(İ’lamu’n-Nebhi Ennehu
La Yukase’l-Mubtedî Alel-Asî Fi’l-Muhabbeti ve’l-Muvalati Min Vechi)
Te’lif: Ebû Muâz Raid
Âlu Tahir
Tercüme: Ebu Muâz Seyfullah
el-Çubukâbâdî
Bismillah.
Allah’a hamd,
rasulüne, âline, ashabına ve din gününe kadar O’nun menhecinde gidenlere salat
ve selam olsun.
Bundan sonra:
Muhakkak ki Ehl-i
Sünnet ve’l-Cemaat’in Haricilerden, Mu’tezile’den, Cehmiyye’den ve Mürcie’den
ayrıldıkları temel esaslardan birisi de şudur: Günahkârlara bir açıdan sevgi ve
yakınlık gösterilirken, diğer bir açıdan buğz ve düşmanlık gösterilir.
Mürcie’nin iddia ettikleri gibi onlara tamamen sevgi ve yakınlık gösterilmez.
Haricilerin iddia ettikleri gibi sevgi ve yakınlık onlardan tamamen de
kesilmez. Ancak imanları yönünden onlara sevgi ve yakınlık gösterilir,
günahları yönünden buğz ve düşmanlık gösterilir.
Şeyhulislam İbn
Teymiyye rahimehullah şöyle demiştir: “Her Müslümana gereken; sevgisinde,
buğzunda, yakınlığında ve düşmanlığında Allah’ın ve rasulünün emrine tabi
olmasıdır. Allah ve rasulünün sevdiklerini sever, Allah ve rasulünün buğz
ettiklerini buğz eder. Allah ve rasulüne yakınlık gösteenlere yakınlık
gösterir, Allah ve rasulüne düşmanlık edenlere düşmanlık eder. Her kimde
yakınlık gösterilmesi gereken iyilikler ve düşmanlık gösterilmesi gereken
kötülükler varsa ona göre davranılır. Mesela bu dine mensup olan fasıklar gibi.
Onlar ödül ve cezayı, yakınlık ve düşmanlık gösterilmesini, sevgi ve buğzu,
kendilerinde bulunan iyilik ve kötülüklere göre hak ederler. Zira “Kim zerre
(karınca) ağırlığınca iyilik işlerse onu görür, kim de zerre (karınca)
ağırlığınca kötülük işlerse onu görür.” Bu Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat’in;
Haricilere, Mu’tezile’ye, Murcie’ye ve Cehmiyye’ye muhalif olan mezhebidir.
Zira onlar bir yönden bunlara meylederken, diğer yönden şunlara meylederler. Ehl-i
Sünnet ve’l-Cemaat ise vasattır.”[1]
Bu asırdaki gevşemeciler bu esasa karşı sözü
yerinden kaydırmak türünden bir tahrif yaparak aşırılık yapmışlardır. Şöyle
iddia ediyorlar: “Bid’at ehline karşı sevgi ve yakınlık gösterilir, onlar
sünnete uyum gösterdikleri açıdan övülür ve ikram edilir. Sünnete aykırı
düştükleri ve bid’at işledikleri açıdan düşmanlık gösterilir, kınanır ve
aşağılanırlar.” Yine şöyle iddia ediyorlar: “Bu bid’at ehline karşı tavır,
şehvetlerine uyan günahkârlara karşı yapılan tavra kıyas edilir.” Veya “Hepsi
de bu dinin fasıkları konumunda oldukları için bid’at ehli ile günahkârlar
arasında fark yoktur.”
Bu bozuk esası
kökleştirdikten sonra buna delil getirmek için kitaptan, sünnetten, imamların
ve ümmetin selefinin âlimlerinin sözlerinden araştırma yapıyorlar, fakat bu
bâtıllarını destekleyecek bir şey bulamıyorlar! Şeyhulislam İbn Teymiyye
rahimehullah’ın kitaplarını çokça araştırıyorlar, sonra sadece bid’at ehline
buğzettiğini, onlardan sakındırıp mutlak ve muayyen olarak onları aşağıladığını
görüyorlar.
