Sözlerin en doğrusu Allah'ın kelamı, yolların en hayırlısı Muhammed Aleyhisselam'ın yoludur. Dinde her sonradan çıkarılan şey bidattir.Her bidat sapıklıktır ve her sapıklık da cehennemdedir (Muslim no: 867)

Duâ

Duâ

29 Ocak 2025 Çarşamba

Yemekten Önce Elleri Yıkamanın Çirkinliği

 İnsanlar kendi kendilerine tuhaf temizlik anlayışları geliştirmişler, meyveleri sebzeleri - görünen bir kir olmadığı halde güya mikroplardan arındırmak için - yıkamadan yememek, yemeği hazırlarken eldiven kullanmak gibi şeytanî aşırılıkları temizlik olarak görmekte, bunun adına da Yunanların temizlik tanrıçası Hijy’nin adına nispetle “Hijyen” demektedirler!

Su ve gıda sanitasyonu adı altında birçok zehirleri “temizlik” adına kullanmakta, su şebekelerine klor gibi zararlı maddeler atmaktadırlar.

Bazı aşırılık ehli kimseler de yenilecek ve yenilmeyecek şeylerin listesi gibi diyet listeleri uydurmakta, paketli gıdalar, glutenli, gdo’lu ürünler gibi şeylerden kendi başlarına sakınma listeleri uyduruyorlar!

Allah’a ve ahiret gününe iman eden Müslüman’ın sadece bir tane rol modeli vardır, o da Allah rasulü sallallahu aleyhi ve sellemdir. O’nun meşru kıldıklarını yer içer, O’nun meşru ve sünnet kıldıklarını yapar, O’nun yasakladığından sakınır. Müslüman bu konularda kendi başına fikir üreterek hareket etmez! Hele hele kâfirlerin uydurdukları teorilere dayanarak asla!

Müslümanlar, Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’e iktidâ ve ittibâ karakterinden uzaklaşıp, beyinsiz ve akılsız kâfirlerin kuyruklarına tutundukları için şahsiyetlerini kaybetmişler, bilinçleri uyduruk doldurmalarla yüklenmiş, hasta olmaya programlanmışlardır.

Bugün modern tıp ve alternatif tıp dedikleri çakma tıp anlayışları da Allah – kader – kul ilişkisini tamamen ortadan kaldırmış, insanların kalplerini tamamen maddi sebeplerin etkilerine bağlamıştır.

Alemlere rahmet olarak gönderilen Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’in nebevî tıbbı ise, helal olanlardan istifade etmek, haram kılınanlardan sakınmak, gerçek manada fayda ve zararın yalnız Allah’tan olduğuna iman etmek, Allah’ın kaderine teslim olmak, hastalığın ancak Allah’ın dilemesi ile meydana geldiğine ve yine ancak Allah’ın dilemesi ile ortadan kalktığına, hiçbir hastalığın bulaşıcı olmadığına iman etmek, hastalığı tabip de dahil, hiçbir kula şikayet etmemek, bilakis Allah kendisine şifa verinceye kadar tevekkül etmek ve sünnette sabit olan meşru tedavi vesilelerini kullanmak üzerine kuruludur.

Şeytanî tıp ise insanları, varlıkların bizzat fayda ve zarar verici olduğuna inanmaya, bazı şeyleri yeyip içmenin zarar verip, hastalandırdığına, bazı şeyleri yeyip içmenin de fayda verdiğine inandırmakta, bazı etkilere maruz kaldığı için kanser olduğuna, diyabet olduğuna, tansiyon hastası olduğuna, bazı hastalıkların insandan insana veya hayvandan insana bulaşıcı olduğuna inanmaya çağırmaktadır.  Bilinçaltlarında maddelerin fayda ve zarr verdiği inancı yer ettirilmiş insanların fizyolojisi de bu inançlara göre hormonlar salgılamakta ve gerçekten fiziksel bazı zararlar ve hastalıklar insanda zuhur etmektedir. Bu durum, Allah’ın böyle bâtıl bir inanca gönlünü açan insanlara cezalandırmasıdır! Bu duruma İslam literatüründe “Tatayyur/uğursuz sayma” denilir. Kullar, batıl bir şeylere inanırlar, Allah da insanları o bâtıl inançlarını gerçekleştirmek suretiyle cezalandırır.

Tevhidin hakikatini bu asırda bilen neredeyse kalmadığı için, kendilerinin tevhid ehli olduğunu iddia eden birçok kimse aslında zifiri şirkin içindedirler. Tevhide taban tabana zıt olan bu tatayyur şirkinin hakikatini bilmekten uzak oldukları için modern tıbbın ve alternatif tıbbın doktorlarının kapılarında kuyruk olmakta ve pahalı ilaçlarının abonesi olmaktadırlar!

Bu maddî ve manevî hastalıktan kurtulmanın yolu, yalnız Allah’a tevekkül edip, sahih sünnette bildirililenler dışındaki tıbbî bilgilere kulakları tıkamak, size hasta olduğunuzu söyleyenlere kulak asmamak, hastalığın da, şifanın da yalnız Allah’tan olduğunu bilerek, şifayı da Allah’tan beklemektir. Tıp konusunda asrımızda doğru yönlendirmeyi yapacak Allah’tan başka bir tabip olmadığını akıldan çıkarmamak gerekir.

Bu meselede söz uzundur, burada sünnete aykırı olduğu halde, sünnetmiş gibi lanse edilen bir bâtılı izah etmekle yetineceğim. Bu açıklamaları İbn Akil’in Fusulu’l-Adab şerhinde yapmıştım, oradan nakledeceğim:

Ebu’l-Vefa İbn Akil, Fusulu’l-Adab’da şöyle demiştir:

وَكَرِهَ أَحْمَدُ رضي الله عنه غَسْلَ اليَدِ لِلطَّعَامِ وَقَدْ وَرَدَ فِي الخَبَرِ غَسْلُ اليَدِ لَهُ وَلَعَلَّهُ مَا صَحَّ عِنْدَ أَحْمَدَ رضي الله عنه

“Ahmed (b. Hanbel) rahimehullah yemek için elleri yıkamayı çirkin görmüştür. Nitekim bu konuda elleri yemek için yıkamaya dair haber varid olmuştur. Muhtemelen Ahmed rahimehullah’ın katında bu rivayet sahih değildir.”

Şerh

Yemekten önce elleri yıkamak sünnet değildir, bilakis bu, sünnete aykırı, çirkin bir âdettir.

 

İbn Abbas radiyallahu anhuma’dan:

إِنَّ النَّبِيَّ صَلَّى اللهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ قَضَى حَاجَتَهُ مِنَ الْخَلَاءِ فَقُرِّبَ إِلَيْهِ طَعَامٌ فَأَكَلَ وَلَمْ يَمَسَّ مَاءً قَالَ وَزَادَنِي عَمْرُو بْنُ دِينَارٍ عَنْ سَعِيدِ بْنِ الْحُوَيْرِثِ أَنَّ النَّبِيَّ صَلَّى اللهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ قِيلَ لَهُ إِنَّكَ لَمْ تَوَضَّأْ؟ قَالَ مَا أَرَدْتُ صَلَاةً فَأَتَوَضَّأَ

“Nebî sallallahu aleyhi ve sellem helâ ihtiyacını giderdi, kendisine bir yemek getirildi. Suya dokunmadan ondan yedi. Nebî sallallahu aleyhi ve sellem’e: “Sen abdest almadın?” denilince buyurdu ki:

Namaz kılmayı kastetmedim ki abdest alayım!”[1]

Diğer rivayette lafzı şöyledir:

خَرَجَ رَسُولُ اللهِ صلى الله عليه وسلم مِنْ الْخَلَاءِ فَقُرِّبَ إِلَيْهِ طَعَامٌ فَقَالُوا أَلَا نَأتِيكَ بِوَضُوءٍ؟ فَقَالَ أُرِيدُ أَنْ أُصَلِّيَ فَأَتَوَضَّأَ؟ إِنَّمَا أُمِرْتُ بِالْوُضُوءِ إِذَا قُمْتُ إِلَى الصَلَاةِ

“Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem heladan çıktı ve kendisine bir yemek sunuldu. Dediler ki: “Sana abdest suyu getirelim mi?” Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem buyurdu ki:

