Sözlerin en doğrusu Allah'ın kelamı, yolların en hayırlısı Muhammed Aleyhisselam'ın yoludur. Dinde her sonradan çıkarılan şey bidattir.Her bidat sapıklıktır ve her sapıklık da cehennemdedir (Muslim no: 867)

Duâ

Duâ

13 Temmuz 2024 Cumartesi

Velâ ve Berâ Taviz Kabul Etmez

 Allah için yakınlık göstermek ve Allah için uzaklaşmak demek olan velâ ve berâ, İslam’ın ve tevhidin en önemli rükünlerindendir.

Bu rükün, herkesi Allah’a itaat ve rasulüne ittiba ölçülerine göre değerlendirip, mesafeyi buna göre şekillendirmeyi gerektirir. Bu yüzden Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’in ashabı arasında daha çok sevdiği, yakın olduğu kimseler ve daha az sevdiği kimseler mertebe mertebe idi. Şayet ashabından bir halîl (yakın dost) edinecek olsaydı Ebu Bekr radıyallahu anh’ı dost edinecek olduğunu, lakin kendisinin Allah’ın halili olduğunu bildirmiştir.

Velâ ve bera’yı savsaklamak ayakların kaymasının, akideden irtidatın sebebidir! İlmi fehmetmeme, anlayıştan mahrum edilme sebebidir!

Tevhid davetinin karşısındaki insanlar iki kısımdır. Bu davete temelden düşmanlık edenler ve bu davete düşmanlık etmese dahi onu benimsemeyenler!

Allah’ın rasulünde Allah’a ve ahiret gününe iman edenler için en güzel örnek vardır. (Ahzab 21) Dolayısıyla Tevhid davetinin karşısındaki insanlara karşı tutumda da Allah rasulünde en güzel örnek vardır. Burada özellikle akrabalar konusuna vurgu yapmak istiyorum.

Kur’ân’da Allah’ın halili olarak bildirilen İbrahim aleyhi's-selâm (Nisa 125) ve onunla beraber olan çok küçük bir azınlığın durumu şöyle haber verilir:

İbrahim ve onunla beraber olanlarda sizin için güzel bir örnek vardır. Hani kavimlerine demişlerdi ki: “Biz, sizlerden ve Allah dışında taptıklarınızdan uzağız. Sizi tanımıyoruz. Sizinle aramızda, siz Allah’a bir olarak iman edinceye kadar ebedi bir düşmanlık ve bir kin başgöstermiştir.” (Mumtehine 4)

İbrahim aleyhi's-selâm, Allah’a ve dinine düşmanlık eden babasına ve kavmine karşı bu düşmanlık ve kinini açıklayıp bunun gereğiyle hareket ettiği için Allah’ın halilidir. Bu davası yüzünden yaşadığı imtihanlarla yüzleşmiştir.

Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem Allah’ın halilidir, anne ve babasının, dedesi Abdulmuttalib’in cehennemlik olduklarını açıklamış, müşriklerin eziyetlerine karşı kendisine kol kanat geren Ebu Talib’in müşrik olarak öldüğünü ilan etmiştir. Diğer amcası Ebu Leheb’in küfrüne dair sure nazil olmuş, bir diğer amcası Abbas radıyallahu anh, iman ettiği halde zamanında hicret etmediği ve müşriklerin safında savaşa çıkarıldığı için ona zahirdeki hükmü olan müşrik esir hükmünü uygulamış, damadı Ebu’l-As’a da aynı hükmü uygulamış, kızı Fatıma dahi hırsızlık yapacak olsa elini keseceğini duyurmuş, İslam’ın hükümleri konusunda hiçbir akrabasına bir iltimas geçmemiştir. Bu konuda örnekler çoğaltılabilir. İşte bu yüzden O (sallallahu aleyhi ve sellem) Allah’ın halilidir.

Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem bu akrabalarının bir kısmı doğrudan doğruya tevhide düşmanlık etmişler, bir kısmı tevhide düşmanlık etmeseler de tevhidi benimsemedikleri için Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’in velâsından nasip alamamışlardır. Her ne kadar Abbas radıyallahu anh sonradan durumunu ıslah etmiş olsa da, tevhide gerektiği gibi sarılmadığı dönemlerde velâ’ya dahil olmamıştır.

