Hatalı Maslahat
Anlayışının Menhece Etkisi
Şüphesiz hamd yalnız
Allah'adır. O'na hamd eder, O'ndan yardım ve mağfiret dileriz. Nefislerimizin
şerlerinden, amellerimizin kötülüklerinden Allah'a sığınırız. Allah'ın hidayet
verdiğini kimse saptıramaz. O'nun saptırdığını da kimse doğru yola iletemez.
Şehadet ederim ki, Allah'tan başka ibadete layık hak ilâh yoktur. O, bir ve
tektir, O'nun ortağı yoktur. Yine şehadet ederim ki, Muhammed Allah'ın kulu ve
Rasûlüdür.
“Ey iman edenler!
Allah'tan nasıl korkmak gerekirse öyle korkun ve siz ancak Müslümanlar olarak
ölünüz.” (Al-i İmran; 103)
“Ey insanlar! Sizi tek bir
candan yaratan ve ondan da eşini var eden, her ikisinden birçok erkek ve kadın
türeten Rabbinizden korkun. Kendisi adına birbirinizden dileklerde bulunduğunuz
Allah'tan ve akrabalık bağlarını kesmekten de sakının. Şüphesiz Allah
üzerinizde tam bir gözetleyicidir.” (en-Nisâ; 1),
“Ey iman edenler! Allah'tan
korkun ve dosdoğru söz söyleyin. O da amellerinizi lehinize olmak üzere
düzeltsin, günahlarınızı da mağfiret etsin. Kim Allah'a ve Rasûlüne itaat
ederse büyük bir kurtuluşla kurtulmuş olur.” (el-Ahzâb; 70-71)
Bundan sonra, Şüphesiz
sözlerin en güzeli Allah’ın Kelam’ı, yolların en hayırlısı Muhammed Sallallahu
aleyhi ve sellem’in yoludur. İşlerin en kötüsü sonradan çıkarılanlarıdır. Her
sonradan çıkarılan şey bid’attir ve her bid’at sapıklıktır. Her sapıklık da
ateştedir.
Muhakkak ki dinde hak
ile batıl arasında kesin çizgiler vardır. Hak ile batılın safları birbirinden
ayrıdır. Hakka tabi olmak isteyenler net çizgilere uyarak batıldan teberri
etmeli, ateşten sakındığı gibi ondan sakınarak uzak durmalıdır. Nitekim Enes
radıyallahu anh’ın rivayet ettiği hadiste Rasulullah sallallahu aleyhi ve
sellem şöyle buyurmuştur: “Şu üç şey kimde bulunursa imanın tadını bulur:
Allah ve rasulünü, bu ikisi dışındaki herşeyden daha fazla seven, bir kimseyi
sadece Allah için seven ve Allah kendisini ondan kurtardıktan sonra küfre
dönmekten tıpkı ateşe atılmaktan nefret ettiği gibi nefret eden.”[1]
Bâtıldan ve bâtıl
ehlinden nefret etmeyen, bâtıla hoşgörü duyan, zikrettiğimiz kesin çizgileri
koymayan kimse hakkın ehlinden olamaz.
Ali radıyallahu anh de şöyle
demiştir: “Şayet bir kimse bütün ömrünü oruçla ve namazla geçirse, sonra
(Mekke’de) rükn ile makam arasında öldürülse, kıyamet günü elbette Allah onu,
doğru yol üzerinde olduklarını düşündüğü kimselerle beraber haşreder.”[2]
Ömer b. el-Hattâb
radıyallahu anh’ın şöyle dediği anlatılır: “İslâm’da Cahiliyye’yi bilmeyen
kimseler ortaya çıkınca, İslam’ın bağları birer birer çözülür.”[3]
Bazı kardeşler, aslen şahsî
rahatlarının bozulmasından endişelenmeleri sebebiyle, “tevhid tebliğini
ulaştırmayı öncelemek” gerekçesiyle, bid’at amellerde bulunanlarla beraber bid’atlerine
iştirak etmeyi doğru bir menhec olarak görmektedirler. Zanlarına göre; bid’at
ehlinin bazı bid’at ve isyanlarına iştirak edilmediğinde insanlar davetten
uzaklaşacak ve tevhid davetine icabet etmeyeceklerdir. Bu düşünce
kimilerini, toplumlarına muhalefet etmeme adına, dinlerine muhalefet etmeye
götürmüş, astronomik hesaplara göre ramazanı ve bayramı ilan edenlere uyum
gösterme handikapına düşürmüştür.
Bu, örümcek ağı gibi
zayıf, geçersiz bir zandır. Meşhur bir söz vardır; “kendisinde olmayan,
başkasına veremez.”
