Soru:
“Bugün yeryüzünde Daru’l-İslam bulunmuyor, halkların geneli şirk ve küfür
ehlidir. Bir kimse İslam şiarlarını izhar etmedikçe tevhid ehli mi, müşrik mi
bilinmediğinden İslam’ına hükmedilemiyor. Ebu Bekr radıyallahu anh zekat
vermeyenlerin namazlarını geçersiz sayıp onlarla savaşmıştı.”
Cevap: Bu ümmette ilk bid’at olan Hariciliğin çıkmasına sebep olan da böyle bir görüş idi. İslam ehlinin ve yurtlarının küfür üzere olduğuna hükmetmişler, onların kanlarını ve mallarını mubah saymışlardı. Hatta raşid halife Ali b. Ebi Talib radıyallahu anh’ın Allah’ın indirdiği ile hükmetmediği iddiasıyla ona karşı savaşmışlardı. Onlara “Muhakkime” ismi verilmiştir. Sonra ümmete karşı kılıç çekip huruc ettiler, bu şüphe sebebiyle onlarla savaşmayı helal saydılar. “Hüküm yalnız Allah’a aittir” dediler. Bununla beraber ibadette gayretli kimselerdi. Fakat onların ilim ve fıkıhları yoktu.
Ali b. Ebi Talib radıyallahu anh’e: “Onlar kâfirler midir?” diye sorulduğu zaman: “Küfürden kaçıyorlar” dedi. “Onlar münafıklar mıdır?” denildiğinde: “Münafıklar Allah’ı çok az zikrederler” dedi. “Peki onlar nedir?” dediklerinde dedi ki: “Fitneye düşerek kör ve sağır kesilmiş bir topluluktur.”
Onlara
İbn Abbas radıyallahu anhuma’yı Kur’ân ile delil getirmesi için gönderdi. Zira
o Kur’ân’ın yorumunu daha iyi bilirdi. Nebî sallallahu aleyhi ve sellem: “Allah’ım!
Onu dinde fakih kıl ve ona te’vili (Kur’ân’ın yorumunu) öğret” diye dua
etmişti.
Sanki Allah İbn Abbas radıyallahu
anhuma’yı bu fitneler için hazırlamıştı. İbn Abbas radıyallahu anhuma onlara
delilleri söyledi ve çoğu dönüş yaptı.
Plandemi döneminde en
önemli şiarlar olan cemaatle namaz ve haccın iptal edilmesinin, ülkelerin daru’l-küfre
dönme sebebi olduğu vurgusunu yapmıştım. Ancak unutulmaması gerekir ki, mutlak
tekfir, muayyen tekfiri gerektirmediği gibi, umumî tekfir de hususî tekfiri gerektirmez.
Dolayısıyla Plandemi döneminde İslam şiarlarının iptal edilmesi, Paganizm
şiarlarının ilan edilmesi sebebiyle ülkelerin daru’l-küfre döndüğünü söylememiz,
halkların bütün fertlerinin kâfir oldukları anlamına gelmez. Plandemiden
sonrasında ise şiarlar tekrar icra edilmekle ülkeler daru’l-küfür vasfından
çıkmışlardır. Ancak plandemiyle ilgili küfür ve şirklerinden tevbelerini izhar
etmeyen muayyen şahıslar riddet hükmü üzere devam etmektedirler.
Soruda ifade edilen
şüpheye gelince, Ehl-i Sünnet’in tekfiri ile Haricilerin tekfiri birbirine
karıştırılmasın diye bu şüphenin cevabı birkaç açıdan olacaktır:
1- Bu şüphe rivayet
olarak da, düşünce olarak bâtıldır. Şayet bu sorunun sahibi, bu sözlerin neler
gerektirdiğini anlasa, bu şüphenin de düşük ve tehlikeli olduğunu görürdü. Bir
ülkenin Küfür Diyarı olduğunu söylemek, kâfir düşman tarafından işgal
edildiğinde halkını savunmak gerekmediğini gösterir. Çünkü ilim ehli katında
ihtilaf olmayan bir husustur ki, küfür diyarını müslümanların savunmaları ve
onlara destek olmaları vacip değildir. Sadece kendi canlarını ve mallarını
savunurlar, maslahat için onları savunmaları da caizdir, fakat Daru’l-İslam’ı savunmanın
farz olması gibi vacip değildir.