Namaz mı kılacağım ki abdest alayım? Ben ancak namaz kılmak için abdestle emrolundum.”[2]

Urve b. ez-Zubeyr rahimehullah’tan:

خَرَجَ عُمَرُ رَضِيَ اللَّهُ عَنْهُ مِنَ الْخَلَاءِ فَقُرِّبَ إِلَيْهِ طَعَامٌ فَقِيلَ أَلَا نَأْتِيكَ بِطَهُورٍ؟ فَقَالَ أَخِّرْ عَنِّي طَهُورَكَ فَإِنَّمَا أَسْتَطِيبُ بِشِمَالِي وَآكُلُ بِيَمِينِي

 “Ömer radiyallahu anh heladan çıkınca kendisine bir yemek getirildi ve: “Sana su getirelim mi?” denildi. O da dedi ki:

“Suyunu benden uzaklaştır. Ben ancak sol elimle istinca eder, sağ elimle yerim.”[3]

Yemekten önce elleri yıkamak hakkında Selman radiyallahu anh’den şöyle dediği rivayet edildi:

قَرَأْتُ فِي التَّوْرَاةِ أَنَّ بَرَكَةَ الطَّعَامِ الْوُضُوءُ قَبْلَهُ فَذَكَرْتُ ذَلِكَ لِلنَّبِيِّ صَلَّى اللهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ فَقَالَ بَرَكَةُ الطَّعَامِ الْوُضُوءُ قَبْلَهُ وَالْوُضُوءُ بَعْدَهُ

“Tevrat’ta yemekten önce vudû (elleri yıkamanın) bereket olduğunu okudum. Bunu Nebî sallallahu aleyhi ve sellem’e söylediğimde buyurdu ki:

Yemeğin öncesinde ve sonrasında vudû (elleri yıkamak) yemeğin bereketidir.”[4] Ebû Dâvûd bu rivayetin ardından zayıf olduğunu söylemiştir. Tirmizî de rivayetin ardından Kays b. er-Rebi adlı ravi sebebiyle zayıf olduğunu açıklamıştır.

Kays b. er-Rebî yaşlanınca hafızası bozulmuştu ve oğlu ona ait olmayan rivayetleri onun rivayetleri arasına sokuşturuyordu.

İmam Ahmed b. Hanbel rahimehullah dedi ki: “Bu hadis münkerdir. Kays’tan başkası bunu rivayet etmemiştir. Kays ise hadiste çok hata yapan biridir.”[5]

Yemekten önce elleri yıkamanın müstehap olduğunu gösteren hiçbir rivayet sabit olmamıştır. Bunu Beyhakî de Sunen’de belirtmiştir.[6]

Yahya b. Said rahimehullah dedi ki:

كَانَ سُفْيَانُ الثَّوْرِيُّ يَكْرَهُ غَسْلَ اليَدِ قَبْلَ الطَّعَامِ وَكَانَ يَكْرَهُ أَنْ يُوضَعَ الرَّغِيفُ تَحْتَ القَصْعَةِ

“Sufyan es-Sevrî rahimehullah yemekten önce elleri yıkamayı çirkin görürdü. Yine ekmeğin tencere altına konulmasını da çirkin görürdü.”[7]

İmam Ahmed b. Hanbel rahimehullah dedi ki:

وكان الثوري يكره غسل اليد عند الطعام لأنه من دأب الأعاجم

“es-Sevri rahimehullah yemekten önce elleri yıkamayı acemlerin âdeti olmasından dolayı çirkin görüyordu.”[8]

Ebu Mus’ab rahimehullah’tan:

دَعَا أَمِيرٌ مِنَ الأُمَرَاءِ مَالِكًا إِلَى غَدَائِهِ قَالَ فَلَمَّا قُرِّبَتِ الإِبْرِيقُ وَالطَّشْتُ قَالَ لاَ أَعُودُ إِلَى غَدَائِكَ قَالَ لِمَ؟ قَالَ لأَنَّ غَسْلَ الْيَدَيْنِ بِدْعَةٌ عِنْدَ الطَّعَامِ قَالَ أَحْمَدُ وَكَذَلِكَ صَاحِبُنَا الشَّافِعِيُّ اسْتَحَبَّ تَرْكَهُ

“Emirlerden biri Malik b. Enes rahimehullah’ı kahvaltıya davet etti. Kendisine ibrik ve tas getirilince:

“Senin kahvaltına katılmayacağım” dedi. Emir: “Neden?” deyince Malik rahimehullah dedi ki:

“Yemekten önce elleri yıkamak bir bid’attir.” Ahmed b. Hanbel dedi ki: “Arkadaşımız eş-Şafii rahimehullah da yemekten önce elleri yıkamayı terk etmeyi müstehap görürdü.”[9]

İmam Şafii rahimehullah şöyle demiştir:

وَأَوْلَى الْأَدَبِ أَنْ يُؤْخَذَ بِهِ مَا فَعَلَ رَسُولُ اللَّهِ صَلَّى اللهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ فَيَأْكُلُ الْمَرْءُ قَبْلَ أَنْ يَغْسِلَ يَدَهُ أَحَبُّ إِلَيَّ مَا لَمْ يَكُنْ مَسَّ يَدُهُ قَذَرًا

“Edebe uygun olan Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in yaptığı gibi, yemeği elleri yıkamadan önce yemektir. Elinde kir yoksa bu şekilde davranmak bana göre daha uygundur.”[10] 

Kadı Ebu Bekr İbnu’l-A’rabî Siracu’l-Muridin kitabında dedi ki:

روى إسماعيل بن أبي إدريس عن مالك رحمه الله تعالى أنه دخل على عبد الملك بن صالح فجلس ساعة ثم دعا بالطعام ودعا بالوضوء لغسل يده فقال عبد الملك ابدا بأبي عبد الله يغسل فقال مالك إن أبا عبد الله لا يغسل يده فاغسل أنت يدك فقال له عبد الملك لم يا أبا عبد الله؟ قال ليس هو من الأمر الأوّل الذي أدركت عليه أهل بلدنا وإنما هو من زي العجم وقد بلغني أن عمر بن الخطاب رضي الله عنه قال إياكم وزي العجم وأمورها وكان عمر رضي الله عنه إذا أكل مسح يده بظهر قدمه فقال له عبد الملك أَفترى لي تركه يا أبا عبد الله؟ قال إي والله فما عاد عبد الملك إلى ذلك

“İsmail b. Ebi İdris, Malik rahimehullah’tan rivayet ediyor: O Abdulmelik b. Salih’in yanına girdi, bir müddet oturdu. Sonra Abdulmelik yemek istedi ve elini yıkamak için su istedi. Abdulmelik, Malik rahimehullah’a:

“Önce sen elini yıka ey Ebu Abdillah!” dedi. Malik rahimehullah:

“Ebu Abdillah elini yıkamaz, sen yıka” dedi. Abdulmelik ona: “Neden ey Ebu Abdillah?” dedi. Malik rahimehullah dedi ki:

“Beldemiz halkından kendilerine yetiştiğim kimseler böyle yapmazlardı. Bu ancak acemlerin âdetidir. Bana ulaştığına göre Ömer b. el-Hattab radiyallahu anh şöyle demiştir: “Sizleri acemlerin adetlerinden ve işlerinden sakındırırım.” Ömer radiyallahu anh yemek yediği zaman da elini ayaklarının üzerine silerdi.” Abdulmelik ona dedi ki:

“Benim de bunu terk etmemi uygun görür müsün ey Ebu Abdillah?” Malik rahimehullah dedi ki: “Eyvallah.” Abdulmelik bundan sonra bunu yapmadı.”[11]

Leys b. Sa’d rahimehullah gibi seleften birçok imamlardan da temiz olan elleri yemekten önce yıkamayı, kâfir acemlere benzemek olduğundan[12] ve dinde sonradan ortaya çıkmış bir iş olduğundan dolayı çirkin gördükleri nakledilmiştir. Yemekten önce elleri yıkamak Müslümanların âdetinden değildir. Bu ancak Yahudilerin fiilindendir. Yemekten önce elleri yıkamak, kâfirlere benzemek olduğundan çirkindir.