Lakin onlar İbn Teymiyye’nin
bir yerde geçen kapalı bir sözünü buldular ve çok sevinerek sınıfları ve
şekilleri farklı olan birçok yerde yayınladılar. Bu söz, İbn Teymiyye
rahimehullah’ın şu sözüdür: “Bilinmeli ki, mümin kimse sana zulmetse ve sana
karşı taşkınlık yapsa dahi ona yakınlık göstermek gerekir. Kafir kimse sana
bağışta bulunsa ve sana iyi davransa bile ona düşmanlık etmek gerekir. Muhakkak
ki Allah Subhanehu dinin tamamen Allah için olması üzere rasuller göndermiş ve
kitaplar indirmiştir. Sevgi; Allah’ın dostlarına, buğz ise Allah’ın düşmanlarına karşı
olmalıdır. O’nun dostlarına ikram etmeli, düşmanlarını aşağılamalıdır. Ödül
O’nun dostlarına, ceza ise düşmanlarınadır. Bir şahısta iyilik ve kötülük, birr
ve fücur, taat ve masiyet, sünnet ve bid’at bir araya gelirse, onda bulunan
iyilik oranında kendisine yakınlık gösterilir ve ödüllendirilir. Kendisinde
bulunan şer oranında da düşmanlık gösterilir ve cezalandırılır. Bir şahısta
ikram etmeyi ve aşağılamayı, gerektiren haller bir araya gelirse mesela bir
fakir kimse hırsızlık yapsa, onun eli kesilmekle beraber, kendisine
beytu’l-mâlden ihtiyacını giderecek ödeme yapılır. Bu, Ehl-i Sünnet
ve’l-Cemaat’in ittifak ettikleri bir esastır. Hariciler, Mu’tezile ve onlara
uyum gösterenler buna muhalefet etmişlerdir. İnsanların ya yalnızca
ödüllendirilebilecekleri ya da yalnızca cezalandırılabileceklerini
söylemişlerdir.”[2]
Bazıları bu sözleri
İbn Teymiyye rahimehullah’ın diğer bir sözüyle de destekliyorlar: “Muhakkak ki
çoğu zaman tek bir fiilde veya tek bir şahısta iki durum bir araya gelir;
kötüleme, yasaklama ve ceza bunlardan birine yönlendirildiğinde, onda bulunan
diğer türden gaflet edilmez. Nitekim övgü, emir ve ödül bunlardan birine yönlendirildiğinde
de diğer yönü hakkında gaflet edilmez. Bir kimse bazı kötülükleri, bid’atleri ve
fücuru terk ettiği için övülebilir. Lakin bununla beraber bir başkası da
iyilikleri, sünnetleri ve birri işlediği içim övülmeyebilir. Bu muvazene ve
muadele yoluyla olur. Kim bu yolu tutarsa Allah’ın indirdiği kitap ve mizana
göre adaletle hareket etmiş olur.”[3]
Gevşemeciler bu iki
nakli, bid’at ehli için yorumluyorlar ve Ehl-i Sünnet’e bazı meselelerde uyum
gösteren bidatçiye bir açıdan sevgi ve yakınlık gösterilip övülmesi, bid’ati ve
sünnete muhalefeti açısından da buğz ve düşmanlık gösterilmesi ve kınanması
gerektiğini iddia ediyorlar!
Onların bu konuda heva
ve cehaletten başka gerekçeleri yoktur!
Şeyhulislam İbn
Teymiyye rahimehullah’ın sözü ancak Ehl-i Sünnet’ten olup da, kendisinde bir
içtihat, te’vil veya bir şüphe nedeniyle bir bid’ate düşen kimse hakkındadır.
