Aişe radıyallahu anha’dan:
سَحَرَ
رَسُولَ اللهِ r رَجُلٌ مِنْ بَنِي زُرَيْقٍ يُقَالُ لَهُ
لَبِيدُ بْنُ الأَعْصَمِ حَتَّى كَانَ رَسُولُ اللهِ r يُخَيَّلُ إِلَيْهِ أَنَّهُ يَفْعَلُ
الشَّيْءَ وَمَا فَعَلَهُ حَتَّى إِذَا كَانَ ذَاتَ يَوْمٍ أَوْ ذَاتَ لَيْلَةٍ
وَهْوَ عِنْدِي لَكِنَّهُ دَعَا وَدَعَا، ثمَّ قَالَ يَا عَائِشَةُ أَشَعَرْتِ
أَنَّ اللَّهَ أَفْتَانِي فِيمَا اسْتَفْتَيْتُهُ فِيهِ أَتَانِي رَجُلاَنِ
فَقَعَدَ أَحَدُهُمَا عِنْدَ رَأْسِي وَالآخَرُ عِنْدَ رِجْلَيَّ فَقَالَ
أَحَدُهُمَا لِصَاحِبِهِ مَا وَجَعُ الرَّجُلِ؟ فَقَالَ مَطْبُوبٌ قَالَ مَنْ
طَبَّهُ ؟ قَالَ لَبِيدُ بْنُ الأَعْصَمِ قَالَ فِي أَيِّ شَيْءٍ؟ قَالَ فِي
مُشْطٍ وَمُشَاطَةٍ وَجُفِّ طَلْعِ نَخْلَةٍ ذَكَرٍ قَالَ وَأَيْنَ هُوَ؟ قَالَ
فِي بِئْرِ ذَرْوَانَ فَأَتَاهَا رَسُولُ اللهِ r فِي نَاسٍ مِنْ أَصْحَابِهِ فَجَاءَ فَقَالَ
يَا عَائِشَةُ كَأَنَّ مَاءَهَا نُقَاعَةُ الْحِنَّاءِ أَوْ كَأَنَّ رُؤُوسَ
نَخْلِهَا رُؤُوسُ الشَّيَاطِينِ قُلْتُ يَا رَسُولَ اللهِ أَفَلاَ أَسْتَخْرِجُهُ؟
قَالَ قَدْ عَافَانِي اللَّهُ فَكَرِهْتُ أَنْ أُثَوِّرَ عَلَى النَّاسِ فِيهِ
شَرًّا فَأَمَرَ بِهَا فَدُفِنَتْ
“Zurayk oğullarından kendisine Lebid b. Asam
denilen bir adam, Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’e büyü yaptı. Bundan
dolayı Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem bazı işleri yapmadığı halde o iş
kendisine yapıyormuş gibi geliyordu. Nihayet bir gün ya da bir gece Rasûlullah
sallallahu aleyhi ve sellem dua etti. Sonra tekrar dua etti, sonra tekrar dua
etti. Sonra bana:
“Ey Aişe! Kendisinden fetva istediğim şey
hakkında Allah bana fetva verdi. Bana iki adam geldi. Biri başucuma, diğeri de
ayakucuma oturdu. Başucumda olan, ayakucumda olana ya da ayakucumda olan,
başucunda olana:
”Bu kimsenin rahatsızlığı nedir?” diye sordu. O
da:
“Büyülenmiştir” dedi. Diğeri:
“Onu kim büyüledi?” dedi. Diğeri:
”Lebid b. Asam” diye cevap verdi. Diğeri:
“Büyü neye yapılmıştır?” dedi. Diğeri:
”Bir tarak, saç döküntüsü ve erkek hurma
tomurcuğu ile yapılmıştır” diye cevap verdi. Öteki:
”Nerededir?” diye sordu. Diğeri:
”Zervan kuyusunda” diye cevap verdi.” Aişe radıyallahu
anha dedi ki:
”Daha sonra Rasulullah sallallahu aleyhi ve
sellem sahabelerinden bazı kimselerle birlikte oraya gitti. Sonra bana:
”Ey Aişe! Vallahi, kuyunun suyu kına
ıslatılmış su gibi kızıl, hurması da şeytanların başları gibi idi” buyurdu.
Ben:
”Ey Allah'ın rasulü! O büyüyü çıkartıp çözmedin
mi!” dedim. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem:
“Allah bana şifa verdi. Çıkartarak
kötülüğünün insanlar arasında yayılmasını istemedim. Emrettim ve onu gömdüler”
buyurdu.”
Hadisi Buhârî ve Muslim rivayet etmişlerdir.
Nebî sallallahu aleyhi ve sellem’e sihir yapıldığına dair bu
sahih rivayeti kabul etmeyenlerin itirazları dört noktada toplanmaktadır:
Birinci İtiaz: “Sihrin Bir Hakikati Yoktur” Görüşü
Mu’tezile’den bir grup ve Ebu Mansur el-Maturidî[1]
bu yolu tutmuşlardır. Sonrakilerden Cemaluddin el-Kasimî[2],
Tahir İbn Aşur[3]
ve daha başkaları da bu görüşe tabi olmuşlardır. Mu’tizle görüşü nebilerin
mucizeleri ile sihirbazların sihrini eşitleme esası üzere kuruludur. Onlara
göre sihrin hakikatinin kabul edilmesi halinde sihir ile mucize birbirinden
ayırt edilemez!
Mu’tezile’nin nübüvveti kabul etmeleri için nebiden
başkasından harikulade halleri inkâr etmeleri gerekiyor! Bu durumda sihri,
velilerin kerametleri ve bütün harikulade halleri inkar etmeyi gerekli
görüyorlar!
Bu yüzden Mutezile’den Kadı Abdulcebbar (vefatı 415 hicri)
sihrin hakiki olduğunu kabul etmenin, sihirbazların elinde meydana gelen
şeylerin de insanlarla cinlerin aciz kaldıkları mucizelerden sayılması
gerektirdiğini zannetmiştir.[4]
Sihrin etkisni birimizin verdiği zarar türünden bir şey
olmasıyla sınırlamış, bu yüzden sihirbazın sihir yaptığı kişiye uzaktan zarar
verebileceğini inkar etmiştir.[5]
Aişe radıyallahu anha’nın rivayet ettiği hadiste de Nebî
sallallahu aleyhi ve sellem, uzakta olan Lebid’in sihirinden etkinmiştir. Bu da
onun itikadının tam aksinedir. Kadı Abdulcebbar bu yüzden bu hadisi inkâra
kalkışmış, Ebu Bekr el-Cessas daha da ileri giderek bunu mülhitlerin
uydurduğunu iddia etmiştir![6]
El-Cessas gibilerin inkârı karşısında el-Hacavi’nin şu sözü
gibi söylenir: “Hadiste hiçbir etkisi yoktur. Çünkü İbnu’l-Cessas hadis
imamlarından değildir. Ahkamu’l-Kur’ân kitabı işte önümüzde! Orada Sahihayn
hadislerine kabul veya red olarak yöneldiğini göremiyoruz! Sanki o ikisinin
(Buhârî ve Muslim’in) hiç rivayeti yokmuş gibi!”[7]
Hadis hakkında bu yüz kızartıcı inanç, Muhammed Abduh’un
hadiste geçen sihir kelimesini, selefin anlayışından bağımsız bir şekilde
yalnızca lugavî manada “hayal ettirmek” ile sınırlamasından kaynaklanmaktadır.
