Sözlerin en doğrusu Allah'ın kelamı, yolların en hayırlısı Muhammed Aleyhisselam'ın yoludur. Dinde her sonradan çıkarılan şey bidattir.Her bidat sapıklıktır ve her sapıklık da cehennemdedir (Muslim no: 867)

Duâ

Duâ

29 Eylül 2024 Pazar

Nebilerin İsmet (Korunmuşluk) Özelliği Hakkında

 

Nebilerin ismet (günahlardan korunmuş olma) sıfatı hakkında akîdelerini kelâmcılardan öğrenmiş olanlar, bu ismet sıfatının mutlak olduğunu, dolayısıyla nebilerden hata ve küçük günahın dahi sâdır olamayacağına itikad ediyorlar ve bu bâtıl görüş neticesinde nebilerden hata sadır olmasını ifade eden birçok rivayetlere akılları ile karşı çıkarak inkar ediyorlar. Bu yüzden nebilerin ismet sıfatı hakkında Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaatin sahih akidesini açıklamak gerekmiştir:

Nebîler insanların seçkinleri ve Allah Teâlâ katında halkın en değerlileridir. Allah onları, insanlara Allah’tan başka ibadete layık hak ilah olmadığına davet etmeleri için seçmiştir. Allah Teâlâ onları kendisi ile halkı arasında dinin tebliği konusunda vasıta kılmıştır. Onlar Allah Teâlâ adına tebliğ ile me’murdurlar. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:

اُو۬لٰٓئِكَ الَّذِينَ آتَيْنَاهُمُ الْكِتَابَ وَالْحُكْمَ وَالنُّبُوَّةَ فَإِنْ يَكْفُرْ بِهَا هٰٓؤُ۬لَٓاءِ فَقَدْ وَكَّلْنَا بِهَا قَوْمًا لَيْسُوا بِهَا بِكَافِرِينَ

Onlar kendilerine kitap, hikmet ve nübüvvet verdiğimiz kimselerdir. Onları inkâr ediyorlarsa, onları inkâr etmeyen bir topluluğu onlara vekil kılmışızdır.” (En’âm 89)

Nebiler, beşer olmalarıyla beraber Allah Teâlâ adına tebliğ ile vazifelidirler. Bu yüzden ismet iki durumla alakalıdır:

Dinin tebliğinde ismet ve beşerî hatalardan ismet.

Nebîlerin dini tebliğ hususunda ismetine gelince, muhakkak ki nebiler Allah Teâlâ adına dini tebliğ konusunda masumdurlar. Allah’ın kendilerine vahyettikleri bir şeyi gizlemezler, ona kendilerinden bir ekleme yapmazlar. Allah Teâlâ, nebisi Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’e hitaben şöyle buyurmuştur:

يَا أَيُّهَا  الرَّسُولُ بَلِّغْ مَا أُنْزِلَ إِلَيْكَ مِنْ رَبِّكَ وَإِنْ لَمْ تَفْعَلْ فَمَا بَلَّغْتَ رِسَالَتَهُ وَاللَّهُ يَعْصِمُكَ مِنَ النَّاسِ إِنَّ اللَّهَ لَا يَهْدِي الْقَوْمَ الْكَافِرِينَ

Ey Rasûl! Rabbinden sana indirileni tebliğ et; eğer yapmazsan O’nun risaletini tebliğ etmemiş olursun. Allah seni insanlardan koruyacaktır. Muhakkak Allah kâfirler topluluğunu hidayete erdirmez!” (Mâide 67)

Yine şöyle buyurmuştur:

وَلَوْ تَقَوَّلَ عَلَيْنَا بَعْضَ الْأَقَاوِيلِ * لَأَخَذْنَا مِنْهُ بِالْيَمِينِ * ثُمَّ لَقَطَعْنَا مِنْهُ الْوَتِينَ * فَمَا مِنْكُمْ مِنْ أَحَدٍ عَنْهُ حَاجِزِينَ

Eğer bize bazı sözler isnad etseydi, muhakkak onu sağ ile yakalardık. Sonra can damarını elbette koparırdık. Sizden hiçbir kimse bunu ona yapmamıza engel olamazdı.” (Hâkka 44-47)

وَمَا هُوَ عَلَى الْغَيْبِ بِضَنِينٍ

O, gaybe karşı cimrilik etmez” (Tekvîr 24)

Nebî sallallahu aleyhi ve sellem rabbinin dinini ve şeriatini tebliğinde az ya da çok herhangi bir hata yapmaz. Bilakis o daima Allah Teâlâ’nın korumasındadır.