Hakkı bilen, hak
kendisine ulaşan bir kimsenin, gücü yettiği halde buna uygun hareket etmemesi,
tevhide aykırıdır. Tevhide aykırı hareket eden onun ehlinden olamaz ki,
başkasına tebliğ etsin! Zira böyle davranan bir kimse Allah’ın, Muhammed sallallahu
aleyhi ve sellem ile gönderdiği dini, insanların uydurdukları ile
değişmektedir. Allah Azze ve Celle: “Yeryüzündeki insanların çoğunluğuna
uyarsan seni Allah’ın yolundan saptırırlar. Onlar ancak zanna uyarlar” (En’am
116) buyurmuştur. İnsanların çoğu delile değil, zanna uymaktadır ve şartlar ve
gerekçeler ne olursa olsun, Allah bizleri onlara uymaktan sakındırmakta, “Rabbınızdan size indirilene
uyun; O'nun dışındakileri dostlar edinip de onlara uymayın. Zaten ne kadar da
az öğüt alıyorsunuz” (A’raf 3) buyurmak suretiyle, uyacağımız menheci de
belirlemektedir.
Her konuda uyulacak en güzel örnek Rasulullah
sallallahu aleyhi ve sellem’dir ve O’nun getirdiği dinde; müminlere karşı
yumuşak davranmak, münafıklara ve munafıklar sınıfından olan bid’at ehline ise
sert davranmak suretiyle cihad etmek vardır.
“Hükümet filan hoca cemaatinin
güdümünde, o hocaya reddiye vermek büyük bir üslupsuzluk ve davetin önünü
kesmektir” gibi mugalatalar Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’in,
ashabının ve salih selefin menhecinden inhiraf etmenin bir göstergesidir.
* Allah Azze ve
Celle şöyle buyurmuştur: “Ey Nebi! Kafirlerle ve münafıklarla cihad et ve
onlara sert davran” (Tevbe 73) Kafirlerle cihad; onlarla savaşmak iken,
münafıklarla ve bidat ehliyle cihad; onlara sert davranıp reddiye vermektir.
* Rasulullah sallallahu aleyhi ve
sellem, müşriklerin ileri gelenlerini hicvetmek üzere Hassan b. Sabit radıyallahu
anh’ın şiir okuması için Mescidde kürsü kurdurmuştur. Nitekim Rasulullah sallallahu aleyhi ve
sellem şöyle buyurmuştur: “Sonradan gelen
her bir neslin arasından bu ilmi adaletli olanları yüklenip taşır. Bunlar aşırı
gidenlerin tahriflerini, batıl ehlinin sahiplenmelerini ve cahillerin yanlış
tevillerini bertaraf ederler."[4]
* İbn Ömer, İbn Abbas, İbn
Mes’ud radıyallahu anhum ve diğer sahabeler, haricîler, kaderîler gibi bid’at
ehlinden teberrî edişlerini açıkça ilan etmişler, reddiye vermişlerdir. Asım b. Şumeyh şöyle demiştir: “Ebu Said el-Hudri radıyallahu anh’ı
yaşlanmış ve eli titrer halde gördüm. Şöyle diyordu: “Haricilerle savaşmak
benim için türklerden birçok kimse ile savaşmaktan daha değerlidir.” Bu yüzden
İbn Hubeyre, Ebu Said radıyallahu anh’ın Haricilerle savaş hakkındaki hadisi
hakkında şöyle demiştir: “Hadiste haricilerle savaşmanın, müşriklerle
savaşmaktan öncelikli olduğu geçmektedir. Bunun hikmeti onlarla savaşmanın
İslam’ın temel sermayesi, şirk ehliyle savaşmanın ise kazanç olmasıdır.
Sermayenin korunması daha önceliklidir.”
Demek ki bu tavır, bazılarının
zannettiği gibi, “onların ilahlarına sövmeyin” yasağı ile alakalı
değildir. İbn Abbas radıyallahu anhuma bu ayet hakkında şöyle demiştir:
“Müşrikler dediler ki: “Ey Muhammed! İlahlarımıza sövmeye son ver! Yoksa biz de
senin rabbini hicvedeceğiz” Bunun üzerine Allah onların, ilimsiz olarak
düşmanlık edip Allah’a sövmemeleri için onların putlarına sövmeyi yasakladı.”
(Taberi 12/33-34)
Putlara söverek
Allah’a sövülmesine sebep olmak başka şey, bâtıl ehline reddiye verip onları
hicvetmek başka şeydir. Nitekim Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem
müşriklerin ileri gelenlerinin isimlerini de zikrederek bir ay boyunca kunut
yapmış ve onlara lanet etmiştir. Tebbet suresi Mekke döneminde nazil olmuş, bu
sureyi okumakla müslümanlar müşriklerin önderlerinden Ebu Lehebe ve karısına
beddua etmişlerdir.
Abbasiler zamanında hükümet Cehmî’lerin
eline geçtiği zaman Ehl-i Sünnetin İmamı Ahmed b. Hanbel rahimehullah, Cehmi’leri
en şiddetli bir şekilde reddetmekten geri durmamıştır. Bu konuda örnekler
sayılamayacak kadar çoktur ki, bunların bazısını daha önceki yazılarımda
nakletmiştim.