Sorudaki şüphe doğru olsaydı
bugün Filistin halkını düşmanın işgaline karşı savunmanın vacip olmadığını söylemek
gerekirdi. Çünkü bu şüphe sahiplerine göre Filistin Daru’l-Küfürdür!
Bu görüşün bâtıl oluşu
ise nas ve kesin icmaya göre apaçıktır. Filistin’in Daru’l-Küfür sayılması da
bâtıldır.
Yine bu şüpheye göre Müslümanlar
bugün Medine dönemi ahkâmından, İslam Devleti kurma vazifesinden, şeriatle
hükmetmekten, genel imamet (halifelik) ahkâmından sorumlu olmazlardı. Çünkü
Mekke dönemindeki müslümanlara bunlar vacip değildi. Yine Habeşistan’a hicret
eden müslümanlar ve Necaşi’nin kendisi de bunlardan mes’ul değildi. Bu hükümler
yalnız Medine döneminde has idi. Çünkü orası Daru’l-İslam olmuştu. Bu şüphe nas
ve icma ile bâtıldır!
Müslümanlar, bu
hükümlerin ikame edilmesinin halifeliğin kaldırılmasından günümüze kadar vacip
olduğu hususunda söz birliği etmişlerdir. Ülkenin Daru’l-Küfür olarak nitelenmesi
sebebiyle bu vacipler ortadan kalkmaz.
Bugün Müslümanlar
Filistin gibi yerleri savunmanın vacip oluşu ile mesela Endülüs gibi yerleri
savunmanın vacip olmayışınn ayrımının farkındadırlar. Çünkü Filistin’de
müslüman halk bulunmaya devam etmektedir. Endülüs’te ise oradan çıkıp terk
etmeleri sebebiyle bugün müslüman topluluk bulunmuyor.
2- Orada İslam
şiarlarını yerine getiren halkların bu fiillerinin İslam ehli oluşlarına delil
sayılmayacağı şeklindeki görüşleri de, Kur’ân, mütevatir sünnet ve kesin icma
ile bâtıldır. Çünkü iki şehadet kelimesini söyleyen veya namaz kılan veya hac
yapan veya Müslümanlığına delalet eden bir fiilde bulunan herkesin müslümanlığı,
kitap, sünnet ve icmaya göre sabittir. Hatta bu kimse bir münafık da olsa,
bunları âdet gereği olarak da yapsa veya hakikî bir imana sahip olmasa da
böyledir. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
فإن تابوا وأقاموا
الصلاة وآتوا الزكاة فإخوانكم في الدين
“Eğer tevbe eder,
namazı ikame eder ve zekâtı verirlerse onlar dinde kardeşlerinizdir.”
(Tevbe 11)
Bedeviler hakkında da
şöyle buyurmuştur:
قالت الأعراب آمنا
قل لم تؤمنوا ولكن قولوا أسلمنا ولما يدخل الإيمان في قلوبكم
“Bedeviler: “İman
ettik” dediler. De ki: Henüz iman etmediniz. Lakin müslüman olduk deyin. İman
henüz kalplerine girmedi.” (Hucurat 14)
Kalplerinde iman
yerleşmediği bildirilmesine rağmen onların müslümanlıkları sabit olmuştu. Allah
Teâlâ şöyle buyurmuştur:
ولا تقولوا لمن ألقى
إليكم السلام لست مؤمنا...فتبينوا
“İyice araştırın da…
size selam verene: “Sen mü’min değilsin” demeyin.” (Nisa 94)
Ne kadar zayıf olursa olsun, İslam ve İman ifade eden her şey, bunu ortaya koyan kimsenin müslüman sayılmasını gerektirir. Bu yüzden savaşta kılıçtan korunmak için şehadet getiren müşriği öldüren Usame radıyallahu anh’ı Nebî sallallahu aleyhi ve sellem azarlamıştır.
Usame b. Zeyd radıyallahu anhuma o adamın bu şartlarda
söylediği şehadet ile kanının koruma altında olmayacağını düşünmüştü. Rasulullah
sallallahu aleyhi ve sellem:
“La ilahe illallah
demesinden sonra onu öldürdün mü! Kıyamet gününde La ilahe illallah sözüyle
gelirse nereye gideceksin?” buyurdu.
