Dernekler Meselesi
Şeyh Abdulhamid el-Hacurî Hafazahullah.
Tercüme: Ebu Muaz
(Şeyh Mukbil rahimehullah’ın öğrencilerinden Şeyh Abdulhamid
el-Hacurî hafazahullah’ın; El-Edilletu’l-Vadihat ve’l-Akvalu’l-Beyanat Fi Hukmi
Tasviri Zevati’l-Ervah ve’l-İhtilat vel-Cem’iyyat adlı risalesinden derneklerle
ilgili bölümün tercümesidir. Şeyh Abdulhamid el-Hacuri kitap, risale ve kasetlerini terceme edip yayınlamam konusunda izin vermiştir.)
Dernekler Yahudilerin müslümanları bölmek ve Allah Azze ve
Celle’nin yolundan alıkoymak için kurduğu desiselerdendir. Bu derneklerden
bilindiği gibi, derneklerde bulunan münkerlere ve aykırılıklara karşı çıkmaya
güç yetirilememektedir.
Daveti bölüp parçalamak için İhyau’t-Turas derneğinin
kurulduğundan; “el-Mebhasu’l-Bedî” adlı kitabımda bahsetmiştim. Orada dedim ki:
Bu nizam çerçevesinde müslümanlara olan şey; pekçok mallar
üzerine dayalı hizipçi derneklerin yaygınlaşmasıdır. Nebî sallallahu aleyhi ve
sellem bunu haber vererek şöyle buyurmuştur:
“Muhakkak her ümmetin bir fitnesi vardır. Ümmetimin
fitnesi ise maldır.” Bunu Tirmizî (2336) Ka’b b. Iyaz radiyallahu anh’den
rivayet etmiştir. Böylece kullar ve beldeler çatlamış, davetler bölünmüş,
hizipler ortaya çıkmış, şer ve bela meydana gelmiştir. Nasihatçi âlimler ve
ıslahatçı davetçiler bu düşüklüğe karşı bağırmış, öğütler vermiş, te’liflerde
bulunmuş ve sakındırmışlardır. Bu derneklerin zararı en şiddetli olanı ve tehlikesi
en büyük olanı İhyau’t-Turas derneğidir. Bu dernek bir beldeye girdi mi mutlaka
o ülkenin davetçilerini fırkalara böler. Onun davetçilere karşı durumu tıpkı
hükümetlerle devlet bankaları gibidir. Bu yol ile hükümetler fakirleşir, faiz
yaygınlaşır, geçim sıkıntıları baş gösterir. Aynı şekilde davetçilere mallar
ulaşır ve ilimden ilgisiz kalırlar, amelleri azalır, saygınlıkları gider,
tutkunluk azalır, vela ve bera (dostluk ve düşmanlık) ile meclisler sırf dinar
ve dirhemler için olur.
(mütercimin notu: Şeyh Abdulhamid el-Hacurî’nin bu
sözlerini Türkiye’deki selefî davetin başına gelenler de doğrulamaktadır. İhyau’t-Turas
ile paslaşarak Türkiyede “Cennete Davet” adı altında seminerler düzenleyen ve
bu organizasyona katılanlar paramparça olmuş, Kur’ân ve sünnet ile amel etmek
isteyen müslümanları bölüp, onları Allah’ın yolundan alıkoymuşlardır. Allah Azze
ve Celle’nin dinine video, fotoğraf, ihtilat (kadın erkek karışıklığı),
dernekler, demokratik seçimlerde oy kullanma vb. gibi türlü muhalefetler sergilenmiştir.)
Şeyh Mukbil rahimehullah’ın nice seçkin talebeleri, fasih
hatipleri, müellif ve âlimlerine bu fitne girmiş, birlikleri dağılmış, Hikmet
derneği ve İhsan derneği onları fırkalara bölmüştür. Mısır ve Sudan’da,
araplarda ve acemlerde bu bölünmeler meydana gelmiştir. İnna lillahi ve inna
ileyhi raciun.
İmam Mukbil el-Vadiî rahimehullah Tuhfetu’l-Mucib’de (s.171)
6. Soruya şöyle cevap vermiştir:
“Abdurrahman Abdulhalık’ın elde ettiği en büyük şey; Ehl-i
sünneti ve Allah’a davet edenleri bölmesidir. Onları fikirleriyle değil, parasıyla
aldattı. Kuveyt’ten Endonezya’ya atladı, sonra Mısır’a, sonra Birleşik Arap
Emirliklerine… Ben diyorum ki: Malları İhyau’t-Turas derneğine teslim etmek bir
hatadır. Çünkü onlar Ehli Sünnetin söz birliğini dağıtmak için ve Cidde ile
Sudan’da Sünnet ehlini bölmek için bunları kullanıyorlar.
Yemen’de zayıf bir topluluğu fikirleriyle değil,
dinarlarıyla aldattı. Kuveyt’li Selefî gençler, İhyau’t-Turas derneğinin Yemen’deki
bu silik kimselere büyük mallar infak ettiğini müjdelediler. Bununla beraber
onların ölü davetinin bir etkisi olmadı.
Başka bir yerde (s.177) 9. Soruya cevap verirken şöyle
demiştir: “İhvanu’l-Muslimin ve İhyau’t-Turas derneğinin kardeşlerini bıraktığımızda
onların üzerinde bulundukları şey hizipçiliktir.”
(s.199)’da şöyle der: “Yemen’deki Ehl-i Sünnet’in söz
birliği dağılmıştır. Yemen’deki; Abdulmecid er-Rimî ve Muhammed el-Beydanî gibi
bazı sünnet ehli ve onlara tabi olanlar, Muhammed Sürur’un takipçileri haline
geldiler. Muhammed el-Mehdî ve Hikmetu’l-Yemaniyye derneğindeki bazı
sorumlular, İhyau’t-Turas derneğinin takipçileri oldular. Zannederim ki bu
onların aralarında ağzın her iki tarafından şurdan burdan yemek için bir
siyasettir.”
(s.200)’de şöyle der: “İhyau’t-Turas derneği Suudi Arabistan’daki
ve Sudan’daki sünnet ehlini bölmüştür. Hatta onlar; Muhammed Haşim el-Hediyye
gibi, “Abdurrahman Abdulhalık’ın takipçileri” olarak anılırlar. Nitekim daveti
Kuveyt dinarları karşılığında satmışlardır.”
Şeyh Yahya el-Hacuri hafazahullah, el-Kenzu’s-Semin’de
(5/35) şöyle demiştir: “İhyau’t-Turas derneği hizipçi bir dernektir. Malları
bankalardadır. Onlarda seçimler vardır, ruh taşıyan canlıların suretleri vardır,
selefilere karşı hizipçilere destek olma vardır ve daha başka şeyler… Derneklerde
olduğu gibi Müslümanları bölen ve onları gruplaşmaya, ihtilafa ve günahlara
düşüren fitnelerden sakındırmak gerekir. Hamd Allah’adır.”
Burada, Allah Azze ve Celle’den başarı isteyenler için derneklerin
hükmü hakkında özet açıklama sunacağım. İnat etmek isteyene gelince, ona bir
çare yoktur.
Dernek (Cemiyet) Kelimesi Mucmel (Kapalı) Bir Kelimedir
Derneğin Tarihi
Şüphesiz Yahudilerin zehirli fikirlerini yaymak için
hazırladıkları vesilelerden en önde geleni masonluktur. Hatta Türkiye’de
İttihad ve Terakki Cemiyeti ile başarı sağladılar. Bu cemiyet (dernek) 1889
miladi (hicri 1316) yılında İslami Osmanlı hilafetini yıkmak içn kurulmuştur.
Cemiyetin birçok şubeleri arap vilayetlerinde idi.
Cemiyet (dernek) kâfirlere benzemektir ve bu haramdır. Çünkü
kâfirlere benzemek hususunda pekiştirilmiş yasak gelmiştir. Bu büyük fitneden
sakındırmaya dair delilleri; “el-Edilletu’r-Radiyye Libeyani
Hukmi’d-Demokratiyye” adlı kitabımda açıkladım. Derneklerin kâfirlere benzeme
olmadığını iddia edenler için burada bunun yasaklanma yönünü açıklayacağım.
Not: Benzeşme iki durum üzere olur: Kâfirlere has; ibadet
veya adet olan hususlarda.
Şeyhulislam İbn Teymiyye, İktidau’s-Sirati’l-Mustakîm’de
(1/423) şöyle der: “Diğer bir esas şudur: İbadet veya adet olan hususlarda
yahut her iki hususta birden benzeşme bu ümmette bid’at olarak sonradan çıkan
işlerdendir.”
Bu dinlerinde ihdas ettileri şeylerdendir.
Es-Suyutî, “el-Emru bi’l-İttiba ve’n-Nehyu Ani’l-İbtida’da
(1/14) şöyle der: “Bizim dinimiz ile nesh edilmiş (hükmü iptal edilmiş) olan
hususlarda onlara uyum göstermek çirkindir. Bundan daha da çirkini; onların
uydurdukları ibadetler ve âdetlerdir. Zira bu kâfirlerin çıkardıkları
şeylerdir. Müslümanların bu konuda onlara uyum göstermeleri en büyük
münkerlerdendir.”
Şeyhu’l-İslam İbn Teymiyye, İktidau’s-Sirati’l-Mustekim’de
(1/179-180) şöyle der: “Üçüncü kısma gelince; Onların çıkardıkları ibadetler
veya adetler veya her ikisidir. Bu daha da çirkindir. Çünkü şayet bunu
müslümanlar çıkarmış olsa çirkindir. Peki ya hiçbir nebinin asla meşru
kılmadığı bir şey ise nasıl olur? Bilakis bunu kâfirler uydurmuşlardır. Onlara
zahiren uyum göstermek çirkinliktir. Bu bir esastır.”
Buna göre, derneklerin çoğunun sahipleri bu türediyi “davet
için” maskesiyle gizliyorlar. Davet bir ibadettir. Bu konuda Allah Azze ve
Celle için ihlas ve Nebî sallallahu aleyhi ve sellem’e ittiba şart koşulur.
Rasulümüz sallallahu aleyhi ve sellem bizi gecesi ile gündüzü eşit aydınlıkta
olan parlak bir yolda bıraktı. Müslümanlar da nesilden nesile davet hususunda
bu yolda yürümeye devam ettiler. Kitaplar telif edildi, âlimler çıktı. Peki,
neredeyse bir tek hadisi dahi anlayamayan bu kimselere ne oluyor? Allah Azze ve
Celle kerim kitabında ne diyor bak:
“Allah’ın izniyle O’na davetçi ve aydınlatıcı bir
kandildir.” (Ahzab 46)
Şeyhulislam şöyle dedi: “Kim Allah’tan başkasına davet
ederse şirk koşmuş olur. Kim de O’nun izni olmadan davet ederse bid’at işlemiş
olur.”