Kişinin bildiği hak ile amel etmesinin
ve batıl ehline muhalefet etmesinin, insanları hak davetten uzaklaştıracağı
düşüncesi ise; Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’in sünnetine aykırı,
duygusal ve ruhsuz bir felsefedir. Bunun, dinin maslahatıyla alakası yoktur. Belki
kişisel maslahat bunu gerektirebilir. Bu felsefenin sahipleriyle şeytan oynamakta, onun bâtılı hak gösterme çabasına
aldanılmaktadır. Batıl ehline bırakın muhalefet etmeyi, - saç tarama şeklinde
bile olsa - onlara benzemek dahi yasaklanmıştır.
Şu aktaracağım hadisi iyi düşünelim: Hakîm
b. Hizâm radıyallahu anh dedi ki: “Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem
cahiliyye döneminde bana insanların en sevimli geleni idi.” Muhammed sallallahu
aleyhi ve sellem, Nebî olup Medine’ye gidince Hakîm b. Hizâm kafir iken hacca
gelmişti. Orada satılmakta olan bir hulle gördü ve Rasulullah sallallahu aleyhi
ve sellem’e hediye etmek için onu elli dinara satın aldı. Hulleyi Medine’ye
getirdi ve hediye olarak Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’e vermek
istedi. Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem kabul etmedi. Ubeydullah dedi
ki: “Zannederim şöyle dedi: “Ben müşriklerden bir şey kabul etmem. Lakin
dilersen onu ücreti karşılığında alayım.” Onu hediye olarak kabul etmeyince
bu şekilde verdim.” Ahmed rivayet etmiştir.[5]
Yukarıda bahsi
geçen felsefe sahiplerine göre Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’in bu
tutumu itici, uzaklaştırıcı bir üslup olması gerekir! Zira tevhid gibi
öncelikli bir mesele dururken, müşriklerden hediye kabul etmemek gibi fer’î
sayılabilecek olan ve muhatabı kaçırabilecek bir fiilde bulunulduğu
söylenebilirdi! Lakin en güzel örnek Rasulullah sallallahu
aleyhi ve sellem’dir. Neticede Hakim b. Hizam da müslüman olmuştur. Bu kıssa bize
şunu gösteriyor: maslahatı tayin etmek sonrakilerin akıl ve zekalarına
bırakılmış değildir. Bilakis Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’in
yaptıkları maslahatın ta kendisidir ve O’nun terk ettikleri mefsedetin ta
kendisidir.
Müslümanların
özellikleri şöyle anlatılır: “Muhammed Allah'ın Rasûlüdür. Onun beraberinde
bulunanlar, kâfirlere karşı sert, kendi aralarında da merhametlidirler… Mü'minlerin
böyle olması da, kafirleri onlara karşı öfkelendirmek içindir. Allah, onlardan
îman edip sâlih amel işleyenlere mağfiret ve büyük bir mükâfat va'detmiştir.”
(Fetih 29) Görüldüğü gibi, kafirleri öfkelendirmek matlup bir iştir.
Daha da garibi,
bid’at ehline reddiye verilmesindeki sertliği eleştirirken “Allah’tan bir
rahmet sayesinde sen onlara yumuşak davrandın, şayet katı davransaydın
etrafından dağılıp giderlerdi” (Al-i İmran 159) ayetinin delil getirmesidir.
Gariptir, zira bu ayet Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’in Allah’tan bir
rahmet sayesinde mü’minlere yumuşak davranması hakkındadır, bid’at
ehline ve münafıklara değil! Ayetin devamındaki “Onlar için bağışlanma dile
ve işlerinde onlara danış” kavli ayetin iman etmiş sahabeler hakkında
olduğunu açıkça göstermektedir. Zira müşrikler için bağışlanma dilemek ve
onlara danışmak caiz değildir. Sonra bu arkadaşların, bid’at ehli incinmesin
diye tevhid ehlini insafsızca eleştirerek sert davrandıklarını, hatta batıl
ehliyle hak ehlinin arasında keskin çizgiler bulunması gerektiğini söyledikleri
için “haricilikle” itham ettiklerini müşahede ederiz! Bu durum, Allah'ın rahmetinden ne kadar uzaklaşıldığının bir göstergesidir!
Aiz b. Amr radıyallahu
anh’den: “Ebu Sufyan (ki o sırada Hudeybiye anlaşmasında kafir olarak esir
edilmişti), Selman, Suheyb ve Bilal’in yanından geçti. Bir kaç kişi daha vardı.
Onlar: “Allah’ın kılıçları, Allah’ın düşmanının boynuna bir türlü isabet
etmedi!” dediler. Ebubekir radıyallahu anh: “Siz Kureyş’in şeyhi ve önderi olan
bir kişi için mi bunu söylüyorsunuz?” dedi. Böylece Rasûlullah sallallahu
aleyhi ve sellem’e geldi ve durumu haber verdi. Nebî sallallahu aleyhi ve
sellem: “Ey Ebabekir! İnşaallah onları öfkelendirmemişsindir. Eğer onları
öfkelendirmişsen Rabbini öfkelendirmiş olursun” buyurdu. Bunun üzerine
Ebubekir onlara gelerek: “Ey kardeşlerim! Sizi öfkelendirdim mi?” dedi. “Hayır,
Allah senden razı olsun ey kardeşimiz!” dediler.[6]
Müşrik veya bidat ehli
birisine hakaret etmesinden dolayı bir müslümanı eleştirmenin, İslam davetine
icabet etmemiş biri sebebiyle, davete icabet etmiş olan birini üzmenin
çirkinliği vurgulanmıştır. Üstelik Ebu Sufyan ileride müslüman da olmuştur.
