“Selamun Aleykum Ebu Muaz
Mişkatul Mesabih şerhi
Mirkatul Mefatih (Allame Aliyyul Kari’nin eseri.) isimli eserin 15/129 da şu
malumat zikredilmiş: Hakikatte hikmet, ilmin itkanı (yakini olması), amelin
şeriat ve tarikat üzere olmasıdır. Hikmet sahibi, şu hadisi şerif hükmünce;
“Kim kırk sabah Allah için halis/ihlaslı olursa, Allahu Teala kalbinden, lisanına hikmet pınarlarını fışkırtır.” ilmi ile amil olan, muhlis ve kamil olandır. Bu zat kemale erdiren mürşid olur. Herkes üzerine bu gibi bir zatla birlikte olmayı talep etmek lazımdır ki onunla sohbete nail olsun. Allahu Teala buyurdu: “Ey iman edenler! Allah’tan korkun ve sadıklarla beraber olun.” (Tevbe:119) Yani kavlen/sözünüzle ve halen/halinizle. Bazı arifler derki
“Kim kırk sabah Allah için halis/ihlaslı olursa, Allahu Teala kalbinden, lisanına hikmet pınarlarını fışkırtır.” ilmi ile amil olan, muhlis ve kamil olandır. Bu zat kemale erdiren mürşid olur. Herkes üzerine bu gibi bir zatla birlikte olmayı talep etmek lazımdır ki onunla sohbete nail olsun. Allahu Teala buyurdu: “Ey iman edenler! Allah’tan korkun ve sadıklarla beraber olun.” (Tevbe:119) Yani kavlen/sözünüzle ve halen/halinizle. Bazı arifler derki
اصحبوا مع الله فإن لم تطيقوا فأصحبوا مع من يصحب مع الله
“Allah ile birlikte olun,
şayet buna gücünüz yetmezse, Allah ile beraber olanla beraber olun.” Bu zatın
hallerinin sıhhatinin alameti, sözleri ve fiillerinin tashihinden sonradır.
Şimdi iyi düşünmek lazım, böyle yakini iman sahibi olan sadık kimselerle birlikte olmak, Allahu Teala ile birlikte olmak değimlidir? Bu zatlar görülünce Allahu Teala hatırlanır. O halde bu zatları mana itibarıyla hatırda bulundurmak neden yasak olsun! Asla bu gibi bir düşünce doğru olamaz. Çünkü ayeti kerime açıkça beyan etmiştir ki her hal ve zamanda, söz ve fiillerinizle benim dostlarımla birlikte olun, haliniz sözünüz ve işleriniz onlara uysun, asla muhalif olmasın
Şimdi iyi düşünmek lazım, böyle yakini iman sahibi olan sadık kimselerle birlikte olmak, Allahu Teala ile birlikte olmak değimlidir? Bu zatlar görülünce Allahu Teala hatırlanır. O halde bu zatları mana itibarıyla hatırda bulundurmak neden yasak olsun! Asla bu gibi bir düşünce doğru olamaz. Çünkü ayeti kerime açıkça beyan etmiştir ki her hal ve zamanda, söz ve fiillerinizle benim dostlarımla birlikte olun, haliniz sözünüz ve işleriniz onlara uysun, asla muhalif olmasın
Şu hadisi şerif bu konuyu
izah eder: “Kişi sevdiği ile beraberdir.” Ayrıca ashabtan Sevban r.a.ın kıssası
da bizlere rabıtanın sevginin ne kadar ileri derecede olmasını göstermektedir.
Abdullah ibni Abbas’tan r.anhuma rivayet edilen kıssada, Efendimiz’in s.a.v
hanımlarından birinin yanına gidince kendisine ayna veriyorlar, aynaya bakınca
aynada Efendimiz’in s.a.v suretin görmüştür. Bu durum rüyasında Efendim’i s.a.v
gördükten sonra vakı olmuştur. Huzeyme r.a. hadisinde bahsedilen ve
Efendimiz’in s.a.v alnına secde etmesi meselesi de, mürşid olan zatın
müridlerine teveccühüne delildir. O halde iyice incelediğimiz zaman tarikatta
hiçbir şey delilsiz değilmiş, ama delil arayan ve kabul eden için bu böyledir.
