Sözlerin en doğrusu Allah'ın kelamı, yolların en hayırlısı Muhammed Aleyhisselam'ın yoludur. Dinde her sonradan çıkarılan şey bidattir.Her bidat sapıklıktır ve her sapıklık da cehennemdedir (Muslim no: 867)

Duâ

Duâ

31 Mart 2024 Pazar

Gayri Menkullerin Zekatı Hakkında Alimlerin Fetvalarının Özeti

 1- Gayri menkuller zekata tabi mallardan değildir. Bu yüzden bu konuda asıl, ticari amaçlı olanları dışında gayri menkullerden zekat verilmemesidir.

2- Gayri menkulleri kişi konut, depo veya bir şekilde şahsi kullanımı için edinmişse alimlerin ittifakıyla bunlardan zekat gerekmez.

3- Ziraat arazilerinde zekat yoktur. Ancak bu arazilerin mahsullerinden zekat gerekir.

Fakat kişi ticaret gayesiyle arsa veya tarla almış olup satana kadar bu arazide ziraat yaparsa mahsulünden öşür verir ve arazinin değeri üzerinden zekat verir. Çünkü bunda iki hak vardır, biri sebebiyle diğer hak düşmez.

Zekeriya el-Ensari rahimehullah şöyle demiştir: “Ticaret için edinilen arazide ziraat yapılırsa her biri kendi hükmündedir. Ziraat mahsulünden zekat (öşür) ve ticari araziden zekat gerekir.”[1]

4- Kişinin yatırım, kiralama veya gelirinden faydalanma amacıyla edindiği gayri menkulun değeri üzerinden zekât yoktur. Ancak kiradan elde ettiği gelirin üzerinden bir sene geçmesi ile bu gelirin zekâtını verir.

Kiraya verilen ev, eşyalı daire, otel, depo ve binalar için alimlerin geneline göre (değeri üzerinden) zekat gerekmez.   

5- Bir kimsenin ticaret niyetiyle edindiği gayri menkul konusunda alimlerin geneli zekat gerektiğini söylemişlerdir.

Ticaret niyeti ile kastedilen, ondan kar elde etmek için bu mülkü edinmeyi amaçlamaktır.[2]

Gayri menkulü mücerret olarak satmak istemek ise onun ticaret malı olduğu anlamına gelmez. Çünkü mal satmak, metadan kurtulmak, bazen istememek, mali sıkıntı çekmek veya benzeri birçok sebeple olabilir. Ticaret ise: ondan kazanç ve kâr elde etme niyetiyle satmaktır.

Şeyh İbn Useymin, bir adamın satın aldığı ve üzerine inşa etmek istediği bir arazisi varsa ve daha sonra bu niyetini değiştirip ondan vazgeçtiği için satmaya niyet ederse veya bir kişinin arazisi varsa ve ihtiyacı varsa, ihtiyaçlarını karşılamak için bunlardan birini satmaya niyet ettiğini söyleyen kimse hakkında şöyle demiştir:

"Ne bunda ne de ondan öncekinde zekat ödemek zorunda değildir, çünkü burada ticaret için satmaya niyet etmemiştir. Fakat ilk meselede ondan vazgeçtiği için satmaya niyet ediyor. İkinci meselede ise onun değerine olan ihtiyacından dolayı satmaya niyet etmiştir. Ticaret malı sahibi ise böyle değildir. O kâr için bekler, başlangıçta onu edinme niyeti sadece ticaret içindir"[3]

6- Eğer gayri menkulü edindiği sırada ticaret kastı kesin değilse veya belli bir niyeti yoksa bunda zekat gerekmez. El-Karafi de böyle söylemiştir.[4]

Şeyh İbn Useymin'e şöyle soruldu: “Kişinin bir arazisi var ve bu konuda farklı niyetleri var. Onu satıp satmamek, inşa edip etmemek, kiralamak veya içinde yerleşmek konusunda kararsız. Bu mülkü edinmesi üzerinden bir sene geçmesiyle zekatını vermesi gerekir mi?” İbn Useymin şöyle cevap verdi:

"Bu arazide, niyetini ticaret olarak kesinleştirmediği sürece aslen zekat gerekmez. Çünkü kendisi tereddüt etmektedir. Bu tereddütü yüzde bir oranında olsa bile ona zekat gerekmez.”[5]

7- Gayri menkul hem ticaret için ve hem yerleşmek için edinilmiş de bundan sonra ticaret yapmaya niyet edilmişse bunda zekatın gerekip gerekmediği konusunda ihtilaf edilmiştir. İhtiyatlı olanı zekat gerektiği görüşüdür.

8- Ticaret niyetiyle edinilen gayri menkul hakkında sonradan kişi niyetini değiştirip ondan faydalanmaya veya kiralamaya niyet ederse bunda zekat yoktur. Çünkü niyetin şartı, onu edinmesinden itibaren üzerinden bir senenin geçmesidir. Bir sene dolmadan niyeti değişirse zekat sakıt olur. Nevevi bu konuda ittifak zikretmiştir.[6]

9- Gayri menkulü hem ticaret hem de ekip biçmek için edinirse, aslolan mülk edinme gayesidir. Eğer kullanmak amacıyla aldığı yerden kar ederse bunda zekat yoktur. Eğer ticaret amacaıyla edindiği yerden onu satıncaya kadar faydalanırsa o araziyi satıncaya kadar her sene zekat gerekir.

Aynı şekilde satmadan önce belli bir müddet faydalanma niyetiyle arazi edinmişse ona zekat gerekir. Çünkü ondan faydalanmış olması, o arazinin ticaret amaçlı edinilmiş olmasını ortadan kaldırmaz.

10- Eğer ticaret amacıyla edinilen gayri menkul konut inşaat aşamasında kalmaya devam ediyorsa, satışa sunulmuş olsa veya inşaat tamamlanıncaya kadar satılmayacak olsa bile, mevcut değeri üzerinden zekatı ödenmesi gerekir.  

11- Sahibinin yüksek fiyat beklediği mülk, yıllarca kalsa bile her yıl değerine göre zekât ödenmesi gerekir. Uzak bir gelecekte ondan kar elde etmek amacıyla bir mülk satın almak, onun üzerindeki zekatını düşürmez.

Bu, rağbet zamanını ve değerinin artmasını bekleyerek şehirden uzak yerde alınan dükkanları da kapsar. Geleceğe dair bu satma niyetinden dolayı zekatı gereklidir. Âlimler bunu "pusudaki tüccar" diye isimlendirir. Bu konudaki görüşlerin en sahihi, âlimlerin çoğunluğunun zekâtın kendisine her yıl farz olduğu şeklindeki görüşüdür.

12- Kişinin malını muhafaza etmek (yatırım) maksadıyla satın aldığı gayri menkulde, zekat yoktur. Ancak bu işte zekattan kaçmayı kastederse o başka!

13- Kişi ticari bir gayri menkul alır da teslim almadan önce üzerinden bir sene geçerse onun zekatını vermesi gerekir. Çünkü mülk sözleşme yapılır yapılmaz alıcıya ait olur ve onu teslim almaya muktedirdir.

Şeyh İbn Useymin'e soruldu: “Kişi ticaret amacıyla belli bir para karşılığında bir arazi satın alıyor. Bu adam henüz arazinin tapusunu teslim almadı. Ona zekat gerekir mi?” İbn Useymin dedi ki:

“Evet, tapusunu almamış olsa bile bu arazide zekât vermek zorundadır. Satış gerçekleşmiş ve bağlayıcılık sabit olmuştur. Ticaret malının zekatını vermelidir. Nisaba ulaşan bir miktardaysa değerinin kırkta birini zekat olarak verir.”[7]

14- İpotekli gayrimenkul: Ticaretle uğraşmak için edinilmişse zekât gerekir.