O şöyle diyor: “…Kur’an’da sihir kelimesi çeşitli yerlerde geçmiştir. Bunu şu
körler gibi anlamamız gerekmiyor! Zira sihirin lügatteki manası bir şeyi
hakikatinden çevirmektir… Bize ne oluyor da kişiyle karısını ayıran sihri; kişiyi
karısından, kadını kocasından yüz çevirten habis yol olarak anlamıyoruz?”[8]
Tevildeki bu genişletmeden Seyyid Kutub da ilerlemiş, Felak
suresinde geçen “Neffasât(üfleyenler)” kelimesi hakkında şöyle demiştir: “Sihir
eşyanın tabiatini değiştirmez, ona yeni bir hakikat meydana getirmez. Lakin
hislerde ve duyu organlarında sihirbazın arzu ettiği şekilde hayal meydana
getirir. İşte bu Kur’ân-ı Kerim’in Musa aleyhi's-selâm kıssasında tasvir ettiği
sihirdir… Onların ipleri ve asâları gerçekte yılanlara dönüşmedi. Lakin
insanlara ve onlarla beraber Musa aleyhi's-selâm’a hareket eden yılanlar
şeklinde hayal ettirildi… İşte bu sihrin kabul etmemiz gereken tabiatidir. Bu
tabiat insanlarda etki eder, onların duyu organlarında hayal edilmesi istenen
şeyler hayal ettirilir… Hisler korku ve eziyet duyar, sihirbazın arzu ettiği
yöne doğru yönlendirilir. Sihrin tabiatını ve düğümlere üflemeyi anlama
konusunda bu sınırda dururuz…”[9]
İkinci İtiraz: “Bu Hadisi Kabul Etmek Nebi Sallallahu aleyhi ve sellem’in
Tebliğ Konusunda Güvenilirliğini Sarsar” Görüşü
Diyorlar ki: “Nebî sallallahu aleyhi ve sellem’e sihir
yapılabileceği ve yapmadığı bir şeyi yapmış gibi hayal ettirilebileceği kabul
edilirse, Nebî sallallahu aleyhi ve sellem’in Allah katından tebliğ ettiği
şeylerin de bu türden olması ihtimali söz konusu olur ve dine güven kalmaz.”
Muhammed Abduh Amme Cüzü Tefsir’inde diyor ki: “Sihrin Nebî
sallallahu aleyhi ve sellem’in nefsinde etki ettiği ve hatta yaptığı bir şeyi
yapmamış zannedecek kadar etkilediği kapalı bir husus değildir. Bu
hastalıkların bedene etkisi türünden değildir. Sıradan olan yanılma ve unutma
türünden de değildir. Bilakis bu akla dokunan, ruhu yakalayan bir şeydir… İddia
ettikleri gibi Nebî sallallahu aleyhi ve sellem’in aklının karışması mümkün
olursa, tebliğ etmediği bir şeyi tebliğ etmiş zannedebilir veya kendisine nazil
olmuş bir şeyi nazil olmamış zannedebilir.”[10]
Seyyid Kutub da Abduh’un söylediği minval üzere devam etmiş,
şöyle demiştir: “Bu rivayetler, nübüvvetin korunmuşluğu ilkesine aykırıdır. Rasulullah
sallallahu aleyhi ve sellem’in bütün fiillerine, sözlerine, sünnetlerine ve
şeriata inanmak gereğiyle bağdaşmaz.”[11]
Abduh ve Seyyid Kutub, bu haberi inkâr etmeleriyle sünneti
destekledikleri zannı vermeye çalışsalar da, Rafizîlerin ve sünnet inkârcısı
taifelerin şüphelerini tekrar etmekten ve kalplere şüphe atmaktan başka bir şey
yapmamışlardır!
İmamiyye taifesinden Haşim Ma’ruf şöyle diyor: “Rabbinin
nitelediği gibi hevasından konuşmayan bir nebinin şarlatanların iftirasıyla,
şuurunu kaybetmesi ve rüşdünü yitirmesi nasıl doğru olabilir? Bununla beraber
Kur’ân onu ancak kendisine vahyedileni konuşmakla nitelemiştir! Bütün insanlara
onun söz ve fiillerine uymaları farz kılınmıştır! Sihir yapılan kişi hak
olmayan bir şey söyleyebilir. Diğer insanlara caiz olmayan fiilde bulunabilir.
Şuurunu ve idrakini yitirmiş olabilir.”[12]
Yine Samir İslambulî şöyle demiştir: “Akla etki eden bu
sihir nübüvvet makamıyla açık bir şekilde çelişir. Çünkü Nebî sallallahu aleyhi
ve sellem aklına etki edecek tahrif, halusinasyon, hezeyan, delilik ve diğer
aklî hastalıklardan korunmuştur. Bu rabbani korumadır. Vahyin zayi olmaktan ve
o konuda şüphelerden korunması için bu zorunludur. Nebîye sihir yapıldığını
söylemek, vahyi lekelemektir. Çünkü sihir yapılan kimseden bir şey alınmaz.
Çünkü o tebliğ ehliyetini, aklına ve eşyalara hükmüne dair güvenilirliğini
kaybetmiştir.”[13]
İsmail el-Kurdî’nin anlayışı ise bu şüpheyi Allah Teâlâ’nın
şu sözüne dayandırmaya ulaşmıştır: “Allah seni insanlardan koruyacaktır.”
(Maide 67) Diyor ki:
“Allah’ın, rasulünü insanlardan gelecek her türlü etkiden
koruyacağına dair sözünü inkâr edip de hiçbir değeri olmayan, yalnızca Buhârî
ve Muslim’de geçen bir hadisi mi kabul ediyorsunuz?”[14]
Üçüncü İtiraz: “Nebi Sallallahu aleyhi ve sellem’e Sihir Yapıldığını Kabul
Etmek Kur’ân’ı Yalanlamak Demektir” Görüşü
Muasır sünnet inkârcılarından Muhammed el-Gazali, hadis
ehline ve bu haberin ravilerine karşı çirkince saldırarak şöyle diyor: “Bu
sahihse, müşriklerin: “Zalimler dediler ki: Siz ancak büyülenmiş bir adama
tabi oluyorsunuz” (Furkan 8) şeklindeki sözleri neden doğru olmasın?”[15]
Bu şüpheye Kur’ân’ı bu şekilde alet etmek eski bir Mu’tezile
metodudur. Neredeyse, öncekilerden hadisi reddeden herkesin sözlerinde,
inkârcıların birbirlerinden miras aldıkları bu metod vardır. Hatta Muhammed
Abduh, sihir hadisini inkâr eden Ezher’lilerden birine reddiyesinde alay ederek
şöyle diyor:
“Sihri ispat etmek için Kur’ân ile delil getiriyor ve nebi
sallallahu aleyhi ve sellem’e sihir yapıldığını reddetmek için Kur’ândan yüz
çeviriyor! Müşriklerin O’na yaptıkları iftirayı zikrediyor ve bu konuda te’vil
ediyor! Halbuki o, bu konuda değildir! Müşriklerin kastettikleri şey açıktır!
Çünkü onlar: “Şeytan ona selamı giydirdi” diyorlardı. Şeytanın giysisi onlara
göre sihir olarak biliniyordu. Böylece darbı mesel getiriliyordu. Bu da Lebid’e
isnad edilen sihrin etkisinin aynısıdır. Onların iddialarına göre aklı ve
idraki karışmıştı.”[16]
Dördüncü İtiraz: Sihir Şeytanın Amelindendir. Nefislere Etkisi Süflî ve
Habistir. Onun Etkisi Ancak Zayıf Nefislerde ve Şehvetli Tabiatlerde Görülür.
Temiz Nefis Sahibinin Bundan Etkilenmesi Mümkün Değildir” Görüşü:
Bu itirazı Reşid Rıza şu sözleriyle takrir etmiştir: “Önceki
ve sonraki alimler katında kararlaştırılmış olan hususlardan biri şudur: Bu
etki (sihrin etkisi) ancak kuvvetli nefis sahibi tarafından, zayıf nefis
sahibine karşı söz konusu olur. Çünkü zararlı nefislerin yüksek ve temiz
nefislere etki etmesi mümkün değildir… Nebî sallallahu aleyhi ve sellem’in
nefsi en yüce ve en kuvvetli nefis olduğu için ondan aşağıda olanların ona etki
etmesi söz konusu olamaz.”[17]
Muhammed el-Gazalî diyor ki: “Bu hayallendirme zayıf
nefislere etki ediyorsa, Yahudi birinin en kuvvetli beşerî nefse sahip olan
Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’e etki etmesi nasıl söz konusu olabilir?