İnkar için, muhalefet için ararsanız hiçbir şey delil olmaz hatta aksine delil
zannedilir.
Ancak biz açıkça söylüyoruz ki, hangi ayeti ve hadisi şerifi getirirseler getirsinler, mutlaka onu kendileri aleyhine delil yapmak mümkündür, bunu acizane iddia etmekte hiçbir mahzur görmüyorum, aksini iddia eden varsa buyursun…..
Ancak biz açıkça söylüyoruz ki, hangi ayeti ve hadisi şerifi getirirseler getirsinler, mutlaka onu kendileri aleyhine delil yapmak mümkündür, bunu acizane iddia etmekte hiçbir mahzur görmüyorum, aksini iddia eden varsa buyursun…..
Muhaliflerin getireceği en
büyük ve kendilerine göre en sağlam delil ne olabilir? Mesela “Ancak sana
ibadet ederiz ve ancak senden yardım isteriz” (Fatiha: 5) ayeti kerimesi…
Bu ayeti kerimeyi bir talebenin hocası karşısında tekrar ederek okuduğunu düşünelim, o durumda talebe hocaya mı hitab eder yoksa ALlahu teala’ya mı? Elbette Allahu tealaya.. Hoca vesiledir, maksud Allah’tır.
Bu ayeti kerimeyi bir talebenin hocası karşısında tekrar ederek okuduğunu düşünelim, o durumda talebe hocaya mı hitab eder yoksa ALlahu teala’ya mı? Elbette Allahu tealaya.. Hoca vesiledir, maksud Allah’tır.
O hlade mürid mürşidin
veçhine bakarak ve onu tasavvur ederek Allah, Allah derse, ne yapmış oluyor?
Aracı ve vesile ile maksud olan Rabbisini zikrediyor… Aynı talebenin hocası
yardımıyla ayetleri öğrenmeye çalışması gibi. Bu hususu anlamayan kalın
kafalılara ne diyelim. O zaman bunlar Kabe’ye dönerek namaz kılmasınlar da
direk Allaha dönsünler bakalım??? Mecburen bir vesile gerekir; hatta emir
böyledir. Dinlemeyen, yani Kabe’ye dönmeden kılan kafir olur. Vesileye
başvurmadan Allah’a ulaşacağını zanneden de mahrum olur.
Muhaliflerin başka bir
delili, “İstediğin zaman sadece Allah’tan iste…” şeklinde gelen hadisi şeriflerdir.
Bunlara karşı bir çok hadisi şerifler getirerek bu iddialarını nakzedebiliriz.
Bir tanesi a’ma/kör olan bir zatın gelip Efendimiz s.a.v den dua istemesidir.
Efendimiz s.a.v ona dua etmedi de –git abdest al, iki rekat namaz kıl ve şöyle
dua et- buyurdu ve duanın sonunda – Ya Muhammed! Hacetimi yerine getirmesi için
seninle rabbime yöneliyorum/tevessül ediyorum- demesini emretti.
Şayet bu emri, Allah’tan
başkasından istemek manasında olsaydı, o a’ma olan kişiye böyle emredermiydi? Demekki,
Allahu telanın razı olduklarını vesile etmekle sanki Allah’tan istemiş gibi
oluyor, arada fark yok, hatta böylesi Allah için daha hoştur. Evet, yağmur
duası için yapılan uygulamalar da bunu teyid eder.
Muhalifler bazen de
putçuların putlarını vesile ederek Allah’a yakınlaşacaklarını iddia ettikleri
ayetlerle delil getirirler. Evvela şunu bilsinlerki o ayetler putçu müşrikler
hakkındadır ve onlar putlara ibadet ederler. Yani Allah ile beraber putları da
ilah olarak kabul ederler ve onların emir ve yasaklarına tabi olurlar.
Ebu Muaz bir derviş, ehli sünnet itikadında olunca, Allah’tan
başka ilah kabul edebilirmi??? Asla!!! Mürşidi onun için bir vesiledir, ve
Allahın rızasına ulaştıran yolu kendisine öğretir. Eğer mürşid Allah ve
resulüne muhalif bir şey emretse zaten mürşid olamaz ve ona kimse tabi olamaz.