Mesela Menazilu’s-Sairin sahibi Ebu İsmail el-Herevî gibi! Nitekim Şeyhulislam
İbn Teymiyye rahimehullah şöyle demiştir: “Bu, el-Cuneyd rahimehullah ve onun
emsali olan ârif şeyhlerin kötülükledikleri şeylerdendir. Halkın birçokları,
hatta Kur’an’ı, tefsirini, hadisi ve rivayetleri bilen, Allah’a ve rasulüne
içten ve dıştan tazim eden, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in sünnetini
sevip onu savunan kimseler dahi kasıtsız olarak bu yanlışa düşmüşlerdir. Onlar
bunun tevhidin nihayeti olduğunu zannetmişlerdir. Tıpkı Menazilu’s-Sairin sahibi gibi.
Halbuki o ilmine, sünnete uymasına, bilgisine ve dindarlığına rağmen
Menazilu’s-Sairin kitabında güzel ve faydalı şeyler zikrettiği gibi bâtıl
şeyler de zikretmiştir.”[4]
Yine şöyle demiştir:
“el-Menazil sahibinin zikrettiği “el-fenâ” kavramına gelince, bu ilahiyet
tevhidinde değil, rububiyet tevhidinde fenâ'dır. O sebepleri ve hikmetleri
nefyetmekle beraber, rububiyyet tevhidini ispat etmektedir. Nitekim Cehm b.
Safvan gibi Cebriyeci Kaderîler ve ona tabi olanlardan el-Eşarî ve başkaları da
böyle demektedirler. Şeyhulislam (Ebu İsmail el-Herevi) Allah kendisine rahmet
etsin, sıfatlar hususunda ispat edenlerle iptal edenler arasındaki farka dair
“el-Faruk” kitabını yazarak insanları Cehmilikten şiddetle uzaklaştıranlardan
biridir. “Tekfiru’l-Cehmiyye” kitabını yazmış, yine “Zemmu’l-Kelam ve Ehlihi”
kitabını da tasnif etmiştir. Bu konuda ise sıfatları ispatta aşırılığa
ulaşmıştır. Lakin o kader meselesinde hikmetleri ve sebepleri nefyeden
Cehmiyye’nin görüşündedir.”[5]
Derim ki: Şeyhulislam
İbn Teymiyye rahimehullah kendisinde sünnet ve bid’atin bir araya geldiği bir
şahıs hakkında konuşmaktadır. Bu sıfat ancak ehl-i sünnetten olup da içtihada
genişlik bulunan bir meselede içtihat etmesi neticesinde bir bid'ate düşen kimse
hakkında kullanılır. Zira bizler bu sıfatı bid’at ehli olanlar için de aynı
şekilde kullanırsak, sünnet ehlinden olup da, bid’ati, küfre düşürücü olmayan kimseler de
bunun dışında kalmaz. “Az da olsa sünnete uyum gösterdikleri bir şeyler olduğu
sürece, küfre düşürücü bid'ati olmayan bid’at ehlinin tamamına bir açıdan
yakınlık ve sevgi gösterilebilir” denilebilir mi?!
Eğer gevşemecilerden
(Ehlu’t-Temeyyi’den) birisi “Evet” derse!
Onlara şöyle denilir:
“Öyleyse Şia, Mu’tezile, Hariciler, Kaderîler, Cebrîler, Mürcie, Eşariler,
Sufiler ve bunların dışında eski ve yeni bütün fırkalara bu sevgi ve
yakınlığınız kutlu olsun!
Bu, gevşemenin aslı ve
bugünkü selefilere harp açanların hakikatidir! Selefî gençler bu hususa çok
dikkat etmelidirler!
Onlardaki bu esas şu
kötü etkileri ortaya çıkarmaktadır:
* Bid’at ehlinden
bahsedilirken onun iyilikleri ile kötülüklerini tartma (muvazene)!
* Bid’at ehliyle
yardımlaşma ve beraber çalışma
* Bid’at ehlini
savunma ve onlara destek olma!
* Bid’at ehline, sünnet
ehli oldukları zannını verme! Zira bunlar, onlardan hakka uygun gördükleri şeyi
alacak, hakka muhalif gördükleri şeyi reddedecekler. Bu geniş menhec, bugünkü
gevşemecilerin nida ettikleri şişirilmiş yoldur.
