1- Hiçbir şeyi ortak koşmadan yalnızca Allah Teâlâ’ya kulluk
etmek
2- Bid’at ve hevâlarla değil, sadece Allah’ın meşru
kıldıklarıyla ibadet etmek.
Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: “Senden önce hiçbir
peygamber göndermedik ki ona, “benden başka ilâh yoktur; bu itibarla bana
ibadet edin” diye vahyetmiş olmayalım.” (Enbiya 25)
“Biz, gönderdiğimiz herbir peygamberi, ancak Allah'ın
izniyle itaat olunması için gönderdik” (Nisa 64)
Nebî sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur: “Allah’tan
başka ibadete layık hak ilah olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın rasulü olduğuna
şahitlik etmelerine kadar insanlarla savaşmakla emrolundum.” (Buhari ve
Muslim)
Yine şöyle buyurmuştur: “İslâm beş şey üzerine
kurulmuştur; Allah’tan başka ibadete layık hak ilah olmadığına ve Muhammed (sallallahu
aleyhi ve sellem)’in Allah’ın rasulü olduğuna şehadet etmek…” (Buhari ve
Muslim)
İbnu’l-Kayyım rahimehullah şöyle demiştir: “Şu iki tevhid
gerçekleşmedikçe kulun Allah’ın azabından kurtulması mümkün değildir; Rasulü
gönderen Allah’ın birlenmesi ve tabi olunan rasulün birlenmesi.” (Medâricu’s-Sâlikin
2/387)
Bu iki tevhidin her biri de; ispat ve nefiy olarak iki rükün
üzerine kurulmuştur.
İbadet tevhidi, Allah Teâlâ’dan başkalarının ilahlık
sıfatlarının nefyedilmesi – yani inkar edilmesi – üzerine kuruludur. Bu, “lâ
ilâhe illallah: Allah’tan başka ibadete layık hak ilah yoktur” sözünün
anlamıdır. “lâ ilâhe” sözü Allah’ın dışındakilerin ilahlıklarının inkarıdır ki,
Allah Teâlâ bunu tagutu tekfir – yani tagutu red ve inkar etmek - olarak isimlendirmiştir.
Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: “Kim tâğûtu inkar eder, Allah'a inanırsa,
kopması mümkün olmayan en sağlam kulpa tutunmuş olur.” (Bakara 256)
“Biz her ümmete, yalnız Allah'a ibadet etmeleri ve taguttan
da sakınmaları için bir peygamber gönderdik” (Nahl 36)
Tagut; Allah Teâlâ dışında kendisine kulluk edilen ve
bu kulluktan razı olan herşeyi ve Allah’tan başkasına yapılan her ibadeti kapsar.
Tagutu red ve inkar etmek; şirkten uzaklaşmak, onun batıl
oluşuna inanmak, şirk ehlinden uzaklaşıp onlara buğzetmek ve onlara açıkça
düşmanlık göstermekle olur. Allah Teâlâ, İbrahim aleyhi's-selâm’ın bu emri
yerine getirişini anlatarak ve onun bu konuda örnek alınmasını emrederek şöyle
buyurmuştur:
“İbrahim'de ve onunla beraber olanlarda, sizin için
uyulacak güzel bir örnek vardır. Hani onlar kavimlerine demişlerdi ki: “Biz
sizden ve sizin Allah'tan başka ibadet ettiğiniz şeylerden uzağız. Biz, sizin
putlarınızı inkâr ediyoruz. Siz, tek bir Allah'a îman etmedikçe, bizimle sizin
aranızda ebedî olarak kin ve düşmanlık belirmiştir.” (Mumtehine 4)
Allah Teâlâ İbrahim aleyhi's-selâm’ın iki şeyden
uzaklaşmasını anlatmaktadır:
1- Allah Teâlâ’dan başkasına kulluk eden müşriklerden
uzaklaşması ki: “Biz sizden uzağız” sözü bunu ifade eder.
2- Allah’ın dışında kulluk edilenlerden uzaklaşması ki: “ve
Allah’tan başka ibadet ettiğiniz şeylerden de uzağız” sözü bunu ifade eder.
Allah’ın dışında ibadet edilen şeylerden uzaklaşmak, onlara ibadet etmekten ve
kendilerine ibadet edilmesine razı olan kimselerden uzaklaşmayı kapsar.