O halde mürşidler müridleri kendilerine davet etmezler, bilakis Allah ve
Resulüne davet ederler ve Allah ve Resulünun emirlerini yasaklarını müridlerine
tebliğ ederler. Bu ikisinin arasını ayıramayan kalın kafalılar da mürşidleri
putlara benzeterek çok büyük bir iftiraya düçar olurlar…
Netice olarak deriz ki, bütün
Kur’an ve hadisi şerifler, her müslümanın bir alime tabi olmasını, takva ve
Salih kimselelrle birlikte olmasını ya direk olarak veya dolaylı olarak
emreder, ama kim anlayacak???”
Cevap:
Aleykum selam
Öncelikle Aliyyul Kari’nin
adı geçen kitaptaki sözleri “Bu zatın hallerinin sıhhatinin
alameti, sözleri ve fiillerinin tashihinden sonradır” cümlesiyle bitmektedir. Sanki devam eden kısımlar da
Aliyyul Kari’ye aitmiş gibi anlaşıldığından bu uyarıyı yapmak gerekti.
“Kim kırk sabah Allah için ihlaslı olursa…” sözünün peygamber sallallahu aleyhi ve selleme
nispeti uydurmadır. Nitekim Aliyyul Kari’nin bizzat kendisi ve uydurma
hadislere dair telifte bulunan muhaddisler bunun sahih olmadığını
zikretmişlerdir. Aliyyul kari’nin sözlerinde rabıtayla doğrudan alakalı bir şey
yoktur.
İstikamet sahibi bir hoca
anlamında bir mürşidden ilim öğrenmeye, ondan istifade etmeye kimse karşı
çıkmaz. Ancak tasavvuf ekolleri mürşid anlayışında sapmalar göstermiş, gassal
elinde meyyit gibi mürşide teslim olmayı şart koşmuşlardır.
Nebî sallallahu aleyhi ve
sellem dışında herhangi bir beşere böyle bir teslimiyet göstermek ittibada
şirktir. Zira Allah Azze ve Celle yalnızca vahyin gözetimi altında olan
peygamberi için böyle bir yetki vermiş, onun dışındaki yetki sahiplerine ancak
Allah ve rasulüne itaate uygun konularda itaat izni vermiştir.
Bu konunun daha iyi
anlaşılması için Buhari’de geçen, Ali radıyallahu anh’ın şu rivayetini
düşünelim: Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem bir seriyye birliği
gönderirken başlarına birisini emir tayin eder ve ona itaat edilmesini emreder.
Ancak bu birlikte bulunanlar emirlerini bir konuda öfkelendirmiş olacak ki, “Rasulullah
sallallahu aleyhi ve sellem bana itaat etmenizi emretti, ateş için odun
toplayın ve kendinizi de onun içine atın” dedi. Bunun üzerine bu birlikte
bulunan sahabeler durumu şikayet için Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’e
geldiler. Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem de: “Şayet o ateşe girseydiniz
bir daha ateşten çıkamazdınız. İtaat ancak ma’rufta (meşru olan konularda)dır”
buyurdu. Bu hadisten şu faideleri anlıyoruz:
1- Bu emir tayin edilen şahıs
sahabeden birisidir ve bizzat Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem tarafından
görevlendirilip, ona itaat edilmesi emredilmiştir. Tasavvuf ehlinin teslim
olmayı öngördükleri şeyhler ise sahabenin en alt mertebede olanından dahi daha
alt konumdadır. Üstelik Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in tasavvuf
şeyhlerine itaat etmeyi emrettiğine dair hiçbir belge yoktur.
2- Peygamber sallallahu
aleyhi ve sellem itaat edilmesini emretmiş olduğu halde, seriyyede bulunan
sahabeler, gassal elinde meyyit gibi teslim olmamışlar, kitap ve sünnete aykırı
gördükleri bir durumla karşılaşınca, “Allaha itaat edin, rasule itaat edin ve
sizden olan emir sahiplerine de. Herhangi bir şeyde çekişirseniz onu Allah’a ve
rasulüne döndürün..” (Nisa 59) ayetinin gereğiyle amel etmişler, kendilerinden
olan emir sahibinden Allah’a ve rasule itaate aykırı bir durum görünce onu
rasule arz etmişlerdir.