Bu fikri alan ve müslümanların ülkelerinde yaygınlaştıran
kişi Mason Cemaleddin el-Efgani ve benzerleridir. Bunu müslümanların ortasında
yaydı, ondan da öğrencisi Muhammed Abduh aldı, sonra Muhammed Abduh’a öğrencisi
Reşid Rıza tabi oldu.
Cemiyet/Dernek’in Tanımı:
* Birden fazla şahısların, bilgi alışverişi ve ortak çalışma
amacıyla devamlılık üzere bir araya gelmeleri demektir. Kazancın paylaşılması
amacı güdülmeyen bir gaye için toplanırlar. (Mevsuatu’l-Muyessera Fi’l-Edyan
ve’l-Ahzabi’l-Muasira) Kaynak: en-Nedvetu’l-İlmiye Li’ş-Şebabi’l-İslami
(2/1038)
* Özel bir gaye ve ortak bir fikir için üyelerinin bir araya
geldiği grup. (Mu’cemu’l-Vesit, cim, mim, ayn maddesi)
“Kazancın paylaşılması amaçlanmayan bir gaye
için” sözü ve “özel bir gaye için” sözünde bu derneğin caiz olduğunu
söyleyebilmemiz veya mutlak olarak yasak olduğuna hükmedebilmemiz için; gaye
nedir? Veya bu derneğin maksadı nedir? Çünkü bilindiği gibi gayenin farklı
olması, hükmün de farklı olmasının sebebidir.
Şayet tarihte bunun sonradan çıkma şeylerden olduğu
anlaşıldıysa ve Müslümanlardan da kaynaklı bir şey olmadığına göre Nebî
sallallahu aleyhi ve sellem’in şu sözü kapsamındadır:
“Sizleri işlerin sonradan çıkanlarından sakındırırım.
Zira her sonradan ihdas edilen şey bir bid’attir. Her bid’at bir sapıklıktır ve
her sapıklık da ateştedir.” Bunu Tirmizî (2679) ve Ebû Dâvûd (4607) İrbad
b. Sâriye radiyallahu anh’den rivayet etmişlerdir.
İbn Raceb, Camiu’l-Ulum ve’l-Hikem (491)’de şöyle der: “Sizleri
işlerin sonradan çıkarılanlarından sakındırırım. Zira her bidat sapıklıktır”
sözü; ümmeti, bid’at olarak sonradan çıkarılan işlere tabi olmaktan
sakındırmaktadır. Bunu; “Her bid’at bir sapıklıktır” sözüyle
pekiştirmiştir. Bid’at ile kastedilen; dinde ona delalet eden bir aslı
bulunmayıp da sonradan çıkarılan şeylerdir. Ama dinde buna delalet eden bir
asıl varsa, lügat gereği buna bid’at dense bile, bu dinen bir bid’at olmaz.
Sahihu Muslim’de Cabir radiyallahu anh’den gelen rivayete göre Nebî sallallahu aleyhi
ve sellem hutbesinde şöyle derdi:
“Şüphesiz en üstün söz Allah’ın kitabıdır. Yolların en
üstünü Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’in yoludur. İşlerin en kötüsü
sonradan çıkarılanlardır. Her bid’at de bir sapıklıktır.”
Tirmizî ve İbn Mâce, Kesir b. Abdillah el-Muzeni (ki onda
zayıflık vardır) – babası – dedesi yoluyla Nebî sallallahu aleyhi ve sellem’den
rivayet ediyorlar:
“Kim Allah’ın ve rasulünün razı olmadıkları bir sapıklık
bidati çıkarırsa, onunla amel edenlerin günahlarının aynısı ona da yüklenir,
uyanların günahlarından da bu bir şey eksiltmez.”
İmam Ahmed, Gudayf b. Haris es-Sumali’den rivayet ediyor:
Abdulmelik b. Mervan bana adam göndererek şöyle dedi:
“Biz insanları iki iş için topladık: Cuma günü minberde
elleri kaldırmak ve bir de sabah ile ikindi namazlarından sonra kıssalar
anlatmak.” Gudayf dedi ki:
“Bana göre bunlar sizin bid’atlerinizin en ehvenleridir. Ben
bunlardan hiçbir konuda size icabet edecek değilim. Çünkü Nebî sallallahu
aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
“Bir kavim bir bid’at çıkardığında mutlaka sünnetten bir
o kadarı kaldırılır.” Sünnete tutunmak bid’at çıkarmaktan hayırlıdır.”
Nitekim İbn Ömer radiyallahu anhuma’dan da bu sözün benzeri rivayet edilmiştir.
Nebî sallallahu aleyhi ve sellem’in: “Her bid’at bir sapıklıktır”
sözü, içeriğinden bir şeyi dışarıda bırakmayan cevamiu’l-kelimden (özlü
sözler)dendir ve bu din esasları arasında önemli bir esastır. Bunun benzeri şu
hadistir:
“Kim emrimizde ondan olmayan bir şey çıkarırsa o
reddolunur.” Bir şey uydurup, dinde başvurulacak bir aslı olmasa dahi bunu
dine nispet eden herkes sapıklıktadır. Din ondan berîdir. Bunun itikad,
ameller, zahirdeki veya batındaki sözler ile ilgili meselelerde olması fark
etmez.”
Kim bunun aslı bakımından sabit olduğunu iddia ederse, geriye
bunun sonradan çıkarılmış olması meselesi kalır. Vasfı bakımından sonran
çıkmadır. Bu ise İmam Şatıbî rahimehullah’ın “İzafî bid’at” adını verdiği
şeydir.
Şatıbi, el-İ’tisam’da (1/266) şöyle der: “İzafi bid’ate
gelince, bunda iki şaibe vardır:
Birinci şaibe; o
bid'atin delillerle ilişkili bir durumunun olmasıdır ki bu yönüyle bid'at
değildir. Diğer şaibe ise o bid'atin delillerle ilişkili hiçbir durumunun
olmaması, tamamen hakiki bid'at gibi olmasıdır. Böyle iki tane şaibe taşıyan
bir şeyle amel edilince kişi bu iki şeyden birisinden asla kurtulamaz. Bu
sebeple biz bu tür bid'ate "izafi bid'at" ismini verdik. Yani bu iki
yönden birisine nisbetle sünnettir. Çünkü bir delile dayanmaktadır. Diğer
yönüne nisbetle bid'attir, çünkü delile değil, şüpheye dayanmaktadır veya
hiçbir şeye dayanmamaktadır.
İkisi arasında mana
yönünden fark vardır. Aslı itibariyle delili vardır. Şekilleri, durumları ve
ayrıntıları yönüyle de delile ihtiyacı olduğu halde bu yönleriyle delili
yoktur. Çünkü genellikle bu tür bid'atler sadece âdetlerde değil, ibadetlerde
olur.”
Ama eğer ibadet
hususunda bir aslı yoksa o; hakikî bid’at denilen türdendir. Şatıbi şöyle
demiştir:
“Hakiki bid'at,
ne Kitab'dan, ne sünnetten ne icmadan şer'i bir delili bulunmayan, ne de ilim
adamlarınca icmali veya tafsili muteber bir istidlale dayanmayan bid'attır. Nitekim
yukarıda da belirtildiği gibi bu sebeple bid'at diye isimlendirilmiştir. Çünkü
o, geçmişte örneği olmayan uydurulmuş bir şeydir. Her ne kadar bid'atçi,
kendisinin şeriatın dışına nisbet edilmesini reddetse bile bu böyledir. Çünkü
o, istinbat ettiği şeylerle deliller neyi gerektiriyorsa onun altına girdiğini
iddia ediyor fakat bu iddia ne işin hakikatinde ne de zahire göre geçerli
değildir. İşin hakikatinde bu iddianın doğru olmadığı onların istinbatının
delillerle karşılaştırılmasıyla anlaşılır. Bu iddia zahire göre, yani dış
görünüşü itibariyle de doğru değildir. Çünkü bid'atçinin delilleri, -şayet
onlarla istidlal ettiği sabit ise- aslında delil değil, birer şüphedir. Yoksa
iş gayet açık olurdu.”
Yine Şatıbî el-İ’tisam’da (1/400) şöyle der: “Bid’atin
işlenmesinin; bidatçinin itikadında meşru olması veya meşru olmaması bir mana
ifade etmez.
Aslı ibadet olana gelince, maksada bakmaya gerek yoktur.
Çünkü ibadette niyetin Allah’a yakınlaşma olması kaçınılmazdır. Şayet bu
Allah’tan başkasına yönlendirilecek olursa şirk olur.
Bid’at Ehlinin Giriş Yaptıkları Kapalı Sözler
Şeyhulislam, Der’u Tearuzi’l-Akli ve’n-Nakl’de (1/120) şöyle
demiştir: “Kitap ve sünnet’e kelam ve felsefe gibi, “akliyyat” dedikleri
şeylerle itiraz edenler işlerini ancak birden fazla manalar içeren, kapalı olan
mütaşabih sözler üzerine bina ederler. Bunlarda bulunan kapalı lafız ve manalar
hak ile birlikte batılın da alınmasını gerektirir. Bunlarda bulunan hak kabul
edilirken, kapalılık ve muteşabihlik sebebiyle onda gizli olan bâtıl da kabul
edilmiş olur. Sonra bunlarda bulunan bâtıl ile nebilerin (aleyhimu's-selâm)
getirdikleri birbirine çatışır.
Bizden önceki ümmetlerin sapmasının başlangıcı bu şekilde
olmuştur. Bu bid’atlerin başlangıç yeridir. Zira şayet bid’at sırf bâtıldan
ibaret olsaydı elbette onun durumu açıkça ortada olur ve kabul edilmezdi. Şayet
sırf haktan ibaret olsaydı onda şaibe bulunmaz ve elbette sünnete uygun olurdu.
Zira sünnet, içinde bâtıl bulunmayan, sırf haktan ibaret olana çelişik olmaz.
Lakin bid’at, hak ve batılı içerir. Nitekim bu konuyu başka bir yerde ayrıntılı
olarak açıklamıştık.”
Yine Minhacu’s-Sunne (2/217)’de şöyle demiştir: “Kapalı
lafızlara gelince, bu konuda ayrıntıya gitmeden kabul veya reddi yönünde konuşmak
cehalet ve sapıklığa, fitnelere ve aldanışa, dedikoduya düşürür.”