Yemekten Sonra Ağzı ve Elleri Yıkamak

Ebu’l-Vefa İbn Akil Fusulu’l-Adab’da şöyle demiştir:

ويُسْتَحَبُّ تَحْوِيْلُ غَسْلِ اليَدِ مِنَ الزُّهَامِ وَعِنْدَ النَّوْمِ أَشَدُّ اِسْتِحْبَابًا فَقَدْ وَرَدَ التَّحْذِيْرُ مِنْهُ مِنْ أَجْلِ الهَوَامِّ

“Kötü kokudan dolayı eli yıkamakta acele etmek müstehaptır. Uyumadan önce elleri yıkamanın müstehaplığı daha şiddetlidir. Haşerelerden dolayı bundan sakındırma varid olmuştur.”

Ebu Salih rahimehullah’tan: “Ebu Hureyre radiyallahu anh dedi ki:

أَنَّ رَسُولَ اللَّهِ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ أَكَلَ كَتِفَ شَاةٍ فَمَضْمَضَ وَغَسَلَ يَدَيْهِ وَصَلَّى

“Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem koyun eti yedi, mazmaza yaptı (ağzını çalkaladı), ellerini yıkadı ve namaz kıldı.”[13]

Ebû Hureyre radiyallahu anh’den: “Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

مَنْ نَامَ وَفِي يَدِهِ غَمَرٌ لَمْ يَغْسِلْهُ فَأَصَابَهُ شَيْءٌ فَلاَ يَلُومَنَّ إلاَّ نَفْسَهُ

Elinde yemek artığı ve kokusu varken onu yıkamadan uyuyup da kendisine zararlı bir şey dokunan kimse, kendisinden başka kimseyi suçlamasın.”[14]

Ebu Hureyre radiyallahu anh dedi ki:

دَعَا رَجُلٌ مِنَ الأَنْصَارِ مِنْ أَهْلِ قُبَاءَ النَّبِيَّ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ، فَانْطَلَقْنَا مَعَهُ فَلَمَّا طَعِمَ وَغَسَلَ يَدَيْهِ قَالَ الْحَمْدُ لِلَّهِ الَّذِي يُطْعِمُ وَلا يُطْعَمُ مَنَّ عَلَيْنَا فَهَدَانَا وَأَطْعَمَنَا وَسَقَانَا وَكُلُّ بَلاءٍ حَسَنٍ أَبْلانَا الْحَمْدُ لِلَّهِ غَيْرَ مُوَدِّعٍ رَبِّي وَلا مُكَافِئٍ وَلا مَكْفُورٍ وَلا مُسْتَغْنًى عَنْهُ الْحَمْدُ لِلَّهِ الَّذِي أَطْعَمَ مِنَ الطَّعَامِ وَسَقَى مِنَ الشَّرَابِ وَكَسَى مِنَ الْعُرْيِ وَهَدَى مِنَ الضَّلالِ وَبَصَّرَ مِنَ الْعَمَى وَفَضَّلَ عَلَى كَثِيرٍ مِنْ خَلْقِهِ تَفْضِيلا الْحَمْدُ لِلَّهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ

“Ensar’dan, Kuba halkından bir adam Nebî sallallahu aleyhi ve sellem’i davet etti ve ben de O’nunla beraber gittim. Yemeği yediği zaman Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem ellerini yıkadı ve şöyle dedi:

Yediren, yedirilmeyen, bize lütufta bulunup hidayet eden, yediren, içiren, bizi en güzel şeylerle sınayan Allah’a hamd olsun. Hiç bırakmamasıyla, hiç yetinmeksizin, hiç nankörlüğe sapılmadan, kendisinden müstağni kalınmadan, hamd Allah’a mahsustur. Yemekten yediren, içecekten içiren, çıplaklıktan giyindiren, sapıklıktan hidayet eden, gözleri gördüren, mahlûkâtından birçoğundan üstün kılan Allah’a hamd olsun. Âlemlerin rabbi Allah’a hamd olsun.”[15]

Yemekten Sonra Dişleri Temizlemek

Muhammed (b. Sirin) rahimehullah’tan: “İbn Ömer radiyallahu anhuma dedi ki:

إِنَّ أَفْضَلَ الطَّعَامِ الَّذِي يُنَقَّى مِنَ الْأَضْرَاسِ يُوهِنُ الْأَضْرَاسَ

“Dişler arasında kalan yemek artıkları dişleri zayıflatır.”[16]

 



[1] Sahih. Muslim (374)

[2] Sahih. Muslim (374) Tirmizî (1847) Nesâî (132) Ebû Dâvûd (3760) Ahmed (1/348)

* Ebu Hureyre radiyallahu anh’den: İbn Mâce (3261)

[3] Munkatı. Ebu Nuaym Fadl b. Dukeyn es-Salat (165) İbn Ebî Şeybe (5/134) Humeydi (479) Sadan Cüz (15) Beyhakî Şuab (5/69) ravileri sikadır ancak Urve rahimehullah, Ömer radiyallahu anh’e yetişmemiştir.

[4] Zayıf. Ebû Dâvûd (3761) Tirmizî (1846)

[5] İbnu’l-Cevzi İlelu’l-Mutenahiye (2/163) İbn Kudame el-Mugni (11/91)

[6] Beyhakî (7/276)

[7] Sahih maktu. Tirmizî (1847) Ebû Dâvûd (3761)

[8] İbnu’l-Cevzi İlelu’l-Mutenahiye (2/163)

[9] Sahih maktu. Beyhakî Şuab (5/68) Beyhakî Marife (10/271) Beyhakî el-Adab (392)

[10] Beyhakî Marife (14488) Beyhakî el-Adab (394)

[11] Necmuddin el-Gazzi Husnu’t-Tenebbuh (8/447) Kadı Iyad Tertibu’l-Medarik (1/113) İbnu’l-Hac el-Medhal (1/218)

[12] Bkz.: Kayravani el-Cami (s.222) Kadı Iyad İkmalu’l-Mulim (6/503)

[13] Buhârî ve Muslim'in şartlarına göre sahih. Ebu Bekr el-Esram, Sunen (158) Ahmed (2/389) İbn Mâce (493) Tayalisi (2411) Mukbil b. Hadi Sahihu’l-Musned (1255)

[14] Buhârî ve Muslim'in şartlarına göre sahih. İbn Ebî Şeybe Kitabu’l-Edeb (17) Ahmed (2/263, 344, 537) Buhârî Edebu’l-Mufred (1220) İbn Hibbân (12/330) Hâkim (4/132, 152) Ebû Dâvûd (3852) Tirmizî (1859-60) İbn Mâce (3297) Nesâî Sunenu'l-Kubrâ (6906) Dârimî (2063) İbn Ebî Şeybe Musannef (6/200) İbn Hazm el-Muhalla (7/435) İbnu’l-Ca’d Musned (2674, 2837) el-Muhrevaniyyat (88) Beyhaki (7/276) el-Elbani es-Sahiha (2956) Mukbil b. Hadi Sahihu’l-Musned (1367)

[15] Muslim'in şartına göre sahih. El-A’lâi İsaretu’l-Fevaid (145) İbn Hibbân (12/23) Fesevi Meşyeha (42) Hâkim (2/731) Nesâî Amelu’l-Yevm ve’l-Leyle (301) Ebu Bekr eş-Şafii Gaylaniyyat (616, 1032) Ebû Nuaym Hilyetu'l-Evliyâ (6/242) Ebu’ş-Şeyh Ahlaku’n-Nebi (687) Şeceri Emali (1181)  Taberânî ed-Dua (896) İbn Ebi’d-Dunya eş-Şukr (15) İbnu’s-Sunni Amelu’l-Yevm ve’l-Leyle (485) Beyhakî Daavat (457) Mukbil b. Hadi Camiu’s-Sahih (395)

[16] Buhârî ve Muslim'in şartlarına göre sahih. Taberânî Mu'cemu'l-Kebîr (12/265) el-Elbani, el-İrva (1974)

19 Ocak 2025 Pazar

Tarık Suresi 7. Ayetinin Meali Hakkında

 

Soru: “Selamünaleyküm Ben Selim mealinizi takip ediyorum. Ama Tarık 7  ayetine göğüs ve bel demişsiniz. Örneğin tevhid meali bel ve omurga kemiği diyor. Neredeyse sizden başka göğüs diyen görmedim. Bir de İbni Abbas görüş diyor. Allah ne diyorsa biz ona iman ediyoruz hani sizin tevil yapacağınızı da  düşünmüyorum ama anlayamadım. Ayeti meali neden daha farklı ? Doğrusu sizin mealiniz neden doğru?