İslam; tevhid ve sünnettir. Yani Allah’ı birlemek ve bu birlemede rasule ittiba etmektir. Bu da la ilahe illallah ve muhammedun rasulullah şehadetlerinin zorunlu iki temel şartıdır. Bu iki şarttan birinin eksik olması halinde İslam gerçekleşmez!

Sapık anlayışların yaygınlaşması sebebiyle bu iki şarttan birini eksik yapan müslüman olduğunu iddia etmeye devam ediyor ve “müslüman” sayılıyor! Fakat hakikat böyle değildir!

Sahih İslam’ı talep edenler için vela ve bera da bu noktada önem arz ediyor. Akidesini ve amellerini sahih delillerle düzeltme çabasında olan nice müslüman vardır ki, vela ve bera konusundaki ihmalkar ve umursamaz tavırlarından dolayı fıkıhtan mahrum kalıyor, hayatında birçok pürüzler yaşıyor!

Allah ancak hayrını murad ettiği kimseleri dinde fakih yani anlayışlı ve kavrayışlı kılar. Şirk ve bid’at ehline karşı uygulaması gereken berâyı uygulamayana Allah anlayış vermez.

Şirk ve bid’at ehli, kişinin soy bakımından en yakın akrabaları olsa dahi böyledir. Bu berânın eksikliği, hizlanın yani Allah tarafından yardımsız bırakılmanın en başta gelen sebeplerindendir.

Sahih akideyi ve sahih sünnete göre ameli benimsememiş olan akrabaların – akidene ve ameline düşmanlık etmiyor olsalar bile - senin evine misafir olabiliyorsa ya da sen ona misafir olup birlikte yeyip içmeye, sıradan sohbete devam ediyorsan, Allah için koyman gereken mesafeleri iptal etmişsin demektir! Bu aynı zamanda akrabalık bağlarını koparmak anlamına da gelir. Çünkü Sahih dini din edinmemiş olan akrabana karşı mesafe koymamışsan, onu bulunduğu yol üzerinde destekliyorsun demektir. Bu da akrabaya yapılacak en büyük kötülük ve kat’i rahimdir!

Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’in veya ashabının, aynı akide üzerinde olmadığı akrabalarıyla yakın ilişkilerde olduğuna, birbirlerine oturmaya gidip geldiğine örnek bulabilir misin? Bir de selefilik iddia ediyorsun?!

Selefe uyma davasında samimi isen bil ki sahabeden selefimiz, Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’in hadisi karşısında aldırmaz tutumda olanlarla ebediyen konuşmayacaklarına yemin ediyorlar, hatta aynı beldede yaşamak istemiyorlardı! Sen mi sahabeden daha doğru yoldasın yoksa vahye teslimiyeti yol edinmemiş olan akrabaların mı kendilerinden teberri edilen bu sahabelerden daha üstünler?

Akrabana, eşine, dostuna “cahil, bilmiyor” diyorsun, halbuki "bilmemek" kalıcı bir sıfat değildir! Vela ve berayı uygulamamak için bir sürü mazeretler üretiyorsun! 

Bu akidenin gerektirdiği tavrı koymuyor, çizgilerini net bir şekilde çizmiyorsun, böylece hakkı gizliyor, belirsiz hale getiriyorsun! Bu içinde gizli bulunan bir nifak sebebiyledir bilesin! Allah’ın katındakiler dışında, insanlardan bir takım menfaat beklentilerin vardır! Zahid olamamışsın!

Nebî sallallahu aleyhi ve sellem kitaplı kitapsız kafirlerden, bid’at ehlinden, fasıklardan, şeytandan, aylaklardan, bedevilerden ve her türlü bâtıl görüntüsü veren unsurdan farklı olmayı emretmiş, ashabını bu esas üzere eğitmiş ve “Kim kendisini bir topluluğa benzetirse onlardandır” buyururak çok net bir çizgi belirlemiştir.