Bu yüzden Nebî
sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
من صلى صلاتنا واستقبل
قبلتنا وأكل ذبيحتنا فذلك المسلم
“Bizim kıldığımız gibi namaz kılan, kıblemize yönelen ve kestiğimizi yiyen Müslümandır” buyurmuştur.
– Burada dikkat edilsin, namazı hastalık gibi bahanelerle
yasaklayan veya maskeli ve mesafeli namaz kılanlar, Rasulullah sallallahu
aleyhi ve sellem ve ashabı gibi namaz kılanlardan değillerdir, bu sebeple
onların müslüman olduklarına hükmetmek gerekmez! –
Yine şöyle
buyurmuştur:
أمرت أن أقاتل الناس
حتى يشهدوا أن لا إله إلا الله فإن هم قالوها فقد عصموا مني دماءهم وأموالهم إلا
بحقها وحسابهم على الله
“İnsanlarla Allah’tan
başka ibadete layık hak ilah olmadığına şahitlik etmelerine kadar savaşmakla
emrolundum. Bunu söyledikleri zaman kanlarını ve mallarını – hakkı gereği olan
dışında – benden korumuş olurlar, (sözü samimi söyleyip söylemedikleri
hakkındaki) hesapları ise Allah’a aittir.”
Sadece bu sözü
söylemekle koruma ve hürmet sabit olmaktadır. Sabit olan bu koruma onlardan şüphe
sebebiyle değil, ancak apaçık ortaya çıkan bir hak ile ortadan kalkar.
İlim ehlinin küfrün
sureti hakkında ihtilaf ettikleri konuda hak apaçık değildir. Mesela namazın
terkinin küfür olması hususunda, küfür olan terkin ne şekilde gerçekleşeceğinde
ilim ehli ihtilaf etmişlerdir.
Müslümanlardan biri
küfür veya şirk fiili işlerse, bu konudaki naslar bu kimseye, kâfirlerin ve
müşriklerin hükmünü vermeyi gerektirmez. Bu ancak İslam kadısı tarafından kadâî
hüküm verilmesiyle sözkonusu olur.
Bu hususu İmam Ebu Ubeyd
el-Kasım b. Sellam rahimehullah, el-İman kitabında şöyle açıklar:
“Bid’at ehli, imanı nefyen
veya küfür ve şirk itlak edilen naslardaki lafızları bu fiilerde vuku bulan müslümanlar
hakkında nasıl kullanabilirler! Bu lafızlar sebebiyle müslümanları kâfirler ve
müşrikler konumuna indiriyorlar! Bu ilim ehlinin sözü olamaz! Aralarında
ihtilaf olsa da ilim ehlinden bazıları bu nasların te’viline gitmiş, kastedilenin; bunları
işleyen kimsenin müşriklere benzemiş olacağı demek olduğunu söylemiş, onun
dinden çıktığına ve mürted olduğuna hükmedilmeyeceğini belirtmiştir. Kimisi sakındırmak için umumî (genel kapsamlı)
tehdit olarak kullanmış, muayyen şahıslara bunlarla hükmetmemiştir.”
Ölünceye kadar namazı
terk eden ve kadı huzuruna çıkmayan kimsenin hükmü, namazın terkini küfür
olarak görenlere göre dahi; defin, miras gibi meselelerde müslüman olarak
muamele görmesidir.
Çünkü İslam iddia eden
kimseler hakkında riddet hükümleri ancak kadı hükmüyle sabit olur. Kişinin
mücerred olarak küfre düşmesi sebebiyle ona riddet hükümleri uygulanmaz. Ama
İslam’dan kendisi dönüş yapar ve başka bir dine geçtiğini ilan ederse veya
İslam’dan çıkış demek olan ilhadda bulunursa (deist olduğunu söylemesi, sünnetin hücciyetini inkâr etmesi gibi), bu
kendisinin riddetini itiraf etmesi demektir ve buna göre ona riddet hükümleri
uygulanır. Böyle bir durumda hâkimin hükmüne ihtiyaç yoktur.