Nitekim Allah Teâlâ böyle bir küfrün açıkça ilan edilen bir
düşmanlıkta bulunmayı gerektirdiğini açıklayarak: “bizimle sizin aranızda
ebedî olarak kin ve düşmanlık belirmiştir” buyurmuştur.
“Allah’ın dışında” sözü, uluhiyet sıfatının yalnızca Allah’a
ait olduğunun ispatlanmasıdır. Kulun tevhidid, bu iki mesele gerçekleşmedikçe
tamamlanmaz. Her kim tagutu reddedip inkar etmezse ve şirkin batıl olduğuna
inanmazsa, Allah’ı birlemiş olsa dahi o müslüman değildir!
Tagutu inkar ve
şirkten uzaklaşmaya; şirk ehline düşmanlık ve kin beslemek de dahildir.
“Kişi, Allah’ı birlese ve şirki terk etse dahi, müşriklere
düşmanlık gösterip, onlara düşmanlık ve kinini açıklamadıkça ne dini ve ne de
müslümanlığı istikamet bulmaz. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: “Allah'a
ve âhiret gününe îman eden bir kavmin, babaları, yahut oğulları, yahut
kardeşleri, yahutta akrabaları bile olsalar, Allah'a ve Rasûlüne karşı gelen
kimselere sevgi beslediklerini göremezsin.” (Mucadele 22)” (Bkz.: ed-Dureru’s-Seniyye
8/113)
İttibâ tevhidi de aynı şekilde, iki mesele üzerine
kuruludur:
1- Bid’atlerden ve bid’at ehlinden uzaklaşmak, bid’atleri
miktarınca onlara buğzetmek.
2- Sünnete tabi olmak ve buna devam etmek.
Nebî sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur: “Sizleri
dinde sonradan çıkarılmış işlerden sakındırırım. Zira bütün bid’atler
sapıklıktır.” (Ahmed, Tirmizi ve İbn Mace rivayet etmişlerdir.)
Dinde sonradan çıkarılan işlerden sakındırmak, bunlardan
uzaklaşmayı gerektirdiği gibi, bid’at ehlinden de uzaklaşmayı gerektirmektedir.
Aişe radıyallahu anha şöyle demiştir: Nebî sallallahu aleyhi ve sellem şu ayeti okudu: “Size Kitab'ı indiren O'dur, O'nun (Kur'an'ın) bazı âyetleri muhkemdir
ki, bunlar kitab'ın esasıdır. Diğerleri de müteşâbihtir. Kalplerinde eğrilik
olanlar, fitne çıkarmak ve onu tevil etmek için ondaki müteşabih âyetlerin
peşine düşerler. Hâlbuki onun tevilini ancak Allah bilir.” (Al-i İmran 7) Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem buyurdu ki: “Bu
Kitab'ın müteşabih âyetleri hakkında tartışanları gördüğünüz zaman işte
Allah'ın (kalplerinde eğrilik olanlar diye) isimlendirdiği kimseler bunlardır
ve bunlardan sakınınız.” (Buhari ve Muslim)
Sünnete tâbî olan ve onunla amel eden, fakat
bid’atten ve bid’at ehlinden uzaklaşmayan, onlara buğzetmeyen kimse Ehl-i
Sünnet’ten değildir. Mesela mezhep olarak Selefîliği seçen, kendisini Selefî’liğe
nispet eden ve Ehl-i Sünnet üzere olduğunu iddia eden, doğru mezhebin Selefî’lik
olduğunu gören lakin, Eşarî, Maturidî Harici ve Murcie gibi kelamcıların ve bid’at
ehlinin mezheplerine tabi olanları, fıkıhta selefin yolu dışında Hanefilik,
Şafiilik, Hanbelilik gibi mezheplere uyanları kusurlu bulmayan, hatta bu
meselede genişlik gören kimse hakikatte Ehl-i Sünnetten değil, bid’at
ehlindendir. Zira sünnet, ona muhalif olanlara buğzetmeyi, onlardan uzaklaşmayı
ve bunun batıl olduğuna inanmayı gerektirir.
Nebî sallallahu aleyhi ve sellem şöyle
buyurmuştur: “İmanın en sağlam kulpu Allah için sevmek ve Allah için
buğzetmektir.” (Taberani ve başkaları rivayet etmişlerdir.)
