Sözlerin en doğrusu Allah'ın kelamı, yolların en hayırlısı Muhammed Aleyhisselam'ın yoludur. Dinde her sonradan çıkarılan şey bidattir.Her bidat sapıklıktır ve her sapıklık da cehennemdedir (Muslim no: 867)

Duâ

Duâ

Daru's-Sunne Neşidler

26 Ocak 2016 Salı

Dernek Bid'atine Ayrıntılı Reddiye

Dernekler Meselesi
Şeyh Abdulhamid el-Hacurî Hafazahullah.
Tercüme: Ebu Muaz
(Şeyh Mukbil rahimehullah’ın öğrencilerinden Şeyh Abdulhamid el-Hacurî hafazahullah’ın; El-Edilletu’l-Vadihat ve’l-Akvalu’l-Beyanat Fi Hukmi Tasviri Zevati’l-Ervah ve’l-İhtilat vel-Cem’iyyat adlı risalesinden derneklerle ilgili bölümün tercümesidir. Şeyh Abdulhamid el-Hacuri kitap, risale ve kasetlerini terceme edip yayınlamam konusunda izin vermiştir.)
Dernekler Yahudilerin müslümanları bölmek ve Allah Azze ve Celle’nin yolundan alıkoymak için kurduğu desiselerdendir. Bu derneklerden bilindiği gibi, derneklerde bulunan münkerlere ve aykırılıklara karşı çıkmaya güç yetirilememektedir.
Daveti bölüp parçalamak için İhyau’t-Turas derneğinin kurulduğundan; “el-Mebhasu’l-Bedî” adlı kitabımda bahsetmiştim. Orada dedim ki:
Bu nizam çerçevesinde müslümanlara olan şey; pekçok mallar üzerine dayalı hizipçi derneklerin yaygınlaşmasıdır. Nebî sallallahu aleyhi ve sellem bunu haber vererek şöyle buyurmuştur:
Muhakkak her ümmetin bir fitnesi vardır. Ümmetimin fitnesi ise maldır.” Bunu Tirmizî (2336) Ka’b b. Iyaz radiyallahu anh’den rivayet etmiştir. Böylece kullar ve beldeler çatlamış, davetler bölünmüş, hizipler ortaya çıkmış, şer ve bela meydana gelmiştir. Nasihatçi âlimler ve ıslahatçı davetçiler bu düşüklüğe karşı bağırmış, öğütler vermiş, te’liflerde bulunmuş ve sakındırmışlardır. Bu derneklerin zararı en şiddetli olanı ve tehlikesi en büyük olanı İhyau’t-Turas derneğidir. Bu dernek bir beldeye girdi mi mutlaka o ülkenin davetçilerini fırkalara böler. Onun davetçilere karşı durumu tıpkı hükümetlerle devlet bankaları gibidir. Bu yol ile hükümetler fakirleşir, faiz yaygınlaşır, geçim sıkıntıları baş gösterir. Aynı şekilde davetçilere mallar ulaşır ve ilimden ilgisiz kalırlar, amelleri azalır, saygınlıkları gider, tutkunluk azalır, vela ve bera (dostluk ve düşmanlık) ile meclisler sırf dinar ve dirhemler için olur.
(mütercimin notu: Şeyh Abdulhamid el-Hacurî’nin bu sözlerini Türkiye’deki selefî davetin başına gelenler de doğrulamaktadır. İhyau’t-Turas ile paslaşarak Türkiyede “Cennete Davet” adı altında seminerler düzenleyen ve bu organizasyona katılanlar paramparça olmuş, Kur’ân ve sünnet ile amel etmek isteyen müslümanları bölüp, onları Allah’ın yolundan alıkoymuşlardır. Allah Azze ve Celle’nin dinine video, fotoğraf, ihtilat (kadın erkek karışıklığı), dernekler, demokratik seçimlerde oy kullanma vb. gibi türlü muhalefetler sergilenmiştir.)
Şeyh Mukbil rahimehullah’ın nice seçkin talebeleri, fasih hatipleri, müellif ve âlimlerine bu fitne girmiş, birlikleri dağılmış, Hikmet derneği ve İhsan derneği onları fırkalara bölmüştür. Mısır ve Sudan’da, araplarda ve acemlerde bu bölünmeler meydana gelmiştir. İnna lillahi ve inna ileyhi raciun.
İmam Mukbil el-Vadiî rahimehullah Tuhfetu’l-Mucib’de (s.171) 6. Soruya şöyle cevap vermiştir:
“Abdurrahman Abdulhalık’ın elde ettiği en büyük şey; Ehl-i sünneti ve Allah’a davet edenleri bölmesidir. Onları fikirleriyle değil, parasıyla aldattı. Kuveyt’ten Endonezya’ya atladı, sonra Mısır’a, sonra Birleşik Arap Emirliklerine… Ben diyorum ki: Malları İhyau’t-Turas derneğine teslim etmek bir hatadır. Çünkü onlar Ehli Sünnetin söz birliğini dağıtmak için ve Cidde ile Sudan’da Sünnet ehlini bölmek için bunları kullanıyorlar.
Yemen’de zayıf bir topluluğu fikirleriyle değil, dinarlarıyla aldattı. Kuveyt’li Selefî gençler, İhyau’t-Turas derneğinin Yemen’deki bu silik kimselere büyük mallar infak ettiğini müjdelediler. Bununla beraber onların ölü davetinin bir etkisi olmadı.
Başka bir yerde (s.177) 9. Soruya cevap verirken şöyle demiştir: “İhvanu’l-Muslimin ve İhyau’t-Turas derneğinin kardeşlerini bıraktığımızda onların üzerinde bulundukları şey hizipçiliktir.”
(s.199)’da şöyle der: “Yemen’deki Ehl-i Sünnet’in söz birliği dağılmıştır. Yemen’deki; Abdulmecid er-Rimî ve Muhammed el-Beydanî gibi bazı sünnet ehli ve onlara tabi olanlar, Muhammed Sürur’un takipçileri haline geldiler. Muhammed el-Mehdî ve Hikmetu’l-Yemaniyye derneğindeki bazı sorumlular, İhyau’t-Turas derneğinin takipçileri oldular. Zannederim ki bu onların aralarında ağzın her iki tarafından şurdan burdan yemek için bir siyasettir.”
(s.200)’de şöyle der: “İhyau’t-Turas derneği Suudi Arabistan’daki ve Sudan’daki sünnet ehlini bölmüştür. Hatta onlar; Muhammed Haşim el-Hediyye gibi, “Abdurrahman Abdulhalık’ın takipçileri” olarak anılırlar. Nitekim daveti Kuveyt dinarları karşılığında satmışlardır.”
Şeyh Yahya el-Hacuri hafazahullah, el-Kenzu’s-Semin’de (5/35) şöyle demiştir: “İhyau’t-Turas derneği hizipçi bir dernektir. Malları bankalardadır. Onlarda seçimler vardır, ruh taşıyan canlıların suretleri vardır, selefilere karşı hizipçilere destek olma vardır ve daha başka şeyler… Derneklerde olduğu gibi Müslümanları bölen ve onları gruplaşmaya, ihtilafa ve günahlara düşüren fitnelerden sakındırmak gerekir. Hamd Allah’adır.”
Burada, Allah Azze ve Celle’den başarı isteyenler için derneklerin hükmü hakkında özet açıklama sunacağım. İnat etmek isteyene gelince, ona bir çare yoktur.

Dernek (Cemiyet) Kelimesi Mucmel (Kapalı) Bir Kelimedir

Derneğin Tarihi

Şüphesiz Yahudilerin zehirli fikirlerini yaymak için hazırladıkları vesilelerden en önde geleni masonluktur. Hatta Türkiye’de İttihad ve Terakki Cemiyeti ile başarı sağladılar. Bu cemiyet (dernek) 1889 miladi (hicri 1316) yılında İslami Osmanlı hilafetini yıkmak içn kurulmuştur. Cemiyetin birçok şubeleri arap vilayetlerinde idi.
Cemiyet (dernek) kâfirlere benzemektir ve bu haramdır. Çünkü kâfirlere benzemek hususunda pekiştirilmiş yasak gelmiştir. Bu büyük fitneden sakındırmaya dair delilleri; “el-Edilletu’r-Radiyye Libeyani Hukmi’d-Demokratiyye” adlı kitabımda açıkladım. Derneklerin kâfirlere benzeme olmadığını iddia edenler için burada bunun yasaklanma yönünü açıklayacağım.
Not: Benzeşme iki durum üzere olur: Kâfirlere has; ibadet veya adet olan hususlarda.
Şeyhulislam İbn Teymiyye, İktidau’s-Sirati’l-Mustakîm’de (1/423) şöyle der: “Diğer bir esas şudur: İbadet veya adet olan hususlarda yahut her iki hususta birden benzeşme bu ümmette bid’at olarak sonradan çıkan işlerdendir.”
Bu dinlerinde ihdas ettileri şeylerdendir.
Es-Suyutî, “el-Emru bi’l-İttiba ve’n-Nehyu Ani’l-İbtida’da (1/14) şöyle der: “Bizim dinimiz ile nesh edilmiş (hükmü iptal edilmiş) olan hususlarda onlara uyum göstermek çirkindir. Bundan daha da çirkini; onların uydurdukları ibadetler ve âdetlerdir. Zira bu kâfirlerin çıkardıkları şeylerdir. Müslümanların bu konuda onlara uyum göstermeleri en büyük münkerlerdendir.”
Şeyhu’l-İslam İbn Teymiyye, İktidau’s-Sirati’l-Mustekim’de (1/179-180) şöyle der: “Üçüncü kısma gelince; Onların çıkardıkları ibadetler veya adetler veya her ikisidir. Bu daha da çirkindir. Çünkü şayet bunu müslümanlar çıkarmış olsa çirkindir. Peki ya hiçbir nebinin asla meşru kılmadığı bir şey ise nasıl olur? Bilakis bunu kâfirler uydurmuşlardır. Onlara zahiren uyum göstermek çirkinliktir. Bu bir esastır.”
Buna göre, derneklerin çoğunun sahipleri bu türediyi “davet için” maskesiyle gizliyorlar. Davet bir ibadettir. Bu konuda Allah Azze ve Celle için ihlas ve Nebî sallallahu aleyhi ve sellem’e ittiba şart koşulur. Rasulümüz sallallahu aleyhi ve sellem bizi gecesi ile gündüzü eşit aydınlıkta olan parlak bir yolda bıraktı. Müslümanlar da nesilden nesile davet hususunda bu yolda yürümeye devam ettiler. Kitaplar telif edildi, âlimler çıktı. Peki, neredeyse bir tek hadisi dahi anlayamayan bu kimselere ne oluyor? Allah Azze ve Celle kerim kitabında ne diyor bak:
Allah’ın izniyle O’na davetçi ve aydınlatıcı bir kandildir.” (Ahzab 46)
Şeyhulislam şöyle dedi: “Kim Allah’tan başkasına davet ederse şirk koşmuş olur. Kim de O’nun izni olmadan davet ederse bid’at işlemiş olur.”
Bu fikri alan ve müslümanların ülkelerinde yaygınlaştıran kişi Mason Cemaleddin el-Efgani ve benzerleridir. Bunu müslümanların ortasında yaydı, ondan da öğrencisi Muhammed Abduh aldı, sonra Muhammed Abduh’a öğrencisi Reşid Rıza tabi oldu.