Ümmet, rasullerin risalet görevi konusunda masum olduklarında ittifak etmiştir. Nebiler, Allah’ın kendilerine vahyettiği – nesh edilen şeyler dışında - hiçbir şeyi unutmazlar. Allah Azze ve Celle şöyle buyurmuştur:

سَنُقْرِئُكَ فَلَا تَنْسَى * إِلَّا مَا شَاءَ اللَّهُ

Sana okutacağız ve sen unutmayacaksın. Allah’ın dilediği müstesna “(el-A’lâ 6-7)

إِنَّ عَلَيْنَا جَمْعَهُ وَقُرْآنَهُ * فَإِذَا قَرَأْنَاهُ فَاتَّبِعْ قُرْآنَهُ

“Şüphesiz onu toplamak da okutmak da bize aittir. O halde onu okuduğumuz zaman okumasına uy.” (Kıyamet 17-18)

İbn Teymiyye rahimehullah şöyle demiştir: “Muhakkak ki âyetler nebilerin nübüvvetine, onların Allah Azze ve Celle adına haber verdikleri hususlarda masum (korunmuş) olduklarına, onların verdikleri haberin ancak hak olduğuna delalet etmektedir. Nübüvvetin bu manası, Allah’ın onlara gaybi bildirmesini ve onların da insanlara gaybi bildirmelerini içermektedir. Rasul, halkı davet etmekle me’murdur, onların tebliği rabbinin risaletinin tebliğidir.”[1]

Nebilerin beşerî hatâlardan ismetine gelince, nebiler de tıpkı diğer isnanlar gibi hata ederler. Bunun da şu halleri vardır:

Nebiler büyük günah işlemezler. Nübüvvetlerinden öncesinde ve sonrasında büyük günahlardan masumdurlar.

İbn Teymiyye rahimehullah şöyle demiştir: “Nebilerin küçük günahlardan değil de büyük günahlardan masum olmaları görüşü, İslâm ulemâsının çoğunluğunun ve bütün taifelerin görüşüdür… Aynı şekilde müfessir, muhaddis ve fakihlerin de çoğunluğunun görüşüdür. Hatta seleften, imamlardan, sahabeden, tâbiînden ve tebâu’t-tâbiînden buna aykırı bir görüş nakledilmemiştir.”[2]

Risalet ve vahyin tebliği ile alakalı olmayan meselelere gelince, nebilerden veya onlardan bazısından küçük günahlar meydana gelebilir. Bu yüzden ilim ehlinin çoğunluğu nebilerin küçük günahlardan masum olmadıklarını ifade etmişlerdir. Onlar küçük günah işlediklerinde bu hususta ısrar etmezler, bilakis Allah onları uyarır ve hemen tevbe ederler.

Onların küçük günaha düşebileceklerinin, bununla beraber bunda ısrar etmemelerinin delili, Allah Teâlâ’nın Âdem aleyhi's-selâm hakkındaki şu ayetidir:

فَأَكَلَا مِنْهَا فَبَدَتْ لَهُمَا سَوْآتُهُمَا وَطَفِقَا يَخْصِفَانِ عَلَيْهِمَا مِنْ وَرَقِ الْجَنَّةِ وَعَصَى آدَمُ رَبَّهُ فَغَوَى * ثُمَّ اجْتَبَاهُ رَبُّهُ فَتَابَ عَلَيْهِ وَهَدَى

Âdem rabbine âsi olup yolunu şaşırdı. Sonra rabbi onu seçkin kıldı; tevbesini kabul etti ve doğru yola yöneltti.” (Tâhâ 121-122)

Bu âyet Âdem aleyhi's-selâm’ın günaha düştüğü ve onda ısrar etmeyip Allah’a hemen bundan tevbe etttiğini göstermektedir.

Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:

قَالَ هَذَا مِنْ عَمَلِ الشَّيْطَانِ إِنَّهُ عَدُوٌّ مُضِلٌّ مُبِينٌ*  قَالَ رَبِّ إِنِّي ظَلَمْتُ نَفْسِي فَاغْفِرْ لِي فَغَفَرَ لَهُ إِنَّهُ هُوَ الْغَفُورُ الرَّحِيمُ

Bu şeytan işidir. O, gerçekten saptırıcı, apaçık bir düşman” dedi. Dedi ki: “Rabbim! Doğrusu kendime zulmettim. Beni bağışla.” Allah da onu bağışladı. Çünkü şüphesiz O çok bağışlayıcı, çok merhametlidir.” (Kasas 15-16)

Mûsâ aleyhi's-selâm günahını itiraf etmiş ve Allah’tan kıptî şahsı öldürmesinden sonra bağışlanma dilemiştir. Allah da onun günahını bağışlamıştır.

Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:

فَاسْتَغْفَرَ رَبَّهُ وَخَرَّ رَاكِعًا وَأَنَابَ*  فَغَفَرْنَا لَهُ ذٰلِكَ وَإِنَّ لَهُ عِنْدَنَا لَزُلْفَى وَحُسْنَ مَآبٍ

Ve rabbinden bağışlanma dileyerek eğilip secdeye kapandı, tevbe edip Allah'a yöneldi. Sonra bu tutumundan dolayı onu bağışladık. Kuşkusuz yanımızda onun yüksek bir makamı ve güzel bir geleceği vardır.” (Sad 24-25)

Dâvûd aleyhi's-selâm’ın günahı, ikinci hasmı dinlemeden hükümde acele etmesiydi.

Nebimiz Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’i de rabbi Subhânehu ve Teâlâ Kur’ân’da zikrettiği yerlerde itâb etmiştir. Bunlardan bazıları şöyledir:

يَا أَيُّهَا النَّبِيُّ لِمَ تُحَرِّمُ مَا أَحَلَّ اللَّهُ لَكَ تَبْتَغِي مَرْضَاتَ أَزْوَاجِكَ وَاللَّهُ غَفُورٌ رَحِيمٌ

Ey nebi! Eşlerinin hoşnutluğunu isteyerek, Allah’ın sana helal kıldıklarını niçin haram kılıyorsun? Şüphesiz Allah Ğafûr’dur, Rahîm’dir.” (Tahrim 1)

Bu Nebî sallallahu aleyhi ve sellem’in hanımlarıyla meşhur kıssasında olmuştur.

Yine Allah Teâlâ, Nebî sallallahu aleyhi ve sellem’i Bedir esirleri konusunda itâb etmiş, Enfal 67-69. Ayetlerini indirmiştir.[3] Bu hadiste Nebî sallallahu aleyhi ve sellem’in esirleri affetme görüşü eleştirilmiştir. Bu Nebî sallallahu aleyhi ve sellem’in ashabıyla istişareden sonra içtihat ederek verdiği bir karar idi. Bu konuda Nebî sallallahu aleyhi ve sellem’in katında Allah’tan bir nas yok idi.

Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:

عَبَسَ وَتَوَلَّى * أَنْ جَاءَهُ الْأَعْمَى

Surat astı ve yüz çevirdi. Kendisine o kör geldi diye.” (Abese 1-2) Değerli sahabi Abdullah b. Ummi Mektûm radıyallahu anh’ın Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem ile kıssası meşhurdur. Allah Azze ve Celle bu konudaki davranışından ötürü rasulünü itâb etmiştir.

İbn Teymiyye rahimehullah şöyle demiştir: “Âlimlerin cumhûrundan nakledilenlerin geneli, nebilerin küçük günahlarda ısrar etmeyecekleri şeklindedir. Onların küçük günahlara asla düşmeyeceklerini söylememişlerdir. Ümmetin taifelerinden nebilerin mutlak olarak masum oldukları (küçük günah dahi işlemeyecekleri) görüşü ilk olarak Rafizilerden nakledilmiştir. Zira onlar nebilerden unutma, yanılma ve te’vil gibi şeylerin dahi meydana gelmeyeceğin iddia ederler.”[4]



[1] Mecmuu’l-Fetava (18/7)

[2] Mecmuu’l-Fetava (4/319)

[3] Bkz.: Muslim (1763)

[4] Mecmuu’l-Fetava (4/320)

27 Eylül 2024 Cuma

25 Eylül 2024 Çarşamba

Eş’ariyye Fırkası

 Eş’ârîler: İmam Ebu’l-Hasen el-Eş’arî rahimehullah’a nispet edilen fırkadır. İbn Kesir, ez-Zubeydî ve diğer bazı tarihçilerin anlattıklarına göre el-Eş’ârî üç merhale geçirmiştir:

Kırk sene kadar Mu’tezile merhalesinde kaldıktan sonra, Abdullah b. Said b. Kullab’ın görüşlerine dönüş yapmış ve ondan etkilenmiştir. Bu da ikinci merhalesidir.