Yine Nakdu’t-Te’sis’te (2/14) şöyle der: “Bu kapalılık ve
isimlerde bulunan kabul ve reddeki iştirak yüzünden müslümanlardan olan
guruplar, lafzın kabul veya reddi için birbirlerine kinleşmiş ve birbirlerinden
uzaklaşmış yahut vuruşmuşlardır. Kabul edenler, kabul etmeyenleri, onların
kastetmedikleri şeylerle nitelemiş, kabul etmeyenler de kabul edenleri
kastetmedikleri şeylerle nitelemişlerdir. Çünkü lafızlarda bulunan kapalılık ve
iştirak, hak bir manaya da, bâtıl bir manaya da muhtemeldir. Kabul edenler onu
hak mana ile açıklar, kabul etmeyenler ise bâtıl manası ile açıklarlar. Sonra
da kabul edenler, kabul etmeyenleri hakkı inkâr etmekle suçlayarak ve kabul
etmeyenler de kabul edenleri Allah hakkında bâtıl söz söylemekle suçlayarak
karşı çıkarlar.”
Kapalı Sözler Karşısında Doğru Tutum
Şeyhulislam
Tearuzu’l-Akli ve’n-Nakl’de (1/145) şöyle der: “Selefin ve imamların yolu;
dinde ve akıl ile bilinen sahih manaları gözetmektir. Yine şer’î lafızları da
gözetirler ve bunlarla, kendisine yol bulunabilen şeylerle tabir ederler. Bâtıl bir mana içeren şeyi söyleyerek kitap
ve sünnete muhalefet edeni reddederler. Hak ve bâtıla ihtimali bulunan bid’at
bir sözü söyleyeni de yine bid’ate nispet ederler. Derler ki: “Bid’ate ancak
bid’at ile karşılık vermiş, bâtılı diğer bir bâtıl ile reddetmiştir.”
Şeyh Abdulmuhsin b.
Hamd el-Abbad el-Bedr hafazahullah, el-İntisar Li Ehli’s-Sunneti ve’l-Hadis Fi
Reddi Ebatili Hasen el-Maliki (1/104)’te şöyle demiştir:
“Ehl-i sünnet’in kitap
ve sünnette gelmeyen kapalı sözler hususundaki bu yolu; hak olan manayı kabul
edip, onu hak ve batıla ihtimali bulunan mücmel lafızlarla tabir etmemektir.
Bâtıl manayı inkâr ederlerken de onu ifade eden tabirleri kullanırlar.”
Altında çeşitli
manalar bulunan kapalı (mücmel) sözlerin hükmü, ayrıntıya gidildiğinde ortaya
çıkar.
Şeyh Muhammed b. Ömer
Bazemul hafazahullah İbaratu’l-Muvhime (s.11)’de şöyle der:
“Kapalı lafızlar;
kesin delil zannedilen aklî gerekçeler sınıfındandır ve o aslında kapalı
lafızlardan oluşan bozuk şüphelerden ibarettir. Manaları müteşabihtir. Ondaki
hak, batıl olanından ayırt edilemez. Ayrıntısına inildiğinde ise hak olan
bâtıldan ayrılır.”
İmam İbn Kayyım,
Nuniye’sinde şöyle der:
“Mutlak ve açık
olmayan mücmellerde ayrıntıya inip ayırt etmen gerekir
Bütün zamanlarda
zihinler ve görüşler bu ikisi sebebiyle bozguna uğrar.”
Şeyh Salih b. Fevzan
Hafazahullah, et-Ta’liku’l-Muhtasar Ale’l-Kasideti’n-Nuniyye”de, ilk beyitle
ilgili olarak şöyle der: “Bu Kur’an’ın lafızlarını mücmel kılarak: “Biz onun ne
mahlûk olduğunu ne de mahlûk olmadığını söyleriz” diyen kimselere reddiyedir.
Mücmel (kapalılık) ile maksat hâsıl olmaz ve hak ortaya çıkmaz. Bu beyit, ilim
talebesinin araştırmasında dayanak edinmesi gereken bir kaidedir.”
İkinci beyitle ilgli
olarak da şöyle der: “Ayrıntıya gitmek zorunludur. Ayrıntıya gidemeyenin ise
susması gerekir. Çünkü onun sözünden fayda gelmez. Meydana gelen bütün hataların
sebebi hak ile batılı ortaya koyan ayrıntıya inilmemesidir. Ayrıntıya giderek
karışıklığın ayıklanması zorunludur. Nitekim hasmın sözünde haktan bir şey ve
batıldan bir şey bulunabilir. Onun tamamını batıl sayma. Yine onun tamamını hak
sayma. Bilakis hak olanı ile batıl olanını ayır. Tamamen red de etme, tamamen
kabul de etme. Bilakis hak ve doğru olanı ayır, batıl ve hata olanını ayır.
Şayet güzelce ayrıntıya gidemiyorsan bu meydana girme.”
Derneklerin Şekilleri İle İlgili
Olarak Farklı Hükümlerin Sebebi
Burada derneğin
şekillerinin hükmündeki farklılıkla ilgili olarak iki önemli nokta vardır. Bu
ikisi, şeriate muhalefetin varlığı veya yokluğuna göredir. Şeriate muhalefet
derneklerin gayesinde ya mevcuttur ya da değildir.
Birincisi; beşeri
kanunlara boyun eğmektir. Zira devlet, dine uygun olup olmadığına bakmaksızın,
bir şeye ancak beşeri kabunlara uygunsa itibar eder. Bu muhalefet ise resmî
akitler kaydedilirken şart koşulmaktadır.
Şayet: “Bu kâğıt
üzerindeki yazıdan ibarettir” denilecek olursa deriz ki: Bu yalandır. Devlete
karşı bir yalandır. Bununla beraber onların bu kaydı yaptırmama seçenekleri
vardır. İddia ettikleri gibi bu mecburi değildir. Lakin hevâ!!
Bunda bir de, bu
yaptıkları ile dine aykırılıkları bulunan beşerî kanunlara razı olmayı da
ekleyebilirsin. Onlar seçimlere, ruh taşıyan canlıların resimlerine, meşrû
olmayan kurallar koymaya, faizli bankalara para yatırmaya ve daha başka
muhalefetlere de bulaşıyorlar.
Eğer böyle olmadığını
söyleyecek olurlarsa deriz ki; eğer sizden devleti ve vatanı aldatma meydana
geliyorsa o halde Allah Azze ve Celle’ye davet nerede kaldı? Bu iş yalan ve
günahlar üzerine kuruludur. Ey miskin! Rasûlullah sallallahu aleyhi ve
sellem’in ashabının Uhud savaşında başlarına ne geldiğini bilmez misin? Onlar
insanların kalpleri en temiz olanları, amelleri en iyi olanları ve en fazla
sakınanları idiler. İçlerinden birileri te’vil ederek muhalefet edince dağdan
indiler ve Allah Azze ve Celle onları içlerinden yetmiş kişinin öldürülmesi ile
cezalandırdı.
Allah Azze ve Celle
onlara yardım ettiği zamanki hallerini ve bundan sonra olanları şöyle
anlatıyor:
“Allah,
size olan vaadini şüphesiz yerine getirmiştir; nitekim O'nun izni ile kâfirleri
öldürüyordunuz. Ne var ki bu yardım, arzu ettiğiniz zaferi size gösterdikten
sonra, za'afa düştüğünüz, verilen emir hususunda çekiştiğiniz ve isyan
ettiğiniz vakte kadar sürmüştür. Sizden bir kısmınız dünyayı, bir kısmınız da
âhireti istiyordu. Allah, imtihan etmek için sizi onlardan geri çekmiş, bununla
beraber, yine de sizi bağışlamıştır. Allah, mü'minlere karşı çok lütûfkardır.”
(Al-i İmran 152)
Eğer; “Öyle değil”
derlerse, onlara deriz ki: dernek birçok haramlara vesiledir; hizipçilik,
sınırlı velâ ve berâ, dilenmeler ile nefsi aşağılamak, faizli bankalarla
muamele hususunda gevşeklik, ruh taşıyan canlıların resimleri ve seçimlerde oy
kullanma hususunda gevşeklik, hainlik ve aldatma, Allah’ın malı hususunda
haksız girişimlerde bulunma… Bu konuda dernekler arasında azlık ve çokluğa göre
farklılık vardır. Sonuç olarak vardıkları yer ise düşmanların sünnete ve sünnet
ehline galip gelmeleridir.
Sonra dernekteki amaca
gelelim. Maksat ya Allah’a yakınlaşmak, ya mubah bir gaye ya da haram bir
gayedir.
Eğer maksat birincisi
ise deriz ki; Allah Azze ve Celle’ye yakınlaşmak hususunda dine göre tevakkuf
asıldır. Bilindiği gibi bu, yani ibadet, ancak Nebî sallallahu aleyhi ve
sellem’e ittiba ile tamamlanır. Böylece bu işin aslı bakımından bid’at olduğu
ortaya çıkar.
Şeyhulislam İbn Teymiyye el-İktida’da (2/375) Allah
Teâlâ’nın: “Biz
seni, şâhid olarak, müjdeci olarak, uyarıcı, kendi izniyle Allah'a davet edici
ve aydınlatıcı bir ışık olarak gönderdik.” (Ahzab 45-46) ayeti ile ilgili
olarak şöyle demiştir:
“Allah Teâlâ, rasulünü kendisinin izniyle kendisine davetçi
olarak gönderdiğini haber veriyor. Kim Allah’tan başkasına davet ederse şirk
koşmuş olur. Kim de Allah’a, O’nun izni olmadan davet ederse bid’at çıkarmış
olur.”
Şeyhimiz Yahya el-Hacûrî hafazahullah, el-İfta (s.47)’de
şöyle demiştir:
“Davet vesileleri tevkifidir. (Naslardan delile dayalı olmak
zorundadır.) “Rasul size neyi verdiyse onu alın, neyi de size yasakladıysa
ondan kaçının.” (Haşr 7) Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
“Bugün size dininizi kemale erdirdim ve üzerinizdeki
nimetimi tamamladım. Sizin için din olarak İslam’dan razı oldum.” (Maide 3)
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
“Sizleri gecesi ile gündüzü eşit aydınlıkta olan apaçık
bir yol üzerinde bırakıyorum. Bundan ancak helak olan sapar.” Allah Teâlâ
şöyle buyurmuştur:
“O’nun emrine aykırı davrananlar kendilerine bir fitnenin
isabet etmesinden veya can yakıcı azabın dokunmasından sakınsınlar.” (Nur
63) Allah’a davet bir ibadettir. İbadet ise tevkifidir. Davet vesileleri
hususunda Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in uzaktaki ve yakındakine,
dosta ve düşmana muameledeki yolu tutulmalıdır.”