Cemiyet/Dernek’in Tanımı:

* Birden fazla şahısların, bilgi alışverişi ve ortak çalışma amacıyla devamlılık üzere bir araya gelmeleri demektir. Kazancın paylaşılması amacı güdülmeyen bir gaye için toplanırlar. (Mevsuatu’l-Muyessera Fi’l-Edyan ve’l-Ahzabi’l-Muasira) Kaynak: en-Nedvetu’l-İlmiye Li’ş-Şebabi’l-İslami (2/1038)
* Özel bir gaye ve ortak bir fikir için üyelerinin bir araya geldiği grup. (Mu’cemu’l-Vesit, cim, mim, ayn maddesi)
  “Kazancın paylaşılması amaçlanmayan bir gaye için” sözü ve “özel bir gaye için” sözünde bu derneğin caiz olduğunu söyleyebilmemiz veya mutlak olarak yasak olduğuna hükmedebilmemiz için; gaye nedir? Veya bu derneğin maksadı nedir? Çünkü bilindiği gibi gayenin farklı olması, hükmün de farklı olmasının sebebidir.
Şayet tarihte bunun sonradan çıkma şeylerden olduğu anlaşıldıysa ve Müslümanlardan da kaynaklı bir şey olmadığına göre Nebî sallallahu aleyhi ve sellem’in şu sözü kapsamındadır:
Sizleri işlerin sonradan çıkanlarından sakındırırım. Zira her sonradan ihdas edilen şey bir bid’attir. Her bid’at bir sapıklıktır ve her sapıklık da ateştedir.” Bunu Tirmizî (2679) ve Ebû Dâvûd (4607) İrbad b. Sâriye radiyallahu anh’den rivayet etmişlerdir.
İbn Raceb, Camiu’l-Ulum ve’l-Hikem (491)’de şöyle der: “Sizleri işlerin sonradan çıkarılanlarından sakındırırım. Zira her bidat sapıklıktır” sözü; ümmeti, bid’at olarak sonradan çıkarılan işlere tabi olmaktan sakındırmaktadır. Bunu; “Her bid’at bir sapıklıktır” sözüyle pekiştirmiştir. Bid’at ile kastedilen; dinde ona delalet eden bir aslı bulunmayıp da sonradan çıkarılan şeylerdir. Ama dinde buna delalet eden bir asıl varsa, lügat gereği buna bid’at dense bile, bu dinen bir bid’at olmaz. Sahihu Muslim’de Cabir radiyallahu anh’den gelen rivayete göre Nebî sallallahu aleyhi ve sellem hutbesinde şöyle derdi:
Şüphesiz en üstün söz Allah’ın kitabıdır. Yolların en üstünü Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’in yoludur. İşlerin en kötüsü sonradan çıkarılanlardır. Her bid’at de bir sapıklıktır.”
Tirmizî ve İbn Mâce, Kesir b. Abdillah el-Muzeni (ki onda zayıflık vardır) – babası – dedesi yoluyla Nebî sallallahu aleyhi ve sellem’den rivayet ediyorlar:
Kim Allah’ın ve rasulünün razı olmadıkları bir sapıklık bidati çıkarırsa, onunla amel edenlerin günahlarının aynısı ona da yüklenir, uyanların günahlarından da bu bir şey eksiltmez.”
İmam Ahmed, Gudayf b. Haris es-Sumali’den rivayet ediyor: Abdulmelik b. Mervan bana adam göndererek şöyle dedi:
“Biz insanları iki iş için topladık: Cuma günü minberde elleri kaldırmak ve bir de sabah ile ikindi namazlarından sonra kıssalar anlatmak.” Gudayf dedi ki:
“Bana göre bunlar sizin bid’atlerinizin en ehvenleridir. Ben bunlardan hiçbir konuda size icabet edecek değilim. Çünkü Nebî sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
Bir kavim bir bid’at çıkardığında mutlaka sünnetten bir o kadarı kaldırılır.” Sünnete tutunmak bid’at çıkarmaktan hayırlıdır.” Nitekim İbn Ömer radiyallahu anhuma’dan da bu sözün benzeri rivayet edilmiştir.
Nebî sallallahu aleyhi ve sellem’in: “Her bid’at bir sapıklıktır” sözü, içeriğinden bir şeyi dışarıda bırakmayan cevamiu’l-kelimden (özlü sözler)dendir ve bu din esasları arasında önemli bir esastır. Bunun benzeri şu hadistir:
Kim emrimizde ondan olmayan bir şey çıkarırsa o reddolunur.” Bir şey uydurup, dinde başvurulacak bir aslı olmasa dahi bunu dine nispet eden herkes sapıklıktadır. Din ondan berîdir. Bunun itikad, ameller, zahirdeki veya batındaki sözler ile ilgili meselelerde olması fark etmez.”
Kim bunun aslı bakımından sabit olduğunu iddia ederse, geriye bunun sonradan çıkarılmış olması meselesi kalır. Vasfı bakımından sonran çıkmadır. Bu ise İmam Şatıbî rahimehullah’ın “İzafî bid’at” adını verdiği şeydir.
Şatıbi, el-İ’tisam’da (1/266) şöyle der: “İzafi bid’ate gelince, bunda iki şaibe vardır:
Birinci şaibe; o bid'atin delillerle ilişkili bir durumunun olmasıdır ki bu yönüyle bid'at değildir. Diğer şaibe ise o bid'atin delillerle ilişkili hiçbir durumunun olmaması, tamamen hakiki bid'at gibi olmasıdır. Böyle iki tane şaibe taşıyan bir şeyle amel edilince kişi bu iki şeyden birisinden asla kurtulamaz. Bu sebeple biz bu tür bid'ate "izafi bid'at" ismini verdik. Yani bu iki yön­den birisine nisbetle sünnettir. Çünkü bir delile dayanmaktadır. Diğer yönüne nisbetle bid'attir, çünkü delile değil, şüpheye dayanmaktadır veya hiçbir şeye dayanmamaktadır.
İkisi arasında mana yönünden fark vardır. Aslı itibariyle delili vardır. Şekilleri, durumları ve ayrıntıları yönüyle de delile ihtiyacı olduğu halde bu yönleriyle delili yoktur. Çünkü genellikle bu tür bid'atler sadece âdetlerde değil, ibadetlerde olur.”
Ama eğer ibadet hususunda bir aslı yoksa o; hakikî bid’at denilen türdendir. Şatıbi şöyle demiştir:
Hakiki bid'at, ne Kitab'dan, ne sünnetten ne icmadan şer'i bir delili bulunmayan, ne de ilim adamlarınca icmali veya tafsili muteber bir istidlale dayanmayan bid'attır. Nitekim yukarıda da belirtildiği gibi bu sebeple bid'at diye isimlendirilmiştir. Çünkü o, geçmişte örneği olmayan uydurulmuş bir şeydir. Her ne kadar bid'atçi, kendisinin şeriatın dışına nisbet edilmesini reddetse bile bu böyledir. Çünkü o, istinbat ettiği şeylerle deliller neyi gerektiriyorsa onun altına girdiğini iddia ediyor fakat bu iddia ne işin hakikatinde ne de zahire göre geçerli değildir. İşin hakikatinde bu iddianın doğru olmadığı onların istinbatının delillerle karşılaştırılmasıyla anlaşılır. Bu iddia zahire göre, yani dış görünüşü itibariyle de doğru değildir. Çünkü bid'atçinin delilleri, -şayet onlarla istidlal ettiği sabit ise- aslında delil değil, birer şüphedir. Yoksa iş gayet açık olurdu.”
Yine Şatıbî el-İ’tisam’da (1/400) şöyle der: “Bid’atin işlenmesinin; bidatçinin itikadında meşru olması veya meşru olmaması bir mana ifade etmez.
Aslı ibadet olana gelince, maksada bakmaya gerek yoktur. Çünkü ibadette niyetin Allah’a yakınlaşma olması kaçınılmazdır. Şayet bu Allah’tan başkasına yönlendirilecek olursa şirk olur.

Bid’at Ehlinin Giriş Yaptıkları Kapalı Sözler

Şeyhulislam, Der’u Tearuzi’l-Akli ve’n-Nakl’de (1/120) şöyle demiştir: “Kitap ve sünnet’e kelam ve felsefe gibi, “akliyyat” dedikleri şeylerle itiraz edenler işlerini ancak birden fazla manalar içeren, kapalı olan mütaşabih sözler üzerine bina ederler. Bunlarda bulunan kapalı lafız ve manalar hak ile birlikte batılın da alınmasını gerektirir. Bunlarda bulunan hak kabul edilirken, kapalılık ve muteşabihlik sebebiyle onda gizli olan bâtıl da kabul edilmiş olur. Sonra bunlarda bulunan bâtıl ile nebilerin (aleyhimu's-selâm) getirdikleri birbirine çatışır.
Bizden önceki ümmetlerin sapmasının başlangıcı bu şekilde olmuştur. Bu bid’atlerin başlangıç yeridir. Zira şayet bid’at sırf bâtıldan ibaret olsaydı elbette onun durumu açıkça ortada olur ve kabul edilmezdi. Şayet sırf haktan ibaret olsaydı onda şaibe bulunmaz ve elbette sünnete uygun olurdu. Zira sünnet, içinde bâtıl bulunmayan, sırf haktan ibaret olana çelişik olmaz. Lakin bid’at, hak ve batılı içerir. Nitekim bu konuyu başka bir yerde ayrıntılı olarak açıklamıştık.”
Yine Minhacu’s-Sunne (2/217)’de şöyle demiştir: “Kapalı lafızlara gelince, bu konuda ayrıntıya gitmeden kabul veya reddi yönünde konuşmak cehalet ve sapıklığa, fitnelere ve aldanışa, dedikoduya düşürür.”
Yine Nakdu’t-Te’sis’te (2/14) şöyle der: “Bu kapalılık ve isimlerde bulunan kabul ve reddeki iştirak yüzünden müslümanlardan olan guruplar, lafzın kabul veya reddi için birbirlerine kinleşmiş ve birbirlerinden uzaklaşmış yahut vuruşmuşlardır. Kabul edenler, kabul etmeyenleri, onların kastetmedikleri şeylerle nitelemiş, kabul etmeyenler de kabul edenleri kastetmedikleri şeylerle nitelemişlerdir. Çünkü lafızlarda bulunan kapalılık ve iştirak, hak bir manaya da, bâtıl bir manaya da muhtemeldir. Kabul edenler onu hak mana ile açıklar, kabul etmeyenler ise bâtıl manası ile açıklarlar. Sonra da kabul edenler, kabul etmeyenleri hakkı inkâr etmekle suçlayarak ve kabul etmeyenler de kabul edenleri Allah hakkında bâtıl söz söylemekle suçlayarak karşı çıkarlar.”