Âlimler el-Eş’arî’nin İbn Kullab’ın görüşünden dönüp üçüncü merhalede Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaate tam olarak muvafakat edip etmediği kousunda ihtilaf etmişlerdir.

Bir taife onun Ehl-i Sünnetin görüşüne döndüğü görüşündedir. Hafız İbn Kesir ve muasırlardan Hafız el-Hakemî böyle demişlerdir. Bu konuda da el-Eş’ârî’nin son kitabı olan el-İbane adlı eserini delil getirmişlerdir. Çünkü orada el-Eş’arî şöyle der: “Benimsediğimiz görüş ve din edindiğimiz şey; rabbimiz Azze ve Celle’nin kitabına, nebimiz Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’in sünnetine, sahabe, tabiin ve hadis imamları olan efendilerimizden rivayet edilenlere sımsıkı sarılmaktır. Biz bütün bunları benimsemekle birlikte Ebu Abdillah Ahmed b. Muhammed b. Hanbel’in – Allah onun yüzünü aydınlatsın ve derecesini yüceltsin – sözlerini de kabul ederiz. Zira muhalifler O’nun sözlerine muhalefet etmişlerdir. Halbuki o faziletli imam ve kâmil önderdir ki, Allah onun vesilesiyle hakkı açıklamış, sapıklığı def etmiş, menheci ortaya koymuş, bid’atçilerin bid’atlerini, sapmış olanların sapmalarını, tereddüt ehlinin şüphelerini gidermiştir. Allah’ın rahmeti o öncü imam ve yüce dostun üzerine olsun.”[1]

El-Eş’arî’nin bu ifadeleri, İmam Ahmed’in temsil ettiği Selef mezhebine dönüş yapmış olduğunu göstermektedir. Zira İmam Ahmed’in görüşlerini benimsediğini, ona muhalefet edenlere muhalif olduğunu açıklamıştır. İmam İbn Huzeyme rahimehullah’ın haber verdiğine göre, İmam Ahmed b. Hanbel rahimehullah, Abdullah b. Said b. Kullab’a ve el-Haris gibi ashabına karşı insanların en şiddetlisi idi.[2] El-Haris el-Muhasibî’ye Kullabî olduğu için hecr uygulamıştı.

Diğer görüşe göre el-Eş’arî Kullabî mezhebinden tam olarak dönmemiştir. Sadece birçok meselede Ehl-i Sünnet’e yakınlaşmıştır. İbn Teymiyye, İbnu’l-Kayyım ve başkaları bu görüşü tercih etmişlerdir. El-Eş’arî, el-İbâne kitabında Ehl-i Sünnet’in birçok görüşüne yakınlaşmış olsa da, kendisinde İbn Kullab’ın mezhebinden kalıntılar kalmıştır.

İbn Teymiyye der ki: “el-Eş’arî, Mu’tezile’nin öğrencilerinden olsa da sonra tevbe etmiştir. El-Cubbâî’nin öğrencisi idi. Sonra İbn Kullab’ın yoluna meyletti. Basra’da Zekeriyya es-Sacî’den hadis usulünü öğrendi. Sonra Bağdat’a geldiğinde Bağdat Hanbelî’lerinden diğer bazı meseleleri öğrendi. Bu da ömrünün sonlarında oldu. Nitekim ashabı kitaplarında bunu böyle zikrederler.”[3]

El-Eş’arî’nin bu son merhalesinde ona tabi olan kimse Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat’e uyum gösterir. Önceki merhalelerinden olan Kullabiyye dönemine uyan ise birçok akidesinde Ehl-i Sünnet’e muhalefet eder. Nitekim el-Eş’arî bizzat kendisi el-İbane ve Makalatu’l-İslamiyyin adlı eserleri ile kendisine nispet edilen el-Mûcez kitabı gibi başka eserlerinde Kullabiye’ye muhalefetini açıklamıştır.