Ama İslam iddia eden
ve kâfir olmadığını iddia eden kimse böyle değildir. İslam’ı bozan bazı
fiillerde bulunmuş olsa dahi böyledir. Bu kimse aslen müşrik olan kimseye
kıyaslanmaz. Ancak İslam’ı izhar ettikleri halde bunu bozan işlerde bulunan
mesela namazı terk eden, zekat vermeyen münafıklarla
kıyaslanabilirler. Bunlara zahiren müslüman hükmü verilir. Nitekim Nebî
sallallahu aleyhi ve sellem münafıklara zahiren müslüman hükmü uygulamıştır.
3- Ebu Bekr radıyallahu anh’ın zekat vermeyenlerle savaşması hususunda Ömer radıyallahu anh ve sahabenin çoğu duraksadılar. Çünkü bu savaşın meşrû olduğu kanaati onlarda netleşmemişti ve onlar katında bu kimselerin iki şehadet kelimesini söylemeleriyle kanlarının ve mallarının koruma altında olduğu hususu sabit olmuştu. Hatta Ömer radıyallahu anh şöyle demişti; “La ilahe illallah demiş olan kimselerle nasıl savaşırsın?”
Onun katında ve diğer sahabeler
katında iki şehadet kelimesini söyleyen kimselerin kanlarının haram olduğu
hususu kesin bir asıl idi. Ebu Bekr radıyallahu anh’ın görüşünün delilini onlar
da anlayınca zekâtı inkar ederek vermeyenlerin mürted olduklarını ve
müslümanların imamının ve ümmetin onlarla savaşmasının helal olduğunu
anladılar.
Bu yüzden fakihler burada şu ayrımı yaparlar: Ebu Bekr radıyallahu
anh onların hepsi hakkında riddet tabirini kullansa da, hepsiyle savaşmış olsa
da, onların hepsi aynı seviyede değildi. Onlardan bazısı İslam’dan tamamen
irtidat etmiş, bazıları da yalnızca zekat vermeyerek cüz’î irtidatta
bulunmuşlardı. Fakat birbirine karışmış ve ayırt edilemiyorlardı. Şayet zekatı
vermemek için savaşmasalardı, onlarla savaşılmayacaktı.
El-Hattabi Mealimu’s-Sunen’de (2/6) şöyle demiştir: “Riddet ehli (Beni Hanife) sınıflar halindeydi. Kimisi dinden çıkmış, Museyleme’nin ve başkalarının peygamberliğine çağırıyor, kimisi namazı ve zekâtı terk edip bütün şer’î ahkamı inkâr ediyordu. Sahabe bu kimseleri “Kâfirler” diye isimlendirmişti. Bu yüzden Ebu Bekr radıyallahu anh onlardan esir aldı ve bu konuda sahabenin çoğu kendisini destekledi. Ali b. Ebi Talib radıyallahu anh‘ın Hanife oğullarından esir alınan bir cariyeden çocuğu oldu. Bu İbnu’l-Hanefiyye diye çağırılan Muhammed b. Ali’dir. Sahabe asrından sonra “Mürted esir edilmez” diye icma edilinceye kadar uygulama böyle devam etti. Zekat vermeyenlere gelince, bunlar arasında dinin aslı üzere devam edenler vardı. Onlar da bagy ehli (isyancılar)dir. Bunların fertleri kafirler olarak isimlendirilmedi. Dinin bazı haklarını yerine getirmeme konusunda mürtedlere iştirak ettikleri için onlar hakkında lügavî bir isimlendirme olarak riddet tabiri kullanıldı…”
Ebu Bekr es-Sıddık radıyallahu
anh’ın yaptığı şey ise genel imamet (Halifelik) hükümlerindendir. Osmanlı
hilafeti sakıt olduğundan beri bu asırda genel imamlık (halifelik)
bulunmamaktadır. Bütün ümmet dış düşmanların nüfuzu altındadır. Bu durum ümmetin
isteğiyle değil, zorla, istemeden başlarına gelmiştir. Bu yüzden herhangi bir İslam
hükmünü icra edemiyorlar. Kimse kendisini bu durumda genel imam (halife) olan Ebu
Bekr radıyallahu anh konumunda görüp, ümmetin tamamını da Allah’ın hükümlerini
uygulamayı kabul etmeyen kimseler konumunda görerek onlarla savaşmayı helal
sayacak şekilde hareket etmesi mümkün değildir!