İbn Abbas radıyallahu anhuma şöyle demiştir: “Allah’ın
dostluğuna ancak Allah için sevmek, Allah için buğzetmek, Allah için dost olmak
ve Allah için düşman olmakla ulaşılır. Kul, namazı ve orucu çok olsa dahi, bu
olmadan imanın tadını bulamaz. İnsanların kardeşlikleri dünya meselesi üzerine
yaygınlaşmıştır. Lakin bu sahiplerine fayda sağlamaz.” Sonra İbn Abbas radıyallahu
anhuma şu iki ayeti okudu: ““Allah'a ve âhiret gününe îman eden bir kavmin,
babaları, yahut oğulları, yahut kardeşleri, yahutta akrabaları bile olsalar,
Allah'a ve Rasûlüne karşı gelen kimselere sevgi beslediklerini göremezsin.”
(Mucadele 22) “O gün Allahtan sakınanlar dışında, dostlar, biribirlerinin
düşmanıdırlar” (Zuhruf 67)” (Ebu Ömer el-Adenî, el-İman s.128)
Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaât, bu rüknü gerçekleştirmek için bid’at
ehline şiddetle karşı çıkar, onlardan ve bid’atlerinden sakındırırlar. Onlara sert
sözler söylerler. Hatta bu husus sünnetin esaslarından önemli bir esas haline
gelmiştir. Bu konuya özel olarak yazılmış kitaplar bir yana, Sünnet esaslarına
dair yazılmış kitaplarından hiçbiri yoktur ki bu meseleden bahsetmesin. Örnek olarak
İbn Vaddah’ın el-Bid’a, Ebu İsmail el-Ensarî’nin Zemmu’l-Kelam ve Ehlihi gibi
eserleri zikredilebilir.
Bid’at ehlini reddetmek, onlara karşı çıkmak ve onlardan
sakındırmak, tevhidin emredilip şirkin yasaklanmasından sonra, iyiliği emir ve
kötülüğü yasaklama kapsamına giren konuların en büyüğüdür.
İbn Mes’ud radıyallahu anh şöyle demiştir: “İslâm’a ve
müslümanlara tuzak olarak bir bid’at çıktığında mutlaka Allah’ın ona karşı çıkan
ve alametlerini söyleyen bir velîsi de bulunur. Onların bulunduğu meclislere
katılmakla kazançlı çıkın ve Allah’a tevekkül edin.” (İbn Vaddah, el-Bid’a s.5)
Âsım el-Ahvel dedi ki: “Katâde bana şöyle dedi: “Ey Ahvel! Şüphesiz
kişi bir bid’at çıkardığı zaman, o bundan uzaklaşıncaya kadar onu sakındırman
gerekir.” (el-Lâlekâî, İtikad 1/137)
Bid’ate karşı çıkmak, hem o bid’atten ve hem de o bid’atin
davetçilerinden sakınıp sakındırmayı gerektirir. Bu husus, Rasulullah
sallallahu aleyhi ve sellem’in: “Onlardan sakının” sözünde geçen uzaklaşma
emrinin kapsamına dahildir.
El-Hasen el-Basrî rahimehullah dedi ki: “Bid’at sahibinin hakkında
konuşmak gıybet değildir.” (el-Lâlekâî 1/140)
El-Evzâî rahimehullah şöyle demiştir: “İlim ehlinden bazısı
şöyle derlerdi: : “Allah bid’at sahibinden ne bir namaz, ne bir oruç, ne bir
sadaka, ne bir cihad, ne bir hac, ne bir umre, ne bir iyilik ve de bir adalet
kabul etmez. Sizin selefinizin dilleri onlara karşı şiddetli idi, kalpleri
onlardan tiksinir ve insanları onların bid’atlerinden sakındırırlardı. Şayet
onlar insanlardan gizli olarak bid’atlerini yapsalardı, hiçkimse onların
örtüsünü kaldırmaz, kusuru ortaya sermezdi. Allah onları sorumlu tutmaya ve
tevbelerini kabul etmeye en layık olandır. Ancak bid’atlerini açıkça
yaptıklarında, davetleri ve davet edenleri çoğalınca, o zaman hayat; ilmi
yaymaktır. Bu, Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem adına tebliğde bulunmak
ve haktan saptırmada ısrar edene karşı kendisine tutunulacak bir rahmettir.”