* Bid’at ehliyle
beraber oturmak!
* Bid’at ehliyle
beraber ihtilaf edilen meseleleri önemsizleştirmek!
* Bid’atçi sayma ve
cerh etme kapısını kapamak!
Bu bâtıl kökten
dallanan bunun gibi b daha birçok bozukluklar vardır.
Derim ki: Selefî’nin “Bid’atçi” ile “günahkâr”
arasındaki farka dikkat etmesi zorunludur. Bu meselenin şu açıları vardır:
Birinci açı: Sünnet ve
icma, bid’atçi ile günahkâr arasında ayrım gözetmiştir. Bid’atçiyi günahkârdan
daha şiddetli kılmıştır. Birincisi, ikincisine kıyas edilemez. Çünkü bu kıyas
maa’l-farıktır ve bâtıl bir kıyastır.
Şeyhulislam İbn Teymiyye
rahimehullah şöyle demiştir: “Sünnete ve icmaya göre, muhakkak ki bid’at ehli, şehvetleriyle
isyan edenlerden (günahkârlardan) daha şerlidirler. Zira Nebî sallallahu aleyhi
ve sellem Haricilerle savaşılmasını emrederken, zalim yöneticilerle savaşılmasını
yasaklamıştır. İçki içen kimse hakkında: “Ona lanet etme! Zira o Allah’ı ve
rasulünü seviyor” buyrulmuştur. Fakat Zu’l-Huveysira hakkında şöyle
buyurmuştur: “Bunun soyundan Kur’an’ı okuyan, okudukları gırtlaklarından
inmeyen, dinden (bir rivayette: İslam’dan) okun yaydan çıktığı gibi çıkan bir
topluluk çıkacaktır. Biriniz onların namazı yanında kendi namazını, onların
orucu yanında kendi orucunu, Kur’an okuyuşları yanında kendi okuyuşunu
beğenmeyecektir. Onlarla nerede karşılaşırsanız öldürün. Zira onların öldürdüğü
kimseye ve onları öldürenlere kıyamet gününde Allah katında ecir vardır.” Önceki kaideler gibi bu kaideyi birçok
delilleriyle kaydetmiştim. Sonra günahkârlar, hırsızlık, zina, içki içme, malı
bâtıl yolla yemek gibi yasaklanan bazı günahları işlemişlerdir. Bid’at ehlinin
günahları ise emrolundukları; sünnete ve müminlerin cemaatine uymayı terk
etmektir. Haricilerin bid’atlerinin aslı, onlara göre Kur’an’ın zahirine aykırı
görünen hususta Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’e ve O’na tabi olanlara
itaat etmeyi uygun görmemeleridir. Bu farzın terk edilmesidir. Yine Rafıziler
sahabenin adil oluşlarını, onları sevip bağışlanma dilemek gerektiğini kabul
etmezler. Bu da farzın terkidir. Kaderiyye Allah Teâlâ’nın kadim ilmine,
kapsamlı meşiyetine (dilemesine) ve kâmil kudretine iman etmezler. Bu da farzın
terkidir. Cebriyye kulun kudretini ve meşiyetini (dilemesini) ispat etmez, işi
tamamen kadere yüklerler. Bu da farzın terk edilmesidir. Orta yollu Murcieler
de böyledir. Onların bid’atleri, fakihlerin bid’atlerinden olup, imamların
hiçbiri katında küfür olmasa da, ashabımızdan bazısı onları tekfir edilen
bid’atçilere dâhil etmiş ve bu konuda yanlış yapmışlardır. Onlar ancak amelleri
veya sözleri imana dâhil görmedikleri için farzı terk etmişlerdir. Murcie’nin
aşırılarına gelince cezalandırmayı inkâr etmekte, nasların sadece korkutma
içerdiğini, bunların hakikati olmadığını iddia etmektedirler. Bu büyük bir
sözdür. Bu da farzı terk etmektir. Yine Vaidiyye, büyük günah işleyenlerin
cehennemden çıkacaklarını reddetmekte, şefaati kabul etmemektedirler. Bu da
farzın terkidir.