Eğer ikincisi ise, yani mubah bir gaye için dernek
kurulmuşsa, mesela zayıflara ve başkalarına yardım, üyelerin maslahatları,
çalışma şartlarını kolaylaştırma veya insanın diğer ihtiyaçlarını gidermek gibi
insanî duygular gayesiyle kurulmuşsa, deriz ki;
Bizler bu dernekleri görüyoruz, sadece üyelerinin
maslahatları için kuruluyorlar ve çeşitli sebeplerle birçok haramlar meydana
geliyor. Mesela sınırlı, dar çerçeveli vela ve bera anlayışı gibi. Bu malumdur.
Eğer bahsi geçen muhalefetler söz konusu değilse, o İbn Baz
derneği gibidir. Bu derneğe tüccarlar bağış yapar, bunlar kayıtsız ve şartsız
olarak, resim ve bankalara para yatırma yahut gruplaşma ve hizipleşme söz
konusu olmaksızın ihtiyaç sahibi yoksullara dağıtılır.
Eğer üçüncüsü ise, aslı itibariyle haram bir gaye için
kurulmuştur. Mesela yardımlaşma ve gruplaşma dernekleri gibi ki, bunun hükmünün
haram olduğu sözü uzatmaya gerek bırakmayacak şekilde açıktır.
Hükmün Ayrıntıları:
Derneklerin kâfirlere benzeme sayılmayacağını iddia edene
deriz ki; burada üç durum söz konusudur:
Birinci Durum:
Dine aykırılık olmaksızın bir dernek olamaz. Bu aykırılık
derneğin ya aslında mevcuttur yahut ona dâhil olmaktadır. Çünkü bu aykırılıklar
bulunmadan bu derneklerin kurulmasına izin verilmez. Derneğin kurulması, bu
aykırılıkların varlığına bağlıdır.
İmam İbnu’l-Kayyım, Tefsiru’l-Kayyim’de; “De ki: Eğer Allah’ı
seviyorsanız bana tabi olun ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı
bağışlasın. Allah gafur ve rahimdir.” (Al-i İmran 31) ayetinin tefsirinde
şöyle der:
“Ona sevgi kulluğun hakikati ve sırrı olduğundan, bu ancak
onun emrine ittiba ve yasakladıklarından sakınma ile gerçekleşir. Emre ittiba
ve yasaktan kaçınma olduğu zaman işte o kulluk ve muhabbetin hakikatidir. Bu
yüzden Allah Teâlâ rasulüne ittibayı bunun bir alameti ve bu sevgiyi iddia
edenler için şahit kılmıştır. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
“De ki: Eğer Allah’ı seviyorsanız bana tabi olun ki,
Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah gafur ve rahimdir.”
(Al-i İmran 31) Rasulüne ittiba, Allah’ın sevgisinde şart koşulmuştur. Yine bu,
Allah’ın onları sevmesinin de şartıdır. Şart koşulan şey mevcut olmadan bu
gerçekleşmez. Böylece ittiba olmadığı zaman sevgi de meydana gelmez. Onlar
Allah’a sevgiyi gerçekleştirmediklerinden, O’nun rasulüne ittiba etmezler,
rasule ittiba gerçekleşmezse Allah’ın da onları sevmesi gerçekleşmez.
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’e ittiba olmaksızın onların Allah’ı
sevmeleri ve Allah’ın da onları sevmesi mümkün değildir.”
Usulcüler katında karara bağlanmış olan şu kaideye göre bu
konuda aslolan hüküm haramlıktır:
“Haramın terk edilmesi ancak kendisinin terk edilmesine
bağlı olan şeyin terk edilmesi vaciptir.” (Muzekkiratu Usuli’l-Fikh s.40)
Nitekim Allah, sahabeyi Rasûlullah sallallahu aleyhi ve
sellem’in evinde konuşmakla ünsiyetten yasaklamıştır. Çünkü bu fiil Nebî
sallallahu aleyhi ve sellem’e eziyet vermektedir. Allah Teâlâ şöyle
buyurmuştur:
“Ey îman edenler!
Nebî’nin evine, ancak yemeğe çağrıldığınız zaman ve yemeğin hazırlanmasını
beklemeyecek şekilde girin. Davet olunduğunuz zaman girin, yediğiniz zaman da
hemen dağdın. Söze dalmayın. Bu, Nebî’ye ezâ veriyor, size söylemekten de
utanıyor. Allah ise, gerçeği söylemekten utanmaz...” (Ahzab 53)
Şeyh es-Sa’dî tefsirinde şöyle demiştir: “Yani yemekten önce
ve sonra söze dalmayın. Sonra yasağın hikmetini ve faydasını açıklıyor:
“İhtiyaç dışında bu beklemeniz Nebi sallallahu aleyhi ve sellem’e eziyet
veriyor, yani kendisini evinin işleriyle meşgul olmaktan alıkoymanız ona
sıkıntı veriyor.”
Nebî sallallahu aleyhi ve sellem’e eziyet vermek
yasaklanmıştır. Allah Teâlâ şöyle buyurur:
“Sizin, Allah'ın Rasûlüne eziyet etmeniz ve ondan sonra
da onun eşlerini nikâhlamanız asla olmaz. Bu, Allah katında çok büyük bir iştir.”
(Ahzab 53)
Nebî sallallahu aleyhi ve sellem’e eziyeti terk etmek, ancak
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in evinde konuşmaya dalmayı terk etmeye
bağlıdır.
Evet, şöyle denebilir: “Sakıncayı gerektiren kötülüğün
ağırlığına bakmak gerek gerekmez. Ancak bununla beraber izni gerektiren
ihtiyaca bakılır. Hatta bu mustehaplığı veya vacipliği gerektirebilir.”
(Mecmuu’l-Fetava 26/181)
Peki, bu aykırılıklarla beraber derneğe olan ihtiyaç nedir?
Bilakis aslında davetin derneklere ihtiyacı yoktur. Nitekim davet, dernekler
olmadan ufuklara yayılmıştır. Meşru maslahat ancak din ile bilinir. Ya bu
derneğin sahih bir bakış açısıyla delillerin genel kapsamına girmesi
ispatlanmalı veya dinde bir örneği bulunmalıdır ki kıyas doğru olsun. Fakat
kuruntudan ibaret mücerret maslahat iddiası kabul edilemez.
Allame İbn Useymin şöyle demiştir: “…Çünkü bu maslahatlara
eğer din muteber olduğuna şahitlik ederse meşrudur. Allah adalet ve ihsanı
emretmiştir. Eğer din bunların meşru olduğuna şahitlik etmezse, sahibi onun
maslahat olduğunu iddia etse dahi, o iş maslahat değildir.” (Şerhu Manzumeti
Usuli’l-Fikh 134)
Hatta dernekler ve benzerleri gibi yapmamız caiz olmayan
bazı aykırılıklar işlenmedikçe davetin yasaklanması söz konusu olsa; davet
emredilen işlerdendir. Emirleri yerine getirmek ise gücümüz yettiği kadarıyla
kayıtlıdır. Ama dine muhalefet yasaklardandır. Yasakların ise tamamen terk
edilmesi gerekir.
Buhârî (7288) ve Muslim’in (1337) rivayet ettikleri hadiste
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
“Sizleri yasakladığım şeylerden derhal uzaklaşın. Size
emrettiklerime gelince, bunları gücünüz yettiği kadarıyla yerine getirin.
Sizden öncekiler ancak çokça sormaları ve nebilerine muhalefet etmeleri
sebebiyle helak olmuşlardır.”
Sonra diğer bir husus daha var ki, davetin meşrû olan
yolları, kimsenin engelleyemeyceği kadar pek çoktur. Bunlar yalnızca ders verme
veya sohbetlerle sınırlanamaz.
Şeyhimiz Yahya el-Hacuri hafazahullah’a şöyle soruldu: “Bizim
orada davet, hükümet tarafından resmî evraklar veya resmi izin olmadıkça
yasaklanmıştır. Bize nasihatiniz nedir? Allah size hayırlı karşılık versin.”
Cevap: Allah’tan gücünüz yettiği kadar sakının. “Allah
kişiye ancak gücünün yettiğini sorumlu kılmıştır” (Bakara 286) Şüphe yok ki
insan arabada davet edebilir, kimse onun ağzını kapayıp da: “Arabada
konuşamazsın” diyemez. Yine evinde de öyle. Vallahi şayet sadece ailesine
öğretse o kazanmış sayılır. O Allah Teâlâ’ya bir davetçidir. Böylece hayır
kazanabilir. Kendisini ziyaret edenlere ve bağlantıda olduğu kimselere de
öğretebilir. “Allah’tan gücünüz yettiğince sakının.” (Tegabün 16) Eğer
yazışmaya ve kitap telifine gücü yeterse insanlara yazarak, yayın yaparak,
onlara yol göstererek, faydalı ilmin talep edileceği mekânlara işaret ederek
faydalı olur. Kime Allah’a davet için izin belgesi verildiyse onu alsın, kime
de verilmiyorsa veya dine aykırı bazı şeyleri zorunlu kılıyorlar ya da
kendisini sıkıntıya sokacak mâlî zorlamalar yapıyorlarsa, anlattığımız
şekillerde Allah’a davet etsin. Bununla beraber rıfkı (yumuşaklığı) ve ilim ve
sünnetten, davetin kabulünü sağlayan diğer sebepleri gözetsin. Başarı
Allah’tandır.” (El-İfta 65-66)
Buna göre derneklerin
iki hükmü olmaktadır:
Eğer gayesi Allah’a
yakınlaşmak ise onun hükmü daha önce açıklandığı gibi; bid’attir.
Hafız İbn Raceb,
Camiu’l-Ulum ve’l-Hikem’de (1/60) şöyle demiştir: “Kim Allah ve rasulünün
yakınlık sebebi kılmadığı bir amelle Allah’a yakınlaşmaya çalışırsa ameli
batıldır, kendisine reddedilir. Bunun örneği kabe yanındaki namazları; el
çırpmak ve ıslık çalmak olan kimseler gibidir. Bunların benzerleri ise çalgı
aletleri dinleme veya raks yahut ihram dışında başı açma ve bunun gibi Allah’ın
meşru kılmadığı sonradan çıkma şeylerle Allah Teâlâ’ya yakınlaşmaya
çalışanlardır.”
