1- Muasır selefî menhec âlimlerine buğzederler, onları küçümserler, cahillikle ve sapıklıkla suçlarlar. Sonra İbn Teymiyye, İbn Kayyım, Tahavi şârihi İbn Ebi’l-İzz gibi âlimlere dil uzatarak onların konumlarını düşürür ve sözlerini reddederler.
2- Bid’at’e düşmüş olan herkesi bid’atçilikle suçlarlar.
Onlara göre İbn Hacer’in durumu Seyyid Kutub’dan bile daha şiddetlidir!
3- Bid’ate düşmüş herkesi bid’atçi saymayanları da bid’âtçilikle
itham ederler ve düşmanlık ederler. Onlara göre; “Falan Eşâridir” demek yeterli
değildir, bilakis onun bid’atçi olduğunu da söylemeyi şart koşarlar. Bunu
demezse ona hecr uygular ve bid’atçilikle itham ederler.
4- Bid’at ehline rahmet okumayı mutlak olarak haram
sayarlar. Onlara göre Rafizî, Kaderî ve Cehmî ile bir bid’ate düşmüş âlim
arasında fark yoktur!
Bu Görüşün Reddi: Şeyhulislam İbn Teymiyye şöyle der:
“Münafık olduğu bilinmeyen her müslüman için, onda bir bid’ât veya fısk bulunsa
dahi bağışlanma dilemek ve cenaze namazını kılmak caizdir. Lakin herkesin onun
cenaze namazını kılması vacip değildir. Eğer onun cenaze namazını kılmak bid’ate
veya günahın izharına sebep olacaksa, insanları sakındırmak için onun cenaze
namazını kılmayı terk etmek meşru olur. Nitekim Nebî sallallahu aleyhi ve
sellem de kendisini öldüren kimsenin cenaze namazını kılmamıştır.”[1]
İbn Teymiyye Fetava’l-Kubra’da şöyle demiştir: “Kendisinden
nifak ve zındıklık bilinen bir kimse hakkında, İslam’ı izhar ediyor olsa dahi,
onun bu durumunu bilen kimsenin onun cenaze namazını kılması caiz olmaz. Zira
Allah, nebisi sallallahu aleyhi ve sellem’i münafıkların cenaze namazını kılmaktan
yasaklamış ve şöyle buyurmuştur:
“Onlardan ölen hiçbir kimsenin namazını asla kılma, kabrinin başında da
durma. Çünkü onlar Allah’ı ve rasûlünü inkâr ettiler ve fasık olarak öldüler.”
(Tevbe 84)
“Senin onların
bağışlanmasını istemen ya da bağışlanmasını istememen onlar için birdir. Allah,
onları asla bağışlamayacaktır.” (Munafikun 6)
Ama büyük günah sahipleri gibi, imanıyla beraber fıskı açıkça ortaya
koyan bir kimseyse bazı müslümanların onun cenaze namazını kılmaları
zorunludur. Onun örnek alınmasından sakındırmak için cenaze namazını kılmayan
kimse kılmaz. Nitekim Nebî sallallahu aleyhi ve sellem kendisini öldüren
kimsenin, ganimetten aşıran kimsenin ve borcunu ödemeyen kimsenin cenaze namazlarını
kılmamıştır. Seleften birçok kimse de bid’at ehlinin cenaze namazını kılmaktan
geri durmuşlardır. Bu güzel bir sünnettir. Cundub b. Abdillah el-Becelî radıyallahu
anh’ın oğlu kendisine: “Dün gece çok yemekten dolayı uyuyamadım” deyince o da: “Bu
halde ölseydin cenaze namazını kılmazdım” dedi. Sanki çok yemekten dolayı
kendisini öldürmüş olacağını kasteder gibiydi. Bu güzelce hecr uygulama
kabilindendir. Onlardan birine cenaze namazı kılan kimse Allah’ın ona rahmetini
umar. Ona göre bundan kaçınmasını gerektirecek ağır basan bir maslahat yoktur.