Şeyh İbn Baz dedi ki: “Eğer ticaret için edinilmiş gayri menkul ipotekli ise, zekatını vermek zorundasınız. Eğer ticaret için olmayıp, yerleşme veya kiralama gibi amaçlarla edinilmiş olup hakkını ödeyene kadar ipotekli ise, zekat gerekmez.”[8]

15- Ticari gayri menkülün sahipleri ortak iseler her biri, eğer nisap miktarına ulaşmışsa kendi payına düşen kısmın zekatını verir. Alimlerin cumhurunun görüşü budur. Şeyh Bekr Ebu Zeyd de bu şekilde fetva vermiştir.[9]

Şafii mezhebinde her ferdin payının nisap miktarına ulaşması değil, toplam malın nisap miktarına ulaşması esas alınmaktadır. Buna göre ortaklardan birinin payı nisap miktarına ulaşmasa bile toplam malın nisap miktarına ulaşması halinde zekat verir. Şeyh İbn Useymin de bu görüşe meyletmiştir.

16- Fakirler gibi genel halka iyilik için vakfedilmiş gayri menkullerde zekat yoktur.

17- Satış değeri olduğu sürece zekat açısından gayri menkulün revaç görmesi veya görmemesi fark etmez. Bu, alimlerin çoğunluğunun görüşüdür, çünkü ticaret mallarında, kazandırıp kazandırmadığına itibar edilmez.[10]

18-  Gayrimenkul hisse paylarında, ticaret mallarının zekatı ödenir. Çünkü bu emlak şirketleri ticaret yapmak amacıyla arazi satın alıyorlar. Hissedar, hisseyi edinmesinden bir sene geçince bu şirketteki hisselerinin zekatını kırkta bir olarak ödemelidir.

19- Hacizli gayri menkuller ve sorunlu hisselerde zekat yoktur. Tesisler, okullar vb. gibi haciz konulan araziler gibi, sahiplerinin tasarrufta bulunmaktan alıkonulduğu gayri menkullerde zekat yoktur. Ancak sahibinin onda tasarruf imkanı olursa, bu imkanın oluşmasının üzerinden bir sene geçmesiyle zekatını vermek gerekir.[11]

Sorunlu gayrimenkul hisselerinin yanı sıra şirket yönetiminden kaynaklanan dolandırıcılık sebebiyle devlet düzenlemelerindeki engeller veya o mülk üzerinde bulunan haklar gibi, mal sahibinin elden çıkaramayacağı gayrimenkul hissesi üzerinde zekat yoktur.

20- Gayri menkul,  edinilmesinin üzerinden bir sene geçmesiyle, o andaki piyasada değeri üzerinden zekâtı verilir. Satın almış olduğu sıradaki değerinden azalmış veya artmış olması fark etmez.



[1] Esne’l-Metalib (1/385)

[2] Bkz.: Merdavi el-İnsaf (3/154)

[3] Fethu Zi’l-Celal (6/173)

[4] Bkz.; ez-Zahira (3/18)

[5] İbn Useymin Mecmuu Fetava (18/232)

[6] Bkz.: el-Mecmu 6/49)

[7] Mecmuu Fetava ve Resailu’l-Useymin (18/234)

[8] Fetava Nurun Ale’d-Derb (15/43)

[9] Fetava Camia Fi Zekati’l-Akar (s.12)

[10] Bkz.; Fetava’l-Lecneti’d-Daime (8/102)

[11] Bkz.;el-Mesailu’l-Mustedice Fi’z-Zekat (s.87)

26 Mart 2024 Salı

Akide ve Menhec Yayınevinin Çalışmalarıma Yaptığı Müdahalelerden Beriyim!

 

Bana tercüme için teklif edilen kitaplardan selefin menhecine uygun ve faydalı gördüğüm bazı kitapları ilmin ulaşmasına katkı olması amacıyla piyasanın çok altında bir ücretle tercüme ve tahkik ettim. Ancak tercüme için aracı olan kişiler bu kitapları bozuk menhec üzerinde olanlara ait yayınevlerine bastırmaları için veriyorlar ve bu çalışmaların baskıdan önceki son hali bana arz edilmeden yayınlanıyor!

Sözü geçen yayınevleri tarafından bu kitaplara bazı müdahaleler yapılmış ve açıklamalar düşülmüş, bana ait takdim yazıları çıkarılmış, çalışmada adımı Ebu Muaz Seyfullah el-Çubukâbâdî şeklinde yazmış olmama rağmen, ismim “Yücel Erdoğmuş” şeklinde yazılarak haince tedlis yapılmıştır!

Bu tedlis, yayınevinin hakkı ulaştırmak yerine ticari kaygıları ön planda tutarak hak hukuk tanımadığının göstergesidir! Zira haktan hiç hoşlanmayan bid’at ehli, kitaplarda sünnet ehli birinin ismini görünce şeytanları rahatsız olmakta ve allerji duymaktadırlar!

Akide ve Menhec yayınları tarafından yayınlanan İmam Ahmed’in Rasule İtaat adlı kitabında, kitabın müellifine ulaşan isnad zincirimden benim adım çıkarılmıştır!  

Bu kitaba yayınevi bir takdim eklemiş, İmam Berbehari'nin ittibayı kastederek kullandığı yanlış bir cümle olan "Din taklidden ibarettir" şeklindeki sapıkça bir sözü eklemişlerdir.

Doğrusu din, delile ittibadan ibarettir. Taklid ise haramdır! İmam Berbehari ise ittibayı kastederek, maksadını aşan yanlış bir söz kullanmıştır! Şayet mezhep taklitçilerinin taklidi gibi bir taklidi kastetmiş olsaydı dahi bu söz, imamın yüzüne çarpılması gereken, kitap, sünnet ve selefin menhecine aykırı bir söz olurdu! 

İbn Mende'nin Cehmiyye’ye Reddiye kitabının arka kapağına "Kendini sünnete nispet eden mürtedlerin durumu tam da budur..." şeklinde, Harici havlamalarından biri olan bir cümle konulmuştur.

Bizim akidemizde kendisini İslam’a ve sünnete nispet eden birinin hükmünü İslam kadısı vermedikçe ona mürted deme gibi bir hadsizliğe yer yoktur! Bu yüzden seleften imamlarımız küfür inancını ortaya koyan ve savunan sapıklık önderleri hakkında zındık, münafık kâfir gibi lafızlar kullanmışlar, yetkili kadılar hükmetmedikçe mürted tabirini kullanmamışlardır.

Taklidi din sayan yayınevi mensupları, kendisini İslam’a ve sünnete nispet eden bir kimseye mürted deme konusunda kendilerine Haricilerden başka taklid edecek bir imam bulabilmişler midir ki böyle habis bir söze cüret ediyorlar?!

Çalışmalarıma izin almadan müdahalede bulunan, baskıdan önce son arzı yapmayan yayınevlerine hakkımı helal etmiyorum ve hakkın içerisine karıştırdıkları bâtıl sözlerden berî olduğumu ilan ediyorum!

Şu anda Hallal'ın el-emru bi'l-Maruf, İbn Mende'nin Cehmiyyeye reddiye, İmam Ahmedin Rasule itaat kitapları Akide ve Menhec yayınevi tarafından basılmış olup, ileride basılması muhtemel çalışmalarım da bu yayınevi tarafından, müdahale yapılıp da bana son şekli arz edilmeden yayınlanırsa rızam dışındadır duyrulur!

Baskı bekleyen çalışmalarımdan bazıları:

İbn Vaddah el-Bid'a ve'n-Nehyu Anha,

Ebu Nasr es-Siczi Zubeyd Halkına Mektub (Kelama reddiye),

Ebu Osman es-Sabuni Akidetu’s-Selefi Ashabi’l-Hadis,

Zehebi Allah’ın El Sıfatı...


16 Mart 2024 Cumartesi

Güneşin Battığını Gözlemek İçin Yüksek Yere Çıkmak Gerekir mi?

İbn Huzeyme Sahih’inde (2061) ve ondan naklen İbn Hibban (8/278), Muhammed b. Ebi Safvan – Abdurrahman b. Mehdi – Sufyan – Ebu Hazım - Sehl b. Sa’d radıyallahu anh yoluyla rivayet ediyorlar; Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem buyurdu ki;

لَا تَزَالُ أُمَّتِي عَلَى سُنَّتِي مَا لَمْ تَنْتَظِرْ بِفِطْرِهَا النُّجُومَ قَالَ وَكَانَ النَّبِيُّ صَلَّى اللهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ إِذَا كَانَ صَائِمًا أَمَرَ رَجُلًا فَأَوْفَى عَلَى شَيْءٍ فَإِذَا قَالَ غَابَتِ الشَّمْسُ أَفْطَرَ

Ümmetim iftar için yıldızları beklemedikçe sünnetim üzere devam ederler.” Nebî sallallahu aleyhi ve sellem oruçlu olduğu zaman bir adama bir şeyin üzerine çıkmasını söyler, güneşin battığını söylediği zaman iftar ederdi.”