İbn Ebi Şame, el-Bais
Ala İnkari’l-Bid’a (s.39) şöyle demiştir: “Bütün bunlar saptırıcı abidlerden
kaynaklanan fesattır. Nasıl da inatçı fasıkların bozukluğuna düşüyorlar ve bu
geceyi açık, gizli çeşitli günahlarla ihya ediyorlar! Bütün bunlar alışılmışın
dışına çıkan kandiller sebebiyledir ki, onun yakınlık olduğunu zannederler. Hâlbuki
o ancak Allah Teâlâ’ya isyana yardım etmek, münkeri ortaya koymak ve bid’at
ehlinin şiarlarını desteklemektir. Dinde ihtiyaç olan miktar dışında kandil
artırmanın müstehap olduğu gelmemiştir. Arafe günü avamdan hacıların arafat
dağlarında yaptıkları şeyler ve kurban bayramı gecesi Meş’ari’l-Haramda
yaptıkları da bu türden olup karşı çıkılması gerekmektedir. Bunlar bid’at ve
münkerdir, tertemiz şeriata aykırıdır.”
Allame el-Elbani dedi
ki: “Şüphesiz bid’atin sapıklık olduğu din sahibi tarafından ifade edilmiştir.
– zikrettikleri arasında şu da vardır: – Kendisiyle Allah’a yakınlaşılmak
istenen ve Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in yasakladığı her şey (de
bid’attir) “Ahkamu’l-Cenaiz 305)
Eğer gayesi dünyevî
ise, bu durumda hükmü haram olmasıdır.
İkinci Durum:
Dernekte dine
aykırılık bulunmamakta ise bu durumda adetlerden olur.
Şeyhu’l-İslam İbn
Teymiyye, el-Kavaidu’n-Nuraniyye’de (1/112) şöyle demiştir:
“İnsanların dünyaları
hususunda ihtiyaç duyup alışageldikleri âdetlere gelince, bunda asıl olan
sakınca olmamasıdır. Allah Teâlâ’nın sakıncalı kıldığı dışında bunlar sakıncalı
sayılamaz. Böyledir, çünkü emir de, yasak da Allah’ın dinidir. İbadetin mutlaka
emredilmiş olması gerekir. Eğer onun emredilmiş olduğu sabit olmamışsa o
sakıncalıdır. Bu yüzden Ahmed ve Hadis ehli diğer fakihler şöyle demişlerdir:
“İbadetlerde asıl olan tevkiftir, Allah meşru kılmadıkça meşru sayılmaz.” Aksi
halde Allah Teâlâ’nın şu kavlinin manasına dâhil oluruz:
“Yoksa onların,
Allah’ın izin vermediği şeyi dinde meşru kılan ortakları mı var?” (Şura 21)
Adetlerde aslolan ise
afvedilmiş olmalarıdır. Allah haram kılmadıkça onun sakıncalı olduğu
söylenemez. Aksi halde Allah Teâlâ’nın şu sözünün kapsamına gireriz:
“De ki:
“Biliyormusunuz, Allah size rızık olarak her ne indirmişse, onun kimini haram
kıldınız, kimini helâl"? Yine de ki: “Allah mı bunun için size izin verdi,
yoksa Allah'a iftira mı ediyorsunuz?” (Yunus 59)”
Dernek sahiplerinin derneklerini temize çekmek için
etrafında dönüp durdukları durum işte budur.
Deriz ki: Birincisi: Evet, adetlerde aslolan hüküm
mübahlıktır. Lakin bu zihne düşen bir şey olup, vakıaya aykırıdır. Zihinde
istediğimizi tasavvur ederiz. Lakin hüküm vakıaya göre gerçekleşir.
Şeyh Selim el-Hilali hafazahullah, 22-24 Cemadiye’s-Sani
1430 tarihinde Daru’l-Hadis’i ziyaret ettiği zaman şöyle demiştir:
“Dernekler yardımlaşma gayesi ile kurulsa da, gruplaşma
neticesine varmıştır. Hizipçi olmayan hiçbir dernek görmedim. Başlangıcında
hizipçilikten uzak olsa da hizipçilik dişlerini ona ulaştırıp ısırıyor ve
eklemlerine kadar giriyor! Bütün dernekler hizipleşmiştir, ancak Allah’ın
rahmet ettikleri hariç ki, onlar da ne kadar azdır!.. Bu istisna ile
kastettiğim şudur: eğer bir kimse, herhangi bir dernekte hizipçi olmadığını
biliyorsa bana söylesin ki dernekler hakkındaki tavrımı değiştireyim!”
Şeyh Selim Hilali doğru söylemektedir, Allah onu hıfz eylesin
ve muvaffak kılsın. Bu durum da derneklerin batıl olduğunu göstermektedir.
Çünkü dernekleri temize çekmek için etrafında dönüp durdukları bu duruma da
delil getirememişlerdir.
İkincisi: Bu duruma göre; dernekler, sebep oldukları
kötülüklerle harama bir vesile olduklarından yasaktırlar.
Müceddid Şeyh Mukbil el-Vadiî rahimehullah şöyle demiştir:
“Dernekler Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem zamanında
yoktu. Lakin bize İslam düşmanları tarafından gelmiştir. Sonra müslümanlar
onları bu konuda taklit ettiler. Birçok derneklerde dine aykırılıklar vardır…
Evet, biz Allah’ın helal kıldığı bir şeyi insanlara haram kılamayız. Lakin
tuzağa düşmekten sakındırırız… Ey kardeşler! Bu dernekler ve yardım sandıkları
bir vesiledir, ama hizipçiliğe vesiledir, hizipçiliğe!..” Es’iletu Min Beni
Bekr Bi Yafa, yıl 1421)
Nitekim İbnu’l-Kayyım, İ’lamu’l-Muvakki’in’de aslı mubah
olsa dahi, harama götüren vesilelerin haramlığına dair doksan dokuz delil
saymış, bunlar arasında şunu da belirtmiştir:
“Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: “Ey iman edenler! Rainâ
demeyin, unzurnâ deyin.” Allah Subhanehu, maksatları hayır olsa dahi,
onları bu kelimeyi söylemekten yasaklamıştır. Ta ki bu sözleri, hitaplarında
Yahudilere benzeşme içermesin. Çünkü onlar bu kelimeyle Nebî sallallahu aleyhi
ve sellem’e hitap ediyor ve bununla raûnet’i “fâilâ” vezninde söyleyerek
hakaret etmeyi kastediyorlardı. Müslümanlar, benzeşme vesilesini engellemek
için bu sözü söylemekten yasaklanmışlardır. Böylece müslümanların başka
maksatla söyledikleri bu söz, Yahudilerin de Nebî sallallahu aleyhi ve sellem’e
söyleyebilmelerine vesile olmayacaktır.” (İ’lamu’l-Muvakki’in 3/137)
Yine şöyle der: “…Şeriat sahibi güzel kokuyu ihramlıya haram
kılmıştır. Çünkü o cinsel ilişkiye sebep olan bir vesiledir. Bunun ihramda
haram kılınması harama götüren vesileleri engelemedir.” (İ’lamu’l-Muvakkiin
3/141)
Yine şöyle der: “Vali, kadı ve aracı hediye kabul etmekten
yasaklanmıştır. Bu âlemdeki fesadın aslıdır ve işi ehli olmayana vermektir.
Hainlerin, zayıfların ve acizlerin yetki sahibi kılınmasıdır. Bu yoldan
Allah’tan başkasının bilemeyeceği birçok fesat girer. Bu sırf, hediyeleşme
âdeti olmayan kimselerin hediye kabul etmesi sebebiyle olmaktadır. Bu,
ihtiyaçların giderilmesinde bir vesile edinilmektedir. Bir şeye olan sevgi kör
ve sağır eder. Böylece onun katında ihtiyacı giderme arzusu hâkim olur,
kötülüğüne bağlı karşılık verir ve onun uygun olmayışına göz yumulur.”
(İ’lamu’l-Muvakiin 3/142)
Yine şöyle der: “Şüphesiz ki Nebî sallallahu aleyhi ve
sellem yollarda oturmayı yasaklamıştır. Bunun sebebi ancak harama bakmaya
vesile olmasından dolayıdır. Sahabe, bunsuz edemeyeceklerini söylediğinde: “Yolun
hakkını verin o halde” buyurmuş,
“Onun hakkı nedir?” dediklerinde ise:
“Bakışı kısmak, eziyet vermemek ve selama cevap vermektir”
buyurmuştur.” (İ’lamu’l-Muvakkiin 3/149)
Evet, şöyle denilebilir: “Vesileye mani olmak için yasaklanan
şey, ihtiyaç anında mubah olur”
Şeyhu’l-İslam İbn Teymiyye şöyle demiştir: “Vesileye mani
olmak için yasaklanan şey, ağır basan maslahat için mubah olur. Evlenmek için
talip olunan kadına bakmak, kadının daru’l-harpte zayi olmasından korkulması halinde
kadının mahremsiz yolculuk etmesi gibi. Mesela Umm Kulsum’un yolculuğu ve Aişe
radiyallahu anha’nın kafileden geri kalınca Safvan b. Muattal ile yolculuğu
gibi. Çünkü bunların yasaklanmasının sebebi ancak kötülüğe sebep olmasından
dolayıdır. Ağır basan bir maslahat bunu gerektiriyorsa kötülüğe götürücü
olmaz.” (Mecmuu’l-Fetava 23/186-187)
Lakin iyi düşünülürse, ilk durumda açıklandığı gibi, bırakın
ağır basan bir maslahat olmasını, derneğe aslında ihtiyaç bile yoktur.
Şeyhimiz Yahya el-Hacuri hafazahullaha şöyle soruldu: “Selefî
davet için bir kurum veya dernek kurmanın hükmü nedir? Çünkü ülkemizde bu kurum
veya dernek olmadan insanlar dönüp bakmıyor, hatta sapıklık daveti olmakla
itham ediyorlar. Nitekim bazı davetçiler bunun için dernek kurmuşlardır. Allah
size hayırlı karşılık versin.”
Şeyh Yahya hafazahullah şöyle cevap verdi: “Sana derim ki ey
kardeş! Mescidde ders ver. Sana gelen hayır ve sünnet üzere gelir. Yanında on
kişi kalsa bile sen kârlı sayılırsın. Vallahi sana on şahıs gelse, onlara Allah’ın
kitabını ve Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in sünnetini öğretsen, onlar
da Allah’a davetçi olarak çıkar ve sen kazanırsın. Çokluğu, velveleyi ve oradan
buradan ayak takımı toplamayı bırak. Herkes konuşur, herkes ister, herkes
arzular, herkes, herkes… Ey kardeş! Onların kendilerini senin tuttuğun yola
yönlendirmeleri gerekir.” (el-İfta 46-47)
Bu duruma göre derneklerin hükmü, önceki durumda ayrıntılı
açıklandığı gibi, eğer Allah’a yakınlaşma amaçlanıyorsa dernek bir bid’attir,
böyle değilse, bir haramdır.