Eğer şöyle denilirse:
“Bu durum, bu haram inanca sahip olan kimsenin tekfirini, fasık sayılmasını ve
cehennemde ebedi kalmasını gerektirmez mi?”
Şöyle denilir: Onlar bu konuda
Ehl-i Sünnetin yanında; müminler ile kâfirler menzilesindedirler. Kitap, sünnet
ve icma’ın delalet ettiği bir şeye imanı terk etmek sapıklıktır. Böyle bir
şeyin varlığına itikad etmese de böyledir. Eğer bu da eklenirse iki durum bir
araya gelmiş olur. Onlarda sünnetten bir esas olsa dahi bid’ate düşmüş
olurlar.”[6]
Başka bir yerde de
şöyle demiştir: “Nefsine zulmetmiş olan iman ehline gelince, onunla beraber
imanı ve takvası oranında Allah’ın yakınlığı vardır. Nitekim fücuru oranında da
bunun zıddı söz konusudur. Bir şahısta ödüllendirmeyi gerektiren iyilikler
ile cezayı gerektiren kötülükler bir araya gelirse, ödüllendirilir de,
cezalandırılır da. Bu Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in bütün
ashabının, İslam imamlarının ve Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat’in görüşüdür. Onlara
göre kalbinde zerre ağırlığınca iman bulunan kimse cehennemde ebedi kalmaz.
Hariciler ve Mu’tezile gibi, bu kimsenin ebedi olarak cehennemde kalacağını
söyleyenler şöyle derler: “Kıble ehlinden cehenneme giren bir kimse oradan
çıkamaz. Büyük günah sahiplerine ne cehenneme girmelerinden önce, ne de
girmelerinden sonra, ne rasulün şefaati ne de başkasının şefaati söz
konusudur.” Onlara göre bir şahısta ödül ve ceza, iyiliklerle kötülükler bir
araya gelemez. Bilakis kim ödüllendirilirse o cezalandırılmaz, kim de
cezalandırılırsa o ödüllendirilmez. Bu esasın kitap, sünnet ve ümmetin
selefinin icmaından delilleri pek çoktur. Ancak burası bu konunun genişçe
inceleneceği yer değildir. Bunun üzerine birçok meseleler ortaya çıkar. Bu
yüzden hakiki bir imana sahip kimsenin, günahları olsa dahi, imanı oranında bu
amellerden işlemesi mutlaka zorunludur. Nitekim Buhârî Sahih’inde Ömer b.
el-Hattab radıyallahu anh’den şöyle rivayet etmiştir:
“Hımar (eşek) denilen
birisi vardı. Nebî sallallahu aleyhi ve sellem güldüren biriydi. İçki de
içerdi. Nebî sallallahu aleyhi ve sellem ona sopa cezası uygulardı. Bir
defasında birisi: “Allah ona lanet etsin, Nebî sallallahu aleyhi ve sellem’e ne
de çok getiriliyor” dedi. Nebî sallallahu aleyhi ve sellem bu adama şöyle buyurdu:
“Ona lanet etme! Zira o Allah’ı ve rasulünü seviyor” Bu bize gösteriyor ki,
içki içme günahını ve daha başkasını işleyen kimse Allah’ı ve rasulünü seviyor
olabilir. Allah’ı ve rasulünü sevmek imanın en sağlam kulpudur. Nitekim zahid
bir âbidde bir açıdan Allah ve rasulünü öfkelendiren bir bid’at ve nifak
bulunabilir. Sahih’te ve daha başka
eserlerde gelen hadisten şöyle anlaşılmaktadır: Müminlerin emiri Ali b. Ebi
Taib radıyallahu anh, Ebu Said el-Hudri radıyallahu anh ve başkaları Nebî
sallallahu aleyhi ve sellem’in Hariciler hakkında şöyle dediğini rivayet
etmişlerdir: “Biriniz onların namazı yanında kendi namazını, onların orucu
yanında kendi orucunu, onların Kur’an okuyuşları yanında kendi okuyuşunu
beğenmez. Okudukları Kur’an gırtlaklarını aşmaz ve okun yaydan çıktığı gibi
İslam’dan çıkarlar. Onlarla nerede karşılaşırsanız öldürün. Zira onları
öldürene ve onlar tarafından öldürülene kıyamet gününde Allah katında ecir
vardır. Şayet onlarla karşılaşırsam Ad’ın öldürüldüğü gibi onlarla savaşırım.”