3- Rasulullah sallallahu aleyhi
ve sellem kim olursa olsun, itaatin ancak meşru konularda caiz olabileceğini
beyan etmiştir. Şayet bu kayda itibar etmezlerse müşrik olacaklarını da
bildirmiştir. Çünkü “bir daha ateşten çıkamazdınız” sözü ancak şirk ve küfür
ehli için söylenebilecek bir sözdür.
Şimdi insafla düşünün, “şeyhinin
içki içtiğini dahi görsen, “Allah onu şerbete çevirmiştir” diye yorumla” diyen Şeyh
İsmail Ankaravî (Bunu Minhacu’l-Fukara kitabında söyler), Şems’in karısını
kaybettiğini, bu sebeble celaleddin ruminin dervişleriyle beraber onu aramaya
çıktıklarını, sonra celaleddin eve geldiğinde şems’i karısıyla sarmaş dolaş
görüp derhal dışarı çıktığını, tekrar girdiğinde kadını göremediğini, bunun
hikmetini sorduğunda ise “Beni kendisiyle beraber gördüğün o kadın Allah idi”
demesi üzerine teslimiyet göstermesini, bu hikayelerin tarikat mensuplarına
teslimiyet numunesi olarak sunulmasını Nebî sallallahu aleyhi ve sellem’in bu
açık uyarısının yanında nereye kondurabiliriz?
Diyorsunuz ki: “Şimdi iyi
düşünmek lazım, böyle yakini iman sahibi olan sadık kimselerle birlikte olmak,
Allahu Teala ile birlikte olmak değimlidir?”
Bu sözlerinizi de kitap ve
sünnete aykırı görüyorum. Zira bizler insanların yakinî iman bir tarafa,
imanlarına dahi şahitlik edemeyiz. Zira iman; kalp hasletleridir. Biz sadece
islamlarına, yani azalarıyla yerine getirdikleri hasletlerden dolayı
müslümanlıklarına ya da küfürlerine şahitlik edebiliriz.
Nitekim Müslim’in iman
babında geçen rivayetinde bir ganimet taksimi üzerine Sa’d b. Ebi Vakkas radıyallahu
anh, “Ey Allah’ın rasulü, falan kimse de mümindir, ona da pay vermeliydin” der.
Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem: “Ey Sad! Öyle deme, müslim de” buyurur.
Sa’d meseleyi o anda kavrayamadı ve tekrar aynı şeyi söyledi. Bunun üzerine Rasulullah
sallallahu aleyhi ve sellem tekrar aynı uyarıyı yaptı ve kalplerini
bilemeyeceğimiz için belirli bir şahıs için mü’min denilmesine karşı çıkmış,
ancak İslam’ı kabul etmişse, müslüman denilebileceğini belirtmiştir.
Diğer bir incelik de şudur: Cennetle
müjdelenmiş bir sahabe olan Sad b. Ebi Vakkas radıyallahu anh dahi bu kimsenin
kalbini bilemezken, tasavvuf ehli, şeyhlerinin kalpleri okuduğunu iddia
etmektedirler! Allah rasulü sallallahu aleyhi ve sellem herhangi bir şahıs
hakkında “mümin” ifadesinin dahi kullanılmasına karşı çıkmışken, tasavvuf ehli,
kalplerine vakıf olmadıkları kimseleri “Allah dostu” olarak nitelemektedir.
İfadenizdeki diğer bir
sakınca da, yakin derecesinde iman sahibi olduğu iddia edilen sadık kimseyle
beraber olmak Allah Teala ile birlikte olmak demek sözündeki şirktir. Zira Allah
Teâlâ hiçbir sıfatında mahlukuna benzemez. Dolayısıyla Allah Teâlâ’nın maiyyeti
(beraberliği) kulların beraberliği gibi değildir. Sizin böyle bir anlam
kastetmediğinizi ummakla beraber, sözün vardığı bu tehlikeli anlama da dikkat çekmem
gerekir.