Organlarında ve ruhunda bu etkinin manası nedir? Hâlbuki sihir, bunun varlığını
iddia edenlere göre gizli bir kuvvete dayanmaktadır, maddî vesilelere değil…”[18]
Bu İtirazlara Cevaplar
Birinci İtiraza Cevap:
Birinci itiraz: “Sihrin bir hakikati yoktur, o ancak hayal
gördürme ve olmayan bir şeyi olmuş gibi göstermedir” şeklindeydi. Buna şu
şekilde cevap verilir:
Ehl-i Sünnet sihirin hakiki olarak meydana geleceği
hususunda ittifak etmiştir. Sihrin bazısı hastalandırır, bazısı öldürür, bazısı
kişi ile eşinin arasını ayırır ve daha başka etkileri Allah’ın izniyle meydana
gelir. Sihrin hakikatinin varlığı konusunda delilleri şu iki zorunlu ilmin
sonucudur:
Birincisi: Dinî delillerden elde edilen ilim.
İkincisi: Hissî zorunluluklara dayalı ilim.
Birincisi hakkında icma akdolunmuştur. Sözüne itimad
edilenlerden hiçkimsenin buna muhalif olduğu bilinmemektedir. Yalnızca Ebu
Hanife’den nakledilen bir söz vardır ki o da zaten bid’at ehlinin bir imamıdır.
Sünnet ehlinden sayılmamaktadır.
Bu konuda icma nakledenlerden birisi de el-Vezir İbn
Hubeyre’dir. Şöyle demiştir: “Sihrin bir hakikati olduğu hususunda icma
ettiler. Ancak Ebu Hanife’ye göre onun bir hakikati yoktur.”[19]
İbnu’l-Katan el-Fasî el-İkna kitabında şöyle demiştir:
“Sihrin meydana geleceğine ve sihirbazların ancak Allah’ın izniyle zarar
verebileceklerine iman etmek hususunda icma ettiler.”[20]
Ebu Abdillah el-Kurtubî dedi ki: “Şurası Allah Teâlâ’nın ve
Rasulü sallallahu aleyhi ve sellem’in haber vermesi ve ile kesin bir gerçektir
ki, sihir vardır ve meydana gelir. Kendileriyle icmanın akdolunduğu çözüm ve
karar ehli bunda ittifak etmişlerdir. Onların bu ittifaklarından sonra
Mu’tezile’nin süprüntülerine ve hak ehline muhalefetlerine itibar edilmez.”[21]
İbnu’l-Kayyım, Mu’tezile’nin sihrin hakikatini inkar
etmelerini zikrettikten sonra şöyle demiştir: “…Bu görüş, sahabeden ve seleften
mütevatir olarak gelen rivayetlere, fakihlerin, tefsir ehlinin, hadis ehlinin,
tasavvuf ehlinden kalp sahiplerinin ve akıl sahibi olarak tanınan kimselerin
ittifaklarına muhalif bir görüştür.”[22]
Bu icma kitap ve sünnette sihrin hakikati ve etkisi olduğunu
bildiren naslara dayalı bir icmadır. Bu naslardan bazıları şöyledir:
Naslardan Deliller
Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
{وَاتَّبَعُوا مَا تَتْلُوا الشَّيَاطِينُ عَلَى مُلْكِ
سُلَيْمَانَ وَمَا كَفَرَ سُلَيْمَانُ وَلَكِنَّ الشَّيْاطِينَ كَفَرُوا
يُعَلِّمُونَ النَّاسَ السِّحْرَ وَمَا أُنزِلَ عَلَى الْمَلَكَيْنِ بِبَابِلَ
هَارُوتَ وَمَارُوتَ وَمَا يُعَلِّمَانِ مِنْ أَحَدٍ حَتَّى يَقُولَا إِنَّمَا
نَحْنُ فِتْنَةٌ فَلَا تَكْفُرْ فَيَتَعَلَّمُونَ مِنْهُمَا مَا يُفَرِّقُونَ بِهِ
بَيْنَ الْمَرْءِ وَزَوْجِهِ وَمَا هُم بِضَارِّينَ بِهِ مِنْ أَحَدٍ إِلَاّ
بِإِذْنِ اللَّهِ}
“Şeytanların Süleyman’ın mülkü hakkında
uydurduklarına uydular. Süleyman kâfir olmadı; asıl şeytanlar sihri ve Babil'deki
Harut ve Marut adlı iki meleğe indirilenleri insanlara öğreterek küfre
girdiler. Oysa o ikisi: “Biz (insanlar için) bir fitneyiz; sakın küfre
girmeyin!” demedikçe, hiç kimseye öğretmezlerdi. O ikisinden karı ile kocanın
arasını ayıracak şeyler öğreniyorlardı; oysa onunla, Allah'ın izni olmadıkça,
hiç kimseye zarar veremezlerdi!” (Bakara 102)
Ayetin delil olan birinci yönü: Allah Azze ve
Celle Suleyman aleyhi's-selâm’ın sihir yaptığı iddiasını reddetmiş ve bunu
şeytanlara nispet etmiştir.[23]
Zira Suleyman aleyhi's-selâm’ın elinde zuhur eden insanları ve cinleri zaptetme
gibi mucizelerin sihir olduğunu söyleyerek Suleyman aleyhi's-selâm’a sihir
nispet ediyorlardı. Allah Teâlâ onları bu konuda yalanlamıştır.[24]
İkinci delil olma yönü: Allah Subhanehu iki meleğin
sihir öğrettiklerini haber vermiştir. Eğer onun bir hakikati olmasaydı onu
öğrenmek ve öğretmek mümkün olmazdı.[25]
Üçüncü delil olma yönü: Allah Subhanehu sihirbazların
kişiyle karısını ayırmalarını zikretmiştir. Burada sihirin etkisi ve kişiyle
karısını ayırmak suretiyle gerçekleşmesi açıktır. Nitekim Allah Teâlâ bunu mevsule
olan “mâ” edatıyla ifade etmiştir ki bu da bir şeyin var olduğu ve hakiki
olduğuna delalet eder.[26]
Bu, Muhammed Abduh’un iddia ettiği gibi sadece “Kişiyle
karısını ayıracak şeylere yönlendiren ince ve habis bir yol” değildir. Muhammed
Abduh bu yorumunda sihir kelimesinin lugat manalarından birine dayanmıştır.
Bilakis Allah yapanın ve yaptıranın küfrünü gerektiren bir işten bahsediyor ki,
eşleri yalnızca birbirinden nefret ettirmek küfrü gerektirmez!
Diğer bir delil şudur: Allah Azze ve Celle şöyle
buyurmuştur:
{وَمِن شَرِّ النَّفَّاثَاتِ فِي الْعُقَدِ}
“Ve düğümlere üfleyen kadınların şerrinden…” (Felak
4)
Ayette delil olan kısım şudur: Allah Azze ve Celle, nebisi
sallallahu aleyhi ve sellem’e düğümlere üfleyen kadınların şerrinden kendisine
sığınmasını emretmiştir. Burada “neffâsât” kelimesiyle ister düğümlere
üfleyerek sihir yapan kadınlar kastedilmiş olsun[27],
isterse de kötü nefisler[28]
kastedilmiş olsun fark etmez. Şayet sihrin bir hakikati olmasaydı Allah
nebisine onun tehlikesinden sığınmasını emretmezdi. Bununla beraber tefsir
imamlarından birçoğu Felak suresinin nüzul sebebi olarak Lebid b. El-Asam’ın
Nebî sallallahu aleyhi ve sellem’e büyü yapmasını zikretmişlerdir.[29]
İbn Kayyım el-Ceviyye bu konuda şöyle demiştir: “Bu ayet, bu
üflemenin büyü yapılan kimseye onun gıyabında zarar verdiğinin bir delilidir.