Buna rağmen Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem, Ebu Sufyan’a müşrik olduğu
sıralarda “Allah’ın düşmanı” diyen ashabını eleştirmemiş, bilakis buna karşı
çıkan Ebu Bekr radıyallahu anh’ı Allah’ı öfkelendirmiş olmakla korkutmuştur.
Nitekim Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’in bizzat kendisi, müşriklerin
ileri gelenlerini davet ettiği esnada, kendisine o sırada önemi daha düşük bir
mesele sormak için gelen İbn Ummi Mektum radıyallahu anh’e yüz vermediği için
Abese suresinin ilk ayetleri nazil olmuş, böyle bir tavrı Allah Azze ve Celle,
rasulünden dahi kabul etmemiştir. Bu sebeple, sapıklık ve şirk ehline sert
sözler söyleyen müslümanları, üslupsuzlukla eleştirenlerin öncelikle müslüman
kardeşlerini gücendirmemeyi gözetmeleri gerekir.
* Kafirleri dinden uzaklaştıracağı veya hidayete mani
olacağı endişesiyle hak sözü söyleyene veya hakka uygun amel edene karşı
çıkılmaz. Rasulullah sallallahu aleyhi
ve sellem şöyle buyurmuştur: “Yahudi ve Hristiyanlara selama siz başlamayın. Onlardan
biriyle yolda karşılaşırsanız onları yolun dar yerine sıkıştırın.”[7]
Muhakkak
ki sünnete sarılmak müslümanın azınlık ve garip kalmasını beraberinde
getirecektir. Ebu Ubeyd Kasım
b. Sellam rahimehullah şöyle demiştir: “Sünnete sarılan kor avuçlamış gibidir.
Bugün bana göre bu, Allah yolunda kılıç vurmaktan daha faziletlidir.” (Tarihu
Bağdad (12/410)
Buhari şöyle
demiştir: “Müslümanların en faziletlisi insanlar arasında öldürülmüş bir
sünnete davet eden kimsedir. Sebat edin ey Sünnet ehli! Şüphesiz sizler
azınlıksınız.” Muslim, Sahih’inde Ebu Hureyre radıyallahu anh’den merfu olarak
rivayet ediyor: “İslam garip olarak başladı, tekrar başladığı gibi garip
haline dönecektir. Gariplere müjdeler olsun!” Bir rivayette: “Onlara
isyan edenler, itaat edenlerden fazladır” şeklinde geçer.
Hak ile bâtıl
arasında ve hak ehliyle bâtıl ehli arasında ayrım bulunmasının Rasulullah
sallallahu aleyhi ve sellem’in sünneti olduğunun delillerinden birisi şu
hadistir:
el-Mikdad b. el-Esved radıyallahu
anh rivayet ediyor: “Allah’a yemin olsun, Allah, Nebi sallallahu aleyhi ve
sellem’i peygamberlerini gönderdiği fetret ve cahiliye dönemleri içinde en şiddetli
olanında gönderdi. Putlara ibadetten daha üstün bir din görmüyorlardı. Nebi
sallallahu aleyhi ve sellem hak ile batılın, baba ile evladının ayırıcısı
olarak geldi. Öyle ki kişi babasının, çocuğunun veya kardeşinin kâfir olduğunu
görüyordu. Nitekim Allah onun kalbindeki kilidi imana açmıştı. O halde ölse
cehenneme gireceğini biliyordu. Sevdiği kimse cehennemlik iken sevinemezdi.
Allah Azze ve Celle şöyle buyurmuştur: “Rabbimiz!
Bize eşlerimizden ve nesillerimizden gözlerimizin bebeği iyi insanlar ihsan et.”
(Furkan 74)”[8]
Şeyh el-Elbani bu
hadisin açıklamasında şöyle der: “Bu hadiste ayrımın bizzat kınanmış olmadığına
açık bir delil vardır. Bazı insanlar, Kitap ve sünnete davetten ve Kitap ile
sünnete muhalif sonradan çıkarılan şeylerden sakındırılmasından nefret
ettirerek bunun vaktinin gelmediğini gerekçe gösteriyorlar. Bu davetin
insanları uzaklaştırdığını ve insanların aralarını ayırdığını iddia etmeleri
hak davet konusunda büyük bir cahilliktir. Her zaman ve her yerde bu davetin
karşısındaki muhalefet ve çekişmeler, Allah Teâla’nın halk üzerindeki
sünnetidir. Allah’ın sünnetinde değişiklik olmaz. “Eğer
Rabbın dileseydi, insanları tek bir ümmet yapardı. Oysa işte ihtilaf edip
durmaktadırlar. Ancak Rabbının merhamet ettikleri, (bu ihtilaftan) istisna
teşkil ederler” (Hud 118-119)”[9] Elbani rahimehullah’dan
nakil bitti.