Kapalı Sözler Karşısında Doğru Tutum

Şeyhulislam Tearuzu’l-Akli ve’n-Nakl’de (1/145) şöyle der: “Selefin ve imamların yolu; dinde ve akıl ile bilinen sahih manaları gözetmektir. Yine şer’î lafızları da gözetirler ve bunlarla, kendisine yol bulunabilen şeylerle tabir ederler.  Bâtıl bir mana içeren şeyi söyleyerek kitap ve sünnete muhalefet edeni reddederler. Hak ve bâtıla ihtimali bulunan bid’at bir sözü söyleyeni de yine bid’ate nispet ederler. Derler ki: “Bid’ate ancak bid’at ile karşılık vermiş, bâtılı diğer bir bâtıl ile reddetmiştir.”
Şeyh Abdulmuhsin b. Hamd el-Abbad el-Bedr hafazahullah, el-İntisar Li Ehli’s-Sunneti ve’l-Hadis Fi Reddi Ebatili Hasen el-Maliki (1/104)’te şöyle demiştir:
“Ehl-i sünnet’in kitap ve sünnette gelmeyen kapalı sözler hususundaki bu yolu; hak olan manayı kabul edip, onu hak ve batıla ihtimali bulunan mücmel lafızlarla tabir etmemektir. Bâtıl manayı inkâr ederlerken de onu ifade eden tabirleri kullanırlar.”
Altında çeşitli manalar bulunan kapalı (mücmel) sözlerin hükmü, ayrıntıya gidildiğinde ortaya çıkar.
Şeyh Muhammed b. Ömer Bazemul hafazahullah İbaratu’l-Muvhime (s.11)’de şöyle der:
“Kapalı lafızlar; kesin delil zannedilen aklî gerekçeler sınıfındandır ve o aslında kapalı lafızlardan oluşan bozuk şüphelerden ibarettir. Manaları müteşabihtir. Ondaki hak, batıl olanından ayırt edilemez. Ayrıntısına inildiğinde ise hak olan bâtıldan ayrılır.”
İmam İbn Kayyım, Nuniye’sinde şöyle der:
Mutlak ve açık olmayan mücmellerde ayrıntıya inip ayırt etmen gerekir
Bütün zamanlarda zihinler ve görüşler bu ikisi sebebiyle bozguna uğrar.”
Şeyh Salih b. Fevzan Hafazahullah, et-Ta’liku’l-Muhtasar Ale’l-Kasideti’n-Nuniyye”de, ilk beyitle ilgili olarak şöyle der: “Bu Kur’an’ın lafızlarını mücmel kılarak: “Biz onun ne mahlûk olduğunu ne de mahlûk olmadığını söyleriz” diyen kimselere reddiyedir. Mücmel (kapalılık) ile maksat hâsıl olmaz ve hak ortaya çıkmaz. Bu beyit, ilim talebesinin araştırmasında dayanak edinmesi gereken bir kaidedir.”
İkinci beyitle ilgli olarak da şöyle der: “Ayrıntıya gitmek zorunludur. Ayrıntıya gidemeyenin ise susması gerekir. Çünkü onun sözünden fayda gelmez. Meydana gelen bütün hataların sebebi hak ile batılı ortaya koyan ayrıntıya inilmemesidir. Ayrıntıya giderek karışıklığın ayıklanması zorunludur. Nitekim hasmın sözünde haktan bir şey ve batıldan bir şey bulunabilir. Onun tamamını batıl sayma. Yine onun tamamını hak sayma. Bilakis hak olanı ile batıl olanını ayır. Tamamen red de etme, tamamen kabul de etme. Bilakis hak ve doğru olanı ayır, batıl ve hata olanını ayır. Şayet güzelce ayrıntıya gidemiyorsan bu meydana girme.”

Derneklerin Şekilleri İle İlgili Olarak Farklı Hükümlerin Sebebi

Burada derneğin şekillerinin hükmündeki farklılıkla ilgili olarak iki önemli nokta vardır. Bu ikisi, şeriate muhalefetin varlığı veya yokluğuna göredir. Şeriate muhalefet derneklerin gayesinde ya mevcuttur ya da değildir.
Birincisi; beşeri kanunlara boyun eğmektir. Zira devlet, dine uygun olup olmadığına bakmaksızın, bir şeye ancak beşeri kabunlara uygunsa itibar eder. Bu muhalefet ise resmî akitler kaydedilirken şart koşulmaktadır.
Şayet: “Bu kâğıt üzerindeki yazıdan ibarettir” denilecek olursa deriz ki: Bu yalandır. Devlete karşı bir yalandır. Bununla beraber onların bu kaydı yaptırmama seçenekleri vardır. İddia ettikleri gibi bu mecburi değildir. Lakin hevâ!!
Bunda bir de, bu yaptıkları ile dine aykırılıkları bulunan beşerî kanunlara razı olmayı da ekleyebilirsin. Onlar seçimlere, ruh taşıyan canlıların resimlerine, meşrû olmayan kurallar koymaya, faizli bankalara para yatırmaya ve daha başka muhalefetlere de bulaşıyorlar.
Eğer böyle olmadığını söyleyecek olurlarsa deriz ki; eğer sizden devleti ve vatanı aldatma meydana geliyorsa o halde Allah Azze ve Celle’ye davet nerede kaldı? Bu iş yalan ve günahlar üzerine kuruludur. Ey miskin! Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in ashabının Uhud savaşında başlarına ne geldiğini bilmez misin? Onlar insanların kalpleri en temiz olanları, amelleri en iyi olanları ve en fazla sakınanları idiler. İçlerinden birileri te’vil ederek muhalefet edince dağdan indiler ve Allah Azze ve Celle onları içlerinden yetmiş kişinin öldürülmesi ile cezalandırdı.
Allah Azze ve Celle onlara yardım ettiği zamanki hallerini ve bundan sonra olanları şöyle anlatıyor:
Allah, size olan vaadini şüphesiz yerine getirmiştir; nitekim O'nun izni ile kâfirleri öldürüyordunuz. Ne var ki bu yardım, arzu ettiğiniz zaferi size gösterdikten sonra, za'afa düştüğünüz, verilen emir hususunda çekiştiğiniz ve isyan ettiğiniz vakte kadar sürmüştür. Sizden bir kısmınız dünyayı, bir kısmınız da âhireti istiyordu. Allah, imtihan etmek için sizi onlardan geri çekmiş, bununla beraber, yine de sizi bağışlamıştır. Allah, mü'minlere karşı çok lütûfkardır.” (Al-i İmran 152)
Eğer; “Öyle değil” derlerse, onlara deriz ki: dernek birçok haramlara vesiledir; hizipçilik, sınırlı velâ ve berâ, dilenmeler ile nefsi aşağılamak, faizli bankalarla muamele hususunda gevşeklik, ruh taşıyan canlıların resimleri ve seçimlerde oy kullanma hususunda gevşeklik, hainlik ve aldatma, Allah’ın malı hususunda haksız girişimlerde bulunma… Bu konuda dernekler arasında azlık ve çokluğa göre farklılık vardır. Sonuç olarak vardıkları yer ise düşmanların sünnete ve sünnet ehline galip gelmeleridir.
Sonra dernekteki amaca gelelim. Maksat ya Allah’a yakınlaşmak, ya mubah bir gaye ya da haram bir gayedir.
Eğer maksat birincisi ise deriz ki; Allah Azze ve Celle’ye yakınlaşmak hususunda dine göre tevakkuf asıldır. Bilindiği gibi bu, yani ibadet, ancak Nebî sallallahu aleyhi ve sellem’e ittiba ile tamamlanır. Böylece bu işin aslı bakımından bid’at olduğu ortaya çıkar.
Şeyhulislam İbn Teymiyye el-İktida’da (2/375) Allah Teâlâ’nın: “Biz seni, şâhid olarak, müjdeci olarak, uyarıcı, kendi izniyle Allah'a davet edici ve aydınlatıcı bir ışık olarak gönderdik.” (Ahzab 45-46) ayeti ile ilgili olarak şöyle demiştir:
“Allah Teâlâ, rasulünü kendisinin izniyle kendisine davetçi olarak gönderdiğini haber veriyor. Kim Allah’tan başkasına davet ederse şirk koşmuş olur. Kim de Allah’a, O’nun izni olmadan davet ederse bid’at çıkarmış olur.”
Şeyhimiz Yahya el-Hacûrî hafazahullah, el-İfta (s.47)’de şöyle demiştir:
“Davet vesileleri tevkifidir. (Naslardan delile dayalı olmak zorundadır.) “Rasul size neyi verdiyse onu alın, neyi de size yasakladıysa ondan kaçının.” (Haşr 7) Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
Bugün size dininizi kemale erdirdim ve üzerinizdeki nimetimi tamamladım. Sizin için din olarak İslam’dan razı oldum.” (Maide 3) Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
Sizleri gecesi ile gündüzü eşit aydınlıkta olan apaçık bir yol üzerinde bırakıyorum. Bundan ancak helak olan sapar.” Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
O’nun emrine aykırı davrananlar kendilerine bir fitnenin isabet etmesinden veya can yakıcı azabın dokunmasından sakınsınlar.” (Nur 63) Allah’a davet bir ibadettir. İbadet ise tevkifidir. Davet vesileleri hususunda Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in uzaktaki ve yakındakine, dosta ve düşmana muameledeki yolu tutulmalıdır.”
Eğer ikincisi ise, yani mubah bir gaye için dernek kurulmuşsa, mesela zayıflara ve başkalarına yardım, üyelerin maslahatları, çalışma şartlarını kolaylaştırma veya insanın diğer ihtiyaçlarını gidermek gibi insanî duygular gayesiyle kurulmuşsa, deriz ki;
Bizler bu dernekleri görüyoruz, sadece üyelerinin maslahatları için kuruluyorlar ve çeşitli sebeplerle birçok haramlar meydana geliyor. Mesela sınırlı, dar çerçeveli vela ve bera anlayışı gibi. Bu malumdur.
Eğer bahsi geçen muhalefetler söz konusu değilse, o İbn Baz derneği gibidir. Bu derneğe tüccarlar bağış yapar, bunlar kayıtsız ve şartsız olarak, resim ve bankalara para yatırma yahut gruplaşma ve hizipleşme söz konusu olmaksızın ihtiyaç sahibi yoksullara dağıtılır.
Eğer üçüncüsü ise, aslı itibariyle haram bir gaye için kurulmuştur. Mesela yardımlaşma ve gruplaşma dernekleri gibi ki, bunun hükmünün haram olduğu sözü uzatmaya gerek bırakmayacak şekilde açıktır.