Şayet şu kimselerin iddia ettikleri gibi, zarar yalnızca doğrudan bedene zahiri
zarar vermek şeklinde olsaydı, üfleme ve “neffasat” kendisinden sığınılması
gereken bir şer olmazdı.[30]
Sihrin yalnızca hayal ettirmekten ibaret olmasıyla
sınırlandıran itirazcıların kuruntularına gelince, onlar Allah Teâlâ’nın şu
ayetini delil getirdiler: “
{فَإِذَا حِبَالُهُمْ وَعِصِيُّهُمْ يُخَيَّلُ إِلَيْهِ مِن
سِحْرِهِمْ أَنَّهَا تَسْعَى}
“Bir de baktı ki, büyüleri sayesinde ipleri ve
sopaları, kendisine gerçekten koşuyor gibi görünüyor.” (Tâhâ 66)
Burada onların şüphelerine ve Ehl-i Sünnet’e
karşı konumlarına bir dayanak yoktur. Çünkü Ehl-i Sünnet hayal ettirtmenin
sihrin şubelerinden bir şube olduğunu inkâr etmemektedir. Lakin bununla beraber
sihrin hayalin söz konusu olmadığı hakikati vardır. Birinci türünü ayet ifade
etmektedir. Bu yüzden ikinci türü inkâr edilemez. Umumun cüzlerinden birinin
zikredilmesi tahsisi gerektirmez! Bu yüzden Ehli Sünnet sihri yalnızca hayal
ettirmekle sınırlayanlara karşı çıkmaktadır.
İbn
Hacer şöyle demiştir: “Ayet, sihrin yalnızca hayal ettirmekten ibaret olduğunu
iddia edenlerin dayanağıdır. Hâlbuki burada buna bir delil yoktur. Çünkü bu
ayet Firavun’un sihirbazları hakkında varid olmuştur. Onların sihri bu şekilde
idi. Bundan dolayı bütün sihir türlerinin hayal ettirmekten ibaret olması
gerekmez.”[31]
İtiraz sahiplerinin: “Bu hadisi kabul etmek,
nübüvvetin batıl olmasını gerektirir” şeklindeki iddialarına gelince;
Ehl-i Sünnete göre bu hadisi kabul etmek
nübüvvetin bâtıl olmasını gerektirmez. Çünkü onlara göre nebilerin mucizeleri
ile sihirbazların ve kâhinlerin sihri arasındaki fark güneşten daha açıktır.
Bunun bir sınırı ve hakikati vardır. Şüphe ancak nebilerin mucizeleri ile
sihirbaz ve kâhinlerin sihirleri arasında ayrım yapamayanların, ikisinin
arasındaki farkı tespit edemeyenlerin ve yaratıcınının maksadı, kudreti ve
hikmetine yönelik farkı göremeyenlerin zihinlerinde meydana gelmektedir.
Mu’tezile ve onlara uyum gösteren Ebu Bekr
el-Cessas gibileri Aişe radıyallahu anha hadisinde ve daha başka hadislerde
sihrin meydana gelmiş olmasını nebilerin mucizelerinin iptali olarak iddia
etmişlerdir. Çünkü onlara göre nebilerin getirdikleri ile sihirbazların
yaptıkları aynı mertebededir. Bu bâtıl bir iddiadır. Çünkü nebilerin mucizeleri
insanların ve cinlerin kudretlerinin dışında olan, Allah’ın kevnî sünnetlerinin
dışında meydana gelen hadiselerdir. Sihirbazların sihri ise insanların
alışageldikleri şeylerin dışında meydana gelen hadislerdir. Bu ikisinin
arasındaki fark düşünen kimseler için gayet açıktır:
1- Sihir, kehânet ve benzerleri, sahipleri
tarafından bilinen alışılagelmiş işlerle yapılır. Adetlerinin üzerinde şeyler
değildir. Hatta onun her bir türünün nebiler dışında ona devam eden ehilleri
vardır. Alıştırmalarla, çalışılarak ve şeytanların teshiri ile elde edilir.
Nebilerin mucizeleri ise Allah’ın nübüvvetini tasdik ettiği kimseler
dışındakilere bu imkân kapalıdır. Bu ancak nebiler ve onlara tabi olanlar için
(keramet şeklinde) söz konusu olur. Hiçkimse mucizeyi elde etmeye çalışmakla
ona ulaşamaz.
2-
Sihirbazların ve kâhinlerin getirdikleri şeylere onun benzeriyle muaraza
etmek mümkündür. Nebilerin mucizelerine karşı ise hiç kimse onun bir benzeriyle
muaraza edemez.
3- Sihirin – özellikle gözle yapılan büyünün –
sihirbaz tarafından nefsinin ona yönelmesine ve azimetini ona bağlamasına
ihtiyacı vardır. Ondan gaflet ettiği zaman etkisi kaybolur. Mucize ise böyle
değildir. Zira o Allah Azze ve Celle tarafından olduğu için buna ihtiyaç
yoktur.
4- Nebi
ancak kulların dünya ve ahiret maslahatlarına yönelik şeyler emreder. İyiliği
emreder, kötülükten yasaklarlar, tevhidi, ihlası, doğruluğu emrederler,
şirkten, yalandan, zulümden yasaklarlar. Akıllar ve fıtratlar buna uyum
gösterir. Nebilerle geleni ve onların getirdiklerini kabul ederler. Sarih akıl
ve sahih nakiller bunu kabullenmeyi gerektirir. Onların muhalifleri ise şirki
ve zulmü emrederler, dünyaya tazim ederler, amelleri günah ve düşmanlıktır.
5-
Nebiden önce nebiler gelmişlerdir. Bu nebi ancak kendisinden önce
gönderlen rasullerin emrettiği türden şeyler emreder. Onun ölçüleceği
benzerleri vardır, onlarla değerlendirilir. Yine sihirbazların da kendisiyle
kıyaslanarak değerlendirileceği benzerleri vardır!
İlim ehli nebiler ile sihirbazlar arasındaki
bunun gibi farkları açıklamışlardır.[32]
Hissî
Deliller
Sihrin hakikatini inkâr edenlere muhalif olan
hissî zorunluluklara gelince şu şekilde cevap verilir:
Ümmetler farklı dinler, farklı ırklar ve farklı
memleketleriyle sihrin hakikati olduğunu kabul etmişlerdir. Çünkü onun
büyülenen kimsede meydana gelen etkilerine, aklına veya bedenine isacet eden
acılara veya kişiyle eşini ayırmasına veya öldürmesine, dünyayı ondan çevirmesine,
bir şahsı sevdirmesine veya nefret ettirmesine, bir kadını eşiyle ilişkiden
bağlayıp alıkoymasına şahit olmuşlardır. Bu “Tasfih/kaplama büyüsü” olarak
bilinmektedir. Okunarak gömüşmüş şey çıkarılınca veya yedirilen şey
kusturulunca büyü bozulmakta ve kadın kocasıyle önceki tabiatine dönmektedir. Bu
durumlara defalarca şahit olunmuştur.
Sihrin bazı türleri sevgi, nefret, iyiliği ve kötülüğü ilkâ
etmek gibi kalplere hakiki olarak tesir eder. Bazısı acı, hastalık gibi bedene
tesir eder. Büyüyü yapan, büyülemek istediği kimseyle doğrudan temas etmeden,
ondan uzakta olduğu halde bunları yapar. Ona şeytanları musallat eder.