“Allah dostları görüldüklerinde Allah’ın hatırlandığı
kimselerdir” sözü de sahih olmayan bir
rivayettir. Nitekim muhaddisler bunun zayıf bir rivayet olduğunu
açıklamışlardır. Sahih olsaydı dahi “Allah’ın dostları” ifadesi umumi bir
sıfattır, muayyen şahısları Allah dostu olarak ilan etmek, yukarıda zikrettiğim
sebepten dolayı bizler için mümkün değildir. Allah’ın dostları, iyiliği
emreden, kötülüğü yasaklayan, insanları Allah’tan sakındıran kimseler
olduklarından, günah işlemeye meyletmiş birisi bu vacibi (emri maruf ve nehyi
anil munkeri) yerine getiren birini gördüğü zaman Allah’ı hatırlar ve ondan
vazgeçer.
Şöyle demişsiniz: “O halde bu zatları mana itibarıyla hatırda bulundurmak
neden yasak olsun! Asla bu gibi bir düşünce doğru olamaz. Çünkü ayeti kerime
açıkça beyan etmiştir ki her hal ve zamanda, söz ve fiillerinizle benim
dostlarımla birlikte olun, haliniz sözünüz ve işleriniz onlara uysun, asla
muhalif olmasın. Şu hadisi şerif bu konuyu izah eder: “Kişi sevdiği ile beraberdir.”
Ayrıca ashabtan Sevban r.a.ın kıssası da bizlere rabıtanın sevginin ne kadar
ileri derecede olmasını göstermektedir.”
O zatları hatırda
bulundurmanıza kimse karşı çıkmaz. Ama bu masum sözü, şirk ibadetlerden biri
olan rabıta hakkında kullanıyorsunuz! O rabıta ki, tam bir ibadet şuurunda,
abdestli olarak, kıbleye yönelerek, huşu içerisinde karşında şeyhi düşünerek
yapılır. Allah Azze ve Celle’ye peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in meşru
kıldığından başka bir şeyle ibadet etmek caiz değildir.
“Her kim emrimiz olmayan bir
amelde bulunursa reddolunur” buyrulmuştur. Kaldı ki rabıtada Allah’a bir
başkasının ortak koşulması, Allah ile beraber Allah’tan başkası için de huşu
göstermek sözkonusudur. Bırakın şeyhi, Nebî sallallahu aleyhi ve sellem’i dahi
bu şekilde rabıta etmek şirktir.
En son nazil olan ayet Maide
suresi 3. Ayetidir ki bu ayette dinin tamamlandığı bildirilmiştir. Din
tamamlandığı sırada hiç kimse insanların en hayırlısı olan Nebî sallallahu
aleyhi ve sellem’i rabıta etmedi. Nebî sallallahu aleyhi ve sellem’in
vefatından sonra da bu yapılmadı.
Nitekim Hanzala munafık oldu
diye sokağa fırlayan Hanzala radıyallahu anh kıssasını bilirsiniz. Hanzala radıyallahu
anh Nebî sallallahu aleyhi ve sellem’in sohbetinde iken başka, onun yanından
ayrıldığında başka hisler içinde olduğundan dert yanmıştı. Ebu Bekir radıyallahu
anh de bu endişeye katılarak Nebî sallallahu aleyhi ve sellem’e geldiklerinde Nebî
sallallahu aleyhi ve sellem, kendilerini nifak üzere hissettirecek kadar
rahatsız eden bu durum karşısında onlara: “Benim yanımdan ayrıldığınızda beni
rabıta edin” dememiş, “Şayet her anınız benim huzurumda bulunduğunuz gibi
olsaydı, sokaklarda rahat yürüyemez, melekler sizinle musafaha etmek için
sıraya girerdi, lakin ey Hanzala, Bazen öyle, bazen böyle” demiştir.