(İbn Vaddah, el-Bid’a s.7)
Esed b. Musa, Esed b.
el-Furat’a çok önemli bir mektup yazarak bu mektubunda şöyle demiştir: “Bil ki,
ey kardeşim! Beni sana bu mektubu yazmaya iten sebep, Allah’ın lütfuyla
insanlara karşı insaflı tutumun, sünnetten ortaya çıkaran güzel halin, bid’at
ehlini ayıplaman, onları çokça anlatman ve onları eleştirmen sebebiyle
beldendeki halkının senin aleyhinde konuşmalarıdır. Oysa Allah, senin vesilenle
onlardan intikam almış, senin vesilenle Ehl-i Sünnet’in sırtını
sağlamlaştırmış, bid’atçilerin kusurunu dökmende ve eleştirmende seni
kuvvetlendirmiştir. Böylece Allah onları alçalttı, bid’atlerini gizlemek
zorunda kaldılar.
Ey kardeşim! Bunun sevabıyla sevin! Bu işi, namaz, oruç, hac
ve cihad gibi amellerin arasında en üstün iyiliğin say. Bütün bu ameller,
Allah’ın Kitabını ayağa kaldırmak ve rasulünün sünnetini ihya etmenin yanında
nerede kalır? Nitekim Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem: “Kim
sünnetimden bir şeyi ihya ederse – iki parmağını birleştirerek - onunla ben
cennette şu ikisi gibi oluruz” buyurmuştur. Yine demiştir ki: “Herhangi
bir kimse buna (sünnete) davet eder de ona tabi olunursa, kıyamet gününe kadar
ona tabî olanların ecri kadar kendisine yazılır.” Amelinden birşeyle kim bu
ecre ulaşabilir? Yine, “Muhakkak ki İslâm’a tuzak olarak kurulan her bid’at
karşısında Allah’ın dostlarından hakkı savunan ve onun alametlerini konuşan bir
velisi mutlaka vardır” denilmiştir.
Ey bu faziletin sahibi! Bunu ganimet bil ve onun ehlinden
ol! Zira Nebî sallallahu aleyhi ve sellem Muâz’ı Yemen’e göndereceği zaman ona
şöyle vasiyet etmiştir: “Muhakkak ki Allah’ın senin vesilenle bir kimseyi
hidayet etmesi, senin için şundan ve şundan hayırlıdır”
(Nebî sallallahu aleyhi ve sellem) bu konuda söylenecek söze
büyük önem verirdi. Bunu da ganimet bil! Sünnet’e davet etmeye öyle devam et
ki, bu konuda samimi dostların olsun, başına bir iş geldiğinde yerine geçecek
bir cemaat oluşsun. Tâ ki senden sonra imamlar olsunlar. Rivayette geldiği
gibi, kıyamet gününe kadar bunun sevabı sana da yazılmaya devam etsin…” (İbn
Vaddah, el-Bid’a s.8)
Bid’at ehlinden kimisi bid’atine açıkça davet eder ve ortaya
koyar, kimisi de gizlenir. Gizlenene müdahale edilmez. Zira bid’atini ortaya
koymamıştır. İnsanlar arasındaki muamelede asıl, ancak ortaya koyup zahire
çıkardıklarına göredir. Alimlerin bid’at ehlini teşhir edip sakındırma
hakkındaki sözleri, bid’atini açıkça ortaya koyan ve ona davet edenler
hakkındadır. Mesela İslâmî davete video, resim, müzik gibi haram unsurlar
karıştırarak bu bidati açıkça ortaya koyanlara alenen buğzetmek ve
bidatlerinden uzak durmak, bundan sakındırmak ve bu işlerin batıl olduğuna
inanmak gerekir. Bunu yapmayan kimse Ehl-i Sünnet’ten değildir!
Nitekim az önce el-Evzâî’nin sözlerini naklettik. Bid’atçiye
karşı muamelede aslolan hecr: ondan uzaklaşmaktır. Bu da onunla beraber
oturmayı ve selamlaşmayı terk etmek gibi davranışlardır. Hecr (uzaklaşma) iki
türlü olur:
1- Ona cezalandırma olarak uzaklaşmak.
2- Kötülükten uzak durmak için uzaklaşmak.
Bu esas terk edilmiştir ve bunun neticesi olarak,
uzaklaşmanın maksadı olan bid’atten uzaklaştırma ve kötülüklerden uzaklaşma yerine
gelmemektedir.