Bunların çoğu tılsımlar denilen şekiller çizerek veya iplere
düğüm atıp belirli rukyelerle üfleyerek yapılmaktadır. Bu rukyelerde yıldızlardan
yardım isteme, cinleri çağırma veya şeytanların isimleriyle ve öncekilerin
ilahlarına dua etme vardır. Bu şekillere büyülenmek istenen kimsenin ismi
yazılır veya resmi konulur yahut onunla alakalı bir elbise ve benzeri şeyler
konulur, kelam ona yönlendirilir ve Allah’ın izniyle büyülenen kişi bu büyüden
etkilenir. Yahut o kimsenin memleketine has işaretler kullanılır.[33]
Sihirbazlar maddeleri başka bir şeye çeviremezler. Nitekim
İbn Hacer şöyle demiştir: “Ancak sihirbazın sihriyle cansız varlıkların hayvana
döndürülmesi veya bunun aksi ve benzerleri inkâr edilir. Bunlar sihirbazın güç
yetiremeyeceği şeylerdir.”[34]
Bu yüzden bu büyü olayları hissî olarak gerçekleşir ve haber
olarak mütevatirdir. Fakihlerin eserlerinde bu konularda sorulan meseleleri
zikrettiklerini görürsün.[35]
Bunun etkilerinin hükmünü araştırmışlardır. Mesela büyüyle birini öldüren
kimsenin hükmünü fıkhî açıdan araştırmışlardır. Sihir yapanın mürted oluşunu ve
küfrünün hükmünü değerlendirmişlerdir. Şayet sihrin hakikati olmasaydı ve
yalnızca göz yanıltmaktan ibaret olsaydı bütün bu ayrıntılara girmezlerdi.
Ebu’l-Abbas el-Kurtubî şöyle diyor: “Allah Teâlâ’nın ve
rasulü sallallahu aleyhi ve sellem’in haber vermesiyle sihrin varlığı ve
meydana gelmesi kesindir. Kim bunu inkâr ederse o bir kâfirdir.[36]
Allah’ı ve rasulünü yalanlamıştır. Yine şahit olunarak bilinen hakikati de
inkâr etmiştir.”[37]
Nitekim daha önce İbn Kuteybe (vefatı 276 hicri) sihrin hakikatini
inkar edenlere hayret ederek şöyle demiştir:
“Bu görüşe giden müslümanlara da, Yahudilere de,
Hristiyanlara da, kitap ehlinin tümüne de, Hind, Rum, Cahiliyye arapları ve
İslam ehli tüm ümmetlere muhalefet etmiştir.”[38]
Sihrin hakiki olarak meydana geldiğini gösteren delillerden
ve İslam imamlarının ittifaklarından sonra Ebu Hanife’den nakledilen sihrin
hakikatini inkar ettiğine dair söz ile şunu kastetmiş olabilir: Sihir
varlıkların kendisini değiştirip başka bir şeye dönüştüremez. Sihirbaz asayı
yeyip içen bir yılana dönüştüremez, ancak bunu hayal ettirebilir. Yoksa Ebu
Hanife’den sihrin mutlak hakikatini nefyettiğine dair bir şey sabit olmamıştır.
Allah en iyi bilendir.
Nitekim Ebu Hanife’den sihrin hakikatini kabul ettiğine dair
görüş de nakledilmiştir.[39]
Hatta Hanefi imamları bu ikinci nakli ashabının mezhebi
olarak belirlemişlerdir.[40]
Onların mezhebinde araştırma ehli olanlar Ebu Hanife’den bu
şekilde tahriç etmişlerdir. Zira Ebu Hanife’den aktarılan diğer söz şerî
delillere, icmaya ve hissî gerçeklere aykırıdır.
Hanefilerden Enver Şah el-Keşmîrî (vefatı 1353 hicri) şöyle
demiştir: “Sihrin tesiri sağlıklı kimseyi hasta etmek veya bunun aksi
şeklindedir. Ama mahiyetini değiştirmek şeklinde değildir. Mahiyetini
değiştirmek ancak hayal ettirtmek şeklinde olabilir. Allah Teâlâ şöyle
buyurmuştur: “Büyüleri sayesinde ipleri ve sopaları, kendisine
gerçekten koşuyor gibi görünüyor.” (Tâhâ 66) İpler
yılana dönüşmemişlerdi. Lakin ona öyle hayal ettirttiler. Ebu Hanife’ye nispet
edilen sihrin yalnız hayal ettirme şeklinde olduğuna dair görüş de böyledir.
Mutlak olarak sihrin etkisini nefyetmeyi kastetmemiştir. Zira bu etki
bilinmekte ve şahit olunmaktadır. Ancak Ebu Hanife sihrin varlıkların
mahiyetini değiştirmesi hakkında bunu söylemiştir.”[41]
Bu açıklama el-Maverdî’nin[42]
de (vefatı 450 hicri) gönlünün yattığı açıklamadır. O şöyle demiştir: “İnsanlar
sihrin hakikati konusunda ihtilaf ettiler. Fakihlerin, Şafii, Ebu Hanife, Malik
ve kelamcıların çoğunluğunun görüşü sihrin hakikati olduğu ve tesir ettiği
şeklindedir.”[43]
El-Maverdî Mu’tezile meşrepli birisi olduğu için[44]
onun sözünü özellikle naklettim. Şayet Ebu Hanife veya imamlardan bir kimse
sihrin hakikatini inkâr ediyor olsaydı Maverdi bunu dikkatten kaçırmaz, mutlaka
zikrederdi!
İkinci
İtiraza Cevap:
İkinci itiraz: “Nebiye sihir yapıldığına dair
hadisi kabul etmek rasulün ismetini ve tebliğdeki güvenilirliğini sarsar”
iddiası idi.
Nebî sallallahu aleyhi ve sellem’e sihir yapıldığını kabul
etmek böyle bir şeye sebep olmaz. Çünkü Nebî sallallahu aleyhi ve sellem’in ismeti
(korunmuşluğu) dini tebliğ hususundadır. Nitekim bunun gerçekleştiğine dair
kesin deliller sabit olmuştur. Bunun gerçekleştiğine itikat, O’na sihir
yapılamaz olmasına bağlı değildir. Çünkü ismet, delilleriyle ve bütün
hallerinde gereçekleşen burhanlar ile onun zatında sabittir.
El-Mazerî şöyle diyor: “Bid’atçilerden bazıları sabit
yollarla gelen bu hadisi inkar ettiler ve bu durumun nübüvvet makamından
düşüreceğini ve kuşku meydana getireceğini iddia ettiler. Bütün bu vardıkları
görüşler bâtıldır. Bunun (Nebi sallallahu aleyhi ve sellem’e sihir
yapılmasının) dinin kurallarına güveni yok edeceğini, “Belki de ona Cibril
aleyhi's-selâm hayal ettirildi, görmediği şeyi gördüğünü ve kendisine
vahyedildiğini zannetti, söyledikleri bâtıldır” demelerinin mümkün olacağını
iddia ediyorlar! Onun Allah Subhanehu katından tebliğinde bu durumun sarf
edildiği ve korunduğu hususunda delil kâim olmuştur.”[45]
Bu inkârcılara şöyle deriz: Rasulullah sallallahu aleyhi ve
sellem’in tebliğde hata ettiğine dair bir deliliniz var mı ki Rasulullah
sallallahu aleyhi ve sellem’e büyü yapıldığını ispat eden hadisi
eleştiriyorsunuz? Zira daha önce geçtiği gibi Rasulullah sallallahu aleyhi ve
sellem’in ismetinin sübutu bu hadisi inkâr etmenize bağlı değildir.