Yani her durumlarında
kendisinin huzurunda bulundukları hal içerisinde bulunmalarını sağlamak için
onlara rabıta gibi bir yol meşru kılmamış, beşerin fıtratına uygun olan normal
durumun bu olduğunu ifade etmiştir. Allah’ın nebisi diliyle meşru kılmadığı bir
şeyi kim meşru kılabilir? Öyle yaparsak Şura 21. Ayetinin tehdidine girmez
miyiz: “Yoksa
onların, Allah'ın izin vermediği şeyi kendileri için dinden bir şeriat koyan
ortakları mı var?”
Hem tarikat ehlinin
uygulayageldikleri rabıta fiili asr-ı saadetten asırlarca sonra çıkmıştır. “Kişi
sevdiğiyle beraberdir” hadisi gibi mütevatir bir hadisi rabıta yapmaya hiçkimse
delil getirmemiştir. Allah’ın ayetlerini ve Rasulullah sallallahu aleyhi ve
sellem’in hadislerini, Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’den sonra
insanların en üstünleri olan sahabeler, sonra tabiin, müçtehit imamlar böyle
anlamamışlar, hiçbirinden rabıta ameli yaptıkları nakledilmemiştir.
Nebî sallallahu aleyhi ve
sellem ise herhangi bir beşerin rabıta edilmesini meşru kılmamış, ihsan’ı
emretmiştir ki, İhsan; kulun her durumda Allah’ın kendisini gördüğünün farkında
olarak ibadet etmesidir. Rabıta ise Allah’ı bırakıp şeyhi onun yerine
koymaktır.
Şöyle demişsiniz: “Abdullah ibni Abbas’tan r.anhuma rivayet edilen kıssada,
Efendimiz’in s.a.v hanımlarından birinin yanına gidince kendisine ayna veriyorlar,
aynaya bakınca aynada Efendimiz’in s.a.v suretin görmüştür. Bu durum rüyasında
Efendim’i s.a.v gördükten sonra vakı olmuştur.”
Bu rivayeti İmam Suyuti’nin
bir risalesini tahkikim esnasında epeyce araştırdım. İbn Hacer Fethu’l-Bari’de
meçhul sigasıyla zikretmiş. Nitekim hiçbir hadis kitabında bunun isnadı mevcut
değildir. İsnadı olmayan bir rivayetin delil olması mümkün değildir.
Diyorsunuz ki: “O halde iyice incelediğimiz zaman tarikatta hiçbir şey
delilsiz değilmiş, ama delil arayan ve kabul eden için bu böyledir. İnkar için,
muhalefet için ararsanız hiçbir şey delil olmaz hatta aksine delil zannedilir.”
Bilakis iyice incelemediğiniz
zaman tarikatta herşeyi delil üzere zannedersiniz. Şahsım adına söyleyeyim ki,
eski bir tasavvuf mensubu olarak, tasavvufun karşı çıkılan yönlerine delil
bulup muhaliflere ispat etmek için çok çaba sarf etmiş birisiyim. Yani araştırmalarımda
asla muhalefet veya inkar maksadım yoktu. Lakin iman edenler için hakka teslim
olmaktan başka bir yol yoktur. İyice incelediğim zaman tasavvuf yolunun – en azından
son zamanlardakilerin tuttuğu yolun – Allah rasulü sallallahu aleyhi ve sellem’in
sünnetine çok uygun zannedilmekle beraber taban tabana zıtlık arz ettiğini
gördüm.
Fakat görünen o ki “Ancak biz açıkça söylüyoruz ki, hangi ayeti ve hadisi
şerifi getirirseler getirsinler, mutlaka onu kendileri aleyhine delil yapmak
mümkündür, bunu acizane iddia etmekte hiçbir mahzur görmüyorum, aksini iddia
eden varsa buyursun…..” şeklindeki iddialı sözlerinizle
sizin maksadınız sanki; delile teslim olmamak için her türlü eğip bükmek!
Şöyle diyorsunuz: “Hoca vesiledir, maksud Allah’tır. O hlade mürid mürşidin
veçhine bakarak ve onu tasavvur ederek Allah, Allah derse, ne yapmış oluyor?