Bu da güzeldir. Şayet zahirde bundan kaçınsa ve gizlice onun için dua etse iki
maslahatı bir araya getirmiş olur. Bu da iki maslahattan birini elden
kaçırmasından daha üstündür. Kendisinden nifak bilinmeyen herkes müslümandır ve
onun için bağışlanma dilemek, cenaze namazını kılmak caizdir. Hatta bu
emredilmiştir. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
“Hem kendi günahın, hem mü’min erkekler ve mü’min kadınlar için
mağfiret dile.” (Muhammed 19)”[2]
El-Elbani rahimehullah şöyle demiştir: “Seleften bazısı bid’atleri
sebebiyle bazı müslümanların cenaze namazını kılmamıştır. Bu durum her
müslümanın cenaze namazının kılınmasının meşru olmasını ortadan kaldırmaz.
Çünkü bu bir sakındırma ve o kilinin örnek alınmasını engellemek için te’dip
babındandır. Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’in günahı olmadığı halde
borçla ölen kimsenin, ganimetten aşıran kimsenin ve benzerlerinin cenaze
namazını kılmaması gibi. Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’in bu
kimselerin cenaze namazını kılmaması, seleften bazısının bundan geri
durmasından daha önemlidir. Bu durum bid’atçi müslümanın cenaze namazını
kılmanın caiz olmadığını göstermez.”[3]
5- Ebu Hanife, Şevkanî, İbnu’l-Cevzi, İbn Hacer, Nevevî gibi bazı bid’atlere
düşmüş âlimlere rahmet okuyanları bid’atçi sayarlar.
6- Bir bid’ate düşen kimseyi bid’atçi saymayanı bid’atçilikle suçlarlar.
Hizipçilere, bid’atçilere ve taassup ehline karşı en şiddetli âlimlerden olan
Şeyh el-Elbani rahimehullah’a düşmanlık ederler.
7- Mahmud el-Haddad hakkında aşırılık edip onu ilimde en üst
mertebelerde ve tartışmasız imam olarak görürler. Dürüstlüğü seviyormuş
görüntüsü vererek Selefî âlimler hakkında “Falan yalancıdır, kezzabdır”
gibi sözlerle dil uzattıkları halde, Allah’ın yalanlarını ve iftiralarını
ortaya çıkarmış olduğu Mahmud el-Haddad hakkında aşırı taassup gösterirler.
8- Namazın terkinden dolayı tekfir etmeyenleri Mürcie olmakla suçlarlar.
9- Lanet etme, kabalık, terör onların özelliklerindendir.
Öyle ki selefîleri dövmekle tehdit ederler. Hatta bazılarına saldırmışlardır.
10- Muayyen şahsa lanet etmeleri. Hatta bazıları Ebu Hanife’ye
lanet ederler ve bazıları da tekfir ederler. Ebu Hanife’nin sapıklıkları ve bid’atlerinin
açıklanması onlara göre yeterli değildir, tekfir edilmesini de şart koşuyorlar.
Medine’li âlimler el-Haddad’ın selefin menhecinden saptığını ortaya koymuş ve
reddetmişlerdir. Haddadîler kendilerini İmam Ahmed’in menhecine nispet ederler.
Haddad’ın İmam Ahmed’e muhalefet edip bid’at ehline uyum gösterdiği ortaya
konulduğu zaman İmam Ahmed’e bu görüşün nispetini inkâr etmeye kalkıyorlar. El-Haddad
diyor ki: “Bu İmam Ahmed’den sahih olarak gelse bile biz onu taklid etmeyiz.” Hâlbuki
onlar hakkı talep etmiyorlar, ancak selefiler arasına fitne sokup ayrılık
çıkarmak istiyorlar.
11- Ehl-i Sünnet’in bid’at ehli hakkında söylediği sözleri
sünnet ehli aleyhine kullanarak niteleme yaparlar.
12- Cehaleti mazeret görenleri sapıklıkla suçlarlar. Çünkü kendileri
aslen tekfircilerdir.
13- Kendilerine muhalefet edenleri hizipçi ve bid’atçi
olarak görürler.