Cevap: Aleykum selam. Sahih Meal’i hazırlarken takip ettiğim metod, aslen Sahih Tefsir adlı çalışma ile ortaya çıkan sonuçlara göre kelimelerin manasını tayin etmektir.

Sahih Tefsir’de yalnızca Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’in merfu hadisleri, sahabe, tabiin ve tebâu’t-tabiin’den gelen sahih rivayetleri esas almayı amaçladım. Çünkü bu konuda ciddi bir eksiklik vardı.

Rivayet tefsirlerinde hadislerin veya seleften gelen eserlerin sıhhatleri dikkate alınmadan nakiller yapılmış ve bu sebeple ya zayıf rivayetlere dayalı anlamlandırmalar sözkonusu olabilmiş, yahut Mu’tezile’nin metoduna benzer şekilde ayetlere anlam verirken, o konuda rivayet bulunmasına rağmen dil uzmanlarının görüşü tercih edilmiştir.

Dirayet tefsirleri ise malum olduğu üzere birçok felaketlerle dolu, çoğu yakılması gereken kitaplardır.

Meal çalışması yapanlar da genelde yukarıda zikrettiğim ayrıma dikkat etmeden, hak ile batılın karıştığı geleneksel tefsir kitaplarından istifade ederek yapıyorlar. Tevhid Meali dediğiniz kitap da akide olarak Salih Selef’in menhecinden fersah fersah uzak muasır bir gencin kendince – belki samimi bir niyetle – ortaya koymak istediği fakat daha çok Mu’tezile ve Eşarî’lerin bâtıl yorumlarının etkisinden kurtulamadığı, oldukça başarısız bir çalışmadır.

Tarık suresi 7. Ayetine gelince, et-Teraib kelimesine İbn Abbas radıyallahu anhuma’dan sahih isnad ile bir açıklama gelmiş bulunduğu için bu konuda başka söz söyleyenlerin hiçbirine itibar etmedim. Çünkü bir konuda Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’den, sahabeden, tabiin ve teba’ut-tabiinden rivayet varsa lügatçilerin açıklamalarının hiçbir kıymeti harbiyesi olmaz.

Bid’atçiler ise selefin sözü ile dilcilerin sözlerini sanki eşit kefedeymiş gibi davranarak tercihte bulunmaktadırlar!

Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:

فَلْيَنْظُرِ الْإِنْسَانُ مِمَّ خُلِقَ خُلِقَ مِنْ مَاءٍ دَافِقٍ يَخْرُجُ مِنْ بَيْنِ الصُّلْبِ وَالتَّرَائِبِ

O halde insan neden yaratıldığına bir baksın?! * Fışkırıp atılan bir sudan yaratıldı. *  Bel ile göğüs arasından çıkar.” (Tarık 5-7)

Taberî Tefsir’inde (24/293) Teraib kelimesini: “Kadının göğsünden gerdanlık takılan yerdir” diyenler dedikten sonra, Avfi yoluyla İbn Abbas radıyallahu anhuma’dan bu manayı rivayet etmiştir. Ancak bu tarik zayıftır. Ardından şu tarikle rivayet etti:

 Ali – Ebu Salih – Muaviye – Ali (b. Ebi Talha) – İbn Abbas radıyallahu anhuma isnadıyla rivayet ediyor: İbn Abbas radıyallahu anhuma et-Teraib kelimesi hakkında şöyle dedi:

مِنْ بَيْنِ ثَدْيَيِ الْمَرْأَةِ

“Kadının iki göğsü arasından” demektir.”

Bu isnad hasendir. Sonra Taberî aynı anlamda açıklamayı İkrime, Mucahid, Said b. Cubeyr ve Sufyan es-Sevrî rahimehumullah’tan da rivayet etmiştir.

İbn Abbas radıyallahu anhuma’dan bu mana daha sahih yoldan da sabit olmuştur:

Ziyau’l-Makdisi el-Muhtare’de (12/110 no:134) Ebu Asım (ed-Dahhak b. Mahled)’e ulaşan isnadıyla; Şebib (b. Bişr) – İkrime – İbn Abbas radıyallahu anhuma yoluyla rivayet ediyor: İbn Abbas radıyallahu anhuma dedi ki:

التَّرَائِبُ؛ مَوْضِعُ الْقِلادَةِ

“et-Teraib: gerdanlığın (göğüsteki) yeridir.”

Bu isnad da hasendir. Şebib b. Bişr saduk olup, hakkında zararsız eleştiri vardır. Önceki tariklerle beraber rivayet sahih derecesine çıkmaktadır. Ayrıca İkrime, Mucahid, Said b. Cubeyr rahimehumullah gibi İbn Abbas radıyallahu anhuma’nın öğrencilerinden de sahih yollarla bu açıklama sabit olmuştur.

Sahih Meal dışında başka mealin böyle anlam vermediği sözüne gelince, bu eksik bir araştırmadan kaynaklıdır. Diyanet vakfı meali, Ali Fikri Yavuz, Elmalılı Hamdi Yazır, Ömer Nasuhi Bilmen, Suat Yıldırım meallerinde “Bel ile göğüs arası” şeklinde meal verilmiştir. Edip Yüksel, Ali Bulaç, M. İzlamoğlu, Muhammed Esed, S. Ateş, Yaşar Nuri, Diyanet İşleri başkanlığı meali gibi Mu’tezile meşreplilerin meallerinde ise “Kaburga kemiği” denilmiştir! Ümmetin selefinden böyle bir tefsir yapan kimse bilmiyorum. Sadece dilcilerden Zeccac Meani'l-Kur'an'da (5/213) bazılarının böyle bir mana verdiğine işaret etmiş, ancak lügat ehlinin "Göğüste gerdanlık takılan yer" anlamında ittifak ettiklerini zikretmiştir.

Yeni Elbise Giymenin Tavsiye Edildiği Hadisin İlletleri

 Abdurrazzak (11/223), Ma’mer’den, o ez-Zuhrî’den, o Salim b. Abdillah’tan, o babasından (İbn Ömer radıyallahu anhuma’dan) rivayet ediyor:

أَنَّ النَّبِيَّ صلى الله عليه وسلم رَأَى عَلَى عُمَرَ قَمِيصًا أَبْيَضَ فَقَالَ أَجَدِيدٌ قَمِيصُكَ هَذَا أَمْ غَسِيلٌ؟ قَالَ بَلْ غَسِيلٌ

“Nebî sallallahu aleyhi ve sellem Ömer radıyallahu anh’ın üzerinde beyaz bir elbise gördü ve:

Elbisen yeni mi yıkanmış mı?” dedi. O da: “Bilakis yıkanmış” dedi.

(Bir rivayette:

بَلْ جَدِيدٌ

“Bilakis yeni”[1] dedi. Üçüncü bir rivayette İbn Ömer radıyallahu anhuma:

قَالَ فَلَا أَدْرِي بِمَا رَدَّ عَلَيْهِ

 “Ne cevap verdiğini bilmiyorum”[2] demiştir.) Nebî sallallahu aleyhi ve sellem buyurdu ki:

فَقَالَ ‌الْبَسْ ‌جَدِيدًا وَعِشْ حَمِيدًا وَمُتْ شَهِيدًا

Yeni giy, övülmüş olarak yaşa ve şehid olarak öl.” Bazı raviler şu ziyadeyle rivayet ettiler:

وَيَرْزُقُكَ اللَّهُ قُرَّةَ عَيْنٍ فِي الدُّنْيَا وَالْآخِرَةِ قَالَ وَإِيَّاكَ يَا رَسُولَ اللَّهِ

Allah seni dünya ve ahirette göz aydınlığıyla rızıklandırsın.” O da: “Seni de ey Allah’ın rasulü” dedi.”

Bu hadisi Nesâî Sunenu’l-Kubra’da (10143) Tirmizî el-İlelu’l-Kebir’de (694), İbn Mace (3558) Ahmed Musned’de (2/88) ve Fadailu’s-Sahabe’de (322-324) Abd b. Humeyd (723), Ebu Ya’la (5545), İbn Hibban (15/320) Taberânî Mu'cemu'l-Kebîr (12/283), Bezzar (13/253) Abdurrazzak’ın tarikinden; Ma’mer- ez-Zuhrî – Salim – babası yoluyla rivayet etmişlerdir.