Sonraki Eş’arîlerin geneli Ebu’l-Hasen el-Eş’arî’nin mezhebini gözetmezler. Bilakis mezheplerine Cehmiyye ve Mu’tezile’nin hatta felsefecilerin birçok esaslarını karıştırmışlardır. Birçok görüşlerinde el-Eş’arî’ye muhalefet etmişlerdir. Allah’ın istivâ, uluv, nüzûl, el, göz, ayak, kelam gibi sıfatlarını nefyederek bizzat el-Eş’arî’ye de muhalefet etmişlerdir.

Ehl-i Sünnet lakabı iki manada kullanılıyordu:

Birincisi: Rafizî olmayanlara deniyordu. Bu itibarla Eş’arîler, Maturidîler, hatta Mu’tezile dahi bu kapsama giriyordu.

İkincisi: Ehl-i Sünnet kelimesi, bid’atin zıttı olarak kullanılmıştır. Bununla kastedilen has olarak Ehl-i Sünnet’tir. Bunun kapsamına ancak selefin ve hadis ehlinin sahih akidesini gözetenler girer. Bu itibarla bu lakabın kapsamına Eş’ariler ve kelamı, bid’at usulleri esas alan diğer fırkalar girmezler. Çünkü onlar birçok esasta ve meselelerde Ehl-i Sünnet’e muhalefet etmektedirler.

Sonraki Eş’arîler kader konusunda Cebrî, iman konusunda Mürcie, sıfatlar konusunda Muattıla’dırlar. Yedi sıfattan başkasını ispat etmezler. Çünkü iddialarına göre akıl yalnız bu yedi sıfatı kabule delalet etmektedir. Allah’ın arş üzerine istivâsını, mahlûkatının üzerinde oluşunu (uluv sıfatını) nefyederler ve derler ki: “Allah âlemin ne içindedir, ne dışındadır, ne üzerindedir, ne de altındadır…” Bunun gibi birçok muhalefetleri vardır. Şu halde onların Ehl-i Sünnet olarak adlandırılmaları mümkün değildir!

İbn Teymiyye dedi ki: “Ehl-i Sünnet kelimesi ile üç halifenin halifeliğini kabul edenler kastedilirse bu kapsama Rafızîler dışındaki bütün gruplar girerler. Bu kelime ile Ehl-i Hadis ve sırf sünnet kastedilirse bu kapsama yalnızca Allah Teâlâ’nın sıfatlarını kabul edenler girer.”[4]

Eş’arî mezhebine ancak onların akidedeki menhecini gözetenlerin nispet edilmesi doğru olur. Ama sadece bazı meselelerde Eş’ari’lere muvafakat edenlere Eş’arî denilmesi doğru olmaz.

İbn Useymin, Hafız Nevevi ve Hafız İbn Hacer hakkında şöyle demiştir: “Bu ikisinin ve benzerlerinin Eş’arî’liğe nispet edilmesi doğru mudur? Deriz ki: Onlar Eş’arî değildirler. Çünkü Eş’arîlerin isim ve sıfatlar, iman, ahiret ahvâli gibi konularda mustakil mezhebi vardır. Sefer el-Havalî kardeşimizin onların mezhebini tanıtan kitabı güzeldir. Çünkü insanların çoğu Eş’arilerin sadece isim ve sıfatlar konusunda Selef’e muhalif olduklarını sanıyorlar! Lakin onların muhalefetleri çoktur. Birisi sıfatlar meselesinde Eş’arilere benzer bir şey söylese hemen onun Eş’arî olduğunu söylemeyiz! Hanbelî’lerden birisi Şafii’lerin bir görüşünü tercih etse onun Şafîî olduğunu mu söyleyeceğiz?”[5]

Yine şöyle demiştir: “Bu zamanda bu iki adamın (Nevevi ve İbn Hacer) Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’in hadisleri konusunda İslam’daki öncülüklerini tanımıyorlar! Allah Subhanehu ve Teâlâ’nın onlara insanlar katında, ilim talebeleri katında hatta ümmetin geneli katında eserlerinin kabulünü nasip etmesi yeter! Şu an Riyazu’s-Salihin kitabı her mecliste okunmaktadır. Her mescidde okunmaktadır. İnsanlar ondan büyük faydalar görmektedir…”[6]

Muhammed Nasıruddin el-Elbânî rahimehullah şöyle demiştir: “Nevevî, İbn Hacer ve benzerleri hakkında, onların bid’at ehli olduklarını söyleyen zulmetmiş olur. Ben onların Eş’arîlerden olduğunu kabul ederim, lakin onlar kitap ve sünnete muhalefeti kastetmemişlerdir. Ancak yanılgıya düşmüşler ve zan yapmışlardır. Onlar ancak Eş’arî akidesine varis olmuşlar ve iki şey hususunda zanda bulunmuşlardır:

Birincisi: İmam el-Eş’arî’nin bu görüşte olduğunu zannetmişlerdir. Halbuki bu, el-Eş’ârî’nin önceki görüşleri olup kendisi bu görüşlerden dönüş yapmıştır.