Bid’atten uzaklaşmak ve ondan sakındırmak, kişi zarara
uğramaktan sakınmadığı sürece her durumda farzdır. Burada bid’atten uzaklaşmak
ile bid’at sahibinden uzaklaşmak arasında ayrım gözetilmesi zorunludur.
Önceki alimlerden bazılarına, bazı itikadî ve fiilî bid’atler
kapalı gelmiş, bununla beraber imamlar ve alimler onların hatalarını açıklamış
ve bu hatalardan sakındırmışlardır. Lakin bunu şahısların kendilerinden sakındırmaksızın
ve teşhir etmeksizin yapmışlardır. Hatta hatalara ve zellelere karşı uyarmakla
beraber onlardan istifade edilmesini ve kitaplarının okunmasını tavsiye
etmişlerdir. Ebu Suleyman el-Hattabî, İbn Hibban, Beyhakî, Nevevî, Hafız İbn
Hacer el-Askalânî, el-Kurtubî ve daha başka alimlerin kitapları ve bunlardaki
hatalar hakkında Ehl-i Sünnet alimleri uyarıda bulunmak suretiyle tavsiye
etmişlerdir.
Bu mesele bazı insanlara karışık gelmiş ve muasır bid’at
ehlinden sakındırıp, onları teşhir etmek hususunda duraklamışlardır. Zira onların
başka yönlerden güzelliklerini görmüşlerdir. Bu kimseler, az önce zikrettiğimiz
alimler ve benzerleri hakkında söylenenleri, sünneti tanımayan, ona saygı
göstermeyen ve sünnete tabi olmayan bu muasır bid’atçilerin lehine de
yorumlamaya kalkmışlardır. Hatta bu bid’atçiler arasında, Eşarîler ve Mürcieler
gibi bâtıl itikatların şüphesine düşenler bir tarafa, bâtıl te’villere
yeltenerek sünneti terk etmekle meşhur olanları da vardır.
Şüphe yok ki bu muasır bid’at ehliyle muamelede bulunmaya
davet etmeyi, yukarıda adı geçen hata etmiş alimlerin kitaplarından istifade
etmeye kıyaslayan kimse, sünneti hafife almış ve bid’ate revaç göstermiş olur.
Görünen o ki, bu çözülmenin sebebi, böyle bir anlayışa sahip
olanların adı geçen alimlerle, muasır bidatçiler arasındaki büyük farkı
kavrayacak bir zekaya sahip olamamalarıdır. Bu farkları kısaca açıklamak
gerekirse:
1- Önceki alimler vefat etmişlerdir ve durumları Allah’a
havale edilir. Onların sözleri ve davetleri kesintiye uğramıştır. Onların lehine
ve aleyhlerine olanların bilinmesi ne bir şey artırır, ne de bir şey eksiltir.
Lakin muasırlar öyle değildir. Zira onlar hayattadırlar ve kendilerinin
üzerinde bulundukları bidatlerine davet etmeye devam etmektedirler. Hayatta
oldukları için de bid’atlerinin sınırı yoktur. Onların varlığı ve davetlerinin
devam etmesine rağmen sükut etmek, onlardan sakındırmayı terk etmek ve onlardan
uzaklaşmamak, onların davetinin yayılmasına hizmetten pay sahibi olmak
demektir. Öncekilere gelince, onların üzerinde bulundukları şeyi kontrol altına
almak ve durumlarını açıklamak mümkündür. Hayatta olanlar hakkında çekinilen
konularda, onlardan çekinilmez.
2- Öncekilerin birçok faziletleri ve bidatlerine galip gelen
ilimde önderlikleri ve hayırlı hizmetleri vardır. Bununla beraber uyarıda
bulunulması da gerekmektedir. Mesela el-Hattâbî, İbn Hibban, el-Beyhakî,
Nevevî, İbn Hacer ve el-Kurtubî’ye bakın, Allah onların kitaplarını ve
ilimlerini ne kadar faydalı kılmıştır! İlim talebesi onların eserlerinden
müstağni kalmaz. Zira onların kitapları ilimde önemli kaynaklardan
sayılmaktadır. Peki ya muasır bid’atçiler bunun
neresindedirler? Muasır bid’atçiler hakkında sükut edilmesini isteyenler
ilimde, sünnete hizmette ve onun savunulmasında öncekilerin onda birine dahi
ulaşamamışlardır. Arada çok fark vardır!