Ahmed Muhammed Şakir Musned tahkikinde sahih dedi. Hafız İbn Hacer Netaicu’l-Efkâr’da (1/136), Şeyh Muhammed Nasıruddin el-Elbanî es-Sahiha’da (352) ve öğrencisi Şeyh Selim b. İyd el-Hilalî Ucaletu’r-Ragıb’da bu hadisi hasen olarak değerlendirdiler. Busayrî, İbn Kesir, İbn Hibban gibi hafızlar da isnadın zahirine bakarak sıhhat hükmü vermişlerdir.

İsnadına bakıldığında bütün ravileri güvenilir ve isnadı Buhârî ve Muslim’in şartına göre sahih gibi görünüyor, ancak bu illetli bir rivayettir:

Yahya b. Said el-Kattan, Yahya b. Main, Buhârî, Ahmed b. Hanbel, Nesai, Darekutni, Taberani, Bezzar Beyhaki ve el-Kinanî bu hadisi Abdurrazzak’ın münker rivayeti olarak görmüşler ve: “Abdurrazzak bunda yanılgıya düştü. Bu ne Ma’mer’in rivayetidir, ne de ez-Zuhrî’nin. Doğrusu bu, Ebu’l-Eşheb’in bir adamdan, onun da Nebî sallallahu aleyhi ve sellem’den mürsel olarak rivayet ettiği bir hadistir.”

Ebû Dâvûd’un Mesail’de (no: 2004) nakline göre İmam Ahmed b. Hanbel rahimehullah şöyle demiştir: 

“Abdurrazzak bunu ezberinden rivayet ediyordu. Bilmiyorum kitabında var mı yok mu?” Ebu Abdillah (Ahmed b. Hanbel) rahimehullah bunu münker gördü ve dedi ki: “Abdurrazzak’ın yanında Ebu’l-Eşheb’in rivayeti vardı. Bunu Sufyan’dan rivayet etmişti. Rivayette hata etti ve “Asım b. Ubeydillah’tan, Ebu’l-Eşheb’den şeklinde rivayet etti.”

Tirmizî, el-İlelu’l-Kebir’de (694) şöyle demiştir: “Bu hadisi Muhammed (b. İsmail el-Buhârî’ye) sordum, dedi ki: “Suleyman eş-Şazekuni dedi ki: Abdurrazzak’a geldim ve bize bu hadisi Ma’mer – ez-Zuhri – Salim – babası yoluyla tahdis etti. Sonra Abdurrazzak’ın bu hadisi Sufyan es-Sevri – Asım b. Ubeydillah[3] - Salim – İbn Ömer radıyallahu anhuma isnadıyla rivayet ettiğini gördüm. Muhammed (imam Buhârî) dedi ki: “Bu hadisi bize de Abdurrazzak – Sufyan yoluyla rivayet ettiler. Her iki rivayet de bir şey değildir.”

Ebu Hâtim, el-İlel’de (1/490) dedi ki: “İnsanlar (hadis ehli) bu rivayeti kabul etmemişlerdir. Bu rivayet bâtıldır.”

Nesâî dedi ki: “Bu hadis münkerdir. Yahya b. Said el-Kattan, Abdurrazzak’ın bu rivayetine karşı çıkmıştır. Ma’mer’den bunu Abdurrazzak’tan başkası rivayet etmedi. Nitekim bu hadis Ma’kil b. Abdillah’tan rivayet edilmiş ve bu rivayette de ihtilaf edilmiştir. Bir seferinde Ma’kil yoluyla; İbrahim b. Sa’d – ez-Zuhrî şeklinde mürsel olarak rivayet edilmiştir. Bu hadis ez-Zuhri’nin rivayeti değildir. Allah en iyi bilendir.”

İbn Adiy el-Kamil’de (5/1948) dedi ki: “Yahya b. Main dedi ki: “Bu hadis münkerdir. Abdurrazzak’tan başkası bunu rivayet etmedi.”

Bezzar dedi ki: “Bu isnad ile sadece Abdurrazzak’ın rivayet ettiğini biliyoruz, ona tabi olunmamıştır.”

Taberani dedi ki: “Bu rivayette Abdurrazzak yanılgıya düşmüştür. Bunu gözleri kör olduktan sonra rivayet etmiştir. Doğrusu Ma’mer – ez-Zuhrî yoluyla bunu Abdurrazzak’tan başka kimse rivayet etmemiştir.”

Misbahu’z-Zucace kitabında (4/82) nakledildiğine göre Hafız Hamze b. Muhammed el-Kinanî şöyle demiştir: “Bu hadisi ez-Zuhri’den rivayet eden Ma’mer dışında kimse bilmiyorum. Sahih olduğunu sanmıyorum. Allah en iyi bilendir.”

Bu hadis, Ebu’l-Eşheb Ziyad b. Zadan yoluyla rivayet edilmiş ve Ebu’l-Eşheb üzerinden iki şekilde ihtilaf meydana gelmiştir:

Birincisi: İbn Sa’d Tabakat’ta (3/329) İbn Ebî Şeybe (5/189 ve 6/95) Abdullah b. İdris – Ebu’l-Eşheb – Muzeyne’den bir adam yoluyla rivayet ettiler.

İkincisi: Buhârî Tarihu’s-Sagir’de (2/38) ve İbn Sa’d (3/329); İsmail b. Ebi Halid – Ebu’l-Eşheb yoluyla mürsel olarak rivayet ettiler.

Ebu’l-Eşheb’in ismi Ziyad b. Zadan’dır. Onu İbn Hibban es-Sikât’ta (4/254) zikretmiştir.

Hafız İbn Hacer buradaki Ebu’l-Eşheb’in tabiin’in büyüklerinden, Sahihayn ricalinden sika bir ravi olan Ca’fer b. Hayyan el-Utaridî olduğunu iddia ederek büyük bir hata yapmış, el-Elbani de İbn Hacer’in sözlerini hiçbir düzeltme yapmadan aktarmış ve ikrar etmiştir!

Doğrusu Ebu Hatim, el-İlel’de isnaddaki raviyi “Ebu’l-Eşheb en-Nehai” şeklinde zikretmiştir.  Ebu’l-Eşheb en-Nehai olarak bilinen iki ravi vardır. Birisi Ebu’l-Eşheb Ca’fer b. Haris en-Nehai’dir ve şiddetli zayıf bir ravidir. Buhârî onun “Munkeru’l-hadis” olduğunu söylemiştir.

İkincisi ki doğrusu budur; Ebu’l-Eşheb Ziyad b. Zadan en-Nehaî’dir. İbn Hacer'in, bu hadisin ravisi olan Ebu'l-Eşheb'in, el-Utaridi olduğunu söylemesinin hiçbir dayanağı yoktur!

Beyhakî Da’avatu’l-Kebir’de (486) dedi ki: “Bu hadis mahfuz değildir. Doğrusu İsmail b. Ebi Halid bunu Ebu’l-Eşheb’den, o da mürsel olarak Nebî sallallahu aleyhi ve sellem’den rivayet etmiştir. Abdurrazzak bunu es-Sevri’den rivayette yanılgıya düşmüştür. Allah en iyi bilendir. Ebu’l-Eşheb ise Ziyad b. Zadan’dır. Benî Hilal’in azatlısıdır. Bunu Buhârî rahimehullah söylemiştir.”

Nitekim İmam Buhârî Tarihu’l-Kebir’de (3/356) şöyle zikreder: “İbn Ar’ara dedi ki: İbn İdris’i şöyle derken işittim: “İbn Ebi Halid ile beraber Ebu’l-Eşheb Ziyad b. Zadan’a gittim. Ömer radıyallahu anh hadisini rivayet etti. Nebî sallallahu aleyhi ve sellem buyurdu ki: “Yeni elbise giy…” Bu hadisi Abdurrazzak Sufyan’dan, o Asım b. Ubeydillah’tan, o Salim’den diye rivayet etmiştir. Yine Ma’mer – ez-Zuhri – Salim – İbn Ömer radıyallahu anhuma – Nebî sallallahu aleyhi ve sellem yoluyla rivayet etti. Ebu Nuaym ise Sufyan – İsmail (b. Ebi Halid) – Ebu’l-Eşheb yoluyla rivayet etmiştir. Bu rivayet daha doğrudur ve mürseldir.”