Şeyhulislam İbn Teymiyye rahimehullah şöyle demiştir: “Her
birinin görüşlerinde ihtilaf bulunmasına rağmen, ilim ehli ve hevâ ehli
arasındaki farkın sebebi şudur: Âlim güzel niyet ve içtihadı ile emrolunduğu
şeyi yapar, o zahirde tam olarak mutabık olmasa dahi delil bulunduğuna itikad
ettiği şeyi yapmakla emrolunmuştur. Lakin bu itikad yakînî değildir. Nitekim hâkim
adalet sahibi iki şahidi tasdik etmekle emrolunmuştur. Hakikatte bu şahitler
hata etmiş veya yalan söylemiş olabilir. Aynı şekilde müftî de adalet ve zapt
sahibi kimsenin haberini tasdik etmekle veya zahire tabi olmakla emrolunmuştur.
Tam olarak mutabık olmasa dahi, zahirin delalet ettiği şeye itikad eder. Matlup
olan itikad, zannın galebe çaldığı şeye göredir. Tam olarak yakîn üzere olmasalar
dahi kulların emrolunduğu şey budur. Onlar bâtındaki hakikatlere göre itikad
etmekle emrolunmamışlardır. Âlim bir meselede birbirine zıt iki itikaddan hak
olanı kasteder ve kitap ve hikmetin gereğiyle emrolunduğu şeye tabi olur.
Bilmediği şey ve farkında olmadığı hata konusunda mazurdur. Hevâ sahipleri ise
böyle değildir. Zira onlar: “Ancak zanna ve nefislerinin arzularına uyarlar.”
(Necm 23) Zan ve hevâ ile söyledikleri şeyi kesin kabul ederler, onun aksini
asla kabul etmezler. Böylece zahiren ve batınen itikad etmekle emrolunmadıkları
şeye itikad ederler, kastetmeye emrolunmadıkları şeye kastederler ve
emrolunmadıkları içtihatta bulunurlar. Bilmeden yaptıkları bu içtihat ve kasıt,
bağışlanmalarını gerektiren bir durum da değildir. Onlar gaspçılara benzeyen
zalimlerdir veya sapıtanlara benzer cahillerdir. Müçtehidin ilmî içtihadında
ise hakkı ortaya çıkarmaktan başka amaç yoktur. Nitekim bunun yolunu tutmuştur.
Sırf hevâsına tabi olan kimse ise hakkı bilmesine rağmen ona karşı inat eder.”[4]
Şatibî rahimehullah şöyle demiştir: “Böyle birisinden ancak
sürpriz olarak bid'at vâki olur, kasıtlı değil, tesadüfidir. Buna ancak bir
yanılgı veya sürçme denilebilir. Çünkü bunun sahibi, fitne çıkarmayı ve Kitab'ın
tevilini yapmak için müteşabihin peşinden gitmeyi kastetmemiştir. Yani o hevâsına
uymamış ve onu kendisine dayanak yapmamıştır. Hak ortaya çıktığı zaman derhal
ona teslim olması ve onu kabul etmesi bunun delilidir.”[5]
El-Berbeharî rahimehullah şöyle demiştir: “Bil ki; yoldan sapmak iki şekilde olur: Birincisi;
hayırdan başka bir şey istemediği halde yoldan sapan kişidir. Onun hatasına
uyulmaz çünkü helak olmaya götürür. İkincisi; kişi hakka karşı inat eder ve
kendisinden önceki takva sahiplerine muhalefet eder. İşte bu hem sapık, hem
saptırıcıdır. Şeytan bu ümmete karşı isteklidir. Böyle saptırıcıları bilen
kimselerin, insanları ondan sakındırmaları, onun bid’atlerine hiç kimsenin düşüp
helak olmaması için onun durumunu insanlara açıklamaları bir haktır.”[6]
Muhammed b. Abdillah
el-İmam şöyle demiştir: “Âlimlerin zelleleri hakkında şunları biliriz:
1- Hiçbir âlim bundan
(zelle yapmaktan) selamette kalmaz.
2- Bu durum âlimin
değerini düşürmez.
3- Bu hata görmezden
gelinir, kabul edilmez.
4- İnsanlar bu hataya
tabi olmaktan sakındırılır.