Sonra deriz ki: sihir nebilerin bedenlerinde cereyan
edebilir. Çünkü onlar beşerdir. Başkaları için söz konusu olan hastalık ve
illetler onlar için de söz konusudur. Sihrin onların bedenlerine etkisi
öldürmekten daha fazla değildir.[46]
Nebî sallallahu aleyhi ve sellem’e sihir, insanlara etki eden eziyetten ve
hastalıklardan öte bir şey değildir. Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem
sihir çözülünce: “Muhakkak ki Allah bana şifa verdi” demiştir. İbnu’l-Kassar
el-Malikî’nin dediği gibi, şifa ancak illetin ve hastalığın ortadan kalkması
halinde olur.[47]
Sihrin tesirinin Nebî sallallahu aleyhi ve sellem’in nefsine
ve idrakine yönelik olduğu söylense de fark etmez. İşte kardeşi Musa aleyhi's-selâm’ın
gözü ve idraki büyülenmiş, hatta ona ipler ve asa hareket eden yılanlar
şeklinde hayal ettirilmişti! Onun şerefli nefsine bu büyü etki etmişti! Nitekim
Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
{فَأَوْجَسَ فِي نَفْسِهِ خِيفَةً مُّوسَى}
“Mûsâ, birden içinde bir korku duydu” (Tâhâ 67)
Bu durum onun ismetine halel getiren bir durum
sayılamaz.
Yahut Nebî sallallahu aleyhi ve sellem’e yapılan
sihrin yalnızca bedenine etki ettiği söylense de fark etmez. Aişe radıyallahu
anha’nın: “Ona hayal ettiriliyordu…” sözünü: “Hanımlarına yanaşmaya gücü varken
onlara yaklaştığında sihrin etkisi onu yakalıyor ve bunu yapamıyordu”[48]
şeklinde açıklayanların görüşü böyledir.
İki durumda da Nebî sallallahu aleyhi ve sellem’e
büyü yapılmış olması ismet sıfatını zedelemez.
Şayet: “Nebî sallallahu aleyhi ve sellem’e
isabet eden sihir muhayyilesinde veya gözünde tesir ettikten sonra onun şerefli
nefsinde de etki etti” denilse bu da ismet sıfatını zayıflatmaz. Bu tıpkı üzüntü,
keder, unutma ve yanılmanın arız olması gibidir.
Rivayetlerde
ise Nebî sallallahu aleyhi ve sellem’e yapılan büyünün yalnızca kendisine ârız
olan hayal ve hücum eden düşünceler şeklinde etki ettiği ifade edilmektedir.
Aişe radıyallahu anha’nın yanına gelmediği halde geldiğini zannetmiştir. Bu durum âdeti dışında meydana gelen bir
düşünce ve zandır.[49]
Zan ise Nebî sallallahu aleyhi ve sellem
hakkında imkânsız bir şey değildir.[50]
Üstelik bu zan dünya işlerine has bir konuda, hanımları hakkındadır. Başka bir
konuda değildir. Bunu İbn Uyeyne’nin rivayetinde Aişe radıyallahu anha’nın şu
sözü açıklıyor:
كان
يَرى أنَّه يأتي النِّساء، ولا يَأتيهنَّ
“Kadınlara gelmediği halde onlara geldiğini görüyordu.” El-Humeydî’nin
rivayetinde ise şu lafızladır:
أنَّهُ
يأتِي أهلَه، ولا يأتِيهِم
“Ailesine gelmediği halde geldiğini sanıyordu.”
Diğer bir rivayette geçen:
أنَّه
يفعَلُ الشَّيء ولا يفعله
“Bir şeyi yapmadığı halde yaptığını hayal ediyordu” sözü ise
kinaye babındandır. İşiten kişinin bununla cimanın kastedildiğini anlaması
yeterlidir. Nitekim diğer rivayetlerde bu tasrih edilmiştir. Bazı ravilerin
umumi ifade kullanmış olması kinaye içindir, bütün fiillerini kapsamaz.
İtirazcıların: “Allah seni insanlardan korur” ayetini delil
getirmelerine gelince, hadiste geçenler bu ayete aykırı değildir.[51]
Bizler ayetin nassında Nebî sallallahu aleyhi ve sellem’in
sihirden korunacağını göremiyoruz! Ancak mücmel olarak korunacağı vardır.
Burada ancak usulcüler katında bilinen iktiza delaleti ile mahzuf takdir
edilerek açıklanabilir.[52]
Böyle bir takdir de ancak şu şekillerde olabilir:
Ya “öldürülmekten korunması” takdir edilir ki bu Şafii ve
bazı tefsir imamlarının tercihidir[53],
bu takdir yapıldığında ayetin hadise aykırı olduğu iddiası boşa çıkar.
Ya da “insanların eziyetlerinden korunması” takdir edilir ki
bunu takdir etmek sahih olmaz. Çünkü Nebî sallallahu aleyhi ve sellem’in
siyretine bakan herkes görür ki insanlar Nebî sallallahu aleyhi ve sellem’e
hakaret, topuklarını kana bulamak, azı dişlerini kırmak, yahudilerin
zehirlemesinden etkilenmek gibi türlü bela ve eziyetler ulaştırmışlardır. Allah
bunlarla O’nun derecesini yükseltmiştir.
Eziyetlerden korunması, buradaki ismete dâhil olmadığına
göre şüphesiz ki sihir de bu eziyetlere dâhildir!
Hem sonra “insanların eziyetleri” diye mahzuf takdir
edilebilecek olsaydı dahi bunun şartlı eziyet olarak yorumlanması gerekirdi.
Bunun mutlak olarak eziyet değil de tebliğe mani olan eziyet diye takdir
edilmesi gerekirdi. Tefsir ehlinden bazı muhakkiklerin tercihi böyledir.[54]
Nebî sallallahu aleyhi ve selleme isabet eden sihir ise risaleti tebliğine mani
olmamıştır!
Üçüncü İtirazın Cevabı
Üçüncü itiraz: “Nebî sallallahu aleyhi ve sellem’e sihir
yapıldığını kabul etmek, Kur’ân’ı yalanlamak olur. Çünkü şöyle buyrulmuştur: “Zalimler
dediler ki: “Siz ancak büyülenmiş bir adama tabi oluyorsunuz.” Şeklinde idi.
Bu anlayışı reddetmek için el-Muallimi’nin şu cevabını
aktarmak yeterli olacaktır:
“Müşrikler Nebî sallallahu aleyhi ve sellem’e yalan nispet edemeyeceklerini,
O’nun verdiği haberlerde Allah Azze ve Celle’ye iftirada bulunduğunu
söyleyemeyeceklerini biliyorlardı. Bunun üzerine başka bir yola kalkıştılar.
Onun cinlerle irtibatta olduğunu, cinlerin ona diledikleri şeyi ilka ettiğini,
O’nun da cinleri tasdik edip insanlara bunları haber verdiğini iddia ettiler.
Onların attıkları şüpheler bu iddianın etrafında dönüyordu. “Onda
delilik var, mecnundur, kâhindir, sihirbazdır, büyülenmiştir, şairdir”
şeklindeki sözleriyle kastettikleri budur. Şair olduğunu iddia ederlerken Nebî
sallallahu aleyhi ve sellem’in cinler tarafından ilka edilen şiirleri
söylediğini kastediyorlardı. Bu yüzden şairdir dediler. Yani cinler diğer
şairlere ilkâ ettikleri gibi ona da ilka ediyorlar demek istiyorlardı. Nebî
sallallahu aleyhi ve sellem’in şiir kendinden şiir söylediğini veya Kur’an’ın
şiir olduğunu kastetmiyorlardı
Bu anlaşıldıysa, müşrikler “Siz ancak büyülenmiş bir adama
tabi oluyorsunuz” şeklindeki sölzeriyle de nübüvvet işinin tamamen sihir
olduğunu, - iddialarına göre - şeytanların ona hâkimiyet kurmuş olduğunu, O’na
Kur’ân’ı ilka ettiklerini, emrettiklerini, anlattıklarını, Nebî sallallahu
aleyhi ve sellem’in de bütün bunları tasdik ettiğini, bunların Allah’tan ve
meleklerden geldiğini zannettiğini kastediyorlardı.
