib öldüğü zaman onun oğlu olan Ali radıyallahu anh’e: “Git onu göm” buyurmuştur. Bazısı da kâfir olan baba muhtaç ise ona infak etmeyi bu ayet kapsamında zikretmiştir.[4]

Kabilelerinden ayrılmaya ve ana babasının çatısı altında kalmaktan kurtulmaya gücü yetmeyen kimselerin de, ana babasına, Allah’a isyan içermeyen konularda itaat etmesi bu ayetin kapsamındadır.

Lakin sahabeler hicret edip Medine’nin mü’minlerin yurdu olmasından sonra durum böyle devam etmemiş, baba ile oğul, kardeşler, akrabalar kıtal saflarında karşı karşıya gelmişlerdir.

Vahyin doğrultusunda hayatlarını yaşayabilmek için kabilelerinden, yakınlarından ayrılmak durumunda kalan ve buna güç yetirenler övülen gariplerdendir:

Ebu Hureyre radiyallahu anh dedi ki: “Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

Muhakkak ki İslam garip başlamıştır, tekrar başladığı gibi garip haline dönecektir. Gariplere müjdeler olsun.” Denildi ki: “Ey Allah’ın rasulü! Garipler nedir” Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

Kabilelerinden ayrılanlardır.”[5]

Allah’ın mekrinden sakın emin olma! Aksi halde, Allah’a ve rasulüne yan çizmelerine rağmen yakınlık göstermeye devam ettiğin akrabalar, kıyamet gününde kendilerinden kaçacağın akrabalara dönüşürler

Kişi o gün kardeşinden kaçar; Annesinden ve babasından da; Eşinden ve çocuklarından da” (Abese 34-36)

Bu toptan sarılmamız gereken Allah’ın ipidir. Dostluk ve düşmanlık, sevgi ve nefret, yakınlık ve uzaklık Allah için olmak zorundadır ve Allah için olması gereken bu sevgi ve nefrete başka gayeler, menfaatler ortak koşulmamalıdır. Hepimizin kalpleri Rahman’ın parmakları arasındadır. Sevgide ve nefrette Allah’ı tevhid etmezsek, O dilediğini saptıran, dilediğini hidayet edendir.

Allah Azze ve Celle rızasını ve kulların kurtuluşunu vela ve bera akidesine bağlamıştır:

Allah’a ve ahiret gününe iman eden hiç bir kavmin, Allah’a ve rasulü’ne muhalefet eden kimselere, babaları, oğulları, kardeşleri veya aşiretleri olsa bile sevgi beslediklerini göremezsin. Kalplerine imanı yazmış ve kendisinden bir ruh ile onları desteklemiştir. Onları, altından nehirler akan cennetlere sokacaktır; orada süreklidirler. Allah, onlardan razı olmuş, onlar da O’ndan razı olmuşlardır. İşte bunlar Allah’ın fırkasıdır. Dikkat edin şüphesiz Allah’ın fırkası kurtuluşa erenlerin kendileridir.” (Mucadele 22)



[1] Tirmizî (2395) Ebû Dâvûd (4832) İbn Hibbân (554, 560) Bkz.: el-Elbani, Sahihu’l-Cami (7341)

[2] Sahih ligayrihi. Vahidi Esbabu’n-Nuzul (s.230) Taberânî Tefsir (6/163) Şeceri Emali (2002) İbn Asakir (20/331)

[3] Zeccac Meani’l-Kur’an (4/197) Nehhas Meani’l-Kur’an (5/286)

[4] Bkz: Cessas Ahkamu’l-Kur’ân (2/243, 3/458) Cessas Şerhu Muhtasari’t-Tahavi (5/306, 7/190) Maturidi Tevilatu’l-Kur’an (3/171)

[5] Buhârî ve Muslim'in şartlarına göre sahih. Herevi Zemmu’l-Kelam (1470) Muslim muhtasar olarak (145)

Meclislerin Keffareti

Meclislerin Keffareti
"Subhâneka'llâhumme ve bihamdik ve eşhedu en lâ ilâhe illâ ente estağfiruke ve etûbu ileyk" (Taberani 10/164, el-Elbânî Sahîhu'l-Câmi (4487)