5- Bu görüşün sahibi
mazur görülür ve ona nasihat edilir
Âlimin sapması ise
şunlarla bilinir:
1- Allah’ın kitabına kasıtlı
olarak muhalefet etmesi
2- Bunda ısrar etmesi
3- Bu muhalif görüşü
için dostluk ve düşmanlık etmesi
4- Bu görüşe davet
etmesi.
Sapmış olduğundan hiçbir
şüphe kalmadığı zaman Ehl-i Sünnet şu şekilde hareket eder:
1- Ondan ve hatasından
sakındırılır, bu konuda muteber maslahat gözetilerek sakındırma yapılır.
2- Maslahat bunu
gerektiriyorsa ona hecir (dargınlık ve uzaklaşma) uygulanır.
3- Mertebesi ilim ehli
mertebesinden indirilir, bid’at ve hizipçilik ehlinin âlimlerinden biri haline
gelir.
4- Görüşüne müracaat,
kendisinden ilim alınması, fetva sorulması ve istişare edilmesi konusunda
dayanak edinilmez.”[7]
İbn Teymiyye rahimehullah şöyle demiştir: “Hocaların
insanları gruplaştırmamaları, aralarına düşmanlık ve buğz atmamaları gerekir. Bilakis
iyilik ve takva konusunda yardımlaşan kardeşler gibi olmalıdırlar. Nitekim
Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: “İyilik etmek ve sakınmak üzere yardımlaşın;
günah ve haddi aşmak üzere yardımlaşmayın.” (Maide 2)
Onlardan hiçkimse diğerinden her istediğine uyması, dost
edindiğine dost, düşman edindiğine düşman olması için söz almamalıdır. Bilakis
bunu yapan Cengiz Han’ın ve benzerlerinin yaptığını yapmış olur. Onlar
kendilene uyanları arkadaş ve dost edinmiş, kendilerine muhalefet edenleri ise
düşman edinmişlerdir.
Bilakis hocalar, onlardan Allah’a ve rasulüne itaat etmek,
Allah’ın ve rasulünün emirlerini yerine getirmek, yasaklarından sakınmak, Allah
ve rasulünün emrettiği şekilde müslümanların haklarını gözetmek üzere söz
almalıdırlar.
Bir kimsenin hocası zulme uğramışsa ona destek olmalı, eğer
zulmediyorsa zulmünde ona yardımcı olmamalı, bilakis onu bundan engellemelidir.
Sahih’te sabit olduğu üzere Nebî sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
“Zalim de olsa mazlum da olsa kardeşine yardım et.”
Denildi ki: “Mazluma yardım etmeyi anladık ey Allah’ın rasulü! Peki zalime
nasıl yardım edilir?” Buyurdu ki: “Onu zulmetmekten engellersin, ona
yardımın budur.”
İki hoca arasında veya iki öğrenci arasında yahut hoca ile
öğrencisi arasında bir husumet meydana gelirse hiç kimsenin haklının kim olduğu
netleşmedikçe onlardan birine destek olması caiz değildir. Hakkı bilmeden veya
hevâ ile ona destek olunmaz. Bilakis meselede hakkın ortaya çıkmasına kadar
beklenir ve haklı olana destek olunur. Haklı olan kendi arkadaşlarından da
olsa, başkalarından da olsa fark etmez. Gaye yalnızca Allah’a ibadet, rasule
itaat, hakka tabi olmak ve adaleti gerçekleştirmek olmalıdır. Allah Teâlâ şöyle
buyurmuştur:
“Ey iman edenler, kendiniz, ana babanız ve yakınlarınız aleyhinde bile
olsa, Allah için şahidler olarak adaleti ayakta tutun.” (Nisa 135)
Zira haksızlık karşısında sükût eden dilsiz şeytandır. Hak lehine ya da
aleyhine olsa dahi kendi arkadaşına meyleden kimse cahiliyye hükmüyle hükmetmiş
olur, Allah’ın ve rasulünün hükmünü dışına çıkar. Hepsine de vacip olan şey
haklının yanında, haksızın karşısında tek bir el gibi olmaktır…”[8]