Derneğin bid’at oluşunu destekleyen hususlardan birisi de,
din tarafından muteber olmayan şekilde adetlerle Allah’a yakınlaşmak istenilen
bir tür için kuruluyor olmalarıdır.
Nitekim Allame el-Elbani rahimehullah’ın el-Esale dergisinde
15 Safer 1415 hicri tarihli 55/2. Sayısında yayınlanan ve yine Kamusu’l-Bid’a
(349-350)’de geçen, başı traş etmenin hükümleri ile ilgili konuşmasında şöyle
demiştir:
“Hac ve umre dışında başı ibadet, dindarlık ve zühd için
traş etmek, mesela baş traşını abid ve dindarların şiarı kılmak veya bunu zühd
ve ibadetten saymak yahut başı traş etmeyi, etmemekten dindarlık ve zühd
bakımından daha faziletli görmek; bu konuda Şeyhulislam İbn Teymiyye şöyle
demiştir: “Bu bid’attir. Bunu ne Allah, ne rasulü emretmiştir. Ahmed ve diğer
din imamları katında da ne vaciptir, ne de müstehap. Sahabe, tabiin ve onlara
güzellikle uyanlardan kimse de böyle bir şey yapmamıştır.”
Delillerin genel kapsamına girse bile böyledir. Çünkü her
delil için üç kısım söz konusudur. İmam Şatıbi, el-Muvafakat’ta (3/252 vd.)
şöyle demiştir:
“Her şer’î delil için mutlaka önceki selefin devamlı olarak
veya çoğunlukla uygulaması vardır yahut da onunla çok az veya herhangi bir
vakitte amel etmişlerdir ya da onunla amel sabit olmamıştır. Bunlar üç
kısımdır:
Birinci kısım: Devamlı
ya da çoğu kez olarak kendisi ile amel edilmiş olması. Böylesi bir delili
kullanma ve onun gereği ile amel etme konusunda herhangi bir problem
bulunmamaktadır. Tâbî olunması gereken sünnet, takip edilmesi gereken doğru yol
budur. Delilin vücup, mendupluk ya da başka bir hüküm gerektirir olması
arasında bir fark yoktur. Meselâ, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem'in
sözlü beyanları yanında fiili ile taharet, her çeşidi ile farz ve nafile namaz
hükümlerini bildirmesi, şartları ile birlikte zekâtı açıklaması, kurban, akîka,
nikâh, talak, alış-veriş ve şeriatta yer alan diğer hükümleri söz, fiil ya da
takrir yolu ile açıklaması gibi. O’nun ve ondan sonra gelen ashabının uygulaması
da devamlı ya da çoğu kez, bu açıklamalar doğrultusunda meydana gelmiştir.
Genel olarak bu gibi yerlerde söz ile uygulama birbirine uygun düşmüş ve
herhangi bir şekilde çelişmemiştir. Böylesi bir durumda daha sonra gelen
ümmetin herhangi bir kayıt aranmaksızın bu tür delilleri kullanmaları ve
onların gereği ile amel etmeleri konusunda en ufak bir kuşku bulunmamaktadır.
Kim buna muhalefet eder ve ilk nesillerin amel ettikleri deliller doğrultusunda
amel etmezse, onun hakkında Hükümler bahsinde küllîliğin ve cüzîliğin dikkate
alınması konusundaki husus geçerli olacaktır. Oraya bakılsın. Burada tekrara
gerek duymuyoruz.
İkinci kısım: Nâdir
hallerde, ya da belli bir hal ya da zamanda kendisi ile amel edilen kısım. Bu
durumda bu kısımdan olmayan başka bir delil tercih edilmiş, devamlı ya da çoğu
kez o kullanılmış oluyor demektir. İşte o diğeri, tabi olunması gereken
sünnet, takip edilmesi gereken yol olmaktadır. Nadir olarak kendisi ile amel
edilen delile gelince, onun üzerinde durmak ve gereği doğrultusunda amel etmek
üzerinde düşünmek, daha yaygın ve daha çok amel edilen delil üzerinde sebat
göstermek gerekecektir. Çünkü ilk nesillerin o delile muhalif olan delil
üzerinde amelde devamlılık göstermeleri ya şer'î bir gerekçeden, ya da şer'î
olmayan bir gerekçeden dolayı olacaktır. Şer'î olmayan bir gerekçeden dolayı
olması ihtimali batıldır. Şu halde mutlaka şer'î bir gerekçeden dolayı onunla
amelde istikrar göstermiş olmalıdırlar. Durum böyle olunca nadir hallerde
istidlalde bulunulan delil ile amel etmek,—hakikatte bir tearuzdan söz edilmese
de — selefin amel için araştırdıkları mânâya ters düşmüş olur. Bu
durumda mutlaka onların araştırdıkları delili araştırmak ve onların üzerinde
devamlı olarak bulundukları delile uygunluk göstermek gerekecektir.
Üçüncü kısım: İlk
nesillerin hiçbir şekilde amel ettikleri sabit olmayan deliller. Bu kısım, bir
önceki kısımdan daha ciddî bir boyut arzeder. Orada geçen deliller aynısı ile
burada da öncelikli olarak geçerlidir. Sonra gelenlerin (müteahhirûn) kendi
kuruntularına bunları delil olarak kullanmaları asla yerinde değildir ve onlar
hiçbir şekilde delil olamazlar. Zira eğer delil olsalardı, sahabe ve tabiîn
nesillerinin değerlendirmelerinden uzak kalıp da şunların onu anlaması gibi bir
sonuç asla ortaya çıkmazdı. İlk nesillerin ameli, —terk de olabilir— delil
sanılan şeyin gereğine nasıl ters düşer ve onunla çatışabilir? Sonra gelen
nesillerin bu türden delillerle amel etmeleri, ilk nesillerin icmâına muhalefet
olmaktadır. İcmâa muhalefet eden her kim olursa olsun hatalıdır. Zira Muhammed sallallahu
aleyhi ve sellem’in ümmeti hata üzerinde görüşbirliği etmez. Onların üzerinde
bulundukları fiil ya da terk, sünnettir ve muteber bir durumdur, hidâyettir.
İnsan ya hata eder ya da isabet eder. İlk nesillere muhalefet eden kimseler
hata üzerindedir. Bu kadarı delil olarak yeterlidir. Âlimlerin hiçbir şekilde
amel etmedikleri zayıf hadisler de bu mesabede sayılmaktadır.”
Nitekim Şeyhulislam
İbn Teymiyye, selefin icmaına muhalefeti bid’atten saymıştır. O, bid’atçiyi
tarif ederken Mecmuu’l-Fetava’da (8/420) şöyle der:
“İnsanların sözlerinin
veya fiillerinin kadîm olduğunu söyleyen kimse kitap ve sünnete, ümmetin
selefinin ve imamlarının icmaına muhalet eden bir bid’atçidir.”
İmam Şatıbî,
Fetava’sında (s.250) şöyle demiştir: “Salih selef’in üzerinde bulunmadığı
hiçbir şey dinden değildir. Nitekim onlar hayır konusunda şunlardan daha hırslı
idiler. Şayet bunda bir hayır olsaydı onlar elbette yaparlardı. Allah Teâlâ
şöyle buyurmuştur:
“Bugün sizin için
dininizi kemale erdirdim.” (Maide 3) Malik b. Enes şöyle demiştir:
“O gün dinden olmayan
bugün de dinden olamaz.”
Şeyh el-Elbani
rahimehullah Ahkamu’l-Cenaiz’de (1/232) şöyle demiştir: “Kabirler üzerinde
kandiller yakanlar – iddialarına göre - bununla ancak Allah Teâlâ’ya
yakınlaşmayı amaçlıyorlar, orada kalanları veya ziyaretçileri aydınlatmayı
amaçlamıyorlar. Gün ortasında güneş dururken, aydınlatmak için bunu yapacak
değiller! Bu yüzden bu bir sapıklık bid’atidir.”
Şeyhulislam İbn
Teymiyye şöyle demiştir: “Bu bilinip özen gösterilmesi gereken önemli bir
esastır; Mubahlar ancak mubahlık için mubah kılınmışlardır. Ama onu vacip veya
mustehap edinmek Allah’ın meşru kılmadığı bir din koymak olur. Vaciplerden ve müstehaplardan olmayan bir
şeyi, haramlardan olmayan bir şey menzilesinde kılmaktır. Allah’ın haram
kıldığından başka haram yoktur ve Allah’ın meşru kıldığından başka din yoktur.
Bu yüzden Allah Teâlâ’nın izin vermediği şeyleri din koyanları ve Allah’ın
haram kılmaya izin vermediği şeyleri haram kılanları Allah’ın Kur’ân’da
kınaması büyük olmuştur. Mubahlar hakkında böyle olduğuna göre mekruhlar ve
haramlar hakkında durum nasıl olur?! Bunun için bu meseleler adak ile bağlayıcı
kılınamaz. Şayet kişi mubah, mekruh veya haram bir şeyi yapmayı adasa, onu
yapması vacip olmaz. Nitekim eğer Allah’a itaat etmeyi adamışsa itaat eder.
Hatta onu yapmadığı zaman Ahmed ve başkalarına göre yemin keffareti vermesi
gerekir. Diğer bazılarına göre ise ona bir şey gerekmez. Taat ve ibadet olmayan
bir şey adak sebebiyle taat ve ibadet haline gelmez.