Onlar Rasûlullah
sallallahu aleyhi ve sellem’in ashabı ve müminlerin emiri Ali b. Ebi Talib
radıyallahu anh’ın, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in emriyle
kendileriyle savaştıkları kimselerdir. Sahih hadiste Nebî sallallahu aleyhi ve
sellem onlar hakkında şöyle buyurmuştur: “Müslümanlar arasında ayrılık olduğu
zaman bir fırka çıkar, iki taifeden hakka en yakın olanı onlarla savaşır.”
Bu yüzden Sufyan
es-Sevri ve daha başka İslam imamları şöyle demişlerdir: “Bid’at, İblise,
günahtan daha sevimli gelir. Çünkü bid’atten tevbe edilmez. Ama günahtan tevbe
edilir.” Bu sözlerinin manası şudur: Muhakkak ki bid’atten tevbe edilmez.”
Çünkü bid’atçi bid’atini Allah’ın ve rasulünün meşru kılmadığı bir din
edinmiştir. Lakin kötü ameli kendisine süslenmiş ve onu güzel görmüştür. Bu
yüzden onu güzel gördüğü sürece ondan tevbe etmez. Zira tevbenin başı, yaptığı
şeyin tevbe edilmesi gereken kötü bir şey olduğunu veya onu terk etmenin farz
olarak veya müstehap olarak emrolunan bir iyilik olduğunu bilmektir. Hakikatte kötülük olan bu şeyi, bir iyilik
olarak gördüğü sürece ondan tevbe etmez. Lakin Allah’ın hidayet etmesi ve hakka
irşad etmesiyle hak kendisine ortaya çıkarsa tevbe etmesi mümkün olur. Nitekim
Allah Subhanehu ve Teâlâ’nın hidayet ettiği kâfirler, münafıklar, bid’at ve
sapıklık ehli taifeler vardır. Bu, hakkı bildikten sonra ona tabi olmakla söz
konusu olur. Bildiğiyle amel edeni Allah bilmediği şeylere de varis kılar.”[7]
Derim ki: Bu iki nakilden
anlıyoruz ki bid’atçi ile günahkâr arasında fark vardır:
* Günahkârın itikadı
ve imanı sahihtir, fiili ise dine aykırıdır. Bu yüzden imanı ve günahı haram
sayması açısından övülür, günahı işlemesi açısından da kınanır.
* Bid’atçiye gelince,
itikadı bozuktur. O hakiki imanı terk ederek bu hususta muhalefet etmiştir.
Çünkü bu muhalefetinin meşru olduğuna itikat etmektedir. Onun durumunun
hakikati, kendisine (ilim) ulaşmış ve zıt düşmüştür. Dine zıt düşmesi Allame
eş-Şatibî rahimehullah’ın el-İ’tisam’da zikrettiği gibi, din için bu fiiliyle
muhalefet etmesidir.
Peki bu bid’atçiye
hangi açıdan yakınlık gösterilecek? Onun, kendisi için sevgi gösterilecek sahih
itikadı olmadığı gibi meşru bir fiili de yoktur!!
* Günahkâr kimseler
yasaklandıkları bazı şeyleri işlerler. Bid’at ehli ise emrolundukları; Rasûlullah
sallallahu aleyhi ve sellem’e itaat ve ittibayı terk ederler. Bu farz olan
imanı terk etmektir. Nitekim bu, bozuk
itikatlar gibi yasaklanmış şeyleri işlemeyi de içerebilir. Böylece sapıklıkları
daha fazla artar.