Bu mesele tam
aksinedir! Kim bu ümmette bunu helal sayarsa o, Allah’ın; "Müslümanların kanlarının
ve mallarının haramlı"ğına dair hükmünü uygulamayı kabul etmeyen kimseler
konumundadır! Ümmetin bu kimselere karşı, tıpkı zalim istilacıya karşı, zalim
imamla beraber savaşır gibi savaşma hakkı vardır.
Nitekim İmam Malik, zalim
yöneticiye karşı ayaklanan Hariciler hakkında şöyle demiştir: “Onlarla
savaşılmaz. Ancak müslümanların kanlarına ve mallarına kastederlerse, onların
düşmanlıklarını savmak üzere zalim yöneticiyle beraber onlara karşı savaşılır.”
Ümmetin yeryüzünde halifeliği
mevcut olsaydı dinin hükümlerini kabul etmeyen gruplara karşı savaşırdı. Ümmet halifelik ahkâmına
muhatap oolurdu. Bir imam (halife) üzerinde söz birliği etmiş her İslamî beldede de
İslam ahkâmı uygulanırdı.
4- Ümmetin bugünkü
durumu, hilafetin ve İslam Devletinin tamamen yokluğu sebebiyle genel kapsamlı
bir meseledir. Bu durumun benzeri geçmişte kâfirler tarafından işgal edilmiş birçok
beldede meydana gelmiş, İslam hükmü ta’til edilmiş, müslüman halktan dolayı
buraların Daru’l-Küfür olduğuna hükmedilmemiştir. Bilakis buraların geri
alınması ümid edilmiş hatta İslam yurdu olarak kalmaya devam etmesi için buralardan
hicret edilmesini haram görenler dahi olmuştur. Çünkü müslümanlar oradan hicret
ederse orada müslüman kalmaz ve küfür yurduna dönerdi.
Şafiilerden Şihabuddin
er-Ramli (v.957) Endülüs halkı hakkında böyle fetva vermiştir. (Bkz.: Fetava’r-Ramlî
2/52) er-Ramlî bu fetvasında Endülüs’ün Daru’l-İslam olduğuna hükmetmiş ve
oranın Daru’l-İslam olarak kalması için oradan hicret edilmemesine fetva
vermiştir. Çünkü Ramli’ye (ve Şafiilere) göre müslümanlar orayı terk etmedikçe, kâfir düşmanın
istila etmesi sebebiyle oradan Daru’l-İslam hükmü zail olmaz.
Bugün de müslümanların
ellerinde bulunan beldelerde her ne kadar kafir ve zındık yönetimlerin işgali
söz konusu olsa da, Müslümanlar dinlerinin şiarlarını izhar ettikleri sürece
Daru’l-İslam olarak kalırlar.
Plandemi döneminde İslam şiarları iptal edilip Paganizm şiarları izhar edilmişti. Halkların çoğunluğunda da paganizm şiarları hakim olmuştu. Bu yüzden - muayyen fertlerin küfrüne değil - genele itibarla umumen küfürlerine hükmedilmiş, beldeleri de Daru’l-Küfre dönmüştü. Plandemi sonrasında ise paganizm şiarları genel olarak ortadan kalmış, İslam şiarları yeniden icra edilir olmuştur.
Hüküm zahir olana göredir. İslam şiarlarını izhar eden, müslüman kılığında arz-ı endam eden kimselerin müslüman olduklarına hükmederiz. Beldelerinde de saflar birleştirilerek ve maskesiz olarak yeniden namaz kılınmaya başlamıştır. Şu durumda plandemi zamanında açıkça küfürlerini izhar ettiklerini bildiğimiz şahıslar, yöneticiler, bakanlar, doktorlar, sağlıkçılar, hocalar, ileri gelenler, cemaat liderleri gibi kimseler, açıkta plandemi küfründen tevbe edip İslam’a yeniden girdiklerini ortaya koymadıkça onları kâfir biliriz.
Bunların dışında avamı ise plandemi dönemindeki tavırlarını araştırmaksızın, bugün izhar ettikleri şeye göre değerlendiririz. Eğer küfrün şiarlarından teberri edip İslam ve sünnet şiarlarını izhar ederlerse kalplerindeki asıl itikadı araştırmaksızın müslüman muamelesi yapılır.