İbn Huzeyme bu rivayetin ardından şöyle demiştir; “İbn Ebi Safvan bize böyle rivayet etmiştir. Korkarım ki son cümle Sehl b. Sad radıyallahu anh’den değildir. Belki bu söz es-Sevri veya Ebu Hazım’a ait olup hadise idrac edilmiştir.”

Hâkim de (1/599) bunu Muhammed b. Ebi Safvan es-Sekafi – Abdurrahman b. Mehdi – Sufyan – Ebu Hazım – Sehl b. Sa’d radıyallahu anh yoluyla rivayet etmiştir. Onun lafzı şu şekildedir;

لا تزال أمتي على سنتي ما لم تنتظر بفطرها النجوم وكان النبي صلى الله عليه وسلم إذا كان صائما أمر رجلا فأوفى على نشز فإذا قال قد غابت الشمس أفطر

Ümmetim iftar etmek için yıldızları beklemedikleri sürece sünnetim üzere devam ederler.” Nebî sallallahu aleyhi ve sellem oruçlu olduğu zaman bir adama yüksek bir yere çıkmasını söyler, güneşin battığını söylediğinde iftar ederdi.”

Hakim dedi ki; “Bu hadis şeyhaynın şartı üzeredir, o ikisi (Buhârî ve Muslim) bu siyak ile rivayet etmediler. Bu isnad ile es-Sevri ancak; “İnsanlar iftarda acele ettikleri sürece hayırda olurlar” lafzıyla rivayet etti.”

Hakim’in “Şeyhayn’ın şartı üzere sahih” demesi hatadır. Muhammed b. Ebi Safvan sika olsa da Buhârî ve Muslim ondan rivayette bulunmamışlardır.”

İbn Huzeyme’nin idrac şüphesi yerinde gözüküyor. Çünkü

1- Muhammed b. Hasen eş-Şeybani Muvatta’da (2/184) İmam Malik – Ebu Hazım b. Dinar – Sehl b. Sa’d radıyallahu anh yoluyla Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem buyurdu ki:

لَا يَزَالُ النَّاسُ بِخَيْرٍ مَا عَجَّلُوا الْفِطْرَ

İnsanlar iftarda acele ettikleri sürece hayırda olurlar” lafzıyla rivayet etti. Ziyade açıklamayı zikretmedi.

2- Buhârî Sahih’te (1957) Abdullah b. Yusuf – Malik – Ebu Hazım – Sehl b. Sa’d radıyallahu anh yoluyla aynısını rivayet etti, ziyade açıklamayı zikretmedi.

3- Muslim Sahih’te (1098) Yahya b. Yahya – Abdulaziz b. Ebi Hazım – babası – Sehl b. Sa’d radıyallahu anh yoluyla aynısını rivayet etti, ziyade açıklamayı zikretmedi.

4- Muslim Sahih’te (1098) Kuteybe b. Said – Yakub – Ebu Hazım – Sehl b. Sa’d radıyallahu anh yoluyla

5- yine Muslim (1098)  Zuheyr b. Harb – Abdurrahman b. Mehdi – Sufyan – Ebu Hazım – Sehl b. Sa’d radıyallahu anh yoluyla aynısını rivayet etti, ziyade açıklamayı zikretmedi.

6- Ahmed b. Hanbel (Musned 5/336); Abdurrahman b. Mehdi ve İshak b. Yusuf el-Ezrak – Sufyan (es-Sevrî) – Ebu Hazım – Sehl b. Sa’d yoluyla aynı lafızla rivayet etti, ziyade açıklamayı zikretmedi.

7- İbn Huzeyme (2059) Yakub b. İbrahim ed-Devraki – İbn Ebi Hazım – babası – Sehlh b. Sa’d radıyallahu anh yoluyla ziyade açıklama olmadan rivayet etti

8- İbn Huzeyme (2059) ve Tirmizî (699); Muhammed b. Beşşar – Abdurrahman (b. Mehdi) – Sufyan – Ebu Hazım – Sehl b. Sa’d radıyallahu anh yoluyla ziyade açıklama olmadan rivayet etti

9- İbn Huzeyme (2059) Cafer b. Muhammed – Veki – Sufyan – Ebu Hazım – Sehl b. Sa’d radıyallahu anh yoluyla ziyade açıklama olmadan rivayet etti.

10- İbn Hibban (8/273) Muhammed b. Said b. Sinan et-Tai – Ahmed b. Ebi Bekr – Malik – Ebu Hazım – Sehl b. Sa’d radıyallahu anh yoluyla, ziyade açıklama olmadan rivayet etti.

11- İbn Hibban (8/275) Muhammed b. el-Hasen b. el-Halil – Hişam b. Ammar – Ebu Hazım – Sehl b. Sa’d radıyallahu anh yoluyla ziyade açıklama olmadan rivayet etti

Bu şekilde listeyi uzatmak ve onlarca tarik zikretmek mümkündür. Bu kadarını yeterli görüp sözü uzatmamak için burada kesiyorum.

Neticede “Nebî sallallahu aleyhi ve sellem oruçlu olduğu zaman bir adama bir şeyin üzerine çıkmasını söylerdi,,,” şeklindeki cümle Sehl b. Sa’d radıyallahu anh’ın sözü olmayıp O’nun sözüne idrac edilmiştir.

Sehl radıyallahu anh’den rivayette bu ziyadeyi sadece Muhammed b. Ebi Safvan es-Sekafi zikretmiştir. Bu idrac edilen açıklama ancak metruk bir ravi olan Muhammed b. Ömer el-Vakidi yoluyla gelen rivayette geçmektedir;

Heysemi Mecmau’z-Zevaid’de (3/155) Taberânî’nin Mu'cemu'l-Kebîr’de Ebu’d-Derda radıyallahu anh’den şu lafızla rivayet ettiğini zikretti;

كَانَ رَسُولُ اللَّهِ صلى الله عليه وسلم إِذَا كَانَ صَائِمًا أَمَرَ رَجُلًا ‌يَقُومُ ‌عَلَى ‌نَشَزٍ ‌مِنَ ‌الْأَرْضِ فَإِذَا قَالَ قَدْ وَجَبَتِ الشَّمْسُ أَفْطِرْ

“Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem oruçlu olduğu zaman bir adama yüksek bir yerde durmasını söyler, bu adam güneşin battığını söylediği zaman iftar ederdi.”

Heysemi dedi ki; “İsnadında el-Vakidi vardır, o zayıftır.”

Bu rivayet Taberani’nin Mu’cemu’l-Kebir kitabının günümüze ulaşmayan kısımlarında yer almış bir rivayettir. Hafız İbn Kesir Camiu’l-Mesanid kitabında (11872-73) Taberani’nin isnadını şu şekilde zikreder; “el-Vakidi – Ebu Bekr b. Ebi Şeybe – Abdullah b. Muslim – Cubeyr b. Nufeyr – Ebu’d-Derda radıyallahu anh’den, Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem buyurdu ki;

لا تزال أمتى على سنتى ما تنظروا بفطرهم طلوع النجم أن رسول الله صلى الله عليه وسلم كان ‌إذا ‌كان ‌صائمًا ‌أمر ‌رجلاً فقام على نشر من الأرض فإذا قال قد رحب السماء أفطر

Ümmetim iftar etmek için yıldızın doğuşunu beklemediği sürece sünnetim üzere olmaya devam eder.” Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem oruçlu olduğu zaman bir adama yüksek bir yere durmasını söyler, bu adam “Güneş kayboldu” dediği zaman iftar ederdi.”