Bunun benzeri, tıpkı
Fütüvvet ehlinin ve silah atışçılarının ahitleri gibi, insanların belli bir
şeyhin tarikatına bağlayıcı kılmak için yaptıkları ahitlerdir. Bu gibi şeyler
kişiyi dinî olarak bağlayıcı kılmaz. Allah’a itaat ancak Allah’ın dininde
Allah’a ve rasulüne itaat olarak din kılınanlardır. Lakin bu sözden
dönüldüğünde o kimsenin üzerine keffaret gerekebilir. Bu yüzden birçok kimseye
kendisinden tarikatine bağlanmak için ahid aldığı kimseden ayrılıp tercihe daha
layık birine geçmesi veya türlü bid’atler içerenden, ondan daha hayırlı olan;
Allaha ve rasulüne itaat edilen, kitaba ve sünnete ittiba edilen başka bir
tarikate geçmesi emredilmiştir. Müslümanlar,
bir kimsenin, Allah ve rasulü sallallahu aleyhi ve sellem’den bir emir
olmadıkça, herhangi bir amel hakkında; onun yakınlık, taat ve iyilik olup, Allah’a
götüren vacip veya müstehap bir yol olduğunu söylemesinin veya böyle
inanmasının caiz olmadığında ittifak etmişlerdir. Böyle bir şey ancak
delillerle bilinebilir. Ümmetin ittifakıyla vacip, müstehap veya bir yakınlık
sebebi olmadığı bilinen bir şeyin yakınlık ve taat olduğuna inanmak veya böyle
söylemek caiz olmadığı gibi, aynı şekilde ümmet, bu amelle Allah’a yakınlaşmayı
amaçlamanın caiz olmadığında, onunla ibadet edilemeyeceğinde ve din
edinilemeyeceğinde de ittifak etmişlerdir. Bu ameli işlemek iyilik değildir ve
onu ne itikad olarak, ne söz, ne amel ve ne de irade olarak dinden kılmak da
caiz değildir. Bu kaidenin ihmal edilmesi sebebiyle âlimlerden ve abidlerden
birçok kimseler yanlışa düşmüşlerdir. Bir şey haram değilse o yasaklanamaz,
bilakis; o caizdir denir. Onu din, taat ve iyilik edinmek ile sırf mubahtan
ibaret şeyleri kullanmanın arası ayırt edilmeden söylenir. Bilindiği gibi onun
itikad olarak, söz olarak veya amel olarak din edinilmesi en büyük haramlardan
ve en büyük kötülüklerdendir. Bu, masiyet ve kötülük olduğu bilinen günahlardan
daha büyük olan bid’atlerden ve münkerattandır.” (Mecmuu’l-Fetava 11/450)
Derneklerin Dinde Sonradan Çıkarılan
(Muhdesat’tan) Oluşunun Beyanı
Allame Mukbil b. Hadi
el-Vadiî, 10 Safer 1420 tarihinde kaydedilen el-Garatu’ş-Şedide Ala
Cem’iyyeti’l-Cedide adlı kasetin 1. Yüzünde şöyle demiştir:
Soru: “Birisi; davet
derneklerini kurmayı gerektirecek sebep Nebî sallallahu aleyhi ve sellem
zamanında mevcut idi ve kurulmasına da bir engel yoktu. Bu yüzden bunu Nebî sallallahu
aleyhi ve sellem’den sonra kurmak muhdesattan (dinde sonradan çıkarılan
işlerden) sayılır” derse, bu söz doğru mudur?”
Cevap: Allah’a hamd
olsun. Allah’ın salatı nebimiz Muhammed’e, âline, ashabına ve onları dost
edinenlerin üzerine olsun. Şehadet ederim ki Allah’tan başka ibadete layık hak
ilah yoktur. O birdir, ortağı yoktur. Yine şehadet ederim ki Muhammed O’nun
kulu ve rasuludur. Bundan sonra:
Sorulan sorunun
açıları vardır. Bizler eskiden beri dernekleri terk etmenin, bunların var
olmasından daha hayırlı olduğunu söylemekteyiz. Çünkü Nebî sallallahu aleyhi ve
sellem ve ashabı mala bizden daha çok muhtaç idi. Hatta onların ihtiyaçları
bizden çok daha fazla idi. Bununla beraber onlar dernek kurmadılar.
Faziletli şeyh Rebi b.
Hadi (Şeyh Hasen b. Kasım’ın es-Sihamu’l-Vadiiyye s.55’te naklettiğine göre)
davetin yayılması ve bu sebeple fırkalaşmayı engelleyecek en sağlam maslahat
nedir sorusuna cevap olarak şöyle demiştir:
“Şüphesiz selef bu
dini yaydılar ve iyilik ve takva üzere yardımlaşarak dünyayı feth ettiler.
Onlar cihad hususunda mallarıyla ve canlarıyla yardımlaşıyorlardı. Batıdan
alınmış düzenler yoluyla değil!”
Şeyhulislam İbn
Teymiyye el-İktida’da (1/295) şöyle demiştir: “Gerektirici sebebi bulunmasına
ve engelleyici bir mani bulunmamasına rağmen selef bunu yapmamıştır. Şayet
bunda hayır olsaydı ve o sırf hayırdan ibaret olsaydı ya da tercih edilecek bir
şey olsaydı elbette selef bunu yapmaya bizden daha hak sahibi idi. Zira onların
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’e sevgileri ve saygıları bizden daha
fazla idi ve hayır konusunda daha hırslı idiler.
Ona sevgi ve saygının
kemali O’na tabi olmak, itaat etmek ve emrine uymakla, sünnetini batınen ve
zahiren ihya etmekle, O’nun getirdiği şeyleri yaymakla, bu konuda kalp, el ve
dil ile cihad etmekle olur. Şüphesiz Muhacir ve Ensar’dan ilk öne geçenlerin ve
onlara güzellikle uyanların yolu budur.”
Şeyhimiz Yahya
el-Hacurî hafazahullah şöyle demiştir: “Ey kardeş! Geçmiş zamanlarda dernekler
nerede? Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in zamanında var mıydı? Haklar o
zamanda sahiplerine ulaşmıyor muydu? Yoksa bunları sonradan çıkma dernekler mi
yerine getirmeye başladı? Şahit olan burada olmayana ulaştırsın: Bu
öfkelendirici söz hususunda bizimle o kimse arasında Allah’ın kitabı ve
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in sünneti vardır. Rasûlullah sallallahu
aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
“Kim şu işimizde
ondan olmayan bir şey ihdas ederse o reddedilir.” Bunun (derneğin)
gerektirici sebebi Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem zamanında mevcut idi.
Onu servet sahibi olan Osman b. Affan ve Abdurrahman b. Avf ile bir grup sahabe
radiyallahu anhum yapmadılar. Diğerleri fakirler idiler. Mesela Ashabu Suffe
gibi. Onlar: “Dernekler ve yardım sandıkları kurun” demediler. Ümmetin durumu
ancak öncekilerinin ıslah olduğu şeyle ıslah olur. İnsanlar derneklerin çokluğu
ile bizi korkutamazlar. Bâtıl ne kadar çok olursa olsun yine batıldır. Çokluğu
ve yaygın oluşu bâtılı temize çıkaramaz. Bilakis batılın çoğalması ancak şerri
ve zararı artırır.
Eğer: “O zaman mani
vardı. Zira aslen onlar bunu (derneği) bilmiyorlardı. Çünkü bu yeni bir adettir”
denilirse,
Cevap: Resmilik ve
devlete kayıt olması bakımından doğru. Ama davet gayesiyle üyelerden oluşan bir
grup olması bakımından selefin zamanında böyle bir grubun bulunmasına mani
yoktu. Onların böyle bir şey yaptıkları sabit olmuş mudur? Veya onların
resmiyet ve devlete kayıt ve daha başka mükellefiyetleri bilselerdi bunu
yapacaklarını mı zannediyorsunuz?
Şeyhimiz Yahya
el-Hacuri hafazahullah el-İfta’da (s.66) şöyle demiştir:
Soru: “Selefi
davetçilere davetin korunması ve davetçilerin sözbirliği yapmaları için bir
rabıta (birlik) kurmanın hükmü nedir? Allah size hayırlı karşılık versin.
Cevap: Buna gerek
yoktur. Rabıtatu’l-İslamiyye, Rabıtatu’l-Alemi’l-İslami adı da verilen ihvancı
bir kuruluştur. Bizi birbirimize bağlayan şey ise kitap ve sünnettir. Nebî
sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
“Mümin, diğer
mümine karşı birbirini destekleyen bina gibidir.” Allah Teâlâ şöyle
buyurur:
“Müminler ancak
kardeştirler.” (Hucurat 10) Nebî sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurur:
“Allah’a olan borcu
ödemek daha öncelikli ve Allah’ın şartı daha sağlamdır.” Yine şöyle
buyurur:
“Biriniz kendisi
için istediği şeyi kardeşi için de istemedikçe iman etmiş olmaz.” Rabıta
(bağlayacak unsur) İslamdır. Selefimizin zamanına mevcut olmayıp da sonradan
çıkma olan şu rabıtalara ihtiyaç yoktur.”
Şayet şöyle denilirse:
“Bazı âlimler şu şartlarla derneklerin mubah olduğuna fetva veriyor:
1- Rabbani âlimlerle
irtibatlı olmak ve onların önünde değil, arkasından giderek çalışmak
2- Bu işleri yerine
getirenlerin dine aykırılığa düşmemek için şer’î ilimlerden bol nasipli
olmaları.
3- Başkanlık ve şahsi
menfaat arzusundan, dünyalık tamahlardan uzak temkin sahibi olmak, bununla
beraber söz ve fiillerde, vela ve berâ, sevgi ve nefret hususunda dindar
hareket etmek, bu isimleri sadece bir vesile görmek.”
Eğer
bu görüş alınacak olursa, dernekte bu şartların yerine geldiğini biliyor
musunuz? Haydi getirin!
Lakin bunu asla
bulamazlar. Bu dernekçilerin lehlerine değil, aleyhlerinedir. Çünkü bu mesele
tamamen farazidir. (Sayılan şartlar gerçekleşmeyen kurgulardan ibarettir.)
Dernekler Hakkında Üçüncü Durum:
Derneklerde dine
aykırılık bulunması ayrılmaz bir zorunluluktur. Hatta derneklerde zorunlu
olmayan aykırılıklara da düşülmektedir. Bu ise önceki durumlardan daha
şiddetlidir. Çünkü bu aykırılık, bu derneklerin varlığından meydana gelen
neticedir. Birinci durumda ayrıntılı açıklandığı gibi, bu aykırılıklar
sebebiyle dernek haram olmaktadır.
Şeyhimiz Yahya
el-Hacuri hafazahullah şöyle demiştir: “Dernekler ruh taşıyan canlıların
suretleri fitnesine, dilenmeye, iffetsizliğe, zenginler yanında vakit kaybına
vs. düşmüşlerdir. Kim bunlarla meşgul olursa dini ilimlerden uzaklaşır, dünya
ile fitneye düşer ve hizipçilerden olur. Hatta gruplaşma ehlinin yuvaları
haline gelirler. Kendisini dernek fitnesine düşüren selefî bir âlim bilmiyorum.
Nitekim bu hizipleşenlerin işidir. Bu (dernek) bir şer sayılır. Çünkü türlü
masiyetler üzerine kurulmaktadır. Allah Azze ve Celle şöyle buyurur:
“Binasını
Allah korkusu ve rızası üzerine yapan kimse mi daha hayırlıdır, yoksa yapısını,
çökmeye yüz tutan bir vadi kenarına yapıp da onunla birlikte cehennem ateşine
yuvarlanıp giden kimse mi?” (Tevbe 109) Bu derneklerden uzak durulmasını
nasihat ederiz. Dernekler bozuktur ve bozucudur. Bu dernekler ancak selefî
davete karşı harp etmek ve parçalara ayırmak için yaygınlaştırılmıştır.”