Şüphe yok ki Nebî sallallahu aleyhi ve sellem’e vahyin fetreti
döneminde arız olan durum, müşriklerin iddia ettikleri şey değildir.”[55]
Her halukârda Nebî sallallahu aleyhi ve sellem’e arız olan
hal uzun sürmemiş, Allah Teâlâ ondan bunu kaldırmıştır. Bu hastalığı meşhur
olacak kadar uzamamıştır. Şayet uzasaydı naklini gerektiren sebepler çokça
bulunduğu için elbette mütevatir olarak nakledilirdi. Çünkü ashabı Nebî
sallallahu aleyhi ve sellem’in durumuna çok fazla özen gösteriyorlardı. Lakin
kendisine büyü yapılarak kadınlara karşı bağlanması kısa sürmüştür.[56]
Bu yüzden İsmailî’nin Ebu Damra yoluyla rivayetinde: “Kırk
gece” sürdüğü geçer.[57]
Vuheyb’in Hişam b. Urve’den rivayetinde “altı ay” şeklinde
gelmiştir.[58]
Bu iki sürenin arası şöyle bulunur: Altı aylık süre
mizacının bozulmasının başlangıcından itibaren olan süredir. Kırk gün ise
hastalığın hâkim olduğu süredir.[59]
Dördüncü İtirazın Cevabı
Sihrin şeytanın amelinden olduğu ve habis nefislere etki
ettiği, Nebî sallallahu aleyhi ve sellem’in bedenine tesir edemeyeceği
iddiasına gelince şöyle cevap verilir:
Nebî sallallahu aleyhi ve sellem nefsi bakımından üstün
olduğu halde insan şeytanlarının eziyetine maruz kalması mümkün olduğuna göre
cin şeytanlarının eziyetine maruz kalmasına mani nedir? Hem Allah ondan bütün
eziyetleri gidermiştir. Ne aklen ne de naklen buna mani bir durum yoktur.
İşte kardeşi Eyyub aleyhi's-selâm, şeytanın bedenine
musallat olmasına maruz kalmış, hatta hastalanmıştır. Nitekim Allah Teâlâ onun
hakkında şöyle buyurmuştur:
{وَاذْكُرْ عَبْدَنَا أَيُّوبَ إِذْ نَادَى رَبَّهُ أَنِّي
مَسَّنِيَ الشَّيْطَانُ بِنُصْبٍ وَعَذَابٍ}
“Kulumuz Eyyûb'u da an. O, Rabbine: “Doğrusu
şeytan bana bir yorgunluk ve eziyet verdi” diye seslenmişti.” (Sad 41)
Muhammed el-Emin eş-Şantkitî diyor ki: “Bu
durum, Şeytan’ın Eyyub aleyhi's-selâm gibi birine musallat olmasına aykırı
değildir. Çünkü tasallut aileye, mala, bedene karşı hastalık gibi beşerî
arazlar türünden olabilir. Nebiler de buna maruz kalabilirler. Çünkü onlara da
hastalık, ailesinin ölümü, malının helak olması gibi türlü sebepler arız
olabilir. Bu sebepler, şeytanın belaya uğratarak musallat olmasına mani
değildir.”[60]
Şeytanın Allah’ın nebisi Eyyub aleyhi's-selâm’a
musallat olması mümkün olduğuna göre Nebî sallallahu aleyhi ve sellem’e
musallat olması neden mümkün olmasın?
El-Muhelleb b. Ebi Sufra (vefatı 435 hicri) diyor ki: “Nebî sallallahu aleyhi ve sellem’in
şeytanlardan korunması, onların Nebî sallallahu aleyhi ve sellem’e tuzak kurmak
istemelerine mani bir durum değildir. Nitekim Sahih’te şeytanın Nebî sallallahu
aleyhi ve sellem’in namazını bozmak istediği, Allah’ın ona imkân vermediği
geçmiştir. Sihir de böyledir. Onun zararı tebliğ ile alakalı bir eksikliğe
sebep olma derecesine ulaşmamıştır. Bilakis o diğer hastalıkların verdiği zarar
cinsindendir. Konuşma konusunda zayıflaşmak, bazı fiillerden aciz kalmak veya
bazı şeylerin olduğunu hayal etmek gibi sürekli olmayan, bilakis geçici olan, şeytanların
Allah tarafından iptal edilen tuzaklarıdır.”[61]
Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’in temiz ve yüce
olmasından dolayı habis nefislerin ona bir kötülük ulaştıramayacağını iddia
etmelerine gelince, Nebî sallallahu aleyhi ve sellem zatında sadıktır. Uhud’da
ona musallat olmadılar mı? Şerefli ayağını kanatmadılar mı? Azı dişini
kırmadılar mı? Neredeyse öldüreceklerdi! Bunu ona ancak habis ve alçak nefis
sahipleri yapmadılar mı?
Hem Nebî sallallahu aleyhi ve sellem’e dokunan sihrin
şeytanî ruhlar vasıtasıyla yapılıp bedenine hükmettiğini söyleyen kimdir? Her sihirle beraber onun yanında şeytanî bir
sebep veya sihrin hadimi yoktur! Bilakis hadisin zahirinden anlaşıldığı üzere kuyunun
suyuna cinsel soğukluk için atılan bazı özel ve doğal maddeler ile sihir
yapılmıştır.
Bu maddeler bedenin organlarında etki eder. Sihri ile
kastedilen bedene yaptığı bu etkilerdir. Sihir ilminde bu “İttisal kanunu” diye
bilinir. İnsan bedeni ile ilişkilendirilen şey durmaya devam ettikçe etkisinin
de devam etmesi esasına dayalıdır. Hadiste de Nebî sallallahu aleyhi ve sellem’in
dinçliği üzerinde bu etki görülmektedir. Belli tılsımlar yapılır ve büyülenmek
istenen kişinin bedeninde etki etmesi için onunla bu ilişkilendirilir.
Lebid’in yaptığı sihir de işte budur. Bu en kuvvetli ve en
tehlikeli sihir türüdür. Allah en iyi bilendir. Nebî sallallahu aleyhi ve
sellem’in bedenine Allah’ın dilemesi ve hikmetiyle bu sihrin etki etmiş
olmasına aklen bir mani yoktur. Aksi halde şu inkârcıların iddia ettikleri gibi
sihrin bir etkisi olmasaydı, Allah’ın Nebî sallallahu aleyhi ve sellem’e
düğümlere üfleyen kadınların şerrinden sığınmasını emretmesinin ne faydası
olurdu?
Nebî sallallahu aleyhi ve sellem’e sihirin isabet ettiğini
bildiren bu hadis burada zikredemeyeceğimiz birçok incelikler ve ibretler
içermektedir. Bu durum nübüvvet makamını zedeleyen bir unsur değildir. Bilakis
nübüvvete delalet eden şer’î delillerdendir.
Nitekim hadis imamları bu hadisi kabul ile karşılamışlardır.[62]
Her türlü kötülükten Allah’a sığınırız.
[1]
Bkz.: Maturidi et-Tevhid (s.209)
[2]
Bkz.: Mehasinu’t-Te’vil (9/577)
[3]
Bkz.: et-Tahrir ve’t-Tenvir (1/633)
[4]
Bkz.: Kadı Abdulcebbar Şerhu Usulu’l-Hamse (s.568-572) İbn Teymiyye en-Nubuvvat
(1/484)
[5]
Bkz.: Muteşabihu’l-Kur’ân (s.708, 102)
[6]
Cessas Ahkamu’l-Kur’ân (1/60)
[7]
El-Hacavi el-Fasi ed-Difâ’ Ani’s-Sahihayn Difaun Ani’l-İslam (s.107)
[8]
Mecelletu’l-Menar (33/41-43)
[9]
Fi Zilali’l-Kur’ân (6/4007)
[10]
Mecelletu’l-Menar (33/41-43)
[11]
Fi Zilali’l-Kur’ân (6/4008)
[12]
Dirasat Fi’l-Kâfî ve Sahihu’l-Buhârî (s.247)
[13]
Tahriru’l-Akli Mine’n-Nakl (s.244)
[14]
Nahvu Tef’il Kavaidu Nakdi Metni’l-Hadis (s.160)
[15]
El-İslam ve’t-Tâkâtu’l-Muattıla (s.54)
[16]
Mecelletu’l-Menar (33/41-43)
[17]
Mecelletu’l-Menar (33/33)
[18]
Muhammed el-Gazali El-İslam ve’t-Tâkâtu’l-Muattıla (s.54)
[19]
Ondan bunu İbn Kesir Tefsir’inde (1/371) nakletmiştir.