Bazen bu ayrımın
gereklerini gözetmenin, sılayı rahimi terk etmek ve akrabalık bağlarını
koparmak olduğu şüphesi öne sürülmektedir. Bu şüphenin sebebi, dinde sılayı rahim’in
ne demek olduğunun idrak edilmemiş olmasıdır.
İbn Ebi Cemre rahimehullah
şöyle demiştir: “Sılayı rahim mal ile, ihtiyaç zamanında yardım etmekle, zararı
def etmekle, güler yüz göstermekle ve dua ile olur. İyilik yapmanın mümkün
olduğu her şey ve güç yettiği kadarıyla kötülüğü def etmenin mümkün olduğu her
şey sıla kelimesinin anlamı kapsamındadır. Bu ancak istikamet ehli olan
akrabalara yapılırsa böyledir. Eğer kâfir veya facir iseler onların sılası;
Allah için alakayı onlardan kesmek iledir. Fakat bunda onlara nasihat için çok
gayret göstermek şarttır. Sonra ısrar ederlerse, bunun haktan yüz çevirmiş
olmaları sebebiyle olduğu onlara bildirilir. Bununla beraber arkalarından
onların doğru yola dönmeleri için dua etmek suretiyle akrabalık bağı devam
ettirilmiş olur.”
Bu anlayıştan mahrumiyet
sebebiyledir ki, “sılayı rahim yapacağız” veya “öncelikli olan tevhidi tebliğ
edeceğiz” mantığıyla, haremlik-selamlık gibi emirler işlevsiz bırakılmasına
rağmen ilişkiler devam ettilir! Allah’a daveti Allah’a isyan ederek mi
ulaştıracaksınız? Hela süpürgesiyle mescid süpürür müsünüz?
Ana hatlarından bahsettiğimiz
bu menhec hatası, tevhid ehli olmakla nitelenen insanların, hatalı bir maslahat
anlayışı sebebiyle, ihlas ve doğruluk şartlarını bir araya getirmekle memur
oldukları amellerini bâtıl bir surette eda etmeye alışmaya ve hakkın izlerinin
kaybolmaya yüz tutmasına yol açmıştır. Öyle ki, tevhid ehli insanlar arasında
bile kaybolmuş bir sünneti ihya etme gayreti, fitne çıkarmakla nitelenir hale
gelmiştir. Hadiste müjdelenen gariplerden olmayı - ki onlar sünnetleri ihya
edip dinlerini yaşamak uğrunda kabilelerinden ayrılmak zorunda kalanlardır – nasıl
umabilirsiniz?
Allah’ın müminlere rahmet
etmesinin sebeblerinden birisi - belki de en önemli sebeplerinden - olan cemaatle
namaz fiilinde bile safların ilerili gerili olmasının, kalplerin ihtilafa
düşmesine sebep olacağı bildirilmiştir. Hak olan sünnete uymak isteyen
müslümanların diyanet camilerinde – namazın şartlarından olan tadili erkan bir
yana -safları bile ikame etmesi mümkün olmamaktadır. Tevhid meselesinden daha
geri planda olması gerekçesiyle bunu ihmal etmek, asıl sorundan uzaklaşmaktan ve
davete icabet etmiş bulunanları haktan uzaklaştırmaktan başka bir şey değildir.
Dikkat edin! Bu, namazları cemaatle kılmayı terk etme çağrısı değil, bilakis
Allah ve rasulünün emrettiği şekilde ikame etme çağrısıdır! Bizi kıldığımız
namazda huşudan alıkoyan birçok sebepten, ibadete konsantre olmaktan
uzaklaştıran bid’at ve yanlışlardan arınmış bir namaz kılma çağrısıdır!
İnsanları dinin
hakikatlerinden uzaklaştırıp, bâtıl üzerine kurulmuş sistemin bekasını temin
için tesis edilmiş diyanet kurumunu, sanki müslümanları temsil eden halifenin,
iltizam edilmesi gereken cemaati gibi lanse etmek isabetli değildir. Bilakis
cemaat; - İbn Mesud radıyallahu anh’ın dediği gibi azınlık olsalar dahi; hakka –
kitap ve sünnete sahabenin menheciyle – tabi olandır.