İlimde ilerlemişlikleri ve sünnete hizmetleri olmayan Muasır
bid’atçilere karşı, tıpkı el-Hattabî, İbn Hacer veya Nevevî’ye muamele edildiği
gibi muamele edilmesine davet etmek hayret vericidir!
İnsanlara kendi kapasitelerine göre muamele edilmesi dinen
talep edilen bir meseledir. Nebî sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
“Üstünlükleri olan kimselerin sürçmelerini görmezden geliniz” Şüphesiz önceki bu alimlerin ilimlerinden ve
kitaplarından istifade etmeyi terk etmeye çağırmak, sonrakilerin aciz
kaldıkları pekçok hayrın ve birçok ilmin elden kaçırılmasına sebep olur.
Ama muasır bidatçilere gelince, onlardan uzaklaşmak ve
onlardan ilim almayı terk etmek ne zarar getirir ne de birçok ilim kaybedilir. Bilakis
onların ayak kaymalarından uzaklaşmada fayda vardır. Halbuki onlar hakkında
sükut etmek ve onlardan faydalanmaya davet etmek fayda değil, ancak zarar
getirir. Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat elimlerinde bulunan ilim, onlarda olana
ihtiyaç bırakmaz.
Şeyhulislam İbn Teymiyye, önceki Eşarî’lerden; Beyhaki, Ebu
Zer el-Herevî, Ebu Bekr b. el-Arabî, Ebu’l-Velid el-Bâcî gibi meşhurları
zikrettikten sonra şöyle demiştir: “Onlardan herbirinin İslâm’da övülen
gayretleri ve temiz iyilikleri vardır. Yine İlhad ve bid’at ehli kimselere
birçok reddiyeleri vardır. Ehl-i Sünnete ve dine çokça destek olmuşlardır.
Onların durumları bilen ve onların haklarında sıdk, ilim, adalet ve insafla
konuşanlara bu husus gizli kalmaz. Lakin onlara, Mu’tezile’den alınan bu usul
kapalı gelmiştir. Onlar, hatalarına uyarılması gereken fazilet ve akıl
sahipleridirler. Bu yüzden ilim ve din
ehli olan müslümanlardan onlara karşı çıkanlar, bidat ve bâtıl sözlerinden
dolayı onları kötüleyenler olduğu gibi, faziletleri ve iyiliklerinden dolayı
onları övenler de vardır. İşlerin en hayırlısı orta yollu olanıdır.
Bu durum onlara da özel değildir. Bilakis ilim ve din
ehlinden birçok kimseler bu duruma düşebilmişlerdir. Allah Teâlâ, bütün mümin
kullarının hasenatlarını kabul eder ve kötülüklerini affeder. “Rabbımız!
Bizi ve bizden önce îman etmiş olan kardeşlerimizi bağışla, îman edenlere karşı
kalblerimizde bir hasedlik yaratma. Rabbımız! Şüphe yoktur ki sen, çok
şefkatli, çok merhametlisin” (Haşr 10)
Şüphesiz hakkı ve dini Rasulullah sallallahu aleyhi ve
sellem’in cihetinden talep edip, içtihat eden, bunun bazısında hata ederse
Allah onun hatasını affeder. Bu, Allah Azze ve Celle’nin Nebisi sallallahu
aleyhi ve sellem’in ve müminlerin şu dualarına icabet etmesinin
gerçekleşmesidir: “Rabbimiz, unutur veya hata edersek bizi sorumlu tutma”
(Bakara 285)” (Der’ut-Teâruz 2/102)
3- el-Hattabî, Beyhakî, İbn Hacer, Nevevî ve diğerleri gibi
önceki alimler, sünnete tabi olma ve onu yüceltmenin ana caddesi üzerinde
idiler. Onların sözleri, hükümleri ve tercihlerinde görünen budur. Ancak bazı
meseleler onlara kapalı gelmiş ve hak oldukları zannıyla bunları
benimsemişlerdir. Onlardan kimisi Nevevî gibi isim ve sıfatlar meselesinde
kesin olarak bişey söylememiş, kimisi usullerinin çoğunda Ehl-i Sünnete
muvafakat edip, bir kısmında muhalefet etmişlerdir.