İkincisi: Bu görüşler doğru olmadığı halde onu doğru zannetmişlerdir.”[7]



[1] Ebu’l-Hasen el-Eş’arî, el-İbane (s.20)

[2] Bkz.; Siyeru A’lami’n-Nubela (14/380) İbn Teymiyye Der’u Tearuz (6/2)

[3] İbn Teymiyye Mecmuu’l-Fetava (3/228) Bkz.: Şeyh Abdurrahman el-Mahmûd, Mevkifi İbn Teymiyye Mine’l-Eşâ’ira (1/390)

[4] Minhacu’s-Sunne (2/221) Bkz,: İbn Useymin Şerhu’l-Mumti (11/306)

[5] İbn Useymin Şerhu’l-Erbaini’n-Neveviye (s.290)

[6] Liqââtu’l-Bâbi’l-Meftûh, Liqâ no: 43

[7] El-Elbani, Men Huve’l-Kafir ve Men Huve’l-Mubtedi adlı, 666 no’lu kaset.

24 Eylül 2024 Salı

Mâturîdiyye Fırkası ve Ehl-i Sünnet'e Muhalefetleri

 Mâturîdîyye bid’atçi bir kelâm fırkasıdır. Ebu Mansur el-Mâturîdî’ye nispet edilir. Esasları; Mu’tezile, Cehmiyye ve diğer hasımlarına karşı dinin hakikatlerini ve İslam akidesini aklî ve kelâmî delillerle hüccet getirmektir.

Mâturîdîyye fırkası çeşitli aşamalar geçirmiştir. Bu isimle ancak kurucusunun ölümünden sonra bilinir olmuştur. Aynı şekilde Eş’arilik de ancak Ebu’l-Hasen el-Eş’ari’nin vefatından sonra yayılmıştır. Mâturîdîliğin geçirdiği aşamalar şu dört aşama şeklinde özetlenebilir:

Birinci Aşama: Kuruluş Dönemi.  Bu dönemde Mu’tezile ile şiddetli tartışmalar olmuştur. Bu aşamanın lideri Ebu Mansur Muhammed b. Muhammed b. Mahmud el-Mâturîdî es-Semerkandî’dir. Semerkand yakınlarındaki Mâturîd adlı bir mahallede doğduğu için oraya nispet edilmiştir.

Mâturîdîler, diğer usulcü ve kelamcıların genelinde olduğu gibi, şer’î naslara ve rivayetlere pek özen göstermemiş, aklî bir ekol gözetmişlerdir.

Ebu Mansur el-Mâturidî, birçok konuda Cehmiyye akidesinden etkilenmiştir. Haberî sıfat naslarını te’vil etmesi, Mürcielik bid’atine düşmesi ve benzeri bid’atleri böyledir.

Yine Allah Azze ve Celle’ye kelâm-ı nefsî nispet etme bid’atini ilk başlatan İbnu Kullâb’dan da etkilenmiştir.

İkinci Aşama: Oluşma Dönemi:  Bu dönemde Mâturîdî’nin öğrencileri öncülük etmiş, Mâturidî’lik kendi başına mustakil bir kelam fırkası haline gelmiştir. İlk olarak Semerkand’da ortaya çıkmış, imamlarının görüş ve fikirlerini yayıp müdafaa etmişler, eserler tasnif etmişlerdir. Fıkıhta Ebu Hanife’nin mezhebine tabi olmuşlardır. Mâturîdîyye akidesi en çok bu beldelerde revaç bulmuştur.

Bu aşamanın meşhurları; Ebu’l-Kasım İshak b. Muhammed b. İsmail el-Hakîm es-Semerkandî ve Ebu Muhammed Abdulkerim b. Musa b. İsa el-Pezdevî’dir.

Üçüncü Aşama: Te’lif ve Mâturîdîyye Akidesinin Kökleşmesi Dönemi: Bu aşamada Mâturîdîyye akidesinin delillerini bir araya getiren birçok te’lifler yapılmıştır.