Hükmün Ayrıntıları:

Derneklerin kâfirlere benzeme sayılmayacağını iddia edene deriz ki; burada üç durum söz konusudur:

Birinci Durum:

Dine aykırılık olmaksızın bir dernek olamaz. Bu aykırılık derneğin ya aslında mevcuttur yahut ona dâhil olmaktadır. Çünkü bu aykırılıklar bulunmadan bu derneklerin kurulmasına izin verilmez. Derneğin kurulması, bu aykırılıkların varlığına bağlıdır.
İmam İbnu’l-Kayyım, Tefsiru’l-Kayyim’de; “De ki: Eğer Allah’ı seviyorsanız bana tabi olun ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah gafur ve rahimdir.” (Al-i İmran 31) ayetinin tefsirinde şöyle der:
“Ona sevgi kulluğun hakikati ve sırrı olduğundan, bu ancak onun emrine ittiba ve yasakladıklarından sakınma ile gerçekleşir. Emre ittiba ve yasaktan kaçınma olduğu zaman işte o kulluk ve muhabbetin hakikatidir. Bu yüzden Allah Teâlâ rasulüne ittibayı bunun bir alameti ve bu sevgiyi iddia edenler için şahit kılmıştır. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
De ki: Eğer Allah’ı seviyorsanız bana tabi olun ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah gafur ve rahimdir.” (Al-i İmran 31) Rasulüne ittiba, Allah’ın sevgisinde şart koşulmuştur. Yine bu, Allah’ın onları sevmesinin de şartıdır. Şart koşulan şey mevcut olmadan bu gerçekleşmez. Böylece ittiba olmadığı zaman sevgi de meydana gelmez. Onlar Allah’a sevgiyi gerçekleştirmediklerinden, O’nun rasulüne ittiba etmezler, rasule ittiba gerçekleşmezse Allah’ın da onları sevmesi gerçekleşmez. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’e ittiba olmaksızın onların Allah’ı sevmeleri ve Allah’ın da onları sevmesi mümkün değildir.”
Usulcüler katında karara bağlanmış olan şu kaideye göre bu konuda aslolan hüküm haramlıktır:
“Haramın terk edilmesi ancak kendisinin terk edilmesine bağlı olan şeyin terk edilmesi vaciptir.” (Muzekkiratu Usuli’l-Fikh s.40)
Nitekim Allah, sahabeyi Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in evinde konuşmakla ünsiyetten yasaklamıştır. Çünkü bu fiil Nebî sallallahu aleyhi ve sellem’e eziyet vermektedir. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
 Ey îman edenler! Nebî’nin evine, ancak yemeğe çağrıldığınız zaman ve yemeğin hazırlanmasını beklemeyecek şekilde girin. Davet olunduğunuz zaman girin, yediğiniz zaman da hemen dağdın. Söze dalmayın. Bu, Nebî’ye ezâ veriyor, size söylemekten de utanıyor. Allah ise, gerçeği söylemekten utanmaz...” (Ahzab 53)
Şeyh es-Sa’dî tefsirinde şöyle demiştir: “Yani yemekten önce ve sonra söze dalmayın. Sonra yasağın hikmetini ve faydasını açıklıyor: “İhtiyaç dışında bu beklemeniz Nebi sallallahu aleyhi ve sellem’e eziyet veriyor, yani kendisini evinin işleriyle meşgul olmaktan alıkoymanız ona sıkıntı veriyor.”
Nebî sallallahu aleyhi ve sellem’e eziyet vermek yasaklanmıştır. Allah Teâlâ şöyle buyurur:
Sizin, Allah'ın Rasûlüne eziyet etmeniz ve ondan sonra da onun eşlerini nikâhlamanız asla olmaz. Bu, Allah katında çok büyük bir iştir.” (Ahzab 53)
Nebî sallallahu aleyhi ve sellem’e eziyeti terk etmek, ancak Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in evinde konuşmaya dalmayı terk etmeye bağlıdır.
Evet, şöyle denebilir: “Sakıncayı gerektiren kötülüğün ağırlığına bakmak gerek gerekmez. Ancak bununla beraber izni gerektiren ihtiyaca bakılır. Hatta bu mustehaplığı veya vacipliği gerektirebilir.” (Mecmuu’l-Fetava 26/181)
Peki, bu aykırılıklarla beraber derneğe olan ihtiyaç nedir? Bilakis aslında davetin derneklere ihtiyacı yoktur. Nitekim davet, dernekler olmadan ufuklara yayılmıştır. Meşru maslahat ancak din ile bilinir. Ya bu derneğin sahih bir bakış açısıyla delillerin genel kapsamına girmesi ispatlanmalı veya dinde bir örneği bulunmalıdır ki kıyas doğru olsun. Fakat kuruntudan ibaret mücerret maslahat iddiası kabul edilemez.
Allame İbn Useymin şöyle demiştir: “…Çünkü bu maslahatlara eğer din muteber olduğuna şahitlik ederse meşrudur. Allah adalet ve ihsanı emretmiştir. Eğer din bunların meşru olduğuna şahitlik etmezse, sahibi onun maslahat olduğunu iddia etse dahi, o iş maslahat değildir.” (Şerhu Manzumeti Usuli’l-Fikh 134)
Hatta dernekler ve benzerleri gibi yapmamız caiz olmayan bazı aykırılıklar işlenmedikçe davetin yasaklanması söz konusu olsa; davet emredilen işlerdendir. Emirleri yerine getirmek ise gücümüz yettiği kadarıyla kayıtlıdır. Ama dine muhalefet yasaklardandır. Yasakların ise tamamen terk edilmesi gerekir.
Buhârî (7288) ve Muslim’in (1337) rivayet ettikleri hadiste Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
Sizleri yasakladığım şeylerden derhal uzaklaşın. Size emrettiklerime gelince, bunları gücünüz yettiği kadarıyla yerine getirin. Sizden öncekiler ancak çokça sormaları ve nebilerine muhalefet etmeleri sebebiyle helak olmuşlardır.”
Sonra diğer bir husus daha var ki, davetin meşrû olan yolları, kimsenin engelleyemeyceği kadar pek çoktur. Bunlar yalnızca ders verme veya sohbetlerle sınırlanamaz.
Şeyhimiz Yahya el-Hacuri hafazahullah’a şöyle soruldu: “Bizim orada davet, hükümet tarafından resmî evraklar veya resmi izin olmadıkça yasaklanmıştır. Bize nasihatiniz nedir? Allah size hayırlı karşılık versin.”
Cevap: Allah’tan gücünüz yettiği kadar sakının. “Allah kişiye ancak gücünün yettiğini sorumlu kılmıştır” (Bakara 286) Şüphe yok ki insan arabada davet edebilir, kimse onun ağzını kapayıp da: “Arabada konuşamazsın” diyemez. Yine evinde de öyle. Vallahi şayet sadece ailesine öğretse o kazanmış sayılır. O Allah Teâlâ’ya bir davetçidir. Böylece hayır kazanabilir. Kendisini ziyaret edenlere ve bağlantıda olduğu kimselere de öğretebilir. “Allah’tan gücünüz yettiğince sakının.” (Tegabün 16) Eğer yazışmaya ve kitap telifine gücü yeterse insanlara yazarak, yayın yaparak, onlara yol göstererek, faydalı ilmin talep edileceği mekânlara işaret ederek faydalı olur. Kime Allah’a davet için izin belgesi verildiyse onu alsın, kime de verilmiyorsa veya dine aykırı bazı şeyleri zorunlu kılıyorlar ya da kendisini sıkıntıya sokacak mâlî zorlamalar yapıyorlarsa, anlattığımız şekillerde Allah’a davet etsin. Bununla beraber rıfkı (yumuşaklığı) ve ilim ve sünnetten, davetin kabulünü sağlayan diğer sebepleri gözetsin. Başarı Allah’tandır.” (El-İfta 65-66)
Buna göre derneklerin iki hükmü olmaktadır:
Eğer gayesi Allah’a yakınlaşmak ise onun hükmü daha önce açıklandığı gibi; bid’attir.
Hafız İbn Raceb, Camiu’l-Ulum ve’l-Hikem’de (1/60) şöyle demiştir: “Kim Allah ve rasulünün yakınlık sebebi kılmadığı bir amelle Allah’a yakınlaşmaya çalışırsa ameli batıldır, kendisine reddedilir. Bunun örneği kabe yanındaki namazları; el çırpmak ve ıslık çalmak olan kimseler gibidir. Bunların benzerleri ise çalgı aletleri dinleme veya raks yahut ihram dışında başı açma ve bunun gibi Allah’ın meşru kılmadığı sonradan çıkma şeylerle Allah Teâlâ’ya yakınlaşmaya çalışanlardır.”
İbn Ebi Şame, el-Bais Ala İnkari’l-Bid’a (s.39) şöyle demiştir: “Bütün bunlar saptırıcı abidlerden kaynaklanan fesattır. Nasıl da inatçı fasıkların bozukluğuna düşüyorlar ve bu geceyi açık, gizli çeşitli günahlarla ihya ediyorlar! Bütün bunlar alışılmışın dışına çıkan kandiller sebebiyledir ki, onun yakınlık olduğunu zannederler. Hâlbuki o ancak Allah Teâlâ’ya isyana yardım etmek, münkeri ortaya koymak ve bid’at ehlinin şiarlarını desteklemektir. Dinde ihtiyaç olan miktar dışında kandil artırmanın müstehap olduğu gelmemiştir. Arafe günü avamdan hacıların arafat dağlarında yaptıkları şeyler ve kurban bayramı gecesi Meş’ari’l-Haramda yaptıkları da bu türden olup karşı çıkılması gerekmektedir. Bunlar bid’at ve münkerdir, tertemiz şeriata aykırıdır.”
Allame el-Elbani dedi ki: “Şüphesiz bid’atin sapıklık olduğu din sahibi tarafından ifade edilmiştir. – zikrettikleri arasında şu da vardır: – Kendisiyle Allah’a yakınlaşılmak istenen ve Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in yasakladığı her şey (de bid’attir) “Ahkamu’l-Cenaiz 305)
Eğer gayesi dünyevî ise, bu durumda hükmü haram olmasıdır.