Şeyhulislam İbn Teymiyye, sıfatları inkar eden ve te’vil
eden bazı kimselerin durumlarını açıklarken şöyle demiştir: “Onların türleri
vardır:
Bir türünün aklî ilimlerde geniş bilgisi vardır. Hatta onlar
inkar edenlerin söyledikleri hüküm ve delillerin kesin deliller olduğuna
inanarak bunları benimsemişlerdir. Onların bu konuda bağımsız hareket etme
güçleri yoktur. Hatta onlar hakikatte bu hususta taklitçi olduklarından onların
sözlerine inanmışlardır. Kur’ân, hadis ve selefin sözlerinden buna aykırı
olarak işittikleri herşeyi, ya onlara uygun olduğunu zannederek, ya da manasının
bilgisini Allah’a havale ederek yüz çevirmek şeklinde karşılamışlardır.
Ebu Hatim el-Bustî – yani İbn Hibban -, Ebu Said es-Semman
el-Mu’tezili, Ebu Zerr el-Herevî, Ebu Bekr el-Beyhakî, Kadı Iyad, Ebu’l-Ferac
b. el-Cevzî, Ebu’l-Hasen Ali b. el-Mufaddal el-Makdisî ve benzerlerinin hali
budur.
İkinci türü; aklî meseleler konusunda içtihat yolunu
tutmuşlar ve bu konuda tıpkı başkalarının hata yaptıkları gibi hata
yapmışlardır. Bozuk usullerinin bazısında Cehmî’lere katılmışlardır. Bununla beraber
Buhari ve Muslim’in sahihleri ile diğer kitaplardan haberdar olsalar da,
selefin ve Ehl-i sünnet imamlarının bu konuda ne söylediklerinden
habersizdirler.
Ebu Muhammed b. Hazm, Ebu’l-Velid el-Bâcî, Kadı Ebu Bekr b.
el-Arabî ve benzerlerinin hali de böyledir. Bişr el-Merisî, Muhammed b. Şuca
es-Selcî ve benzerleri de bu türe dahildirler.
Üçüncü türü; hadis ve eserleri işitirler, selefin mezhebini
yüceltirler, lakin diğer bazı meselelerde Cehmiyye kelamcılarına katılırlar. Onlar
Kur’an, hadis ve sünnet imamlarından gelen rivayetler konusunda geniş bilgi
sahibi değildirler. Rivayetlerin sahih olanını ve zayıf olanını ayırt
edemezler. Manalarını da kavrayacak kabiliyetleri yoktur. Nitekim Cehmîyyeden
inkarcıların aklî esaslarının bazısının sahih olduğunu zannetmiş ve aradaki
çelişkileri görememişlerdir.
Ebu Bekr b. Furek, Kadı Ebu Ya’lâ, İbn Akîl ve benzerlerinin
durumu da bu türe girer.” (Der’u’t-Teâruz 7/32)
Hattabî, Beyhaki, Nevevî, İbn Hacer veya İbn Hazm’ı okuyan
kimse, onların sünnete tazim etmelerinden ve rivayetleri başka şeylerin önüne
geçirmelerinden hiç şüphe eder mi? İnsaf sahibi olan bir kimse bundan şüphe
etmez. Bu yüzden onlar, çok önemsiz azınlıkta meseleler dışında mezhep taassubu
yapmamışlardır. Muasır bidatçilerin çoğunluğu ise öncekiler gibi sünnete tabi
olmazlar. Bilakis yorum yaparak kolaylaştırma ve kolaylığı araştırma gerekçesiyle
birçok delilleri tahrif ederler. Bu yüzden onların sözlerinde delilleri kabul ettiklerini
ve hak için görüşlerini terk ettiklerini pek göremezsin. Bilakis sözlerinin
çoğunluğu tutarsızlık, belli bir konumdan uzaklık ve sallantı içindedir. Bu onların,
sünneti yüceltme ve onu kişilerin görüşlerinin önüne geçirme ana caddesinde
gitmemeleri sebebiyledir. Bu muasır bidatçiler, öncekilerle nasıl aynı seviyede
görülebilirler?
4- İsim ve sıfat meseleleri ve benzerlerinde Selefin mezhebini
bilmemek, nübüvvet nurundan ve risalet kandilinden uzaklık beşinci asrın
sonlarında yayılmaya başlamış, on ikinci asra kadar sürmüştür. Hatta sünnete
davet eden ve selefin mezhebini bilenler garip konumuna düşmüşlerdir. İlim talebesi
ve tarih hakkında en ufak bir bilgisi olan kimseye, en meşhurları arasında
Şeyhulislam İbn Teymiye ve öğrencisi İbn Kayyım’ın da bulunduğu sünnet
imamlarının hali gizli kalmaz.