Sahihayn’de Huzeyfe radıyallahu
anh’ın rivayet ettiği hadisin sonlarında Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem:
“Müslümanların halifesi ve cemaati yoksa, ağaç kökü dişlemek pahasına bütün
fırkalardan uzaklaş” buyurmuştur. Hadisi düşünürseniz, “Ayrı mescid kurmaya
kalkışmamız, yeni bir fırka teşkil etmek olur” şeklindeki düşüncenin temelden
hatalı olduğunu ortaya koyar. Zira müslümanların halifesi ve cemaati
bulunmadığı için mevcut mescidler zaten mutlaka fırkalardan bir fırkanın
mescididir. Adının diyanet camisi olması onu aklamaz. Burada kıstas;
bilmeyenlerin heveskar anlayışı değil, kitap ve sünnet nasları olmalıdır. Müslümanların
da hakkı izhar etmeksizin, mescidlerde mevcut batıl eylemlere iştirak etmeleri,
sözkonusu fırkanın kalabalığını artırmaktan ve onları güçlendirerek hakka taraf
olmayı zayıflatmaktan başka bir tesir bırakmamaktadır.
Müslümanların halifesinin
ve cemaatinin bulunmadığı zamanda cemaat İshak b. Rahuye rahimehullah’ın
açıkladığı gibi; kitap ve sünnetle amel eden ilim ehlidir. İşte bu cemaattir ve
delile ittiba hakim olduğu sürece bundan ayrılmamak gerekir.
El-Askerî, Suleym b. Kays el-Amiri’den rivayet ediyor:
İbnu’l-Kevvâ, Ali radıyallahu anh’e sünnet, bid’at, cemaat ve fırka hakkında
sordu. Dedi ki: “Ey İbnu’l-Kevvâ! Sorunu ezberledim, sen de cevabı iyi anla:
Sünnet, Allah’a yemin olsun Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’in
sünnetidir. Bid’at; ondan ayrılmaktır. Cemaat, Allah’a yemin olsun, az da
olsalar hak ehliyle bir araya gelmektir. Fırka ise çok olsalar dahi batıl
ehliyle bir araya gelmektir.”[10]
Yine; “Cimriliğe boyun
eğildiğini ve herkesin kendi görüşünü beğendiğini gördüğümüz zaman halkın
geneline tebliği bırakıp kendimizi kurtarmaya bakmamızı” öğütleyen Rasulullah
sallallahu aleyhi ve sellem’dir. (Bu konuda Camiu’s-Sahih şerhi 5. Derste 29
nolu hadisin izahını dinlemenizi tavsiye ediyorum) Her bidat fırkası kendi
görüşünü beğenmekte ve bu konuda Allah rasulünden başka önderler edinmiş
durumdadır. Allah Azze ve Celle’nin, rasulü diliyle bize açıkladığı şeye karşı
kelam yaparak daha başka metodlar öne sürmek zekâ veya başarı göstergesi değil,
lüzumsuz gayretkeşliktir.
Bize düşen şey, kelle
sayısını artırmak değil, Allah’ın dininin hakim olduğu, ihtilaflarını Kur’an ve
sünnete arz ederek bertaraf edebilen kaliteli bir toplum oluşturmaktır. Allah’ın
yardım ve desteğini celbedecek şey ancak budur. Allah’ın dinini, imkan
bulunmasına rağmen layıkıyle yaşamayan bir topluluğu artıracak her sayı, sadece
sorunlara bir yenisini eklemektedir. Geriye de birbirleriyle sürekli sorun
yaşayan, Allah’ın yardım sebeplerini ihmal ettiklerinden dolayı sorunlarını aşamayan
bir kalabalık oluşmaktadır.
Burada anlatmaya
çalıştığım şey; davette öncelikleri gözetme veya yumuşak muamele prensiplerine
karşı çıkmak değildir! Bilakis sadece şunu demek istiyorum; dünya konusunda îsâr
(başkasını kendine tercih etmek) fazilettir, lakin hidayet konusunda îsâr meşru
değildir. Müslüman, hidayeti, rahmeti önce kendisine diler, sonra başkasına.
Kendisi hidayetinden taviz verir de, başkalarının hidayete ulaşmasını kendine
tercih ederse, böyle bir davranış dinde övülmüş değil, yerilmiştir. Yine son
olarak uyarılması gereken bir husus daha kaldı: kendilerine sert davranılacak
olan bid’at ehli; hüccet ve ilim kendilerine ulaşmış olmasına rağmen bâtıl eylemlerinde
ısrar edenlerdir. Lakin içinde yaşadığımız toplum içinde birçok kimseye hüccetin
henüz ulaşmamış olması, huccetin ulaştığı kimselerin delile göre hareket
etmesini engellememelidir ve kişinin her halukarda hakka uygun hareket etmesi,
sertlik değildir. Bilakis çoğu zaman sünnette sınırları çizilmiş bu tavır,
bilmeyenlerin hakkı ve hakka uymanın ciddiyetini anlamasını daha mümkün
kılmaktadır. Evet, şayet din re’y ile olsaydı, mestlerin üzerini değil, tabanını
mesh ederdik! Lakin sünnet böyle. Her şeyi hakkıyla bilen Allah, şüphesiz
hikmet sahibidir.
* Musa aleyhi's-selâm’ın Firavuna yumuşak söz söylemekle
emrolunmasına gelince, yumuşak söz söylemek, hakkı söylememek demek değildir.