* Günahkârlar
kendilerinin dine muhalefet etmekle günahkâr olduklarını ve tevbe etmeleri
gerektiğini bilirler. Ancak baskın gelen şehvetin galebesi ve imanlarının
zayıflığı sebebiyle bunları işlerler. Bid’at ehline gelince onlara kötü
amelleri süslenmiş ve bu kötülükleri iyilik olarak görmüşlerdir. Bundan dolayı
tevbe etmeleri gerektiğini görmezler. Çünkü onlar dine muhalif olduklarını
düşünmezler. Bu yüzden bid’at İblis için günahtan daha sevimlidir.
Allah kendisine rahmet
etsin İmam el-Berbehârî Şerhu’s-Sunne’de şöyle demiştir: “Bir kimsede bid’atlerden
bir şey ortaya çıkarsa ondan sakın. Zira sana ortaya çıkardıklarından daha
fazlasını gizler. Sünnet ehlinden bir kimsenin kötü bir yol ve gidişatta
olduğunu, fasık, facir ve zalim bir günahkar olduğunu görsen, onunla arkadaşlık
edip beraber oturabilirsin. Zira onun günahı sana zarar vermez. Ama ibadette
gayretli olan zahid bir kimsenin hevâ sahibi olduğunu görürsen onunla oturma,
sözünü dinleme, yolda onunla beraber yürüme. Zira kendi yolunu süslü gösterip
seni tehlikeye düşürmesinden emin olunamaz.”
İkinci Açı: Ehl-i Sünnet imamları akideye dair
eserlerinde bid’at ehlinden buğz edip düşmanlık gösterme konusunu zikretmişler,
mutlak olarak herhangi bir açıdan onlara sevgi ve yakınlık gösterilmesini
zikretmemişlerdir. Nitekim bu hususu şehvetleri sebebiyle isyan ve günah ehli
olanlar hakkında zikretmişlerdir.
Bu imamların
yaptıkları, iki durum arasında fark olduğunu gösterir. Bunların arasında ayrım
yapmayan önceki imamların yolu üzerinde değildir
İmam İbn Batta rahimehullah,
el-İbânetu’l-Kubrâ’da şöyle demiştir: “Dinin hususunda bid’at ehlinden hiç kimseye
danışma, yolculuğunda onunla arkadaşlık etme. Mümkünse onunla yakın komşu da
olma. Zikrettiğimiz hususlardan bir şeye itikad eden herkese karşı darılıp
öfkelenmemiz ve bu kimselere yakınlık gösteren, onları destekleyen, savunan ve
arkadaşlık eden herkesi de terk etmemiz sünnettendir. Kişi bunu yaparsa sünneti
izhar etmiş olur.”
İmam Ebu Osman es-Sâbûnî
rahimehullah, Akidetu’s-Selefi ve Ashabi’l-Hadis kitabında şöyle demiştir: “Bid’at
ehlini kahretmek, onları zelil etmek, aşağılamak, onlardan uzaklaşmak, onları
uzaklaştırmak, onlarla arkadaşlık edenlerden ve beraber bulunanlardan da
uzaklaşmak, böylece onlardan uzaklaşıp terk etmek suretiyle Allah Azze ve Celle’ye
yakınlaşmak görüşünde ittifak etmişlerdir."
Yine şöyle demiştir: “Bid’at
ve sapıklık ehlinden uzaklaşırlar, hevâ ve cehalet sahiplerine düşmanlık
ederler, dinde ondan olmayan şeyler çıkaran bid’at ehline buğz ederler. Onları
sevmez ve onlarla arkadaşlık etmez, onların sözlerini dinlemez ve onlarla
oturmazlar.”
İmam Begavî rahimehullah
da Şerhu’s-Sunne’de şöyle demiştir: “Sahabe, tabiun ve onlara tâbî olan sünnet
âlimleri, bid’at ehline düşmanlık edip onları terk etmek hususunda söz birliği
(icma) etmişlerdir.”