Bu aşamanın meşhurları: Ebu’l-Muîn en-Nesefî ve Necmuddin Ömer en-Nesefî’dir.

Dördüncü Aşama: Genişleme ve Yayılma Dönemi: Bu aşama Mâturîdîlerin en önemli dönemi sayılır. Osmanlı devletinin sultanlarının desteği sebebiyle geniş kitlelere yayılmışlardır. Doğuda ve batıda Arap, Acem, Hind, Türk, Faris ve Rum halkları arasında yaygınlık göstermiştir. Bu aşamada Kemal İbnu’l-Humam gibi büyük muhakkikler ön plana çıkmıştır.

Maturidîliğe tabi olanların çoğu Hind beldeleri ve civarında bulunan Çin, Bangladeş, Pakistan, Afganistan gibi doğu beldeleri ile Türkiye, Faris, Maverau’n-Nehir ülkelerindendir.

Maturidîler’in Ehli Sünnet’e Muhalefet Ettikleri Konular:

Mâturîdîler din usulünü şu şekilde taksim ederler:

A- İlâhiyyât (Akliyyât): Mâturîdîlere göre tevhid ve sıfatları kapsayan bu konunun ispatında akıl bağımsız olup nakil, akla tabi kılınır.

B- Şer’iyyât (Sem’iyyât): Bu konu, mümkün oluşunu aklın kesin gördüğü, lakin ispat etmek veya yok saymak için aklın bir yolunun olmadığı konulardır. Mesela nübüvvet, kabir azabı, ahiret işleri konuları gibi. Bununla beraber bazıları nübüvveti akliyyât kısmından sayarlar.

Bu metodun Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaate aykırı oluşu apaçık ortadadır. Çünkü Ehl-i Sünnet’e göre diğer din meselelerinde olduğu gibi, bu konularda da dayanak ancak Kur’ân, sünnet ve sahabenin icmâ’ıdır.

Din usulünü akliyyât ve sem’iyyât diye taksim etmeleri de ayrıca bir bid’attir. Bu taksim batıl bir fikre dayanır. O da şudur: “Din ve akide meselelerinde usul, akılla idrak etmektir, aslen bunları ispatta sem’in (yani vahyin) bir alanı yoktur! Sem’ (vahiy) sadece aklî delilin destekçisidir. Sem’ (vahiy) ile idrak edilenlerde de aklın aslî bir rolü yoktur!”

Mu’tezile ve Eşariler gibi diğer kelamcı fırkaların yaptığı üzere Mâturidîler de Allah Teâlâ’yı vahiyden önce akıl ile bilmenin vacip oluşunu esas alırlar. Bunu mükellefin ilk vacibi olarak görürler ve bunun terkini mazeret kabul etmezler. Bilakis nebi ve rasullerin gönderilmesinden önce yaşamış olsa dahi, aklıyla rabbi tanımayan kimseyi cezaya mustahak görürler. Bu görüşleriyle Mu’tezile’nin görüşüne uyum gösterirler.

Bu görüşün bâtıl oluşu ortadadır. Zira Kitap ve sünnet delilleri, sevap ve cezalandırmanın ancak dinin varid olmasına bağlı olduğunu açıklamıştır. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:

وَمَا كُنَّا مُعَذِّبِينَ حَتَّى نَبْعَثَ رَسُولًا

Bir rasul göndermedikçe azap edecek değiliz.” (İsra 15)

Doğrusu, kullara ilk vacip olan şey, halkın genelinin fıtratına Allah’ın yerleştirdiği bilgi değil, ancak Allah Subhenehu ve Teâlâ’nın tevhid edilmesi ve O’nun dinine girmektir.

Mâturîdîler’e göre tevhid; Allah Teâlâ’nın zatında bir oluşunu ispat etmek, onun cüzlere ayrılmadığını, sıfatlarında bir olduğunu, benzeri olmadığını, fiillerinde bir olduğunu, yaptıklarında kimsenin O’na ortak olmadığını kabul etmektir. Bu yüzden bütün çabalarını tevhidin bu türünü ispat için harcarlar.