Benzerini Allame Useymin şöyle misal veriyor: “Şayet burada
ıslahatçıları olmayan askeri bir kıta olsa ve insanlara dinlerinin hükümlerini
öğretseler, bir kimseye sakalını kesmedikçe bu mekânda görev vermeseler,
sakalımı kesip bu mekânda Allah’a davet edebilir miyim, yoksa onları tamamen mi
terk etmeliyim?
Cevap: Onları tamamen terk et. Çünkü Allah Teâlâ şöyle
buyurur:
“Onları hidayet etmek sana düşmez. Lakin Allah dilediğini
hidayet eder.” Yine Allah Azze ve Celle şöyle buyurur:
“Rabbinin yoluna hikmet ve güzel öğüt ile davet et.”
Allah’a isyan ederek Allah’a davet etmek mümkün değildir. Sen sakalını kesersen
günaha girersin. Onları hidayet etmek ise senin elinde değildir. Maslahat
zannederek nice sakalını kesen bu maslahatı asla gerçekleştiremez. Böylece
gerçekleşmeyen bir maslahat için mefsedeti gerçekleştirmiş olur.” (Şerhu
Manzumeti Usuli’l-Fikh 137)
Bu durumda ısrar
eden, Allah Teâlâ’nın şu ayetini hatırlasın: “Yoksa (makbul olan) tövbe,
kötülükleri işleyenlerin, sonra içlerinden birine ölüm geldiği zaman da, “işte
şimdi tövbe ettim” diyenlerin ve kâfir olarak ölenlerin tövbesi değildir. İşte
böyleleri için biz, elîm bir azâb hazırladık.” (Nisa 18)
Allame es-Sa’dî, tefsirinde şöyle mana vermiştir: “Günah
işlediği anda o günahından ayrılmaya acele eden, Allah’a yönelip pişman olanın
tevbesini muhakkak ki Allah kabul eder. Günahında devam eden veya ayıbında
ısrar eden, tâ ki bunlar kendisinin köklü bir sıfatı haline gelen kimse ise tam
olarak tevbe edemez. Genellikle bu kimse, sebep olduğu şeylerden dolayı tevbeye
başarılı kılınmaz. Tam bir bilgi ve yakini olmasına rağmen kötülüğü işleyen,
Allah’ın kendisini görüyor olmasını önemsemeyen kimse, kendisine rahmet
kapısını kapamış demektir.
Evet, Allah günahlarda kasıt ve yakin ile ısrar eden bir
kulunu da tam bir tevbeye muvaffak kılabilir. Bu durumda geçmiş kötülükleri
silinir. Lakin rahmet ve başarı ilk bahsedilen kişiye daha yakındır. Bu yüzden
ayetin sonu şöyle biter: “Allah alîm ve hakîmdir”
Tevbesinde sadık olanı ve yalancı olanı bilmesi O’nun
ilmindendir. Her birine hak ettiğini vermesi de hikmetindendir. Hikmetini ve
rahmetini gerektiren şeye muvaffak kılınan, tevbeye muvaffak kılınır. Hikmetini
ve adaletini gerektiren şey ise onun buna muvaffak kılınmamasıdır. Allah en iyi
bilendir.”
Özellikle davet adı altında bu münkerlere düşülmektedir.
Allah Teâlâ şöyle buyurur:
“Ey îman edenler! Yapmayacağınız şeyi yapacağınızı niçin
söylüyorsunuz? Yapmayacağınız şeyi yapacağınızı söylemeniz, Allah katında suç
olarak çok büyüktür.” (Saf 2-3)
Allame es-Sa’dî tefsirinde şöyle demiştir: “Yani neden hayrı
söyleyip ona teşvik ediyorsunuz ve bazen bununla övünüyorsunuz. Hâlbuki siz onu
yapmıyorsunuz. Kötülükten yasaklıyor ve bazen kendinizi ondan temize
çekiyorsunuz. Hâlbuki sizler onu işleyerek kirlenmişsiniz ve onunla
vasıflanmışsınızdır.
Müminlere bu çirkin hal yakışır mı? Yoksa kulun yapmadığı
şeyi söylemesi Allah’ın katında öfkeyi büyütmez mi? Bu yüzden iyiliği emreden
kimsenin onu işlemede insanların en önde geleni olması gerekir. Kötülüğü
yasaklayan kimsenin o kötülükten insanların en uzağı olması gerekir. Allah
Teâlâ şöyle buyurmuştur:
“İnsanlara iyiliği emredip kendinizi unutuyor musunuz?
Halbuki kitabı okuyorsunuz, hiç akletmiyor musunuz?” Şuayb aleyhi's-selâm
kavmine şöyle demiştir:
“Ben, size men ettiğim şeyleri yaparak size muhalefet
etmeyi istemem.” (Hud 88)
Şeyhimiz Yahya el-Hacuri hafazahullah şöyle demiştir: “Davet
için müesseseler kurmak muhdesattan (dinde sonradan çıkarılan) şeylerdendir.
Geçmiş zamanlarda Sufyan es-Sevrî Derneği, İbnu’l-Mubarek vakfı, falan derneği
ve filan vakfı asla yoktu. Onlar: “Davet, söz, görüş, görüş sahiplerinin
medresesi, dâr (ev)” ve buna benzer şeyler diyorlardı.” (19 Ramazan 1428
tarihli ses kaydı.)
Müesseselerde Asıl Olan Hüküm Nedir?
Bir topluluk bu soruyla
itiraz etti. Hakikatte bu onlara göre kendilerini temize çıkaran en büyük
unsurdur. Bu, dernek kelimesinden daha mücmel (kapalı) bir lafızdır. Çünkü
müessese kelimesi şirket hakkında da kullanılan bir kelimedir ve dernekler için
şirket ile delil getirirler. Bununla beraber her birinin hükmü farklıdır.
Şeyhimiz Allame Yahya
el-Hacurî hafazahullah şöyle demiştir: “Sizler bununla tabir ediyorsanız dernek
deyin, müessese kelimesini bırakın. Bu ucu açık bir kelimedir. Dernek ise
dernek denir. Şirket ise onda arabalar, dükkânlar, çantalar vb. satan insanlar
ortaklık kurarlar. Buna şirket demekte sakınca yoktur ve onun bir muessese
olduğu söylenir. Genellikle bu ismi dernek hakkında da kullanıyorlar. Böylece
meseleyi karışık hale getirmek istiyorlar. “Muessese hakikatte bir dernektir”
diyorlar. Bununla şeklini süslemek istiyorlar. Dernek; bereket olmayan bir
harekettir.” (s.13-14)
Bu topluluk ne kadar da
uzak! Cemre ile temreye misal vermek istiyorlar. (hurmayı ateş koruna misal
getiriyorlar.)
Geçen açıklamalardan
derneklerin ve davet müesseselerinin hükmünün bütün yorumlara göre haram olduğu
anlaşılmıştı. Caiz olmasının ise şartları vardır. Bu şartlar ise pratik değil,
teoriktir. Zihinde istenen şey hayal edilebilir, hatta zıtlıklar ve imkânsız
olanlar dahi bir araya getirilebilir. “el-Fakih b. Hanifeti’l-Abidin el-Cezairi
el-Muaskeri” adlı şahsın bir makalesinde derneklerin Allah Azze ve Celle’ye
davet vesilelerinden olduğunu belirttiğini gördüm. Orada müstakil olarak yazara
reddedilmesi gereken bazı sözler vardı, lakin bunlar tahkik edildiğinde şu
hususların dışına çıkmaz:
1- Apaçık ayetleri ve
sahih hadisleri delil getiriyor lakin bu deliller onun maksadını desteklemiyor.
Bu naslar ancak kitap, sünnet ve ümmetin selefinin anlayışına uygun olan meşru
yardımlaşma hakkındaki naslardır.
2- İlimsiz olarak
konuşuyor. Bunlardan bir örnek: dernekler kurmayı şöyle diyerek vacip görüyor: “Bu
islahı kolaylaştırmak için dernek kurma hususunda çalışmak vaciptir.”
Bu söz Allah Azze ve
Celle hakkında ilimsizce söz söylemektir. Allah Azze ve Celle’nin vacip
kılmadığı bir şey ümmete nasıl vacip olabilir?! Bilakis bu, daha önce
açıklandığı gibi Allah Azze ve Celle’nin dinine aykırıdır.
Allah Teâlâ şöyle
buyurmuştur: “De ki: “Rabbim, ister açığı olsun, ister gizlisi olsun,
ancak kötülükleri, günâhı, haksız yere başkaldırmayı, hakkında hiçbir delil
indirmediği bir şeyi Allah'a ortak kılmanızı ve Allah'a karşı bilmediğiniz
şeyleri söylemenizi haram kılmıştır.” (A’raf 33)
3- Derneklerin davet
vesilelerinden olduğunu söylemek rabbimiz Azze ve Celle’nin kitabından, Nebimiz
sallallahu aleyhi ve sellem’in sünnetinden veya salih selefimizin icmaından bir
delile muhtaçtır. Hatta tek bir sahabe bunu söylese de ona muhalefet eden
olmasa yeter. Bütün bunlar, derneğin vacip olmadığı hususunda sözü noktalar.
Bilindiği gibi derneklerin kurulmasını gerektiren sebep mevcut olmasına rağmen Nebî
sallallahu aleyhi ve sellem bunu yapmadığı gibi sahabelerinden de kimse
yapmamıştır. Bu da bunu yapmanın bir bid’at olduğunu göstermeye yeter. Davet
vesileleri tevkifidir. Bunu “el-Mebhasu’l-Bedî Fi Esbabi ve Asari ve Hulûl
et-Temeyî’” adlı kitabımda açıkladım.
Yine derneklerin
kolaylaştırıcı bir kanun olduğunu belirtmiştir. Evet, o uydurma bir kanundur.
Sahiplerinin bankalara para yatırmalarını, seçimlere katılmalarını, ruh taşıyan
canlıların resimlerini çekmelerini ve daha başka şeyleri kolaylaştırır!
Uydurulmuş beşeri kanunları gözetmek caiz değildir ve kabul de edilemez. Kitap
ve sünnette bu konuda birçok deliller vardır. Allah Azze ve Celle şöyle
buyurur:
“Kendilerine
okunan Kitab'ı sana indirmiş olmamız, onlara yetmedi mi? Bu kitap'ta îman eden
bir kavim için, muhakkak ki bir rahmet ve bir öğüt vardır” (Ankebut 51)