Bu kuralı ihmal eden – istisnasız - herkesin, kendilerinde ortaya çıkmasa bile çoluk çocuklarında ciddi akidevi, amelî hasarların ortaya çıktığına şahit olunmaktadır. Çünkü şeytanın yol vermesiyle çoluk çocuk, sahih dinden gevşeme gördüğü her kapıdan dalış yapar, bunları meşru alternatifler zanneder! Allah’ın ve rasulünün yolunu yol edinmemiş olan amcasından, halasından, dayısından, teyzesinden, dedesinden, ninesinden, her birinden mutlaka kapacağı, örnek alacağı yanlışları kapar, şeytan bunları ihmal ettirmez.

Aman dikkat et, velâ ve berâyı uygulamakta sebat et, bu kuralı uygulamayan kimse, dindar bir müslüman olsa bile onun dahi evine gidip gelme, misafirlik etme!  Zira o takva sahibi değildir, Allah’tan sakınanlardan değildir! Sen uyguluyor da eşin uygulamıyorsa yine, başka müslümanları tehlikeye atıp misafir kabul etme! 

Ebu Said el-Hudrî radıyallahu anh’den: Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem buyurdu ki: “Ancak mü’min ile arkadaşlık et, yemeğini de ancak takva sahibi bir kimse yesin”[1]

Dinine düşmanlık etmeyen ve muhtaç durumda olan akrabalara, yakınlık kurmadan onların ihtiyaçlarını gidermen başka bir şeydir! Allah Azze ve Celle anne ve baba hakkında şöyle buyurmuştur:

Eğer onlar seni, hakkında bilgin olmayan bir şeyi bana ortak koşman için zorlarlarsa, onlara itaat etme. Onlarla dünyada iyi geçin.” (Lukman 15)

Bu ayet, sahabe hicret etmeden önce, Mekke döneminde nazil olmuştur. Sa’d b. Ebi Vakkas radiyallahu anh bu ayetin kendisi hakkında nazil olduğunu söylemiş ve şöyle anlatmıştır:  

“Ben anneme karşı iyilik eden bir kişi idim. Ancak müslüman olduğum zaman annem: “Bu yaptığın da nedir? Ya bu dinini bırakırsın ya da ölene kadar yiyip içmeyeceğim. Öldüğüm zaman da annesinin katili diye ayıplanırsın” dedi. Ona: “Ey anne! Öyle yapma! Ben hiçbir şey için dinimi bırakmam” dedim. O bir gün ve bir geceyi yemek yemeden geçirerek takatten düşmüş olarak sabahladı. Aynı şekilde bir gündüz ve bir gece daha yemek yemeden geçirdi ve daha zayıf bir şekilde sabahladı. Durumun böyle olduğunu gördüğümde:

“Ey anne! Bilmiş ol ki eğer yüz canın olsa ve bütün canlarını bu şekilde birer birer versen yine de dinimden dönecek değilim. Dilersen ye, dilersen yeme” dedim. Bunun üzerine annem yemek yedi ve bu ayet nazil oldu.”[2]

Henüz genç yaşta bulunan ve ailesinin evinde kalmak durumunda olan Sa’d b. Ebi Vakkas radıyallahu anh şirk konusunda annesine itaat etmemiş, ona kaba da davranmamıştır. Neticede annesi tavrından vazgeçmek zorunda kalmıştır.

Ayette geçen “ve sahibhuma fi’d-dunya ma’rufa/onlarla (anne ve babayla) dünyada iyi geçin” kavli, fiillerde onlara iyi davranmak demektir.[3] Bazı âlimler “zorunlu hale gelmedikçe onları öldürmemek ve onlara silah çekmemektir” demişlerdir. Nitekim Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem, Hanzala b. Ebi Amir’e müşrik olan babasını öldürmeyi yasaklamıştı. Bazıları da, “öldükleri zaman cenaze işlerini üstlenmektir” demişlerdir. Nitekim Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem, Ebu Talib öldüğü zaman onun oğlu olan Ali radıyallahu anh’e: “Git onu göm” buyurmuştur. Bazısı da kâfir olan baba muhtaç ise ona infak etmeyi bu ayet kapsamında zikretmiştir.[4]

Kabilelerinden ayrılmaya ve ana babasının çatısı altında kalmaktan kurtulmaya gücü yetmeyen kimselerin de, ana babasına, Allah’a isyan içermeyen konularda itaat etmesi bu ayetin kapsamındadır.