Bu rivayet gösteriyor ki, aslında Muhammed b. Ebi Safvan, el-Vakidi’den aldığı rivayetin metnini Sehl b. Sa’d radıyallahu anh’den gelen rivayetin metnine derc etmiştir. Zira hadisin merfu kısmındaki lafızda da sika imamların Sehl b. Sa’d radıyallahu anh’den rivayetleri; “İnsanlar iftarda acele ettikleri sürece hayırda olurlar” şeklinde iken, İbn Ebi Safvan ise; “Ümmetim iftar etmek için yıldızın doğuşunu beklemediği sürece sünnetim üzere olmaya devam eder” şeklinde rivayet etmiştir. Bu lafız ise Vakidi’nin Ebu’d-Derda radıyallahu anh’den rivayet ettiği hadisin lafzıdır. Dolayısıyla devamında gelen açıklama da Vakidi’nin rivayetinde gelen açıklamadır.

İbn Kesirin naklinde “kad rahabe’s-sema/sema genişledi” lafzı, muhtemelen istinsah hatasıdır. Doğrusu Heysemi’nin naklettiği gibi “Kad vecebetu’ş-şems/güneş kayboldu” şeklinde olan lafızdır.

Sonuç olarak, güneşin battığından emin olmak için yüksek bir yere çıkmak gerekmez, bu konudaki rivayetin aslı, metruk bir ravi olan el-Vakidi'nin Ebud-Derda radıyallahu anh'den münker rivayetidir ve bu rivayet Sehl b. Sa'd hadisine idraç edilmiştir. 

 Nitekim Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem ve ashabından akşam namazının vakti yahut iftar için güneşin battığından emin olmak üzere bu tür bir zorlama yapmadıkları sabit olmuştur.

Bir kimse ufku göremediği için yüksek bir yere çıkmak isterse buna da örnek vardır. İbn Abbas radıyallahu anhuma görme duyusunu kaybetmişti ve kölesi Ebu Cemre'yi evinin damına çıkarır, güneşi gözlettirir, onun haberine göre hareket ederdi.


10 Mart 2024 Pazar

Haricilerin Tagutun Tanımı Konusundaki Saptırıcı Bid'atleri

 Malum olduğu üzere ümmetin en üstün ilk üç neslinin alimleri (sahabe, tabiun ve tebau’t-tabiin) Kur’ân’da zikredilen Tagut kelimesiyle şeytanın kastedildiğinde ittifak etmişlerdir. Yine ilk üç nesilden olan seleften bazıları kendilerine şeytanların inmesi sebebiyle kâhinlere ve sihirbazlara da bu kelimeyi kullanmışlardır. Putların içine şeytanların girip insanları saptırmak için put adına konuşmaları sebebiyle putlara da tagut tesmiye edilmiştir. İmam Malik’in Allah’ın dışında ibadet edilen (ve bu ibadetten razı olan) herşeyi tagut olarak açıkladığı nakledilmiştir. Selefin ilk üç asrından sonraki alimler tagut kelimesinin lugavi anlamından hareketle sapıklığa çağıran herşeyin tagut olduğunu söylemişlerdir.

Son asırlardaki Hariciler ise Allah’ın indirdiğinden başkasıyla hükmeden bütün yönetici ve hakimlerin tagut olduğunu iddia etmişler, bunları tekfir etmeyi de imanın şartı saymışlar, tekfir etmeyenleri kâfir görmüşlerdir.

 Allah’ın indirdiğinden başkasıyla hükmeden ve insanları sapıklıklara zorlayan bu yöneticilere lügavî manada/mecazî olarak (elif lamsız nekre şekliyle) tagut denilebilir.

Nitekim Ebu Hureyre radıyallahu anh’ın rivayet ettiği rü’yet hadislerinden birinde şu ifadeler geçer;

فَيَتَّبِعُ مَنْ كَانَ يَعْبُدُ الشَّمْسَ الشَّمْسَ وَيَتَّبِعُ مَنْ كَانَ يَعْبُدُ الْقَمَرَ الْقَمَرَ وَمَنْ كَانَ يَعْبُدُ الطَّاغُوتَ الطَّاغُوتَ وَتَبْقَى هَذِهِ الْأُمَّةُ فِيهَا مُنَافِقُوهَا

“…Güneşe ibadet edenler güneşe tabi olurlar. Aya ibadet edenler aya tabi olurlar. Taguta ibadet edenler taguta tabi olurlar. Geride bu ümmet kalır ki aralarında münafıkları da vardır..”Darekutni Rüyetullah (29)

Bu hadiste de et-tagut ile şeytan kastedilmiştir. Sonra aralarında münafıkların da bulunduğu bu ümmet kalır. Şüphesiz münafıklar da aslen içlerinde gizledikleri küfür itikatlarıyla şeytana uyan kimselerdir. Onların mecazen taguta uydukları söylenebilir olsa da, açıkça şeytanî kanunları din edinen ve Allah’ın dininden başka dinleri benimseyen Tagut kullarından ayrı olarak zikredilmişlerdir!

Lakin sapıklık olan husus, bu münafık yöneticilerin mürted kâfirler olarak kabul etmeyi dinin zorunlu emri olarak, ayetlerde emredilen “tagutu tekfir” emrinin zorunluluğu olarak görmektir. Şüphesiz böyle bir anlayışın ilk üç asırdan salih seleften ve onlara güzellikle tabi olan âlimlerden bir öncüsü yoktur! Sonradan çıkarılmış bid’at bir görüştür. Son asırlardaki Hariciler de bu uydurulmuş anlayışı din edinirler, bu uydurma esasa göre dostluk ve düşmanlık bina ederler! Hatta tekfirlerini bu uydurma üzerine bina ederler!

İbrahim el-Harbî rahimehullah Garibu’l-Hadis’te “Tagutlar üzerine yemin etmeyin” hadisi hakkında şöyle demiştir;

وَهُوَ جَمْعُ طَاغُوتٍ وَهُوَ فِي كِتَابِ اللَّهِ الشَّيْطَانُ وَفِي مَوْضِعٍ كَعْبُ بْنُ الْأَشْرَفِ وَفِي مَوْضِعٍ الْأَصْنَامُ وَأَمَّا قَوْلُهُ {يُؤْمِنُونَ بِالْجِبْتِ وَالطَّاغُوتِ} فَاخْتَلَفَ فِيهِ الْمُفَسِّرُونَ

“Tavagit; tagutun çoğuludur. Tagut ise Allah’ın kitabında şeytan manasında geçmiştir. Bir yerde Ka’b b. el-Eşref, bir yerde putlar kastedilmiştir. “Cibte ve taguta iman ederler” (Nisa 51) ayetinde neyin kastedildiği hususunda ise ihtilaf etmişlerdir." Garibu’l-Hadis (2/642)

Sonra seleften tagutu şeytan, kâhin, putlar şeklinde açıklayanların sözlerini isnadlarıyla zikreder. Bu konuda seleften gelenlerin tamamı, tagut ile kastedilenin ya iblis ve tayfasından olan şeytanlar veya doğrudan şeytanla irtibat halinde bulunan kahinler, sihirbazlar gibi küfür önderleri olduğu şeklindedir.

Sonra İbrahim el-Harbî rahimehullah şöyle demiştir;

وَهَذَا كُلُّهُ لَهُ وَجْهٌ فِي النَّهْيِ عَنِ الْحَلِفِ بِالطَّوَاغِيتِ لِأَنَّ وَاحِدَهَا طَاغُوتٌ وَهُوَ الشَّيْطَانُ لِأَنَّ الشَّيْطَانَ فِي قَوْلِ أَبِي عُبَيْدَةَ كُلُّ فَائِقٍ فِي الشَّرِّ مُتَمَرِّدٌ فِيهِ مِنْ إِنْسَانٍ أَوْ دَابَّةٍ فَكَأَنَّهُ نَهَاهُمْ أَنْ يَحْلِفُوا بِعُظَمَائِهِمْ وَمَنْ جَازَ الْقَدْرَ فِي الشَّرِّ وَتَمَرَّدَ كَكَعْبِ بْنِ الْأَشْرَفِ وَحُيَيِّ بْنِ أَخْطَبَ وَهُوَ أَيْضًا - لِمَنْ قَالَ هِيَ الْأَوْثَانُ فَنَهَى عَنِ الْحَلِفِ بِهَا كَاللَّاتِ وَالْعُزَّى وَإِنْ كَانَ مَا رَوَى هِشَامٌ مَحْفُوظًا فِي قَوْلِهِ الطَّوَاغِي فَإِنَّهُ جَمْعُ طَاغِيَةٍ وَلَيْسَ مِنَ الطَّوَاغِيتِ فَيَجُوزُ أَنْ يَكُونَ نَهَى أَنْ يُحْلَفَ بِمَنْ طَغَى مِنَ الطُّغْيَانِ وَجَازَ الْقَدْرَ فِي الْكُفْرِ وَالشَّرِّ كَمَا قَالَ {إِنَّا لَمَّا طَغَى الْمَاءُ}