Aracı ve vesile ile maksud olan Rabbisini zikrediyor… Aynı talebenin hocası
yardımıyla ayetleri öğrenmeye çalışması gibi. Bu hususu anlamayan kalın
kafalılara ne diyelim. O zaman bunlar Kabe’ye dönerek namaz kılmasınlar da
direk Allaha dönsünler bakalım??? Mecburen bir vesile gerekir; hatta emir
böyledir. Dinlemeyen, yani Kabe’ye dönmeden kılan kafir olur. Vesileye
başvurmadan Allah’a ulaşacağını zanneden de mahrum olur.”
Hoca vesile ama hangi konuda?
Dini öğrenmede mi, yoksa ibadette mi? Bu ikisinin arasını ayırmak zorunludur.
Peygamber de bir vesile, ama dinin tebliğinde bir vesiledir. İbadette peygamber
dahi vesile olamaz. Yani biz Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’den veyahut
alimlerden dini, meşru olan ibadetleri öğreniriz fakat hiçbir ibadeti
peygambere veya alimlere yönlendiremeyiz. Müridin, şeyhinin yüzüne bakarak “Allah,
Allah” diye zikretmesi ile Kabeye yönelerek ibadet edilmesini kıyaslıyorsunuz.
Birinci olarak diyelim ki,
Ehl-i Sünnetin icmaıyla, ibadetlerde kıyas yapmak caiz değildir.
İkincisi; kabeyi Allah Teâlâ
ibadetin kıblesi olarak tayin etmiştir. Peki, Allah Teâlâ’yı zikretmenin
kıblesi olarak şeyhleri kim tayin etti?
Ey muhataplarını kalın kafalılık,
kendisini de delil üzere olmakla niteleyen! Mesela sahabelerin Rasulullah
sallallahu aleyhi ve sellem’in yüzüne bakarak “Allah, Allah” diye
zikrettiklerine dair bir delil getirebilir misiniz!?
Zikirde şeyhin yüzüne bakmak
ile ibadette kabeye dönmek arasında kıyas yaptığınıza göre şunu da söylemeniz
gerekir ki, kıyasınız tam olsun: “Kabeye dönmeden namaz kılan kafir olacağına
göre, şeyhin yüzüne bakmadan Allah’ı zikreden de kafirdir diyebilecek misiniz?!!
Şöyle demişsiniz: “Muhaliflerin başka bir delili, “İstediğin zaman sadece
Allah’tan iste…” şeklinde gelen hadisi şeriflerdir. Bunlara karşı bir çok
hadisi şerifler getirerek bu iddialarını nakzedebiliriz. Bir tanesi a’ma/kör
olan bir zatın gelip Efendimiz s.a.v den dua istemesidir. Efendimiz s.a.v ona
dua etmedi de –git abdest al, iki rekat namaz kıl ve şöyle dua et- buyurdu ve
duanın sonunda – Ya Muhammed! Hacetimi yerine getirmesi için seninle rabbime
yöneliyorum/tevessül ediyorum- demesini emretti. Şayet bu emri, Allah’tan
başkasından istemek manasında olsaydı, o a’ma olan kişiye böyle emredermiydi? Demekki,
Allahu telanın razı olduklarını vesile etmekle sanki Allah’tan istemiş gibi
oluyor, arada fark yok, hatta böylesi Allah için daha hoştur. Evet, yağmur
duası için yapılan uygulamalar da bunu teyid eder.”
Bu sözleriniz dinin bir
kısmına iman edip bir kısmına iman etmemek anlamına gelmektedir. A’mâ hadisi
hakkında “Tevhid ve tevessül” adlı çalışmamda geniş izahlar yaptım. İnternet üzerinde
bu çalışmaya ulaşabilirsiniz.
Kısaca şunu söyleyebiliriz: Peygamber
sallallahu aleyhi ve sellem bu a’ma sahabeye meşru vesileyi göstererek namaz
kılmasını ve dua etmesini, kendisinin kendisine duasının ve peygamberin kendisi
hakkında duasının kabul edilmesini Allah’tan istemesini salık vermiştir. Zira burada
vesile edilen şey Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in duasıdır. Zatı değildir.
Şayet zatı olsaydı, bu a’mâ sahabenin Nebî sallallahu aleyhi ve sellem’e gelip
dua istemesine dahi gerek yoktu. Peygamberin yanına gelmeden de “Allah’ım
peygamberin hürmetine…” diye dua edebilirdi.