Ebu’l-Eşheb Ziyad b. Zadan, sahabeden hiçkimseyle karşılaşmamıştır. Muzeyne’den bir adam ya sahabe değildir, yahut Ebu’l-Eşheb onunla karşılaşmamıştır!

Bu hadisin rivayetinde ızdırap yapmıştır. Bazen mürsel rivayet etmiş, bazen Muzeyne’den bir adamdan rivayet etmiştir.

Hadisi hasen sayanlar; “Abdurrazzak bunu her iki tarikten de rivayet etmiş olabilir, yanılgıya düştüğünü söylemek gerekmez” diyorlar. Lakin uzman hafızlar Ma’mer – ez-Zuhrî tarikiyle bunun bâtıl olduğunu söylemişlerdir. Hadisin sadece Ebu’l-Eşheb yoluyla gelen bir tariki vardır ve Abdurrazzak yanılgıya düşerek Ebu’l-Eşheb’in rivayetini Ma’mer – ez-Zuhrî yoluyla rivayet etmiştir. Yani hadisin aslı Ebu’l-Eşheb rivayetidir. Ebu’l-Eşheb rivayeti ise iki yolla gelmiş olup ravinin ızdırabıyla; bir tariki mu’dal, diğer tariki munkatı/mürseldir. Yani hadisin aslı zayıftır. Abdurrazzak’ın tariki ile Ebu’l-Eşheb rivayetleri birbirini takviye edecek tarikler değildirler.

Bezzar (Keşfu’l-Estar 2503) başka bir yolla Cabir radıyallahu anh’den rivayet etmişse de bunun isnadında Cabir b. Yezid el-Cu’fî metruk bir ravi olduğu için şiddetli zayıf olup şahit olmaya elverişli değildir.

Böylece hadise hasen hükmü veren Hafız İbn Hacer’in Ebu’l-Eşheb tarikini Abdurrazzak’ın rivayetine şahit getirmesinin doğru olmadığı, Ebu’l-Eşheb’in kim olduğunu tespitte de yanıldığı anlaşılmıştır.

Şeyh el-Elbani ve Selim el-Hilali, hasen hükümlerinde İbn Hacer’e itimad etmişlerdir. Ancak İbn Hacer’in iki yönden hata ettiğini açıklamış olduk.

Şeyh Ahmed Şakir ve diğer muhakkiklerin sahih demesine gelince, isnadın zahirine bakarak böyle demiş olmalıdırlar. Ahmed Şakir'in ve Ebu Ya'la muhakkiki Huseyn Selim Esed gibi bazı gevşek davranan muhakkiklerin sıhhat hükümleri vermede yanılgıları da çokça karşılaşılan bir durumdur.

Şeyh Mukbil b. Hadi el-Vadiî, hadisi Camiu’s-Sahih’te zikretmiş olmakla beraber, Ahadisun Muille Zahiruha’s-Sihha (Sahih Gibi Görünen İlletli Hadisler) adlı kitabında tariklerin tahlilini yaptıktan sonra netice olarak şöyle demiştir: “Hadis, Nesâî’nin dediği gibi münkerdir.”

Neticede hadis zayıftır. Allah en iyi bilendir.



[1] İbn Hibban (15/320) Taberani ed-Dua (399) Hâlbuki Taberânî Mu'cemu'l-Kebîr’de (12/283) “Bilakis yıkanmıştır” şeklinde rivayet etmiştir!

[2] Ahmed Fadailu’s-Sahabe (322)

[3] Asım b. Ubeydillah b. Asım b. Ömer b. el-Hattab: zayıf bir ravidir. Buhârî ve başkaları onun hakkında: “Munkeru’l-hadis” demiştir. Bkz.: Tehzibu’t-Tehzib (5/48)

16 Ocak 2025 Perşembe

Plandemi Sonrası Daru'l-İslam ve Daru'l-Harp Ayrımı

 

Soru: “Bugün yeryüzünde Daru’l-İslam bulunmuyor, halkların geneli şirk ve küfür ehlidir. Bir kimse İslam şiarlarını izhar etmedikçe tevhid ehli mi, müşrik mi bilinmediğinden İslam’ına hükmedilemiyor. Ebu Bekr radıyallahu anh zekat vermeyenlerin namazlarını geçersiz sayıp onlarla savaşmıştı.”

Cevap: Bu ümmette ilk bid’at olan Hariciliğin çıkmasına sebep olan da böyle bir görüş idi. İslam ehlinin ve yurtlarının küfür üzere olduğuna hükmetmişler, onların kanlarını ve mallarını mubah saymışlardı. Hatta raşid halife Ali b. Ebi Talib radıyallahu anh’ın Allah’ın indirdiği ile hükmetmediği iddiasıyla ona karşı savaşmışlardı. Onlara “Muhakkime” ismi verilmiştir. Sonra ümmete karşı kılıç çekip huruc ettiler, bu şüphe sebebiyle onlarla savaşmayı helal saydılar. “Hüküm yalnız Allah’a aittir” dediler. Bununla beraber ibadette gayretli kimselerdi. Fakat onların ilim ve fıkıhları yoktu. 

Ali b. Ebi Talib radıyallahu anh’e: “Onlar kâfirler midir?” diye sorulduğu zaman: “Küfürden kaçıyorlar” dedi. “Onlar münafıklar mıdır?” denildiğinde: “Münafıklar Allah’ı çok az zikrederler” dedi. “Peki onlar nedir?” dediklerinde dedi ki: “Fitneye düşerek kör ve sağır kesilmiş bir topluluktur.”

Onlara İbn Abbas radıyallahu anhuma’yı Kur’ân ile delil getirmesi için gönderdi. Zira o Kur’ân’ın yorumunu daha iyi bilirdi. Nebî sallallahu aleyhi ve sellem: “Allah’ım! Onu dinde fakih kıl ve ona te’vili (Kur’ân’ın yorumunu) öğret” diye dua etmişti.

Sanki Allah İbn Abbas radıyallahu anhuma’yı bu fitneler için hazırlamıştı. İbn Abbas radıyallahu anhuma onlara delilleri söyledi ve çoğu dönüş yaptı.

Plandemi döneminde en önemli şiarlar olan cemaatle namaz ve haccın iptal edilmesinin, ülkelerin daru’l-küfre dönme sebebi olduğu vurgusunu yapmıştım. Ancak unutulmaması gerekir ki, mutlak tekfir, muayyen tekfiri gerektirmediği gibi, umumî tekfir de hususî tekfiri gerektirmez. Dolayısıyla Plandemi döneminde İslam şiarlarının iptal edilmesi, Paganizm şiarlarının ilan edilmesi sebebiyle ülkelerin daru’l-küfre döndüğünü söylememiz, halkların bütün fertlerinin kâfir oldukları anlamına gelmez. Plandemiden sonrasında ise şiarlar tekrar icra edilmekle ülkeler daru’l-küfür vasfından çıkmışlardır. Ancak plandemiyle ilgili küfür ve şirklerinden tevbelerini izhar etmeyen muayyen şahıslar riddet hükmü üzere devam etmektedirler.

Soruda ifade edilen şüpheye gelince, Ehl-i Sünnet’in tekfiri ile Haricilerin tekfiri birbirine karıştırılmasın diye bu şüphenin cevabı birkaç açıdan olacaktır:

1- Bu şüphe rivayet olarak da, düşünce olarak bâtıldır. Şayet bu sorunun sahibi, bu sözlerin neler gerektirdiğini anlasa, bu şüphenin de düşük ve tehlikeli olduğunu görürdü. Bir ülkenin Küfür Diyarı olduğunu söylemek, kâfir düşman tarafından işgal edildiğinde halkını savunmak gerekmediğini gösterir. Çünkü ilim ehli katında ihtilaf olmayan bir husustur ki, küfür diyarını müslümanların savunmaları ve onlara destek olmaları vacip değildir. Sadece kendi canlarını ve mallarını savunurlar, maslahat için onları savunmaları da caizdir, fakat Daru’l-İslam’ı savunmanın farz olması gibi vacip değildir.