“Bütün bunlardan sonra tagutlar üzerine yemin etmekten yasaklanmasının açısı şudur: Tavagitin tekili “Tagut”tur ki o da şeytandır. Çünkü Ebu Ubeyde’nin açıklamasına göre şeytan, şer ve isyankârlıkta üstün gelen her insan veya hayvandır. Sanki onları şer ve isyankârlıkta sınırı aşan; Ka’b b. el-Eşref, Huyey b. Ahtab gibi ileri gelenleri üzerine yemin etmekten yasaklamış gibidir. Yine kastedilenin putlar olduğunu söylemiştir ki, yasak Lat ve Uzza üzerine yemin etmek hakkındadır. Eğer Hişam’ın rivayetindeki “et-Tavagî” lafzı mahfuz olsaydı, bu tagiye kelimesinin çoğuludur. Tavagit değildir. Bu durumda küfür ve şer konusunda haddini aşan her tugyan ehli hakkında kullanılması caiz olurdu. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur; “Su taştığı zaman” (Hakka 11)”Garibu’l-Hadis (2/644)

Bundan sonra İbrahim el-Harbî rahimehullah, tagâ ve tagiye kelimeleriyle tagut kelimesinin farklarına dair ayrıntılı açıklamalar yapmıştır.

Böylece Firavun hakkında kullanılan tagâ fiili, onun isyankarlıkta ve küfürde sınırı aşmasını ifade etmektedir. Yine putlar ve Rum kralları hakkında kullanılan “tagiye” kelimesi de taguttan başkadır.

Böylece anlaşılmaktadır ki, “et-Tagut” kelimesi başlı başına mustakil bir terimdir ve bu şeytan demektir. Kahinler ve sihirbazlar doğrudan şeytan ile irtibatta olup, şeytanın hükümlerinin aracıları oldukları için onlara da tagut denilmiştir. Yine putların içine şeytan girip insanları saptırmak için konuştukları için putlar hakkında da tagut terimi kullanılmıştır.

Allah’ın kanunlarına karşı azgınlık eden yöneticiler ile sapıklık önderleri ise doğrudan değil, dolaylı olarak şeytanla irtibatlı olduklarından onlar hakkında tagâ ve tagiye isimleri kullanılır. Bunlara tagut denmesi ise mubalağalı bir ifadedir. Lakin kişinin İslam’a girmesinin şartı olan “Tagutu tekfir”; şeytana, İslam’a girmeye engel olan herşeye uymayı, şirki ve şirkin davetçilerini reddederek Allah’a itaat etmektir.

İki şehadet kelimesini (Allah’tan başka ibadete layık hak ilah olmadığını ve Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’in Allah’ın kulu ve rasulü olduğunu) ikrar ederek İslam’a giren kimse zaten tagutu tekfir etmiş demektir. Bu ikrarı yerine getirerek müslüman olmuş kimseye, falan ve filan yöneticiyi kâfir saymadıkça müslüman olmayacağını, çünkü tagutu tekfir etmemiş olacağını söylemek ise asırlar sonra uydurulmuş bir bid’attir.

* Not: Bu yazıyı ilk yayınladığımda Ziyau'l-Makdisi'nin el-Muhtare kitabından Ebu Hureyre ve Sa'd b. Ebi Vakkas radıyallahu anhuma'dan gelen bir hadis zikretmiştim. Bu konuda uyarı yapıldı ve rivayeti tekrar kontrol ettim. Hadis metninde Taun kelimesi yerine "Tagut" kelimesinin el-Muhtare kitabında istinsah hatası olarak basılmış olduğunu gördüm ve hadisi bu yazıdan çıkardım.

İbn Mes'ud Radıyallahu Anh'ın "Hükümde Rüşvet Küfürdür" Sözü

 

Mesruk’un İbn Mes’ud Radıyallahu anh’den Rivayetleri

Seleme b. Kuheyl’in Mesruk’tan Rivayeti

Seleme b. Kuheyl rahimehullah’tan:

عَنْ عَلْقَمَةَ وَمَسْرُوقٍ أَنَّهُمَا سَأَلَا ابْنَ مَسْعُودٍ عَنِ الرِّشْوَةِ فَقَالَ مِنَ السُّحْتِ قَالَ فَقَالَا أَفِي الْحُكْمِ؟ قَالَ ذَاكَ الْكُفْرُ ثُمَّ تَلَا هَذِهِ الْآيَةَ وَمَنْ لَمْ يَحْكُمْ بِمَا أَنْزَلَ اللَّهُ فَأُولَئِكَ هُمُ الْكَافِرُونَ

“Alkame ve Mesruk rahimehumallah İbn Mes’ud radıyallahu anh’e rüşvet hakkında sordular. O da; “Suht’tandır” dedi. Dediler ki; “Hüküm hakkında mı?” İbn Mes’ud radıyallahu anh dedi ki;

“O küfürdür.” Sonra şu ayeti okudu; “Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyenler, işte onlar kâfirlerdir.” (Maide 44)”[1]

Ebu’d-Duha’nın Mesruk’tan Rivayeti

Muslim b. Subayh (Ebu’d-Duha) rahimehullah’tan: Mesruk rahimehullah dedi ki:

سَأَلْتُ ابْنَ مَسْعُودٍ عَنِ السُّحْتِ أَهُوَ الرُّشَا فِي الْحُكْمِ؟ فَقَالَ لَا مَنْ لَمْ يَحْكُمْ بِمَا أَنْزَلَ اللَّهُ فَهُوَ كَافِرٌ وَمَنْ لَمْ يَحْكُمْ بِمَا أَنْزَلَ اللَّهُ فَهُوَ ظَالِمٌ وَمَنْ لَمْ يَحْكُمْ بِمَا أَنْزَلَ اللَّهُ فَهُوَ فَاسِقٌ وَلَكِنَّ السُّحْتَ يَسْتَعِينُكَ الرَّجُلُ عَلَى الْمَظْلَمَةِ فَتُعِينُهُ عَلَيْهَا فَيُهْدِي لَكَ الْهَدِيَّةَ فَتَقْبَلُهَا

“İbn Mes’ud radıyallahu anh’e suht hakkında sordum ve: “O hükümde rüşvet almak mıdır?” dedim. Dedi ki:

“Hayır. Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyen bir kâfirdir. Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyen bir zâlimdir. Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyen bir fasıktır. Lakin suht, bir adamın haksızlık konusunda senden yardım istemesi ve senin de bu konuda yardım etmen, buna karşılık sana hediye verdiğinde onu kabul etmendir.”[2]

Ebu’d-Duha rahimehullah, Mesruk rahimehullah’tan, O da İbn Mes’ud radıyallahu anh’den rivayet ediyor:

سُئِلَ عَنِ السُّحْتِ؟ قَالَ الرِّشَا قِيلَ فِي الْحُكْمِ قَالَ ذَاكَ الْكُفْرُ

“İbn Mes’ud radıyallahu anh’e suht hakkında sorulunca: “Rüşvettir” dedi. “Hüküm konusunda mı?” denildi. Dedi ki:

“O küfürdür.”[3]

Salim b. Ebi’l-Cad’ın Mesruk’tan Rivayeti

Salim b. Ebi’l-Ca’d rahimehullah’tan; “Mesruk rahimehullah dedi ki:

سَأَلْتُ ابْنَ مَسْعُودٍ عَنِ السُّحْت أَهُوَ الرِّشوة فِي الْحُكْمِ؟ قَالَ لَا وَمَنْ لَمْ يَحْكُمْ بِمَا أَنْزَلَ اللَّهُ فَأُولَئِكَ هُمُ الْكَافِرُونَ وَالظَّالِمُونَ وَالْفَاسِقُونَ وَلَكِنَّ السُّحْت أَنْ يَسْتَعِينَكَ رَجُلٌ عَلَى مَظْلَمَةٍ فَيُهْدِيَ لَكَ فَتَقْبَلَهُ فَذَلِكَ السُّحت