İkinci Durum:

Dernekte dine aykırılık bulunmamakta ise bu durumda adetlerden olur.
Şeyhu’l-İslam İbn Teymiyye, el-Kavaidu’n-Nuraniyye’de (1/112) şöyle demiştir:
“İnsanların dünyaları hususunda ihtiyaç duyup alışageldikleri âdetlere gelince, bunda asıl olan sakınca olmamasıdır. Allah Teâlâ’nın sakıncalı kıldığı dışında bunlar sakıncalı sayılamaz. Böyledir, çünkü emir de, yasak da Allah’ın dinidir. İbadetin mutlaka emredilmiş olması gerekir. Eğer onun emredilmiş olduğu sabit olmamışsa o sakıncalıdır. Bu yüzden Ahmed ve Hadis ehli diğer fakihler şöyle demişlerdir: “İbadetlerde asıl olan tevkiftir, Allah meşru kılmadıkça meşru sayılmaz.” Aksi halde Allah Teâlâ’nın şu kavlinin manasına dâhil oluruz:
Yoksa onların, Allah’ın izin vermediği şeyi dinde meşru kılan ortakları mı var?” (Şura 21)
Adetlerde aslolan ise afvedilmiş olmalarıdır. Allah haram kılmadıkça onun sakıncalı olduğu söylenemez. Aksi halde Allah Teâlâ’nın şu sözünün kapsamına gireriz:
De ki: “Biliyormusunuz, Allah size rızık olarak her ne indirmişse, onun kimini haram kıldınız, kimini helâl"? Yine de ki: “Allah mı bunun için size izin verdi, yoksa Allah'a iftira mı ediyorsunuz?” (Yunus 59)”
Dernek sahiplerinin derneklerini temize çekmek için etrafında dönüp durdukları durum işte budur.
Deriz ki: Birincisi: Evet, adetlerde aslolan hüküm mübahlıktır. Lakin bu zihne düşen bir şey olup, vakıaya aykırıdır. Zihinde istediğimizi tasavvur ederiz. Lakin hüküm vakıaya göre gerçekleşir.
Şeyh Selim el-Hilali hafazahullah, 22-24 Cemadiye’s-Sani 1430 tarihinde Daru’l-Hadis’i ziyaret ettiği zaman şöyle demiştir:
“Dernekler yardımlaşma gayesi ile kurulsa da, gruplaşma neticesine varmıştır. Hizipçi olmayan hiçbir dernek görmedim. Başlangıcında hizipçilikten uzak olsa da hizipçilik dişlerini ona ulaştırıp ısırıyor ve eklemlerine kadar giriyor! Bütün dernekler hizipleşmiştir, ancak Allah’ın rahmet ettikleri hariç ki, onlar da ne kadar azdır!.. Bu istisna ile kastettiğim şudur: eğer bir kimse, herhangi bir dernekte hizipçi olmadığını biliyorsa bana söylesin ki dernekler hakkındaki tavrımı değiştireyim!”
Şeyh Selim Hilali doğru söylemektedir, Allah onu hıfz eylesin ve muvaffak kılsın. Bu durum da derneklerin batıl olduğunu göstermektedir. Çünkü dernekleri temize çekmek için etrafında dönüp durdukları bu duruma da delil getirememişlerdir.
İkincisi: Bu duruma göre; dernekler, sebep oldukları kötülüklerle harama bir vesile olduklarından yasaktırlar. 
Müceddid Şeyh Mukbil el-Vadiî rahimehullah şöyle demiştir:
“Dernekler Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem zamanında yoktu. Lakin bize İslam düşmanları tarafından gelmiştir. Sonra müslümanlar onları bu konuda taklit ettiler. Birçok derneklerde dine aykırılıklar vardır… Evet, biz Allah’ın helal kıldığı bir şeyi insanlara haram kılamayız. Lakin tuzağa düşmekten sakındırırız… Ey kardeşler! Bu dernekler ve yardım sandıkları bir vesiledir, ama hizipçiliğe vesiledir, hizipçiliğe!..” Es’iletu Min Beni Bekr Bi Yafa, yıl 1421)
Nitekim İbnu’l-Kayyım, İ’lamu’l-Muvakki’in’de aslı mubah olsa dahi, harama götüren vesilelerin haramlığına dair doksan dokuz delil saymış, bunlar arasında şunu da belirtmiştir:
“Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: “Ey iman edenler! Rainâ demeyin, unzurnâ deyin.” Allah Subhanehu, maksatları hayır olsa dahi, onları bu kelimeyi söylemekten yasaklamıştır. Ta ki bu sözleri, hitaplarında Yahudilere benzeşme içermesin. Çünkü onlar bu kelimeyle Nebî sallallahu aleyhi ve sellem’e hitap ediyor ve bununla raûnet’i “fâilâ” vezninde söyleyerek hakaret etmeyi kastediyorlardı. Müslümanlar, benzeşme vesilesini engellemek için bu sözü söylemekten yasaklanmışlardır. Böylece müslümanların başka maksatla söyledikleri bu söz, Yahudilerin de Nebî sallallahu aleyhi ve sellem’e söyleyebilmelerine vesile olmayacaktır.” (İ’lamu’l-Muvakki’in 3/137)
Yine şöyle der: “…Şeriat sahibi güzel kokuyu ihramlıya haram kılmıştır. Çünkü o cinsel ilişkiye sebep olan bir vesiledir. Bunun ihramda haram kılınması harama götüren vesileleri engelemedir.” (İ’lamu’l-Muvakkiin 3/141)
Yine şöyle der: “Vali, kadı ve aracı hediye kabul etmekten yasaklanmıştır. Bu âlemdeki fesadın aslıdır ve işi ehli olmayana vermektir. Hainlerin, zayıfların ve acizlerin yetki sahibi kılınmasıdır. Bu yoldan Allah’tan başkasının bilemeyeceği birçok fesat girer. Bu sırf, hediyeleşme âdeti olmayan kimselerin hediye kabul etmesi sebebiyle olmaktadır. Bu, ihtiyaçların giderilmesinde bir vesile edinilmektedir. Bir şeye olan sevgi kör ve sağır eder. Böylece onun katında ihtiyacı giderme arzusu hâkim olur, kötülüğüne bağlı karşılık verir ve onun uygun olmayışına göz yumulur.” (İ’lamu’l-Muvakiin 3/142)
Yine şöyle der: “Şüphesiz ki Nebî sallallahu aleyhi ve sellem yollarda oturmayı yasaklamıştır. Bunun sebebi ancak harama bakmaya vesile olmasından dolayıdır. Sahabe, bunsuz edemeyeceklerini söylediğinde: “Yolun hakkını verin o halde” buyurmuş,
“Onun hakkı nedir?” dediklerinde ise:
Bakışı kısmak, eziyet vermemek ve selama cevap vermektir” buyurmuştur.” (İ’lamu’l-Muvakkiin 3/149)
Evet, şöyle denilebilir: “Vesileye mani olmak için yasaklanan şey, ihtiyaç anında mubah olur”
Şeyhu’l-İslam İbn Teymiyye şöyle demiştir: “Vesileye mani olmak için yasaklanan şey, ağır basan maslahat için mubah olur. Evlenmek için talip olunan kadına bakmak, kadının daru’l-harpte zayi olmasından korkulması halinde kadının mahremsiz yolculuk etmesi gibi. Mesela Umm Kulsum’un yolculuğu ve Aişe radiyallahu anha’nın kafileden geri kalınca Safvan b. Muattal ile yolculuğu gibi. Çünkü bunların yasaklanmasının sebebi ancak kötülüğe sebep olmasından dolayıdır. Ağır basan bir maslahat bunu gerektiriyorsa kötülüğe götürücü olmaz.” (Mecmuu’l-Fetava 23/186-187)
Lakin iyi düşünülürse, ilk durumda açıklandığı gibi, bırakın ağır basan bir maslahat olmasını, derneğe aslında ihtiyaç bile yoktur.
Şeyhimiz Yahya el-Hacuri hafazahullaha şöyle soruldu: “Selefî davet için bir kurum veya dernek kurmanın hükmü nedir? Çünkü ülkemizde bu kurum veya dernek olmadan insanlar dönüp bakmıyor, hatta sapıklık daveti olmakla itham ediyorlar. Nitekim bazı davetçiler bunun için dernek kurmuşlardır. Allah size hayırlı karşılık versin.”
Şeyh Yahya hafazahullah şöyle cevap verdi: “Sana derim ki ey kardeş! Mescidde ders ver. Sana gelen hayır ve sünnet üzere gelir. Yanında on kişi kalsa bile sen kârlı sayılırsın. Vallahi sana on şahıs gelse, onlara Allah’ın kitabını ve Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in sünnetini öğretsen, onlar da Allah’a davetçi olarak çıkar ve sen kazanırsın. Çokluğu, velveleyi ve oradan buradan ayak takımı toplamayı bırak. Herkes konuşur, herkes ister, herkes arzular, herkes, herkes… Ey kardeş! Onların kendilerini senin tuttuğun yola yönlendirmeleri gerekir.” (el-İfta 46-47)
Bu duruma göre derneklerin hükmü, önceki durumda ayrıntılı açıklandığı gibi, eğer Allah’a yakınlaşma amaçlanıyorsa dernek bir bid’attir, böyle değilse, bir haramdır.
Derneğin bid’at oluşunu destekleyen hususlardan birisi de, din tarafından muteber olmayan şekilde adetlerle Allah’a yakınlaşmak istenilen bir tür için kuruluyor olmalarıdır.
Nitekim Allame el-Elbani rahimehullah’ın el-Esale dergisinde 15 Safer 1415 hicri tarihli 55/2. Sayısında yayınlanan ve yine Kamusu’l-Bid’a (349-350)’de geçen, başı traş etmenin hükümleri ile ilgili konuşmasında şöyle demiştir:
“Hac ve umre dışında başı ibadet, dindarlık ve zühd için traş etmek, mesela baş traşını abid ve dindarların şiarı kılmak veya bunu zühd ve ibadetten saymak yahut başı traş etmeyi, etmemekten dindarlık ve zühd bakımından daha faziletli görmek; bu konuda Şeyhulislam İbn Teymiyye şöyle demiştir: “Bu bid’attir. Bunu ne Allah, ne rasulü emretmiştir. Ahmed ve diğer din imamları katında da ne vaciptir, ne de müstehap. Sahabe, tabiin ve onlara güzellikle uyanlardan kimse de böyle bir şey yapmamıştır.”
Delillerin genel kapsamına girse bile böyledir. Çünkü her delil için üç kısım söz konusudur. İmam Şatıbi, el-Muvafakat’ta (3/252 vd.) şöyle demiştir:
“Her şer’î delil için mutlaka önceki selefin devamlı olarak veya çoğunlukla uygulaması vardır yahut da onunla çok az veya herhangi bir vakitte amel etmişlerdir ya da onunla amel sabit olmamıştır. Bunlar üç kısımdır:
Birinci kısım: Devamlı ya da çoğu kez olarak kendisi ile amel edilmiş olması. Böylesi bir delili kullanma ve onun gereği ile amel etme konusunda herhangi bir problem bulunmamaktadır. Tâbî olunması gereken sünnet, takip edilmesi gereken doğru yol budur. Delilin vücup, mendupluk ya da başka bir hüküm gerektirir olması arasında bir fark yoktur. Meselâ, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem'in sözlü beyanları yanında fiili ile taharet, her çeşidi ile farz ve nafile namaz hükümlerini bildirmesi, şartları ile birlikte zekâtı açıklaması, kurban, akîka, nikâh, talak, alış-veriş ve şeriatta yer alan diğer hükümleri söz, fiil ya da takrir yolu ile açıklaması gibi. O’nun ve ondan sonra gelen ashabının uy­gulaması da devamlı ya da çoğu kez, bu açıklamalar doğrultusunda meydana gelmiştir. Genel olarak bu gibi yerlerde söz ile uygulama birbirine uygun düşmüş ve herhangi bir şekilde çelişmemiştir. Böy­lesi bir durumda daha sonra gelen ümmetin herhangi bir kayıt aranmaksızın bu tür delilleri kullanmaları ve onların gereği ile amel etmeleri konusunda en ufak bir kuşku bulunmamaktadır. Kim buna muhalefet eder ve ilk nesillerin amel ettikleri deliller doğrultusunda amel etmezse, onun hakkında Hükümler bahsinde küllîliğin ve cüzîliğin dikkate alınması konusundaki husus geçerli olacaktır. Oraya bakılsın. Burada tekrara gerek duymuyoruz.
İkinci kısım: Nâdir hallerde, ya da belli bir hal ya da zamanda kendisi ile amel edilen kısım. Bu durumda bu kısımdan olma­yan başka bir delil tercih edilmiş, devamlı ya da çoğu kez o kulla­nılmış oluyor demektir. İşte o diğeri, tabi olunması gereken sünnet, takip edilmesi gereken yol olmaktadır. Nadir olarak kendisi ile amel edilen delile gelince, onun üzerinde durmak ve gereği doğrul­tusunda amel etmek üzerinde düşünmek, daha yaygın ve daha çok amel edilen delil üzerinde sebat göstermek gerekecektir. Çünkü ilk nesillerin o delile muhalif olan delil üzerinde amelde devamlılık göstermeleri ya şer'î bir gerekçeden, ya da şer'î olmayan bir gerek­çeden dolayı olacaktır. Şer'î olmayan bir gerekçeden dolayı olması ihtimali batıldır. Şu halde mutlaka şer'î bir gerekçeden dolayı onunla amelde istikrar göstermiş olmalıdırlar. Durum böyle olunca nadir hallerde istidlalde bulunulan delil ile amel etmek,—hakikatte bir tearuzdan söz edilmese de — selefin amel için araştırdıkları mânâya ters düşmüş olur. Bu durumda mutlaka on­ların araştırdıkları delili araştırmak ve onların üzerinde devamlı olarak bulundukları delile uygunluk göstermek gerekecektir.
Üçüncü kısım: İlk nesillerin hiçbir şekilde amel ettikleri sabit olmayan deliller. Bu kısım, bir önceki kısımdan daha ciddî bir boyut arzeder. Orada geçen deliller aynısı ile burada da öncelikli olarak geçerlidir. Sonra gelenlerin (müteahhirûn) kendi kuruntularına bunları delil olarak kullanmaları asla yerinde değildir ve onlar hiçbir şekilde de­lil olamazlar. Zira eğer delil olsalardı, sahabe ve tabiîn nesillerinin değerlendirmelerinden uzak kalıp da şunların onu anlaması gibi bir sonuç asla ortaya çıkmazdı. İlk nesillerin ameli, —terk de olabi­lir— delil sanılan şeyin gereğine nasıl ters düşer ve onunla çatışa­bilir? Sonra gelen nesillerin bu türden delillerle amel etmeleri, ilk nesillerin icmâına muhalefet olmaktadır. İcmâa muhalefet eden her kim olursa olsun hatalıdır. Zira Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’in ümmeti hata üzerinde görüşbirliği etmez. Onların üzerinde bulundukları fiil ya da terk, sünnettir ve muteber bir durumdur, hidâyettir. İnsan ya hata eder ya da isabet eder. İlk nesillere muhalefet eden kimseler hata üze­rindedir. Bu kadarı delil olarak yeterlidir. Âlimlerin hiçbir şekilde amel etmedikleri zayıf hadisler de bu mesabede sayılmaktadır.”
Nitekim Şeyhulislam İbn Teymiyye, selefin icmaına muhalefeti bid’atten saymıştır. O, bid’atçiyi tarif ederken Mecmuu’l-Fetava’da (8/420) şöyle der:
“İnsanların sözlerinin veya fiillerinin kadîm olduğunu söyleyen kimse kitap ve sünnete, ümmetin selefinin ve imamlarının icmaına muhalet eden bir bid’atçidir.”
İmam Şatıbî, Fetava’sında (s.250) şöyle demiştir: “Salih selef’in üzerinde bulunmadığı hiçbir şey dinden değildir. Nitekim onlar hayır konusunda şunlardan daha hırslı idiler. Şayet bunda bir hayır olsaydı onlar elbette yaparlardı. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
Bugün sizin için dininizi kemale erdirdim.” (Maide 3) Malik b. Enes şöyle demiştir:
“O gün dinden olmayan bugün de dinden olamaz.”
Şeyh el-Elbani rahimehullah Ahkamu’l-Cenaiz’de (1/232) şöyle demiştir: “Kabirler üzerinde kandiller yakanlar – iddialarına göre - bununla ancak Allah Teâlâ’ya yakınlaşmayı amaçlıyorlar, orada kalanları veya ziyaretçileri aydınlatmayı amaçlamıyorlar. Gün ortasında güneş dururken, aydınlatmak için bunu yapacak değiller! Bu yüzden bu bir sapıklık bid’atidir.”
Şeyhulislam İbn Teymiyye şöyle demiştir: “Bu bilinip özen gösterilmesi gereken önemli bir esastır; Mubahlar ancak mubahlık için mubah kılınmışlardır. Ama onu vacip veya mustehap edinmek Allah’ın meşru kılmadığı bir din koymak olur.  Vaciplerden ve müstehaplardan olmayan bir şeyi, haramlardan olmayan bir şey menzilesinde kılmaktır. Allah’ın haram kıldığından başka haram yoktur ve Allah’ın meşru kıldığından başka din yoktur. Bu yüzden Allah Teâlâ’nın izin vermediği şeyleri din koyanları ve Allah’ın haram kılmaya izin vermediği şeyleri haram kılanları Allah’ın Kur’ân’da kınaması büyük olmuştur. Mubahlar hakkında böyle olduğuna göre mekruhlar ve haramlar hakkında durum nasıl olur?! Bunun için bu meseleler adak ile bağlayıcı kılınamaz. Şayet kişi mubah, mekruh veya haram bir şeyi yapmayı adasa, onu yapması vacip olmaz. Nitekim eğer Allah’a itaat etmeyi adamışsa itaat eder. Hatta onu yapmadığı zaman Ahmed ve başkalarına göre yemin keffareti vermesi gerekir. Diğer bazılarına göre ise ona bir şey gerekmez. Taat ve ibadet olmayan bir şey adak sebebiyle taat ve ibadet haline gelmez.
Bunun benzeri, tıpkı Fütüvvet ehlinin ve silah atışçılarının ahitleri gibi, insanların belli bir şeyhin tarikatına bağlayıcı kılmak için yaptıkları ahitlerdir. Bu gibi şeyler kişiyi dinî olarak bağlayıcı kılmaz. Allah’a itaat ancak Allah’ın dininde Allah’a ve rasulüne itaat olarak din kılınanlardır. Lakin bu sözden dönüldüğünde o kimsenin üzerine keffaret gerekebilir. Bu yüzden birçok kimseye kendisinden tarikatine bağlanmak için ahid aldığı kimseden ayrılıp tercihe daha layık birine geçmesi veya türlü bid’atler içerenden, ondan daha hayırlı olan; Allaha ve rasulüne itaat edilen, kitaba ve sünnete ittiba edilen başka bir tarikate geçmesi emredilmiştir.  Müslümanlar, bir kimsenin, Allah ve rasulü sallallahu aleyhi ve sellem’den bir emir olmadıkça, herhangi bir amel hakkında; onun yakınlık, taat ve iyilik olup, Allah’a götüren vacip veya müstehap bir yol olduğunu söylemesinin veya böyle inanmasının caiz olmadığında ittifak etmişlerdir. Böyle bir şey ancak delillerle bilinebilir. Ümmetin ittifakıyla vacip, müstehap veya bir yakınlık sebebi olmadığı bilinen bir şeyin yakınlık ve taat olduğuna inanmak veya böyle söylemek caiz olmadığı gibi, aynı şekilde ümmet, bu amelle Allah’a yakınlaşmayı amaçlamanın caiz olmadığında, onunla ibadet edilemeyeceğinde ve din edinilemeyeceğinde de ittifak etmişlerdir. Bu ameli işlemek iyilik değildir ve onu ne itikad olarak, ne söz, ne amel ve ne de irade olarak dinden kılmak da caiz değildir. Bu kaidenin ihmal edilmesi sebebiyle âlimlerden ve abidlerden birçok kimseler yanlışa düşmüşlerdir. Bir şey haram değilse o yasaklanamaz, bilakis; o caizdir denir. Onu din, taat ve iyilik edinmek ile sırf mubahtan ibaret şeyleri kullanmanın arası ayırt edilmeden söylenir. Bilindiği gibi onun itikad olarak, söz olarak veya amel olarak din edinilmesi en büyük haramlardan ve en büyük kötülüklerdendir. Bu, masiyet ve kötülük olduğu bilinen günahlardan daha büyük olan bid’atlerden ve münkerattandır.” (Mecmuu’l-Fetava 11/450)