Sorudaki şüphe doğru olsaydı bugün Filistin halkını düşmanın işgaline karşı savunmanın vacip olmadığını söylemek gerekirdi. Çünkü bu şüphe sahiplerine göre Filistin Daru’l-Küfürdür!

Bu görüşün bâtıl oluşu ise nas ve kesin icmaya göre apaçıktır. Filistin’in Daru’l-Küfür sayılması da bâtıldır.

Yine bu şüpheye göre Müslümanlar bugün Medine dönemi ahkâmından, İslam Devleti kurma vazifesinden, şeriatle hükmetmekten, genel imamet (halifelik) ahkâmından sorumlu olmazlardı. Çünkü Mekke dönemindeki müslümanlara bunlar vacip değildi. Yine Habeşistan’a hicret eden müslümanlar ve Necaşi’nin kendisi de bunlardan mes’ul değildi. Bu hükümler yalnız Medine döneminde has idi. Çünkü orası Daru’l-İslam olmuştu. Bu şüphe nas ve icma ile bâtıldır!

Müslümanlar, bu hükümlerin ikame edilmesinin halifeliğin kaldırılmasından günümüze kadar vacip olduğu hususunda söz birliği etmişlerdir. Ülkenin Daru’l-Küfür olarak nitelenmesi sebebiyle bu vacipler ortadan kalkmaz.

Bugün Müslümanlar Filistin gibi yerleri savunmanın vacip oluşu ile mesela Endülüs gibi yerleri savunmanın vacip olmayışınn ayrımının farkındadırlar. Çünkü Filistin’de müslüman halk bulunmaya devam etmektedir. Endülüs’te ise oradan çıkıp terk etmeleri sebebiyle bugün müslüman topluluk bulunmuyor.

2- Orada İslam şiarlarını yerine getiren halkların bu fiillerinin İslam ehli oluşlarına delil sayılmayacağı şeklindeki görüşleri de, Kur’ân, mütevatir sünnet ve kesin icma ile bâtıldır. Çünkü iki şehadet kelimesini söyleyen veya namaz kılan veya hac yapan veya Müslümanlığına delalet eden bir fiilde bulunan herkesin müslümanlığı, kitap, sünnet ve icmaya göre sabittir. Hatta bu kimse bir münafık da olsa, bunları âdet gereği olarak da yapsa veya hakikî bir imana sahip olmasa da böyledir. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:

فإن تابوا وأقاموا الصلاة وآتوا الزكاة فإخوانكم في الدين

Eğer tevbe eder, namazı ikame eder ve zekâtı verirlerse onlar dinde kardeşlerinizdir.” (Tevbe 11)

Bedeviler hakkında da şöyle buyurmuştur:

قالت الأعراب آمنا قل لم تؤمنوا ولكن قولوا أسلمنا ولما يدخل الإيمان في قلوبكم

Bedeviler: “İman ettik” dediler. De ki: Henüz iman etmediniz. Lakin müslüman olduk deyin. İman henüz kalplerine girmedi.” (Hucurat 14)

Kalplerinde iman yerleşmediği bildirilmesine rağmen onların müslümanlıkları sabit olmuştu. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:

ولا تقولوا لمن ألقى إليكم السلام لست مؤمنا...فتبينوا

İyice araştırın da… size selam verene: “Sen mü’min değilsin” demeyin.” (Nisa 94)

Ne kadar zayıf olursa olsun, İslam ve İman ifade eden her şey, bunu ortaya koyan kimsenin müslüman sayılmasını gerektirir. Bu yüzden savaşta kılıçtan korunmak için şehadet getiren müşriği öldüren Usame radıyallahu anh’ı Nebî sallallahu aleyhi ve sellem azarlamıştır. 

Usame b. Zeyd radıyallahu anhuma o adamın bu şartlarda söylediği şehadet ile kanının koruma altında olmayacağını düşünmüştü. Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem:

La ilahe illallah demesinden sonra onu öldürdün mü! Kıyamet gününde La ilahe illallah sözüyle gelirse nereye gideceksin?” buyurdu.

Bu yüzden Nebî sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

من صلى صلاتنا واستقبل قبلتنا وأكل ذبيحتنا فذلك المسلم

Bizim kıldığımız gibi namaz kılan, kıblemize yönelen ve kestiğimizi yiyen Müslümandır” buyurmuştur. 

– Burada dikkat edilsin, namazı hastalık gibi bahanelerle yasaklayan veya maskeli ve mesafeli namaz kılanlar, Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem ve ashabı gibi namaz kılanlardan değillerdir, bu sebeple onların müslüman olduklarına hükmetmek gerekmez! –

Yine şöyle buyurmuştur:

أمرت أن أقاتل الناس حتى يشهدوا أن لا إله إلا الله فإن هم قالوها فقد عصموا مني دماءهم وأموالهم إلا بحقها وحسابهم على الله

İnsanlarla Allah’tan başka ibadete layık hak ilah olmadığına şahitlik etmelerine kadar savaşmakla emrolundum. Bunu söyledikleri zaman kanlarını ve mallarını – hakkı gereği olan dışında – benden korumuş olurlar, (sözü samimi söyleyip söylemedikleri hakkındaki) hesapları ise Allah’a aittir.”

Sadece bu sözü söylemekle koruma ve hürmet sabit olmaktadır. Sabit olan bu koruma onlardan şüphe sebebiyle değil, ancak apaçık ortaya çıkan bir hak ile ortadan kalkar.

İlim ehlinin küfrün sureti hakkında ihtilaf ettikleri konuda hak apaçık değildir. Mesela namazın terkinin küfür olması hususunda, küfür olan terkin ne şekilde gerçekleşeceğinde ilim ehli ihtilaf etmişlerdir.  

Müslümanlardan biri küfür veya şirk fiili işlerse, bu konudaki naslar bu kimseye, kâfirlerin ve müşriklerin hükmünü vermeyi gerektirmez. Bu ancak İslam kadısı tarafından kadâî hüküm verilmesiyle sözkonusu olur.

Bu hususu İmam Ebu Ubeyd el-Kasım b. Sellam rahimehullah, el-İman kitabında şöyle açıklar:

“Bid’at ehli, imanı nefyen veya küfür ve şirk itlak edilen naslardaki lafızları bu fiilerde vuku bulan müslümanlar hakkında nasıl kullanabilirler! Bu lafızlar sebebiyle müslümanları kâfirler ve müşrikler konumuna indiriyorlar! Bu ilim ehlinin sözü olamaz! Aralarında ihtilaf olsa da ilim ehlinden bazıları bu nasların te’viline gitmiş, kastedilenin; bunları işleyen kimsenin müşriklere benzemiş olacağı demek olduğunu söylemiş, onun dinden çıktığına ve mürted olduğuna hükmedilmeyeceğini belirtmiştir.  Kimisi sakındırmak için umumî (genel kapsamlı) tehdit olarak kullanmış, muayyen şahıslara bunlarla hükmetmemiştir.”

Ölünceye kadar namazı terk eden ve kadı huzuruna çıkmayan kimsenin hükmü, namazın terkini küfür olarak görenlere göre dahi; defin, miras gibi meselelerde müslüman olarak muamele görmesidir.

Çünkü İslam iddia eden kimseler hakkında riddet hükümleri ancak kadı hükmüyle sabit olur. Kişinin mücerred olarak küfre düşmesi sebebiyle ona riddet hükümleri uygulanmaz. Ama İslam’dan kendisi dönüş yapar ve başka bir dine geçtiğini ilan ederse veya İslam’dan çıkış demek olan ilhadda bulunursa (deist olduğunu söylemesi, sünnetin hücciyetini inkâr etmesi gibi), bu kendisinin riddetini itiraf etmesi demektir ve buna göre ona riddet hükümleri uygulanır. Böyle bir durumda hâkimin hükmüne ihtiyaç yoktur.

Ama İslam iddia eden ve kâfir olmadığını iddia eden kimse böyle değildir. İslam’ı bozan bazı fiillerde bulunmuş olsa dahi böyledir. Bu kimse aslen müşrik olan kimseye kıyaslanmaz. Ancak İslam’ı izhar ettikleri halde bunu bozan işlerde bulunan mesela namazı terk eden, zekat vermeyen münafıklarla kıyaslanabilirler. Bunlara zahiren müslüman hükmü verilir. Nitekim Nebî sallallahu aleyhi ve sellem münafıklara zahiren müslüman hükmü uygulamıştır.