“İbn Mes’ud radıyallahu anh’e; “Suht hükümde rüşvet midir?” diye sordum. Dedi ki:

“Hayır, Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyenler, işte onlar kâfirlerdir, zalimlerdir ve fasıklardır. Lakin suht, zulme uğramış bir kimseye yardım etmene karşılık onun sana hediye vermesi ve senin de bunu kabul etmendir. İşte suht budur.”[4]

Salim b. Ebi’l-Ca’d – Mesruk rahimehullah’tan rivayet ediyor:

كُنْتُ جَالِسًا عِنْدَ عَبْدِ اللَّهِ فَقَالَ لَهُ رَجُلٌ مَا السُّحْتُ؟ قَالَ الرِّشَا فَقَالَ فِي الْحُكْمِ؟ قَالَ ذَاكَ الْكُفْرُ ثُمَّ قَرَأَ {وَمَنْ لَمْ يَحْكُمْ بِمَا أَنْزَلَ اللَّهُ فَأُولَئِكَ هُمُ الْكَافِرُونَ}

“Abdullah b. Mes’ud radıyallahu anh’ın yanında oturuyordum. Bir adam ona dedi ki: “Suht nedir?” Dedi ki:

“Rüşvet almaktır.” Adam: “Hüküm konusunda olursa?” dedi. İbn Mes’ud radıyallahu anh dedi ki:

“O küfürdür.” Sonra “Allah’ın indirdikleriyle hükmetmeyenler kâfirlerdir” (Maide 44) ayetini okudu.”[5]

Açıklama

İbn Mes’ud radıyallahu anh’den namazın terkinin hükmü hakkında da şöyle rivayet edilmiştir:

El-Kasım b. Abdirrahman ve el-Hasen b. Sa’d dediler ki:

عَنِ ابْنِ مَسْعُودٍ أَنَّهُ قِيلَ لَهُ إِنَّ اللَّهَ جلّ وعزّ يُكْثِرُ ذِكْرَ الصَّلَاةِ فِي الْقُرْآنِ الَّذِينَ هُمْ عَنْ صَلَاتِهِمْ سَاهُونَ وَ عَلَى صَلَاتِهِمْ دَائِمُونَ وَ عَلَى صَلَاتِهِمْ يُحَافِظُونَ فَقَالَ ابْنُ مَسْعُودٍ عَلَى مَوَاقِيتِهَا قَالُوا مَا كُنَّا نَرَى ذَلِكَ إِلَّا عَلَى التَّرْكِ قَالَ ذَاكَ الْكُفْرُ

“İbn Mes’ud radıyallahu anh’e denildi ki; “Allah Azze ve Celle Kur’ân’da namazı çokça zikretmiştir. “Onlar namazlarından gafildirler” (Maun 5) “Namazlarında devamlıdırlar” (Mearic 23) “Namazlarını muhafaza ederler” (En’am 92) İbn Mes’ud radıyallahu anh dedi ki:

“Yani vakitlerini muhafaza ederler.” Dediler ki; “Biz bunun ancak namazı terk etmek hakkında olduğunu görüyoruz.” İbn Mes’ud radıyallahu anh dedi ki;

“O (namazın terki) küfürdür.”[6]

Bu rivayette de İbn Mes’ud radıyallahu anh: “zâke’l-kufr” ifadesini kullanmıştır.

Küfr kelimesi elif lamlı olarak el-Kufr şeklinde geldiği zaman, bununla küçük küfrün kastedildiğine dair bir delil veya karine bulunmadıkça bunda aslolan büyük küfrün kastedilmesidir.[7]

İbn Mes’ud radıyallahu anh, hükümde rüşvet yani haramı helal kılma veya helali haram kılma konusunda rüşvet almak suretiyle Allah’ın hükmünü değiştirerek hükümde bulunmanın (tebdilin) küfür olduğunu marifeli olarak “zâke’l-küfr” diye ifade etmiştir.

Bu yüzden İbn Teymiyye rahimehullah, İbn Mes’ud radıyallahu anh’ın namaz hakkındaki sözünü büyük küfrü kastettiğine yorumlamış ve şöyle demiştir:

“İbn Mesúd radıyallahu anh ve başkalarının sözünde de böyledir. Bununla beraber namazın vaktini geçirmek küfür değildir. Ancak namazı tamamen terk etmenin küfür olduğunu açıklamışlardır. Bu da ancak dinden çıkaran küfür hakkında söz konusu olur.”[8]

İbn Mes’ud radıyallahu anh’ın hükümlerde zulmetmek konusundaki sözünün zahiri de bunu göstermektedir. Bu da rüşvet verilmesi sebebiyle Allah’ın hükmünü gizlemek, sonra da başka bir yalan hükmü Allah’a nispet etmektir. Nitekim delil getirdiği ayetin akışı da buna delalet eder:

وَلَا تَشْتَرُوا بِآيَاتِي ثَمَنًا قَلِيلًا وَمَنْ لَمْ يَحْكُمْ بِمَا أَنْزَلَ اللَّهُ فَأُولَئِكَ هُمُ الْكَافِرُونَ

Ayetlerimi az bir bedel karşılığında satmayın! Kim Allah’ın indirdiği ile hükmetmezse işte onlar kâfirlerdir.” (Maide 44)

İbn Mesud radıyallahu anh’ın: “Hükümde rüşvete gelince bu küfürdür” demesini, İbn Abbas radıyallahu anhuma’nın Maide 44. Ayeti hakkında: “Küfrün altında bir küfür” şeklindeki tefsirine aykırı olarak ele almak cahilliktir.

Ehl-i sünnete göre rüşvetin küfür olmayıp büyük günahlardan olduğunda herhangi bir ihtilaf yoktur.

İbn Mes’ud radıyallahu anh’ın neyi kastettiğini iyi anlamak için şunların bilinmesi gerekir:

İbn Mes’ud radıyallahu anh’ın bu sözü Maide 42. Ayeti hakkında gelmiştir. Bu ayette şöyle buyrulur: “Onlar yalanı çokça dinleyicidirler ve suht (haram) yiyicidirler.”

Nitekim bu ayetin öncesinde şöyle buyrulur: “Onlar yalana kulak verirler ve sana gelmeyen başka bir kavmi dinlerler. Kelimeleri yerlerinden değiştirirler: “Şu verilirse onu hemen alın o verilmezse sakının” derler.” (Maide 41)

Yani Yahudiler, recm cezasını inkâr ettiler ve Tevrat’taki hükmü değiştirdiler. Dinde bu değişikliği yapmak için aldıkları rüşvet de suht/haram yemek olarak ifade edilmiştir.

Dolayısıyla İbn Mesud radıyallahu anh’ın sözü hiçbir yönden İbn Abbas radıyallahu anhuma’dan gelen rivayete aykırı değildir. Zira Allah’ın indirdiği ile hükmetmemenin büyük küfür olanı, dinin hükmünü değiştirmek, Allah’ın hükmünü inkâr etmek, beşeri hükmü Allah’a nispet etmek gibi durumlarda söz konusu olur.

İbn Abbas radıyallahu anhuma’nın küçük küfür diye nitelediği şey ise bu gibi büyük küfür olan durumlar söz konusu olmaksızın Allah’ın indirdiği ile hükmetmemek halindedir.

Nitekim gerek İbn Mes’ud radıyallahu anh’ın sözünü nakleden Taberi, gerekse Ehl-i Sünnet akidesine dair eserler yazan İbn Batta, Ebu Bekir el-Hallal gibi âlimler ve hatta bu sözü kendi aleyhlerine delil kabul eden ilk Hariciler dahi bu sözü başka bir anlama yorumlamamışlardır.