Şeyh Hamûd
et-Tuveycirî rahimehullah, el-Kavlu’l-Belîğ Fi’t-Tahzîri Min Cemâati’t-Tebliğ’de
şöyle demiştir: “Salih selef bid’at ehlinden sakındırmış ve onlardan sakındırma
hususunda mübalağa göstermişlerdir. Onlarla oturmayı, arkadaşlık etmeyi,
sözlerini dinlemeyi yasaklamışlar ve onlardan uzaklaşmayı, düşmanlık
göstermeyi, onlara buğz etmeyi ve onları terk etmeyi emretmişlerdir.”[8]
Şeyh İbn Useymin rahimehullah
şöyle demiştir: “Bid’at ehlini terk etmek ile kastedilen; onlardan uzaklaşmak,
onlara sevgi ve yakınlık göstermeyi, onlara selam vermeyi, ziyaret etmeyi,
hasta ziyaretinde bulunmayı ve benzerlerini terk etmektir. Bid’at ehlini terk
etmek, Allah Teâlâ’nın şu ayetinden dolayı farzdır: “Allah'a ve
âhiret gününe îman eden bir kavmin, babaları yahut oğulları yahut kardeşleri
yahut da akrabaları bile olsalar, Allah'a ve Rasûlüne karşı gelen kimselere
sevgi beslediklerini göremezsin.” (Mucadele 22)”[9]
Bid’at ehli Allah’a ve rasulüne karşı gelenlerdendir. Onlara
sevgi beslenmez ve yakınlık gösterilemez. Bu konuda ümmetin selefi ittifak
etmişlerdir. Onların menhecinde gitmek ve onlara muhalefet etmemek farzdır.
Bir kimse şöyle diyebilir: “Bid’atçiye sevgi ve yakınlık
gösterilmeyecek ve değer verilip hiçbir açıdan övülmeyecekse, bu onu kâfire
benzetmek olmaz mı? Veya o bir kâfir midir ki, ona hiçbir açıdan sevgi ve
yakınlık gösterilmiyor?
Cevap: Şüphesiz bid’at ehline buğz etmek ve düşmanlık
göstermek, sakındırma ve ta’zir babındandır, kafir ve mürtet sayma babından
değildir. Mesela ona selam vermemek, arkadaşlık etmemek, onunla oturmamak,
hastalandığında ziyaret etmemek, öldüğünde cenaze namazını kılmamak gibi
hükümleri uygulayan kimse hakkında: “Bid’at sahibini tekfir ediyor” denilebilir
mi?
İşte bunun gibi, bid’atçiye hiçbir açıdan sevgi ve yakınlık
göstermeyen kimseye de, eğer bid’ati küfre sokan bir bid’at değilse, onu tekfir
etmediği söylenir. Bu tavır ancak sakındırma, ta’zir ve dinde nasihat
babındandır.
Tekfir edilmeyen bid’at ehli, bu dinin fasıklarından ise, aynı
günahkarlarda olduğu gibi onlarda da övgüyü ve yakınlığı gerektiren haller ile
kınanmayı ve düşmanlığı gerektiren haller bir araya gelmiş olabilir. Lakin bid’atçiye
övgüde bulunmaktan ve ona yakınlık göstermekten yasaklanması, cezalandırma, Müslümanlara
nasihat ve suçluların yoluna tabi olmaktan sakındırma babındandır. Çünkü
insanlar günahkarlara aldanmazlar ama bid’at sahibine aldanırlar.
Başarılı kılacak olan Allah’tır.
[1]
Mecmuu’l-Fetava (35/94-95)
[2]
Mecmuu’l-Fetava (28/209)
[3]
Mecmuu’l-Fetava (10/366)
[4]
Minhacu’s-Sunne (5/241)
[5]
Minhacu’s-Sunne (5/249)
[6]
Mecmuu’l-Fetava (10/103-105)
[7]
Mecmuu’l-Fetava 10/7-10)
[8]
El-Kavlu’l-Beliğ (s.31-33)
[9]
Lum’atu’l-İtikad (s.110)