Nitekim Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur: “Cihadın
en üstünü zalim sultan karşısında hakkı söylemektir.” (Ebu Davud 4344)
Tirmizi (2174) İbn Mace (4011)
Allah için nefret
etmek ne İslâm davasını ve nasihati başkalarından gizlemektir ve ne de onları
hatırlatmada bulunmadan veya uyarmadan günah batağında bırakmaktır. Bundan dolayı, iyiliği emretmek, kötülüğü yasaklamak, sapanları doğru
yola ulaştırmaya çalışmak, onlara acımak, onların itaat ve hidayet kapılarından
girmelerini samimîyetle istemek gerekir.
Bu ancak, nefislerin
onların kapılarından girmeleriyle gerçekleşir. Yüce Allah, kendi yoluna davetin
işaretlerinin; hikmet, güzel nasihat, en doğru için, en güzel olanla tartışma
olduğunu belirtti. Yüce Allah şöyle buyuruyor: ‘Rabbinin yoluna hikmetle ve
güzel öğütle çağır; onlarla en güzel şekilde tartış; Rabbin kendi yolundan
sapanları daha iyi bilir. O, doğru yolda olanları da en iyi bilir.’ (Nahl, 125)
Anormal nefisler ve
katı kalpler ancak şefkat göstermekle ve ciddiyetle yumuşar. Bundan dolayı
(Allah) Mûsâ (aleyhisselâm) ile
Hârûn (aleyhisselâm)’ı Mısır’ın
tâgûtuna ve firavununa gönderdiğinde, onlara Rabbânî direktif şöyleydi: ‘Sen
ve kardeşin, ayetlerimle gidin; beni anmakta gevşek davranmayın. Firavun’a
gidin, doğrusu o azmıştır. Ona yumuşak söz söyleyin, belki öğüt dinler veya
korkar’ (Tâhâ, 20/42-44)
Kur’ân ayetlerindeki
bu tavır, Yüce Allah’ın şu sözüyle çelişmez: ‘Ey Nebî! İnkârcılarla ve
münafıklarla savaş; onlara karşı sert davran. Varacakları yer cehennemdir ve ne
kötü dönüştür.’ (Tevbe, 9/73)
Emredilen sertlik, iki
durumda söz konusudur. Birincisi: Savaş durumunda. Bu, şiddet ve sertlik
gerektiren bir durumdur. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmuştur: ‘Ey iman
edenler! Yakınınızda bulunan inkârcılarla savaşın; sizi kendilerine karşı sert
bulsunlar. Bilin ki Allah, kendisine karşı gelmekten sakınanlarla beraberdir’
(Tevbe, 9/123)
İkincisi: Davet
kendilerine ulaşan ve savaşla cevap veren kâfirlere, hak yoldan çıkan bid’atçı
ve sapık şüphe sahiplerine cevap verme durumunda. Yüce Allah şöyle buyuruyor: “Onlara
‘Allah'ın indirdiğine ve Rasûl’e gelin’ dendiği zaman, münâfıkların senden
büsbütün uzaklaştıklarını görürsün. Başlarına kendi işlediklerinden dolayı bir
musibet çattığında sana gelip: Biz, ‘İyilik etmek ve uzlaştırmaktan başka bir
şey istemedik’ diye de nasıl Allah’a yemin ederler? İşte bunların kalplerinde
olanı Allah bilir. Onlardan yüz çevir, onlara öğüt ver, kendilerine etkili
sözler söyle.” (Nisâ’, 4/61-63)
Böylece, davetin
başından sonuna kadar yumuşaklıkla olacağını, sertliğin savaşla sınırlı
olduğunu iddia eden bazı âlimlerin görüşlerinin yanlış olduğu ortaya çıkmış
oluyor. Şayet durum böyle olsaydı, Rasûlüllâh (sallallahu aleyhi ve
sellem)’in müşriklere yaptığı gibi,
münâfıklarla da savaşması gerekirdi. Fakat böyle bir şey olmamıştır. Yine
anlaşıldı ki, onlara cevap verme, batıl görüşlerini açıklama, şüphelerinin
yanlış olduğunu gösterme ve bid’atlarını yok etmeyi de içine alması için
sertlik esnek tutuluyordu. Selefî Sâlihîn de böyle yapıyordu.
Rabbin itaatine ve
Rasûlü (sallallahu aleyhi ve sellem)’in Sünneti’ne uygun davranan bilsin ki; davette yumuşaklık; yağcılık
değildir ve bu dinden bir şeyde; kolaylaştırma bahanesiyle heva ve şehvetlere
uygun şekilde taviz vermek anlamına gelmez. Yine edebî ifadeyle ve kesin delile
göre sertlik; sövmek, hakaret ve küstahlık etmek değildir!