Evet, Taberi bu sözü, Maide 44. Ayetinde geçen küfrün küçük küfür olduğunu ifade edenler bölümünde zikretmiştir

İbn Batta (no:1013) “Sahibini dinden çıkarmayan küfre düşüren günahlar” başlığı altında, Mesruk rahimehullah dedi ki: İbn Mes’ud radıyallahu anh şöyle dedi:

‌الْجَوْرُ ‌فِي ‌الْحُكْمِ ‌كُفْرٌ وَالسُّحْتُ الرُّشَا

“Hükümde zulüm bir küfürdür. Suht ise rüşvettir.”

el-Hallal da, bu lafızla (1426)  aslı itibarıyla küfür olmayan bazı ameller hakkında da “küfür” ifadesinin kullanıldığını ispatlama sadedinde zikrettiği rivayetler arasında zikretmiştir.

Ebu Bekr el-Cessâs rahimehullah şöyle demiştir; “Hükümlerde rüşvet almanın haramlığı da bunlardandır. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur; “Ayetlerimi az bir bedel karşılığında satmayın!” (Maide 44) Yine; “Kim Allah’ın indirdikleriyle hükmetmezse işte onlar kâfirlerdir” (Maide 44) buyurmuştur. İbn Abbas radıyallahu anhuma dedi ki;

هُوَ فِي الْجَاحِدِ لِحُكْمِ اللَّهِ

“Bu Allah’ın hükmünü inkâr eden hakkındadır.”[9] Yine bunun Yahudile hakkında özel olduğu söylendi. İbn Mes’ud, el-Hasen ve İbrahim (en-Nehaî) dediler ki: “Bu geneldir.” Yani Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyip, başka bir hükmün Allah’ın hükmü olduğunu belirterek hükmetmek hakkında geneldir. Kim böyle yaparsa kâfir olur.”[10]

İbnu’l-Arabî rahimehullah dedi ki: “Allah Teâlâ’nın: “Kim Allah’ın indirdiği ile hükmetmezse işte onlar kâfirlerdir” (Maide 44) ayeti hakkında Tavus ve başkaları dediler ki:

لَيْسَ بِكُفْرٍ يُنْقَلُ عَنِ الْمِلَّةِ وَلَكِنَّهُ كُفْرٌ دُونَ كُفْرٍ

“Dinden çıkaran küfür değildir. Lakin küfrün altında bir küfürdür.”[11] Bunda farklı durumlar vardır. Eğer kendisinden olan hükmü Allah’ın katından diyerek hükmederse bu tebdildir (dinde değiştirmedir) ve (büyük) küfrü gerektirir. Eğer heva ve masiyet olarak bununla hükmederse o bir günahtır. Ehl-i Sünnet’in günahkârların bağışlanması hakkındaki esasına göre bu bağışlanabilir.”[12]

İbn Teymiyye rahimehullah şöyle demiştir: “Kişi, haram oluşunda icma bulunan bir şeyi helal saydığı veya helal oluşunda icma bulunan bir şeyi haram saydığı zaman yahut dinden oluşunda icma bulunan bir kuralı değiştirdiği zaman bütün fakihlerin ittifakıyla mürted bir kâfir olur. İki görüşten birine göre Allah Teâlâ’nın şu ayeti böylesi bir durum hakkında indirilmiştir; “Kim Allah’ın indirdiğiyle hükmetmezse işte onlar kâfirlerdir” (Maide 44) Yani bu Allah’ın indirdiğinden başkasıyla hükmetmeyi helal sayan hakkındadır… Üçüncüsü, değiştirilmiş din kuralı, Allah’a ve rasulü sallallahu aleyhi ve sellem’e yalan söylemek, insanlara bâtıl şahitlikte bulunmak ve benzerleri gibi apaçık zulümdür. Kim bu (değiştirilmiş hükmün) Allah’ın dininden olduğunu söylerse tartışmasız olarak kâfir olur. Mesela; “Kan ve leş helaldir” diyen kimse gibi. Şayet “Benim mezhebim (görüşüm) budur” derse dahi durum aynıdır.”[13]

Bu açıklamalar ortaya koymaktadır ki, İbn Abbas radıyallahu anhuma’nın Maide 44. Ayetinin tefsiri hakkında söylediği “Küçük küfür” veya “küfrün altında bir küfür” sözü ile İbn Mes’ud radıyallahu anh’ın aynı ayet hakkında söylediği şey birbirine zıt sözler değildir.

Bilakis İbn Abbas radıyallahu anhuma, Allah’ın indirdiği hükmü inkâr etmediği halde onunla hükmetmeyenin küfrünün dinden çıkarmayan küçük küfür, yani büyük günah olduğunu ifade etmektedir.

İbn Mes’ud radıyallahu anh’ın sözü ise dünyalık menfaatler karşılığında Allah’ın dinini satan, Allah’ın hükmünü değiştirerek uydurulmuş hükmü Allah’a ve dinine nispet eden, yani Allah’ın dininde tebdilde bulunanın küfrünün büyük küfür olduğu hakkındadır.

Böylece Huzeyfe radıyallahu anh’ın Maide 44. Ayetinin kitap ehlini de, bu ümmeti de kapsadığını ifade etmesi de aynı şeyi ifade eder. Yani bu ümmetten birileri de Yahudilerin yaptıkları gibi Allah’ın dininde tebdilde bulunmaya kalkarsa elbette kâfir olur.

Nitekim plandemi senaryosunda binlerce müslüman ok gibi Allah’ın dininden irtidat etmişler, âlimleri dünyalık menfaatler için üzerinde kitap, mütevatir sünnet ve icma bulunan apaçık dini hükümleri, cemaatle namaz farzını, haccı, safların birleştirilmesi farzını vb. gizlemişler, kendi uydurdukları hükümleri Allah’ın dinine nispet ederek cemaate gelmemenin, safları ayırmanın, hacca gitmemenin, maske takmanın farz olduğu hükmünü uydurarak Allah’ın dinine nispet etmişler, âlimlerini rab edinen avam da onları Allah’a ortak koşarak açıkça müşrik olmuşlardır.

Nitekim “Dinlerini Satarak Kâfir Olan Topluluklar” adlı risalemde tahkik ettiğim üzere mütevatir olarak gelen rivayetlerde Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem ahir zamanda ümmetinden birçok kimselerin dinlerini dünyalık menfaatler karşılığında satarak kâfir olacağını haber vermiş, bunun sonrasında imanları olmayan bir topluluğun namaz kılacaklarını, mescidlerde toplanıp Kur’ân okuyacaklarını bildirmiştir.

Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’in haber verdiği gibi, Korona komplosu esnasında girmiş oldukları küfürlerden tevbe etmeyen, aslında Allah’a ve rasulüne iman etmemiş olan topluluklar, plandemi sonrasında namaz kılmakta, Kur’ân okumaktadırlar.

Kays b. es-Seken rahimehullah’tan: “Huzeyfe radıyallahu anh şöyle dedi:

يَأْتِي عَلَى النَّاسِ زَمَانٌ لَوْ رَمَيْتَ بِسَهْمٍ يَوْمَ الْجُمُعَةِ لَمْ يُصِبْ إِلَّا كَافِرًا أَوْ مُنَافِقًا

“İnsanlar üzerine bir zaman gelecek, şayet Cuma günü bir ok atsan, ancak bir kâfire veya münafığa isabet edecektir.”[14]

İbn Mes’ud Radıyallahu anh’den Bu Konuda Zayıf Rivayetler

Zir b. Hubeyş’in Rivayeti

Taberî, Sufyan – Asım - Zirr b. Hubeyş rahimehullah isnadıyla rivayet ediyor: Abdullah b. Mes’ud radıyallahu anh dedi ki:

السُّحْتُ الرِّشْوَةُ فِي الدِّينِ

“Suht, dinde rüşvet almaktır.”[15]

Abdurrazzak’ın rivayetinde Sufyan rahimehullah rivayetin ardından şöyle demiştir.

يَعْنِي ‌فِي ‌الْحُكْمِ

“Yani hükümde rüşvet almaktır”

Ancak bu rivayet şazdır. Asım b. Behdele saduk bir ravi olsa da yanılgıları vardır. Bu lafızla rivayette kendisinden daha sağlam ravilere muhalefet etmiştir. Az önce geçen sahih tariklerde İbn Mes’ud radıyallahu anh, suhtu rüşvet almak olarak açıklamış, hükümde rüşvetin ise küfür olduğunu söylemiştir. Yani dinin hükmünü değiştirmek küfürdür ve bunun büyük küfür oluşu açıktır.