Nitekim el-Makrizî, Eşarî mezhebinin 380 yılı civarında
başlayıp, sonraki asırlarda yaygınlaşmasının sebebini zikretmiştir. En önemli
sebebi, Salahuddin el-Eyyubi’nin Eşariliğe destek olarak ülkelerde yaymasıdır.
Bununla beraber Magrip’te İbn Tumert, İslam’ın batısında ve Endülüs’te hükmeden
Murabitîn devletini kurmak için zemin bulmuştur.
Sonra Makrizi şöyle anlatır: “Bu, Eşarî mezhebinin meşhur
olmasına ve İslam şehirlerinde yayılmasına sebep olmuştur. Çünkü diğer
mezhepler unutulmuş ve Eşariliğe muhalif bir görüş bilinmez hale gelmiştir.
Ancak İmam Ebu Abdillah Ahmed b. Hanbel radıyallahu anh’e tabi olan Hanbeliler,
selefin üzerinde bulundukları yol üzerinde kalmaya devam ettiler. Sıfatlar
hakkında gelenleri tevil etmemek görüşünde idiler. Hicrî yedinci yüzyılda
Dımeşk’te Takıyuddin Ebu’l-Abbas Ahmed b. Abdilhalim b. Abdisselam b. Teymiyye
el-Harrânî meşhur oldu. Selefin mezhebini haykırarak destek oldu ve Eşari mezhebine
etkili reddiyeler verdi. Eşarilere, Rafızilere ve Sufilere karşı çıkarak hakkı
haykırdı…” (el-Makrizi, el-Hutut, 4/192)
Bu son asırlarda yaşayan alimlerin çoğunun, hocalarını ve
alimlerini selefin yolu üzerinde bulamamalarında şaşılacak bir şey yoktur. Özellikle
de onların çoğu İbn Teymiyye rahimehullah’ın zikrettiği gibi, selefin
mezhebinden haberdar olamamışlar ve anlayamamışlardır. Hatta hiç duymayanları
vardı.
Bu büyük garipliğin çoğunu Allah Azze ve Celle, müceddit imam
Muhammed b. Abdilvehhab vesilesiyle dağıtmış, Allah’a hamd olsun, onun
davetiyle müslümanlardan birçok kimse şifa bulmuştur. Bu davet ile ülkelerin
genelinde kaybolan birçok hak yaygınlaşmış, neredeyse arap ve acem ülkelerinde ilme
nispet edilen herkese ulaşmıştır.
Durum böyle olduğuna göre, selefin mezhebi ve sünnet
esasları hakkında bu asırlardaki bilgisizlik, önceki asırlardaki bilgisizlik
gibi değildir. Hak, kelamcılarının mezheplerinin İslam ülkelerinden yaygın
olduğu asırlarda yaşayan öncekilere gizli kaldığı gibi, muasır bidatçilere
bugün gizli değildir. Hatta bu muasır bidatçiler İmam Muhammed b. Abdilvehhab’ın
davetini kesin olarak işitmişlerdir ve onun tabi olduğu yolun takipçileri olan ve
“Vehhabiler” diye isimlendirdikleri selefîleri de işitip durmaktadırlar. Üstelik
bu zamanda basın yayın araçlarının da yaygınlaştığını hesaba katarsak, ilim ve
hüccetin daha önce olmadığı kadar onlara ulaştığını söyleyebiliriz.
Davet bu kadar yaygınlaşmış olmasına rağmen, hüccetin onlara
ulaşmadığını söylemek nasıl mümkün olabilir? Onların hakkı öğrenmeleri
mümkündür, lakin onu öğrenmekten yüzçevirmektedirler. Bununla beraber onların
İslam’a ve sünnete değil hizmetleri, ancak verdikleri zarar vardır. Eserleri,
sohbetleri, yayınları ortadadır. Sünnete harp açmış durumdadırlar. Nasıl olur
da bunlara, ilme ve sünnete çokça hizmet eden lakin ilim kendilerine açık
şekliyle ulaşmadığı için bazı konularda hata eden kimselere muamele ettiğimiz
gibi muamele ederiz?
Şüphesiz önceki alimlerden hata edenlerle, muasır bidat
ehlini eşit seviyede görmek adaletsizliktir.