[20]
El-İkna Fi Mesaili’l-İcma (1/58)
[21]
Kurtubi El-Cami Li Ahkami’l-Kur’an (2/46)
[22]
İbn Kayyım Bedaiu’l-Fevaid (2/227)
[23]
Bkz.: İbn Battal Şerhu Sahihi’l-Buhârî (9/442)
[24]
Bkz.İbn Hacer Fethu’l-Bari (10/223)
[25]
Bkz.: Kurtubi el-Cami Li Ahkami’l-Kur’an (2/46)
[26]
Bkz.: Şankiti Advau’l-Beyan (4/546)
[27]
Bkz.: Taberî Camiu’l-Beyan (24/749)
[28]
Bkz.: İbn Kayyım Bedaiu’l-Fevaid (2/221)
[29]
Bkz.: Kurtubi el-Cami (2/46) el-Ferra Meaniyu’l-Kur’ân (3/301) el-Vahidi
Esbabu’n-Nuzul (s.473)
[30]
Bedaiu’l-Fevaid (2/227)
[31]
Fethu’l-Bari (10/225)
[32]
Bkz.: İkmalu’l-Mu’lim (7/89) İbn Teymiyye en-Nubuvvat (1/558-560) el-Keşmirî
Feyzu’l-Bari (6/141)
[33]
Bkz.: İbn Aşur et-Tahrir ve’t-Tenvir (1/633-634)
[34]
Fethu’l-Bari (10/223)
[35]
Bkz.: İbn Rüşd el-Beyan ve’t-Tahsil (16/444) İbn Kudame el-Mugni (9/28) Nevevi
Ravdatu’t-Talibin (9/347) İbn Nuceym el-Bahru’r-Raik (5/139)
[36]
Ancak muayyen şahıslarda tekfirin manileri gözetilir. Mu’tezile ve onlardan
etkilenenlerin te’villeri gibi maniler söz konusu olabilir.
[37]
El-Mufhim (4/569)
[38]
Te’vilu Muhtelefi’l-Hadis (s.261)
[39]
Bkz.: İbn Mulakkin et-Tavdih (27/536)
[40]
En-Nehru’l-Faik (3/254) Durru’l-Muhtar (1/44)
[41]
Feyzu’l-Bari (4/293)
[42]
Ali b. Muhammed b. Habib Ebu’l-Hasen el-Maverdi: Basra’da doğmuş, sonra
Bağdad’a taşınmıştır. Birçok beldede kadılık yapmıştır. Sonra Abbasi halifesi
el-Kaim Bi Emrillah zamanında baş kadılığa getirilmiştir. Mu’tezile mezhebine
meylederdi. Bağdad’da vefat etmiştir. En meşhur eserleri Edebu’d-Dunya ve’d-Din
ve el-Ahkamu’s-Sultaniye kitaplarıdır. Bkz: Zirikli el-A’lam (4/327)
[43]
El-Haviyu’l-Kebir (13/93)
[44]
Zehebi Mizanu’l-İtidal’de (3/155) şöyle der: “Ali b. Muhammed Ebu’l-Hasen
el-Maverdi: Nefsinde saduktur lakin o Mu’tezilîdir.”
[45]
El-Mazeri el-Mu’lim (3/159)
[46]
Aliyu’l-Kari Mirkatu’l-Mefatih (9/3795)
[47]
İbn Battal Şerhu Sahihi’l-Buhârî (9/442)
[48]
Et-Tayyibi el-Kaşif An Hakaiki’s-Sunen (12/3772)
[49]
El-Muallimî el-Envaru’l-Kâşife (s.249)
[50]
Bkz.: İkmalu’l-Mu’lim (7/87) İbn Hacer Fethu’l-Bari (10/227)
[51]
Bkz.: el-Kasımî Mehasinu’t-Te’vil (9/577) el-Kurdî Nahvu Tef’ili Kavaid (s.160)
[52]
Bkz.: ez-Zerkeşi el-Bahru’l-Muhit (4/219)
[53]
Bkz.: Beyhakî Sunenu’l-Kubra (9/14) Begavi Mealimu’t-Tenzil (3/79)
[54]
Bkz.: Taberî (8/567) Beydavi Envaru’t-Tenzil (2/136) İbn Kesir Tefsiru Kur’âni’l-Azim
(3/151-152)
[55]
El-Envaru’l-Kâşife (s.252)
[56]
Bkz.: Muhammed Habib eş-Şankiti Zadu’l-Muslim (2/224)
[57]
İbn Hacer Fethu’l-Bari’de (10/237) bu rivayete işaret etmiştir.
[58]
Ahmed (40/405 no: 24347) İbn Hacer Fethu’l-Bari’de (10/237) sahih demiştir.
[59]
Fethu’l-Bari (10/237)
[60]
Advau’l-Beyan (4/852)
[61]
Fethu’l-Bari (10/227)
[62]
Hâkim’in el-Medhal İle’l-İklil’de (s.39): “Bu hadis Sahih’te tahric edilmiş
olsa da şazdır” demesinden hareketle hadisi yalanlamaya kalkışanlar
sevinmesinler! Çünkü Hâkim’in şazın tarifi konusunda kendisine has bir
kullanımı vardır. Nitekim Marifetu Ulumi’l-Hadis’te (s.119) şöyle der: “Şaz: Sika
bir ravinin tek kaldığı, metin veya isnad olarak başka bir sika tarafından
aslına mutabaat edilmeyen hadistir.” Hâlbuki ona göre mutlak sıhhatle çelişen
bir şazlık değildir. Nitekim buna dair üç tane örnek zikretmiştir ki bunları
el-Mustedrek’te tahric ederek sahih demiştir. Sonra el-Medhal İle’l-İklil
kitabında bu sözle kastettiği şeyi kendisi açıklamıştır. Nebî sallallahu aleyhi
ve sellem’e sihir yapılması hadisini, sıhhatinde ittifak edilen sahih
hadislerin dördüncü kısmına örnek olarak zikretmiştir. Bu dördüncü kısım sika
ve adil olup da tek kalan ravilerin ferd ve garib hadislerine dair kısımdır.
Böylece Aişe radıyallahu anha hadisi sahihtir ve hüccettir. Şazlıkla nitelemesi
ise yalnızca teferrüd (sika ravinin tek kalması) ile alakalıdır. Ayrıntı için
bkz.: Abdulkadir el-Muhammedî eş-Şaz ve’l-Munker ve Ziyadetu’s-Sika (s.86-94)
Hâkim’in sikanın teferrüdünü şazlık olarak zikretmesi
ve Sahihu’l-Buhârî’de geçen Enes radıyallahu anh’ın rivayet ettiği: “Kays b. Sa’d’ın
menzili…” hadisini şaz hadise örnek zikretmesi hakkında Hafız İbn Hacer şöyle
demiştir: “Hâkim bunun sahih olduğunu kabul ediyor ancak şaz diye
isimlendiriyor. Istılahta tartışma olmaz.”
Özetle: Mustalah âlimlerinin sikanın mutlak teferrüdü
olarak kastettikleri şeyi Hakim “şaz” diye isimlendirmiştir. Hâkim’e göre bu şazlık
(yani mutlak teferrüd) sıhhate mani değildir.