Derneklerin Dinde Sonradan Çıkarılan (Muhdesat’tan) Oluşunun Beyanı

Allame Mukbil b. Hadi el-Vadiî, 10 Safer 1420 tarihinde kaydedilen el-Garatu’ş-Şedide Ala Cem’iyyeti’l-Cedide adlı kasetin 1. Yüzünde şöyle demiştir:
Soru: “Birisi; davet derneklerini kurmayı gerektirecek sebep Nebî sallallahu aleyhi ve sellem zamanında mevcut idi ve kurulmasına da bir engel yoktu. Bu yüzden bunu Nebî sallallahu aleyhi ve sellem’den sonra kurmak muhdesattan (dinde sonradan çıkarılan işlerden) sayılır” derse, bu söz doğru mudur?”
Cevap: Allah’a hamd olsun. Allah’ın salatı nebimiz Muhammed’e, âline, ashabına ve onları dost edinenlerin üzerine olsun. Şehadet ederim ki Allah’tan başka ibadete layık hak ilah yoktur. O birdir, ortağı yoktur. Yine şehadet ederim ki Muhammed O’nun kulu ve rasuludur. Bundan sonra:
Sorulan sorunun açıları vardır. Bizler eskiden beri dernekleri terk etmenin, bunların var olmasından daha hayırlı olduğunu söylemekteyiz. Çünkü Nebî sallallahu aleyhi ve sellem ve ashabı mala bizden daha çok muhtaç idi. Hatta onların ihtiyaçları bizden çok daha fazla idi. Bununla beraber onlar dernek kurmadılar.
Faziletli şeyh Rebi b. Hadi (Şeyh Hasen b. Kasım’ın es-Sihamu’l-Vadiiyye s.55’te naklettiğine göre) davetin yayılması ve bu sebeple fırkalaşmayı engelleyecek en sağlam maslahat nedir sorusuna cevap olarak şöyle demiştir:
“Şüphesiz selef bu dini yaydılar ve iyilik ve takva üzere yardımlaşarak dünyayı feth ettiler. Onlar cihad hususunda mallarıyla ve canlarıyla yardımlaşıyorlardı. Batıdan alınmış düzenler yoluyla değil!”
Şeyhulislam İbn Teymiyye el-İktida’da (1/295) şöyle demiştir: “Gerektirici sebebi bulunmasına ve engelleyici bir mani bulunmamasına rağmen selef bunu yapmamıştır. Şayet bunda hayır olsaydı ve o sırf hayırdan ibaret olsaydı ya da tercih edilecek bir şey olsaydı elbette selef bunu yapmaya bizden daha hak sahibi idi. Zira onların Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’e sevgileri ve saygıları bizden daha fazla idi ve hayır konusunda daha hırslı idiler.
Ona sevgi ve saygının kemali O’na tabi olmak, itaat etmek ve emrine uymakla, sünnetini batınen ve zahiren ihya etmekle, O’nun getirdiği şeyleri yaymakla, bu konuda kalp, el ve dil ile cihad etmekle olur. Şüphesiz Muhacir ve Ensar’dan ilk öne geçenlerin ve onlara güzellikle uyanların yolu budur.”
Şeyhimiz Yahya el-Hacurî hafazahullah şöyle demiştir: “Ey kardeş! Geçmiş zamanlarda dernekler nerede? Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in zamanında var mıydı? Haklar o zamanda sahiplerine ulaşmıyor muydu? Yoksa bunları sonradan çıkma dernekler mi yerine getirmeye başladı? Şahit olan burada olmayana ulaştırsın: Bu öfkelendirici söz hususunda bizimle o kimse arasında Allah’ın kitabı ve Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in sünneti vardır. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
Kim şu işimizde ondan olmayan bir şey ihdas ederse o reddedilir.” Bunun (derneğin) gerektirici sebebi Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem zamanında mevcut idi. Onu servet sahibi olan Osman b. Affan ve Abdurrahman b. Avf ile bir grup sahabe radiyallahu anhum yapmadılar. Diğerleri fakirler idiler. Mesela Ashabu Suffe gibi. Onlar: “Dernekler ve yardım sandıkları kurun” demediler. Ümmetin durumu ancak öncekilerinin ıslah olduğu şeyle ıslah olur. İnsanlar derneklerin çokluğu ile bizi korkutamazlar. Bâtıl ne kadar çok olursa olsun yine batıldır. Çokluğu ve yaygın oluşu bâtılı temize çıkaramaz. Bilakis batılın çoğalması ancak şerri ve zararı artırır.
Eğer: “O zaman mani vardı. Zira aslen onlar bunu (derneği) bilmiyorlardı. Çünkü bu yeni bir adettir” denilirse,
Cevap: Resmilik ve devlete kayıt olması bakımından doğru. Ama davet gayesiyle üyelerden oluşan bir grup olması bakımından selefin zamanında böyle bir grubun bulunmasına mani yoktu. Onların böyle bir şey yaptıkları sabit olmuş mudur? Veya onların resmiyet ve devlete kayıt ve daha başka mükellefiyetleri bilselerdi bunu yapacaklarını mı zannediyorsunuz?
Şeyhimiz Yahya el-Hacuri hafazahullah el-İfta’da (s.66) şöyle demiştir:
Soru: “Selefi davetçilere davetin korunması ve davetçilerin sözbirliği yapmaları için bir rabıta (birlik) kurmanın hükmü nedir? Allah size hayırlı karşılık versin.
Cevap: Buna gerek yoktur. Rabıtatu’l-İslamiyye, Rabıtatu’l-Alemi’l-İslami adı da verilen ihvancı bir kuruluştur. Bizi birbirimize bağlayan şey ise kitap ve sünnettir. Nebî sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
Mümin, diğer mümine karşı birbirini destekleyen bina gibidir.” Allah Teâlâ şöyle buyurur:
Müminler ancak kardeştirler.” (Hucurat 10) Nebî sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurur:
Allah’a olan borcu ödemek daha öncelikli ve Allah’ın şartı daha sağlamdır.” Yine şöyle buyurur:
Biriniz kendisi için istediği şeyi kardeşi için de istemedikçe iman etmiş olmaz.” Rabıta (bağlayacak unsur) İslamdır. Selefimizin zamanına mevcut olmayıp da sonradan çıkma olan şu rabıtalara ihtiyaç yoktur.”
Şayet şöyle denilirse: “Bazı âlimler şu şartlarla derneklerin mubah olduğuna fetva veriyor:
1- Rabbani âlimlerle irtibatlı olmak ve onların önünde değil, arkasından giderek çalışmak
2- Bu işleri yerine getirenlerin dine aykırılığa düşmemek için şer’î ilimlerden bol nasipli olmaları.
3- Başkanlık ve şahsi menfaat arzusundan, dünyalık tamahlardan uzak temkin sahibi olmak, bununla beraber söz ve fiillerde, vela ve berâ, sevgi ve nefret hususunda dindar hareket etmek, bu isimleri sadece bir vesile görmek.”
   Eğer bu görüş alınacak olursa, dernekte bu şartların yerine geldiğini biliyor musunuz? Haydi getirin!
Lakin bunu asla bulamazlar. Bu dernekçilerin lehlerine değil, aleyhlerinedir. Çünkü bu mesele tamamen farazidir. (Sayılan şartlar gerçekleşmeyen kurgulardan ibarettir.)

Dernekler Hakkında Üçüncü Durum:

