Soru: Esselemu Aleykum Hocam. Şirkte özür olmaz diyen birisi bana, Tevhid bizi asli
Kafirlerden ayıran şeydir. Tevhid konularında ihtilaf olmaz, ondan dolayı şirkte
mutlaka tekfir vardır dedi.
Hocam, benim kalbim de pek mutmain değil maalesef. Yani kendine Müslüman diyen fakat şirk koşan birisi
nasıl daha Mülsüman olur? Bu bizi zaten ayıran şeydir kafirlerden. Hem şirkte mesela te'vilden dolayı özür varsa, her
şeyde özür olur diyene ne derdiniz?
Cevap: Aleykum selam. Böyle konuşan haricî meşrepli kimselerle oturmanız,
konuşmanız, selam vermeniz ve almanız caiz değildir. Böyle kelamcılık yapanlara
meylediyorsanız sizde de bir sapma var demektir. Menhecinizi Kur’ân, sünnet ve
ümmetin salih selefinin anlayışı mı belirliyor yoksa Suud vahhabi anlayışından
ve Mısır ihvancılarının siyasetlerinden mezcedilerek ortaya çıkmış alaturka, ne
idüğü belirsiz kelam ve felsefeler mi? önce bunun ayrımını iyice
belirlemelisiniz.
Bu söylemlerin sahiplerinin istisnasız tamamı sigaraya haram
diyerek (helali haram kılmakla) şirk koşuyor, onlara müşrik mi diyelim?
Dünyanın küre olduğuna veya döndüğüne inanıyorlar, (Hatta Ebu Hanzala denen
zındık Kur’ân ayetlerini ateistlerin bigbang teorisine uydurana kadar
çarpıtıyor) kafir olduklarını mı söyleyelim? Video suretleri çekerek şirk
işliyorlar, alelıtlak ve muayyen olarak müşrik olduklarını mı söyleyelim? Corona
yalanlarına ve hastalığın bulaştığına inanıyor, maske takıyorlar, her birerinin
muayyen olarak müşrik olduklarını mı söyleyelim? Birçok örnek verilebilir, çok
göz önünde olanlardan bazı örnekler bunlar.
Meselenin aslı kişilerin iman ve islamına hükmetme
meselesidir. Bizler şahısların imanına hükmedemeyiz. Zira iman kalp, dil ve
azaların tasdikidir.
Biz sadece dil ve azaların tasdiki ile ilgili kısmına
şahit olabiliyoruz. Bir kimse müslüman olduğunu söylüyor ve kıblemize
yöneliyorsa (namaz kılıyor, erkekse sarık sarıp şalvar veya izar giyiyor, sakal bırakıyorsa, kadınsa siyah ve bol örtüyle bütün bedenini örtüyorsa) onun müslüman olduğuna hükmediyoruz, lakin ne
kadar çok salih amellerde bulunursa bulunsun mü’min olduğuna şahitlik
edemiyoruz.
Aynı şekilde ne kadar çok fısk fücur işlerse işlesin onun da
kâfir olduğuna şahitlik edemiyoruz.
Küfür ve şirk fiillerine gelince, nasıl ki iman amellerinde
ancak dil ve azalarla tasdike itibar ediyorsak, küfür ve şirk amellerinde de
dil ve azaların bu fiili tasdik etmesini ararız. İlim ehlinin “Kişi imana neyle
girdiyse imandan onunla çıkar” derken kastettikleri budur. Yani müslümanlardan
olduğu bilinen bir kimse zahiren küfür veya şirk olan bir fiil içindeyse
doğrudan bu fiil sebebiyle onun küfrüne
veya şirkine hükmedilmez, dilinin kalbinde olan itikadına şahitlik etmesi
istenir.
Musa aleyhi's-selâm levhaları öfkeyle yere atmıştı, fiili
küfürdü lakin o bunu küfür olan bir itikad sebebiyle yapmamıştı.
Yahut devesini
ve yükünü kaybeden adam devesiyle karşılaşınca “Allah’ım sen benim kulumsun,
ben de senin rabbinim” derken sözü küfürdü, lakin itikadı bunun tam aksi yönde
idi.
Usame b. Zeyd radiyallahu anhuma, savaş esnasında kılıç darbesinden korunmak
için tevhid kelimesini söyleyen adamı öldürdüğünde Rasûlullah sallallahu aleyhi
ve sellem onu “kalbini mi yardın?” şeklinde azarlamıştı.
Cennetle müjdelenmiş
olduğu için müşrik olmayacağı garanti olan Sa’d b. Ebi Vakkas radiyallahu anh, cahiliyye
alışkanlığı olarak dilinden Lat ve Uzza adına yemini kaçırıvermişti. Ona hemen
la ilahe illallah söylemekle kefaret kılması tavsiye edildi.
Yine Ömer b.
el-Hattab radiyallahu anh babaları adına yemin edince, Allah’tan başkası adına
yeminin şirk olduğunu ifade eden hadis varid olmuştur.
Lakin bu fiillerin
sahipleri küfür itikadından dolayı bunu işlememişlerdi. Bundan dolayı islam
alimleri tekfirin şartları ve manilerini gözetmeden tekfirin haricilerin yolu
olduğunu ifade etmişlerdir.
Şu durumda, küfür veya şirk fiilini işleyen kimselerin bunun
şirk olduğunu bildikleri halde işlemiş oldukları, bu yetmez, bu fiile kastetmiş
olarak işledikleri, bu yetmez, bu konuda ikrah altında olmadan yaptıkları, bu
da yetmez geçerli bir te’vilde bulunmaksızın bunu işledikleri bilinmek
zorundadır. Bunu da ancak yaptırım sahibi İslam Kadıları hem meseleyi, hem
şahsın durumunu tahkik ederek gerçekleştirebilirler ve neticesinde irtidata
hükmedebilirler.
Bundan bir istisna vardır ki dinde bilinmesi zorunlu olan
yani alimlerin de avamın da eşit bilgiye sahip oldukları meselelerin inkarı söz
konusuysa mesela bir kimse namazı inkar ediyorsa, ayet inkar ediyorsa, “bu
zamanda kitap ve sünnetle amel edilmez” gibi aleni inkar içeren sözler söylüyorsa,
faizi, zinayı vb. helal görüyor ve bu itikadını diliyle ifade ediyorsa, Cuma ve
cemaat namazlarını yasaklıyorsa vb… kadılardan başkaları da, bütün müslümanlar
da bu kimselerin kafir olduklarına şahitlik ederler.
Geriye, küfür ve şirk fiilleri işledikleri halde
yaptıklarının ve inandıklarının küfür ve şirk olmadığını savunan, kadı olmadığı
için haklarında hüccet ikamesi uygulanamayan kimselerin durumu kalıyor.
Böylelerinde tekfirin şartları yerine gelmiş ve manileri ortadan kalkmışsa
bunlara münafık hükmü verilir. Bunlar dünya hukukunda müslüman gibi muamele
görürler, bunun yanında aşağılanırlar, onlar salih müslümanlarmış gibi
davranmak gerekmez. Ahirette açık
kafirlerden da daha çok azaba uğrayacaklardır. Abdullah b. Ubey b. Selul ile Rasûlullah
sallallahu aleyhi ve sellem’e suikast düzenleyen münafıkların durumunu, Rasûlullah
sallallahu aleyhi ve sellem’in ve ashabının onlara davranışlarını siyer ve
tarih kitaplarından araştırınız.
Yukarıda özetlemeye çalıştığım meselenin ayrıntıları ve
delilleri için Haricilik ve Murcie Arasında Tekfir Sapması adlı kitabıma
müracaat ediniz. Vesselam.