Şeyhulislam İbn
Teymiyye rahimehullah şöyle demiştir: “Dinin düşmanların iki türdür: kafirler
ve münafıklar. Allah, nebisine her iki grupla da cihad etmesini emrederek şöyle
buyurmuştur: “Kafirlerle ve münafıklarla cihad et ve onlara sert davran”
(Tevbe 73) zira Münafık toplulukları kitaba aykırı bid’atler çıkarmakta ve
insanlara onu karışık göstermektedirler. İnsanlar kitabın bozulması ve dinin
değiştirilmesini fark edemiyorlar. Nitekim bizden önceki kitap ehlinin dini, o
dinin mensuplarının karşı çıkmadıkları tebdiller (dinde değişiklikler) ile
bozulmuştu. Bidatçi topluluklar münafıklar olmasalar da münafıkları dinlemişler
ve durumları onlara karışık gelmiş, onların kitaba aykırı sözlerini hak
zannetmişler ve böylece münafıkların bidatlerine davet eden kimseler haline
gelmiştir. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: “Eğer sizinle birlikte (savaşa) çıksalardı sizi
bozmaktan başka bir işe yaramazlar, içinizde fitne çıkarmak için hemen aranıza
sokulurlardı; zira içinizde onlara kulak veren kimseler vardı. Allah, zalimleri
hakkıyla bilendir.” (Tevbe 47)
Yine onların
durumlarını açıklamak zorunludur. Hatta onların fitnesi daha büyüktür. Zira
onlarda, kendilerine dostluk gösterilmesini gerektiren iman vardır fakat
münafıkların dini bozmak için çıkardıkları bidatlere girmişlerdir. Bu
bidatlerden sakındırılması zorunludur. Bu husus onların isimlerini ve
şahıslarını zikretmeyi de gerektirebilir. Hatta şayet bu bidatleri bir
münafıktan almış olmasalar da bunların dinden olduğu için hidayet ve iyilik
olduğunu söylerler. Şayet durum böyle
olmasaydı bile yine onun açıklanması gerekirdi. Bu yüzden hadis ve rivayet
hususunda hata eden, görüş ve fetva hususunda hata eden ve zühd ve ibadet
hususunda hata kimselerin durumlarını açıklamak farzdır. Hata eden kişi hatası
bağışlanmış ve içtihadından dolayı ecir almış bir müçtehit dahi olsa dahi durum
böyledir. Kişinin kendisi söz ve ameliyle muhalefet etse dahi, Kitap ve
sünnetin delalet ettiği söz ve ameli açıklamak zorundadır.” İbn Teymiyye
el-Fetava 28/231-232)
Rasulullah
sallallahu aleyhi ve sellem, “Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem)
arkadaşlarını öldürüyor dedirtmem” buyurarak münafıkların öldürülmesini
yasaklamıştır. Bizim de sünnete uyarak münafıkları öldürmekten uzak durmamız
gerekir. Lakin bu gerekçeyi genelleştirerek Rasulullah sallallahu aleyhi ve
sellem’in yapmış olduğu veya müsaade ettiği şeyi terk etmemiz gerekmez. Nitekim
Sahabenin menheci bu şekilde devam etmiştir. Onlar sırf Allah rasulünde
gördükleri şeyi terk etmemek için, bazılarının artık gereksiz ve anlamsız bulduğu
gerekçesiyle harvele yapmayı terk etmemişlerdir. Harvele, hac esnasında say
yaparken, müşriklere karşı heybetli görünmek için hızlı ve çalımlı hareket
etmektir.
Allah
Azze ve Celle şöyle buyurmuştur: “Onlar, senin kendilerine yumuşak
davranmanı arzu ettiler. O zaman onlar da sana yumuşak davranacaklardı.”
(Kalem 9)
Mucahid
rahimehullah bu ayet hakkında dedi ki: “Onları ilahlarına bıraksaydın, onlar da
seni üzerinde bulunduğun hakka bırakacak ve kendilerine meylettireceklerdi.”
(Taberi 23/534)
Allah
Azze ve Celle şöyle buyurmuştur: “Zulmedenlere meyletmeyin; aksi
halde ateş size de dokunur. Sizin için Allah'tan başka hiçbir dost yoktur.
Sonra yardım da göremezsiniz” (Hud 113)
Subhanekallahumme ve
bihamdike eşhedu en lâ ilahe illa ente vahdeke la şerike leke estagfiruke ve
etûbu ileyk.
[1]
Sahih. Buhari (16) Muslim (43)
[2]
Darimi (318)
[3]
İbn Teymiyye et-Tedmuriyye (s.381) Mecmuu’l-Fetava (10/301) İbn Kayyım
el-Fevaid (s.109) Medaricu’s-Salikin (1/343)
[5]
Ahmed (14784)
[6]
Muslim (2504) Ebu Nuaym Hilye (1/346)
[7]
es-Sahiha (704) Müslim,
Edebu’l-Mufred’de Buhari, Ahmed ve başkaları Ebu Hureyre radıyallahu anh
hadisinden merfu olarak rivayet ettiler
[8]
Sahih. Ahmed (6/2-3) El-Elbani es-Sahiha (2823)
[9]
El-Elbani es-Sahiha (6/322)
[10]
Necmuddin en-Nesefi, el-Kand Fi Ahbari Semerkand (s.233) Kenzu’l-Ummal (1644)