3- Ebu Bekr radıyallahu anh’ın zekat vermeyenlerle savaşması hususunda Ömer radıyallahu anh ve sahabenin çoğu duraksadılar. Çünkü bu savaşın meşrû olduğu kanaati onlarda netleşmemişti ve onlar katında bu kimselerin iki şehadet kelimesini söylemeleriyle kanlarının ve mallarının koruma altında olduğu hususu sabit olmuştu. Hatta Ömer radıyallahu anh şöyle demişti; “La ilahe illallah demiş olan kimselerle nasıl savaşırsın?” 

Onun katında ve diğer sahabeler katında iki şehadet kelimesini söyleyen kimselerin kanlarının haram olduğu hususu kesin bir asıl idi. Ebu Bekr radıyallahu anh’ın görüşünün delilini onlar da anlayınca zekâtı inkar ederek vermeyenlerin mürted olduklarını ve müslümanların imamının ve ümmetin onlarla savaşmasının helal olduğunu anladılar.

Bu yüzden fakihler burada şu ayrımı yaparlar: Ebu Bekr radıyallahu anh onların hepsi hakkında riddet tabirini kullansa da, hepsiyle savaşmış olsa da, onların hepsi aynı seviyede değildi. Onlardan bazısı İslam’dan tamamen irtidat etmiş, bazıları da yalnızca zekat vermeyerek cüz’î irtidatta bulunmuşlardı. Fakat birbirine karışmış ve ayırt edilemiyorlardı. Şayet zekatı vermemek için savaşmasalardı, onlarla savaşılmayacaktı.

El-Hattabi Mealimu’s-Sunen’de (2/6) şöyle demiştir: “Riddet ehli (Beni Hanife) sınıflar halindeydi. Kimisi dinden çıkmış, Museyleme’nin ve başkalarının peygamberliğine çağırıyor, kimisi namazı ve zekâtı terk edip bütün şer’î ahkamı inkâr ediyordu. Sahabe bu kimseleri “Kâfirler” diye isimlendirmişti. Bu yüzden Ebu Bekr radıyallahu anh onlardan esir aldı ve bu konuda sahabenin çoğu kendisini destekledi. Ali b. Ebi Talib radıyallahu anh‘ın Hanife oğullarından esir alınan bir cariyeden çocuğu oldu. Bu İbnu’l-Hanefiyye diye çağırılan Muhammed b. Ali’dir. Sahabe asrından sonra “Mürted esir edilmez” diye icma edilinceye kadar uygulama böyle devam etti. Zekat vermeyenlere gelince, bunlar arasında dinin aslı üzere devam edenler vardı. Onlar da bagy ehli (isyancılar)dir. Bunların fertleri kafirler olarak isimlendirilmedi. Dinin bazı haklarını yerine getirmeme konusunda mürtedlere iştirak ettikleri için onlar hakkında lügavî bir isimlendirme olarak riddet tabiri kullanıldı…”

Ebu Bekr es-Sıddık radıyallahu anh’ın yaptığı şey ise genel imamet (Halifelik) hükümlerindendir. Osmanlı hilafeti sakıt olduğundan beri bu asırda genel imamlık (halifelik) bulunmamaktadır. Bütün ümmet dış düşmanların nüfuzu altındadır. Bu durum ümmetin isteğiyle değil, zorla, istemeden başlarına gelmiştir. Bu yüzden herhangi bir İslam hükmünü icra edemiyorlar. Kimse kendisini bu durumda genel imam (halife) olan Ebu Bekr radıyallahu anh konumunda görüp, ümmetin tamamını da Allah’ın hükümlerini uygulamayı kabul etmeyen kimseler konumunda görerek onlarla savaşmayı helal sayacak şekilde hareket etmesi mümkün değildir!

Bu mesele tam aksinedir! Kim bu ümmette bunu helal sayarsa o, Allah’ın; "Müslümanların kanlarının ve mallarının haramlı"ğına dair hükmünü uygulamayı kabul etmeyen kimseler konumundadır! Ümmetin bu kimselere karşı, tıpkı zalim istilacıya karşı, zalim imamla beraber savaşır gibi savaşma hakkı vardır.

Nitekim İmam Malik, zalim yöneticiye karşı ayaklanan Hariciler hakkında şöyle demiştir: “Onlarla savaşılmaz. Ancak müslümanların kanlarına ve mallarına kastederlerse, onların düşmanlıklarını savmak üzere zalim yöneticiyle beraber onlara karşı savaşılır.”

Ümmetin yeryüzünde halifeliği mevcut olsaydı dinin hükümlerini kabul etmeyen gruplara karşı savaşırdı. Ümmet halifelik ahkâmına muhatap oolurdu. Bir imam (halife) üzerinde söz birliği etmiş her İslamî beldede de İslam ahkâmı uygulanırdı.

4- Ümmetin bugünkü durumu, hilafetin ve İslam Devletinin tamamen yokluğu sebebiyle genel kapsamlı bir meseledir. Bu durumun benzeri geçmişte kâfirler tarafından işgal edilmiş birçok beldede meydana gelmiş, İslam hükmü ta’til edilmiş, müslüman halktan dolayı buraların Daru’l-Küfür olduğuna hükmedilmemiştir. Bilakis buraların geri alınması ümid edilmiş hatta İslam yurdu olarak kalmaya devam etmesi için buralardan hicret edilmesini haram görenler dahi olmuştur. Çünkü müslümanlar oradan hicret ederse orada müslüman kalmaz ve küfür yurduna dönerdi.

Şafiilerden Şihabuddin er-Ramli (v.957) Endülüs halkı hakkında böyle fetva vermiştir. (Bkz.: Fetava’r-Ramlî 2/52) er-Ramlî bu fetvasında Endülüs’ün Daru’l-İslam olduğuna hükmetmiş ve oranın Daru’l-İslam olarak kalması için oradan hicret edilmemesine fetva vermiştir. Çünkü Ramli’ye (ve Şafiilere) göre müslümanlar orayı terk etmedikçe, kâfir düşmanın istila etmesi sebebiyle oradan Daru’l-İslam hükmü zail olmaz.

Bugün de müslümanların ellerinde bulunan beldelerde her ne kadar kafir ve zındık yönetimlerin işgali söz konusu olsa da, Müslümanlar dinlerinin şiarlarını izhar ettikleri sürece Daru’l-İslam olarak kalırlar.

Plandemi döneminde İslam şiarları iptal edilip Paganizm şiarları izhar edilmişti. Halkların çoğunluğunda da paganizm şiarları hakim olmuştu. Bu yüzden - muayyen fertlerin küfrüne değil - genele itibarla umumen küfürlerine hükmedilmiş, beldeleri de Daru’l-Küfre dönmüştü. Plandemi sonrasında ise paganizm şiarları genel olarak ortadan kalmış, İslam şiarları yeniden icra edilir olmuştur. 

Hüküm zahir olana göredir. İslam şiarlarını izhar eden, müslüman kılığında arz-ı endam eden kimselerin müslüman olduklarına hükmederiz. Beldelerinde de saflar birleştirilerek ve maskesiz olarak yeniden namaz kılınmaya başlamıştır. Şu durumda plandemi zamanında açıkça küfürlerini izhar ettiklerini bildiğimiz şahıslar, yöneticiler, bakanlar, doktorlar, sağlıkçılar, hocalar, ileri gelenler, cemaat liderleri gibi kimseler, açıkta plandemi küfründen tevbe edip İslam’a yeniden girdiklerini ortaya koymadıkça onları kâfir biliriz. 

Bunların dışında avamı ise plandemi dönemindeki tavırlarını araştırmaksızın, bugün izhar ettikleri şeye göre değerlendiririz. Eğer küfrün şiarlarından teberri edip İslam ve sünnet şiarlarını izhar ederlerse kalplerindeki asıl itikadı araştırmaksızın müslüman muamelesi yapılır.

Meclislerin Keffareti

Meclislerin Keffareti
"Subhâneka'llâhumme ve bihamdik ve eşhedu en lâ ilâhe illâ ente estağfiruke ve etûbu ileyk" (Taberani 10/164, el-Elbânî Sahîhu'l-Câmi (4487)