Ebu’d-Duha’dan Zayıf Rivayet

Taberî, el-Kasım – el-Huseyn – Haccac – el-Mes’udî – Bukeyr b. Ebi Bukeyr - Muslim b. Subayh (Ebu’d-Duha) rahimehullah isnadıyla rivayet ediyor:

شَفَعَ مَسْرُوقٌ لِرَجُلٍ فِي حَاجَةٍ فَأَهْدَى لَهُ جَارِيَةً فَغَضِبَ غَضَبًا شَدِيدًا وَقَالَ لَوْ عَلِمْتُ أَنَّكَ تَفْعَلُ هَذَا مَا كَلَّمْتُ فِي حَاجَتِكَ وَلَا أُكَلِّمُ فِيمَا بَقِيَ مِنْ حَاجَتِكَ سَمِعْتُ ابْنَ مَسْعُودٍ يَقُولُ مَنْ شَفَعَ شَفَاعَةً لِيَرُدَّ بِهَا حَقًّا أَوْ يَرْفَعَ بِهَا ظُلْمًا فَأُهْدِيَ لَهُ فَقَبِلَ فَهُوَ سُحْتٌ فَقِيلَ لَهُ يَا أَبَا عَبْدِ الرَّحْمَنِ مَا كُنَّا نَرَى ذَلِكَ إِلَّا الْأَخْذَ عَلَى الْحُكْمِ قَالَ الْأَخْذُ عَلَى الْحُكْمِ كُفْرٌ

“Mesruk rahimehullah bir adamın bir ihtiyacı konusunda aracı oldu. Bunun üzerine adam kendisine bir cariye hediye etti. Mesruk rahimehullah şiddetle öfkelendi ve dedi ki:

“Şayet bunu yapacağını bilseydim ihtiyacın konusunda aracı olmazdım. Bundan sonra ihtiyacına aracı olmam. Ben İbn Mes’ud radıyallahu anh’ı şöyle derken işittim:

“Kim bir hakkın yerine getirilmesi veya bir zulmün def edilmesi için aracı olur da bundan dolayı kendisine verilen hediyeyi kabul ederse o bir suhttur.” Denildi ki: “Ey Ebu Abdirrahman! Biz bunun (suhtun) ancak hükümden dolayı ücret almak olduğu görüşündeydik.” Dedi ki:

“Hükümden dolayı ücret almak bir küfürdür.”[16]

Bunun isnadında Suneyd lakaplı el-Huseyn b. Davud zayıftır. Bu rivayetin isnadında da bulunan şeyhi Haccac b. Muhammed’e telkinde bulunurdu.

Yine bu isnadda hafıza karışıklığına uğramış olan el-Mes’udî vardır. Haccac’ın ondan rivayeti de hafıza karışıklığına uğramasından sonradır.

Yine bu isnadda Bukeyr b. Ebi Bukeyr meçhuldür.

Ubeyd b. Ebi’l-Ca’d’ın Rivayeti

İbn Ebî Hâtim, Abdullah b. Ca’fer er-Rakkî – Ubeydullah b. Amr – Zeyd b. Ebi Uneyse – Bukeyr b. Merzuk – Ubeyd b. Ebi’l-Ca’d – Mesruk isnadıyla, Abdullah b. Mes’ud radıyallahu anh’ın şöyle dediğini rivayet etti:

مَنْ شَفَعَ لِرَجُلٍ لِيَدْفَعَ عَنْهُ مَظْلِمَةً أَوْ يَرُدَّ عَلَيْهِ حَقًّا فأهدا لَهُ هَدِيَّةً فَقَبِلَهَا فَذَلِكَ السُّحْتُ فَقُلْنَا يَا أَبَا عَبْدِ الرَّحْمَنِ إِنَّا كُنَّا نَعُدُّ السُّحْتَ الرِّشْوَةَ فِي الْحُكْمِ فَقَالَ عَبْدُ اللَّهِ وَمَنْ لَمْ يَحْكُمْ بِمَا أَنْزَلَ اللَّهُ فَأُولَئِكَ هُمُ الْكَافِرُونَ

“Kim bir kimse için bir haksızlığı önleme veya hakkını alması konusunda aracılık eder de kendisine bunun karşılığında verilen hediyeyi kabul ederse bu suhttur.” Dedik ki:

“Ey Ebu Abdirrahman! Biz suhtun hüküm konusunda alınan rüşvet olduğunu sanırdık.” Abdullah radıyallahu anh dedi ki:

Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyenler kâfirlerdir.” (Maide 44)[17]

İsnadında Bukeyr b. Merzuk meçhuldür. Şayet bu ravi Bukeyr b. Feyruz ise, o da mestur bir ravidir. Ubeyd b. Ebi’l-Cad da mesturdur.



[1] Sahih mevkuf. Taberî Tefsir (8/432) Said b. Mansur Sunen (4/1472) Tusi Mustahrac Ale’t-Tirmizî (1235) İbn Batta el-İbane (1002) Hallal, es-Sunne (1412)

[2] Sahih mevkuf. Taberî Tefsir (8/433) Said b. Mansur Tefsir (741) Hallal es-Sunne (1411)

[3] Hasen mevkuf. Taberânî Mu'cemu'l-Kebîr (9/225) İsnadında Şerik b. Abdillah en-Nehaî vardır. Ancak bu lafızla rivayet sabit olmuştur.

[4] Sahih mevkuf. Said b. Mansur Tefsir (741) Taberî Tefsir (8/429) Ebu Ya’la (9/173) Taberânî Mu'cemu'l-Kebîr (9/225) İbnu’l-Munzir el-Evsat (6548) Hallal es-Sunne (1413)

[5] Sahih mevkuf. Ebu Ya’lâ (9/173) Musedded’den naklen: Busayri İthaf (4903) İsmail el-Kadı Ahkamu’l-Kur’ân (140) Beyhakî (20983-84) Hallal es-Sunne (1413) Taberî Tefsir (8/432, 434) Taberânî Mu'cemu'l-Kebîr (9/226)

[6] Hasen ligayrihi. Taberî Tefsir (15/569) el-Lalekai (1532) Mervezi Ta’zimu Kadri’s-Salat (62) El-Kasım b. Abdirrahman ve el-Hasen b. Sa’d, İbn Mes’ud radıyallahu anh’den işitmemişlerdir. İbn Abdilber’in et-Temhid’de (4/230) rivayetinde el-Hasen b. Sa’d – Abdurrahman b. Abdillah b. Mes’ud – İbn Mes’ud radıyallahu anh yoluyla rivayet edilmiştir.

[7] Bkz.; İbn Teymiytye Şerhu’l-Umde (s.82)

[8] Şerhu’l-Umde (s.83)

[9] Başka bir yerde bu lafızla bulamadım. Ancak bu ifade, İbn Abbas radıyallahu anhuma’dan bu ayetin tefsiri hakkında sabit olan meşhur rivayetlerin manasındadır. Muhtemelen Cessas mana olarak İbn Abbas’a bu şekilde nispet etmiştir.

[10] Cessas Ahkamu’l-Kur’ân (4/92-93)

[11] Sahih maktu. Taberî Tefsir (8/465) İbn Batta el-İbane (1006) Mervezi Tazimu Kadri’s-Salat (574) Hallal es-Sunne (1418)

[12] İbnu’l-Arabi Ahkamu’l-Kur’ân (2/624-625)

[13] Mecmuu’l-Fetava (3/267-268)

[14] Muslim'in şartına göre sahih. İbn Batta el-İbane (1/175)

[15] Şaz mevkuf. Taberî Tefsir (8/430) Taberânî Mu'cemu'l-Kebîr (9/226) İbn Ebî Hâtim Tefsir (6381) Abdurrazzak (8/147)

[16] Çok zayıf. Taberî Tefsir (8/432)

[17] Zayıf mevkuf. İbn Ebî Hâtim Tefsir (6382)

Meclislerin Keffareti

Meclislerin Keffareti
"Subhâneka'llâhumme ve bihamdik ve eşhedu en lâ ilâhe illâ ente estağfiruke ve etûbu ileyk" (Taberani 10/164, el-Elbânî Sahîhu'l-Câmi (4487)