Derneklerde dine aykırılık bulunması ayrılmaz bir zorunluluktur. Hatta derneklerde zorunlu olmayan aykırılıklara da düşülmektedir. Bu ise önceki durumlardan daha şiddetlidir. Çünkü bu aykırılık, bu derneklerin varlığından meydana gelen neticedir. Birinci durumda ayrıntılı açıklandığı gibi, bu aykırılıklar sebebiyle dernek haram olmaktadır.
Şeyhimiz Yahya el-Hacuri hafazahullah şöyle demiştir: “Dernekler ruh taşıyan canlıların suretleri fitnesine, dilenmeye, iffetsizliğe, zenginler yanında vakit kaybına vs. düşmüşlerdir. Kim bunlarla meşgul olursa dini ilimlerden uzaklaşır, dünya ile fitneye düşer ve hizipçilerden olur. Hatta gruplaşma ehlinin yuvaları haline gelirler. Kendisini dernek fitnesine düşüren selefî bir âlim bilmiyorum. Nitekim bu hizipleşenlerin işidir. Bu (dernek) bir şer sayılır. Çünkü türlü masiyetler üzerine kurulmaktadır. Allah Azze ve Celle şöyle buyurur:
Binasını Allah korkusu ve rızası üzerine yapan kimse mi daha hayırlıdır, yoksa yapısını, çökmeye yüz tutan bir vadi kenarına yapıp da onunla birlikte cehennem ateşine yuvarlanıp giden kimse mi?” (Tevbe 109) Bu derneklerden uzak durulmasını nasihat ederiz. Dernekler bozuktur ve bozucudur. Bu dernekler ancak selefî davete karşı harp etmek ve parçalara ayırmak için yaygınlaştırılmıştır.”
Benzerini Allame Useymin şöyle misal veriyor: “Şayet burada ıslahatçıları olmayan askeri bir kıta olsa ve insanlara dinlerinin hükümlerini öğretseler, bir kimseye sakalını kesmedikçe bu mekânda görev vermeseler, sakalımı kesip bu mekânda Allah’a davet edebilir miyim, yoksa onları tamamen mi terk etmeliyim?
Cevap: Onları tamamen terk et. Çünkü Allah Teâlâ şöyle buyurur:
Onları hidayet etmek sana düşmez. Lakin Allah dilediğini hidayet eder.” Yine Allah Azze ve Celle şöyle buyurur:
Rabbinin yoluna hikmet ve güzel öğüt ile davet et.” Allah’a isyan ederek Allah’a davet etmek mümkün değildir. Sen sakalını kesersen günaha girersin. Onları hidayet etmek ise senin elinde değildir. Maslahat zannederek nice sakalını kesen bu maslahatı asla gerçekleştiremez. Böylece gerçekleşmeyen bir maslahat için mefsedeti gerçekleştirmiş olur.” (Şerhu Manzumeti Usuli’l-Fikh 137)
 Bu durumda ısrar eden, Allah Teâlâ’nın şu ayetini hatırlasın: “Yoksa (makbul olan) tövbe, kötülükleri işleyenlerin, sonra içlerinden birine ölüm geldiği zaman da, “işte şimdi tövbe ettim” diyenlerin ve kâfir olarak ölenlerin tövbesi değildir. İşte böyleleri için biz, elîm bir azâb hazırladık.” (Nisa 18)
Allame es-Sa’dî, tefsirinde şöyle mana vermiştir: “Günah işlediği anda o günahından ayrılmaya acele eden, Allah’a yönelip pişman olanın tevbesini muhakkak ki Allah kabul eder. Günahında devam eden veya ayıbında ısrar eden, tâ ki bunlar kendisinin köklü bir sıfatı haline gelen kimse ise tam olarak tevbe edemez. Genellikle bu kimse, sebep olduğu şeylerden dolayı tevbeye başarılı kılınmaz. Tam bir bilgi ve yakini olmasına rağmen kötülüğü işleyen, Allah’ın kendisini görüyor olmasını önemsemeyen kimse, kendisine rahmet kapısını kapamış demektir.
Evet, Allah günahlarda kasıt ve yakin ile ısrar eden bir kulunu da tam bir tevbeye muvaffak kılabilir. Bu durumda geçmiş kötülükleri silinir. Lakin rahmet ve başarı ilk bahsedilen kişiye daha yakındır. Bu yüzden ayetin sonu şöyle biter: “Allah alîm ve hakîmdir”
Tevbesinde sadık olanı ve yalancı olanı bilmesi O’nun ilmindendir. Her birine hak ettiğini vermesi de hikmetindendir. Hikmetini ve rahmetini gerektiren şeye muvaffak kılınan, tevbeye muvaffak kılınır. Hikmetini ve adaletini gerektiren şey ise onun buna muvaffak kılınmamasıdır. Allah en iyi bilendir.”
Özellikle davet adı altında bu münkerlere düşülmektedir. Allah Teâlâ şöyle buyurur:
Ey îman edenler! Yapmayacağınız şeyi yapacağınızı niçin söylüyorsunuz? Yapmayacağınız şeyi yapacağınızı söylemeniz, Allah katında suç olarak çok büyüktür.” (Saf 2-3)
Allame es-Sa’dî tefsirinde şöyle demiştir: “Yani neden hayrı söyleyip ona teşvik ediyorsunuz ve bazen bununla övünüyorsunuz. Hâlbuki siz onu yapmıyorsunuz. Kötülükten yasaklıyor ve bazen kendinizi ondan temize çekiyorsunuz. Hâlbuki sizler onu işleyerek kirlenmişsiniz ve onunla vasıflanmışsınızdır.
Müminlere bu çirkin hal yakışır mı? Yoksa kulun yapmadığı şeyi söylemesi Allah’ın katında öfkeyi büyütmez mi? Bu yüzden iyiliği emreden kimsenin onu işlemede insanların en önde geleni olması gerekir. Kötülüğü yasaklayan kimsenin o kötülükten insanların en uzağı olması gerekir. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
İnsanlara iyiliği emredip kendinizi unutuyor musunuz? Halbuki kitabı okuyorsunuz, hiç akletmiyor musunuz?” Şuayb aleyhi's-selâm kavmine şöyle demiştir:
Ben, size men ettiğim şeyleri yaparak size muhalefet etmeyi istemem.” (Hud 88)
Şeyhimiz Yahya el-Hacuri hafazahullah şöyle demiştir: “Davet için müesseseler kurmak muhdesattan (dinde sonradan çıkarılan) şeylerdendir. Geçmiş zamanlarda Sufyan es-Sevrî Derneği, İbnu’l-Mubarek vakfı, falan derneği ve filan vakfı asla yoktu. Onlar: “Davet, söz, görüş, görüş sahiplerinin medresesi, dâr (ev)” ve buna benzer şeyler diyorlardı.” (19 Ramazan 1428 tarihli ses kaydı.)

Müesseselerde Asıl Olan Hüküm Nedir?

Bir topluluk bu soruyla itiraz etti. Hakikatte bu onlara göre kendilerini temize çıkaran en büyük unsurdur. Bu, dernek kelimesinden daha mücmel (kapalı) bir lafızdır. Çünkü müessese kelimesi şirket hakkında da kullanılan bir kelimedir ve dernekler için şirket ile delil getirirler. Bununla beraber her birinin hükmü farklıdır.
Şeyhimiz Allame Yahya el-Hacurî hafazahullah şöyle demiştir: “Sizler bununla tabir ediyorsanız dernek deyin, müessese kelimesini bırakın. Bu ucu açık bir kelimedir. Dernek ise dernek denir. Şirket ise onda arabalar, dükkânlar, çantalar vb. satan insanlar ortaklık kurarlar. Buna şirket demekte sakınca yoktur ve onun bir muessese olduğu söylenir. Genellikle bu ismi dernek hakkında da kullanıyorlar. Böylece meseleyi karışık hale getirmek istiyorlar. “Muessese hakikatte bir dernektir” diyorlar. Bununla şeklini süslemek istiyorlar. Dernek; bereket olmayan bir harekettir.” (s.13-14)
Bu topluluk ne kadar da uzak! Cemre ile temreye misal vermek istiyorlar. (hurmayı ateş koruna misal getiriyorlar.)
Geçen açıklamalardan derneklerin ve davet müesseselerinin hükmünün bütün yorumlara göre haram olduğu anlaşılmıştı. Caiz olmasının ise şartları vardır. Bu şartlar ise pratik değil, teoriktir. Zihinde istenen şey hayal edilebilir, hatta zıtlıklar ve imkânsız olanlar dahi bir araya getirilebilir. “el-Fakih b. Hanifeti’l-Abidin el-Cezairi el-Muaskeri” adlı şahsın bir makalesinde derneklerin Allah Azze ve Celle’ye davet vesilelerinden olduğunu belirttiğini gördüm. Orada müstakil olarak yazara reddedilmesi gereken bazı sözler vardı, lakin bunlar tahkik edildiğinde şu hususların dışına çıkmaz:
1- Apaçık ayetleri ve sahih hadisleri delil getiriyor lakin bu deliller onun maksadını desteklemiyor. Bu naslar ancak kitap, sünnet ve ümmetin selefinin anlayışına uygun olan meşru yardımlaşma hakkındaki naslardır.
2- İlimsiz olarak konuşuyor. Bunlardan bir örnek: dernekler kurmayı şöyle diyerek vacip görüyor: “Bu islahı kolaylaştırmak için dernek kurma hususunda çalışmak vaciptir.”
Bu söz Allah Azze ve Celle hakkında ilimsizce söz söylemektir. Allah Azze ve Celle’nin vacip kılmadığı bir şey ümmete nasıl vacip olabilir?! Bilakis bu, daha önce açıklandığı gibi Allah Azze ve Celle’nin dinine aykırıdır.
Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: “De ki: “Rabbim, ister açığı olsun, ister gizlisi olsun, ancak kötülükleri, günâhı, haksız yere başkaldırmayı, hakkında hiçbir delil indirmediği bir şeyi Allah'a ortak kılmanızı ve Allah'a karşı bilmediğiniz şeyleri söylemenizi haram kılmıştır.” (A’raf 33)
3- Derneklerin davet vesilelerinden olduğunu söylemek rabbimiz Azze ve Celle’nin kitabından, Nebimiz sallallahu aleyhi ve sellem’in sünnetinden veya salih selefimizin icmaından bir delile muhtaçtır. Hatta tek bir sahabe bunu söylese de ona muhalefet eden olmasa yeter. Bütün bunlar, derneğin vacip olmadığı hususunda sözü noktalar. Bilindiği gibi derneklerin kurulmasını gerektiren sebep mevcut olmasına rağmen Nebî sallallahu aleyhi ve sellem bunu yapmadığı gibi sahabelerinden de kimse yapmamıştır. Bu da bunu yapmanın bir bid’at olduğunu göstermeye yeter. Davet vesileleri tevkifidir. Bunu “el-Mebhasu’l-Bedî Fi Esbabi ve Asari ve Hulûl et-Temeyî’” adlı kitabımda açıkladım.
Yine derneklerin kolaylaştırıcı bir kanun olduğunu belirtmiştir. Evet, o uydurma bir kanundur. Sahiplerinin bankalara para yatırmalarını, seçimlere katılmalarını, ruh taşıyan canlıların resimlerini çekmelerini ve daha başka şeyleri kolaylaştırır! Uydurulmuş beşeri kanunları gözetmek caiz değildir ve kabul de edilemez. Kitap ve sünnette bu konuda birçok deliller vardır. Allah Azze ve Celle şöyle buyurur:
Kendilerine okunan Kitab'ı sana indirmiş olmamız, onlara yetmedi mi? Bu kitap'ta îman eden bir kavim için, muhakkak ki bir rahmet ve bir öğüt vardır” (Ankebut 51)

Meclislerin Keffareti

Meclislerin Keffareti
"Subhâneka'llâhumme ve bihamdik ve eşhedu en lâ ilâhe illâ ente estağfiruke ve etûbu ileyk" (Taberani 10/164, el-Elbânî Sahîhu'l-Câmi (4487)