Lakin sahabeler hicret edip Medine’nin mü’minlerin yurdu olmasından sonra durum böyle devam etmemiş, baba ile oğul, kardeşler, akrabalar kıtal saflarında karşı karşıya gelmişlerdir.

Vahyin doğrultusunda hayatlarını yaşayabilmek için kabilelerinden, yakınlarından ayrılmak durumunda kalan ve buna güç yetirenler övülen gariplerdendir:

Ebu Hureyre radiyallahu anh dedi ki: “Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

Muhakkak ki İslam garip başlamıştır, tekrar başladığı gibi garip haline dönecektir. Gariplere müjdeler olsun.” Denildi ki: “Ey Allah’ın rasulü! Garipler nedir” Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

Kabilelerinden ayrılanlardır.”[5]

Allah’ın mekrinden sakın emin olma! Aksi halde, Allah’a ve rasulüne yan çizmelerine rağmen yakınlık göstermeye devam ettiğin akrabalar, kıyamet gününde kendilerinden kaçacağın akrabalara dönüşürler

Kişi o gün kardeşinden kaçar; Annesinden ve babasından da; Eşinden ve çocuklarından da” (Abese 34-36)

Bu toptan sarılmamız gereken Allah’ın ipidir. Dostluk ve düşmanlık, sevgi ve nefret, yakınlık ve uzaklık Allah için olmak zorundadır ve Allah için olması gereken bu sevgi ve nefrete başka gayeler, menfaatler ortak koşulmamalıdır. Hepimizin kalpleri Rahman’ın parmakları arasındadır. Sevgide ve nefrette Allah’ı tevhid etmezsek, O dilediğini saptıran, dilediğini hidayet edendir.

Allah Azze ve Celle rızasını ve kulların kurtuluşunu vela ve bera akidesine bağlamıştır:

Allah’a ve ahiret gününe iman eden hiç bir kavmin, Allah’a ve rasulü’ne muhalefet eden kimselere, babaları, oğulları, kardeşleri veya aşiretleri olsa bile sevgi beslediklerini göremezsin. Kalplerine imanı yazmış ve kendisinden bir ruh ile onları desteklemiştir. Onları, altından nehirler akan cennetlere sokacaktır; orada süreklidirler. Allah, onlardan razı olmuş, onlar da O’ndan razı olmuşlardır. İşte bunlar Allah’ın fırkasıdır. Dikkat edin şüphesiz Allah’ın fırkası kurtuluşa erenlerin kendileridir.” (Mucadele 22)



[1] Tirmizî (2395) Ebû Dâvûd (4832) İbn Hibbân (554, 560) Bkz.: el-Elbani, Sahihu’l-Cami (7341)

[2] Sahih ligayrihi. Vahidi Esbabu’n-Nuzul (s.230) Taberânî Tefsir (6/163) Şeceri Emali (2002) İbn Asakir (20/331)

[3] Zeccac Meani’l-Kur’an (4/197) Nehhas Meani’l-Kur’an (5/286)

[4] Bkz: Cessas Ahkamu’l-Kur’ân (2/243, 3/458) Cessas Şerhu Muhtasari’t-Tahavi (5/306, 7/190) Maturidi Tevilatu’l-Kur’an (3/171)

[5] Buhârî ve Muslim'in şartlarına göre sahih. Herevi Zemmu’l-Kelam (1470) Muslim muhtasar olarak (145)

Meclislerin Keffareti

Meclislerin Keffareti
"Subhâneka'llâhumme ve bihamdik ve eşhedu en lâ ilâhe illâ ente estağfiruke ve etûbu ileyk" (Taberani 10/164, el-Elbânî Sahîhu'l-Câmi (4487)