Nitekim bunun ardından
zikrettiğiniz yağmur duası örnekleri de aleyhinize delildir. Zira şayet vesile
ile kastedilen dua değil de, Nebî sallallahu aleyhi ve sellem’in zatı olsaydı,
Ömer radıyallahu anh, Abbas radıyallahu anh’ı dua etmesi için çağırmaz, Nebî
sallallahu aleyhi ve sellem’in hürmetine diye dua ederdi. Fakat vesile ile
maksat dua olduğundan ve Nebî sallallahu aleyhi ve sellem o anda vefat etmiş
bulunduğu için dua etme imkanı olmadığından, Ömer radıyallahu anh Nebî
sallallahu aleyhi ve sellem’in amcasını dua etmesi için çağırmıştır.
Şöyle diyorsunuz: “Muhalifler bazen de putçuların putlarını vesile ederek
Allah’a yakınlaşacaklarını iddia ettikleri ayetlerle delil getirirler. Evvela
şunu bilsinlerki o ayetler putçu müşrikler hakkındadır ve onlar putlara ibadet
ederler. Yani Allah ile beraber putları da ilah olarak kabul ederler ve onların
emir ve yasaklarına tabi olurlar.”
Şunu sormak lazım; onların
Allah’a ortak koşmaları, sizin anladığınız gibiyse emir ve yasakları koyan bu
putlar kimlerdi? Şayet bu putlar taşlardan ibaretse nasıl emir ve yasak koyuyorlardı?
Yok eğer söz konusu olan şahısların ilah edinilmesi ise, acaba Mekke müşrikleri
neden müşrik olmuşlardı? Kur’an ayetlerine baktığımız zaman Mekke’li
müşriklerin yaaratma, rızık verme, kainatın tasarrufunu elinde bulundurma,
gökten yağmuru indirme vb. rablik sıfatlarında Allah’a asla ortak
koşmadıklarını anlıyoruz. Fakat onların şirklerinin; Allah’a ibadetlerinde,
Allah’a yakın kabul ettikleri kulları, melekleri, cinleri aracı etmeleri olarak
görüyoruz.
Ayeti bir daha okuyup tekrar
düşünelim: “Bilesiniz ki, hâlis dîn Allah'ındır. O'ndan başkasını "biz
onlara, ancak bizi Allah'a daha çok yaklaştırmaları için ibadet ediyoruz"
diyerek dost edinenler ise, Allah, onların ihtilâf ettikleri hususlarda,
aralarında elbette hüküm verecektir. Elbette Allah, kâfir yalancı olan kimseye
hidayet etmez” (Zümer 3)
Bu müşriklerin
maksadı nedir? Ayette görülüyor ki onların maksadı da Allah’a daha çok
yakınlaşmak! Fakat o müşriklerle sizin aranızda tek bir fark var; Müşrikler
Allah ile beraber başkalarına yönelmelerinin ve Allah ile beraber başkalarına
seslenmelerinin de ibadet olduğunu biliyor ve itiraf ediyorlardı. Ama siz bir
türlü bunu anlayamıyor ve itiraf edemiyorsunuz!
Siz bunu
öğreninceye ve itiraf edinceye kadar biz de sizi tekfir etmiyoruz. Zaten bunu
bir anlayabilseniz derhal şirkten uzaklaşacağınızı hüsnüzan ediyorum. - Nitekim
şöyle demişsiniz: “Ebu Muaz bir derviş, ehli sünnet itikadında olunca, Allah’tan
başka ilah kabul edebilirmi??? Asla!!!” Keşke ehl-i sünnet
itikadında olduğunuzu ben de söyleyebilseydim - Fakat nasıl bir atalara bağlılık, nasıl bir taklit ve kibirdir ki, Mekke
müşrikleri şirk koştuklarını bile bile hem de itiraf ede ede devam ettiler.
Allah bizleri onlar gibi olmaktan korusun!
Subhanekallahumme ve bihamdik ve eşhedu en la ilahe illa ente vahdeke la şerike lek. ve estağfiruke ve etubu ileyk.Ebu Muaz el-Çubukâbâdî