Onlara göre İlah; yoktan var etmeye kâdir olan varlık demektir. Bu konuda Mu’tezile ve Cehmiyye’nin ortaya attığı aklî ve felsefî kıyasları delil getirirler. Mesela cevher ve arazların meydana gelme delili bunlardandır. Bu ise, bu konularda Kur’ân’ın en doğru delil olduğunu açıklayan ümmetin selefini, imamları ve onlara tabi olanları karalamak demektir.

Mâturîdîler, Allah Teâlâ’nın yalnız sekiz sıfatını ispat etme görüşündedirler. Detaylarda aralarında ihtilaf bulunmakla beraber kabul ettikleri bu sekiz sıfat şunlardır: Hayat, kudret, ilim, irade, sem’ (işitme), basar (görme), kelam (konuşma) ve tekvin (var etme).

Bunların dışında kitap ve sünnetin delalet ettiği zatî veya fiilî sıfatları, aklın kapsamına girmediği için tamamen nefyederler. Şer’î nasları da buna göre te’vil ederler.

Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat ise Allah’ın isimleri konusunda olduğu gibi, sıfatları konusunda da hepsinin tevkifî olduğuna (ancak vahiyle bilineceğine) itikad ederler. Derler ki: “Nasların delalet ettiği sıfatlar, mahlûka benzetmeksizin, Allah’ın eksik sıfatlardan tenzih edilmesiyle, isim veya sıfatlarından hiçbiri ta’til edilmeksizin, keyfiyeti (şeklinin bilgisi) Allah’a bırakılarak, Allah Teâlâ’nın şanına layık bir manada ispat edilir. Allah Teâlâ’nın şu ayetinde olduğu gibi:

لَيْسَ كَمِثْلِهِ شَيْءٌ وَهُوَ السَّمِيعُ الْبَصِيرُ

O’nun misli gibi bir şey yoktur. O işitendir, görendir.” (Şura 11)

Mâturîdîler: “Allah’ın kelâmı hakikat üzeredir” derler. Ancak bununla Allah’ın kendisiyle kâim olan, kullar tarafından işitilmeyen, nefsî kelamını kastederler. İşitilenin ise hakikat olmadığını, kadim nefsî sıfatın bir tabiri olduğunu söylerler!

Bu yüzden onlara göre insanların ellerinde yazılı bulunan mushaflara “mahlûk” demekte sakınca görmezler. Böylece onların bu sözleri, ümmetin icmâ’ına muhalefet eden Mu’tezile’nin görüşüne dönmektedir! Din imamlarından bu görüşün bâtıl oluşuna ve böyle diyeni tekfir ettiklerine dair mütevatir nakiller vardır.

Mâturîdîler, iman hakkında: “Yalnızca kalbin tasdikinden ibarettir” derler. Bazıları buna “dil ile ikrar”ı da katar. İmanın artmasını ve eksilmesini kabul etmezler. İmanda istisnâ yapmayı (inşâallah mü’minim demeyi) haram görürler. İslâm ve imanı aynı şey kabul edip aralarında fark görmezler. Böylece bu konuda Mürcie ile uyum gösterip Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat’e muhalefet ederler. Zira Ehl-i Sünnet’e göre iman, gönülden itikad etmek, dil ile söylemek ve azalarla amel etmektir. İman taatlerle artar ve günahlarla eksilir.

Mâturîdîler Allah Teâlâ’nın âhirette görüleceğini kabul ederler. Lakin bununla beraber cihet (yön) ve Allah ile karşılaşmayı nefyederler. Bu ise bir çelişkidir. Bir şeyi ispat edip sonra hakikatini nefyediyorlar![1]

Mâturîdîyye akidesine tabi olanlar hakkında cennete gireceği veya cehenneme gireceği söylenmez. Bilakis onlar bid’at olan görüşleri olsa da bid’atleri tekfiri gerektiren bir bid’at değildir. Onların diğer konularda durumu diğer müslümanların durumu gibidir:

لَيْسَ بِأَمَانِيِّكُمْ وَلَا أَمَانِيِّ أَهْلِ الْكِتَابِ مَنْ يَعْمَلْ سُوءًا يُجْزَ بِهِ وَلَا يَجِدْ لَهُ مِنْ دُونِ اللَّهِ وَلِيًّا وَلَا نَصِيرًا * وَمَنْ يَعْمَلْ مِنَ الصَّالِحَاتِ مِنْ ذَكَرٍ أَوْ أُنْثَى وَهُوَ مُؤْمِنٌ فَأُولَئِكَ يَدْخُلُونَ الْجَنَّةَ وَلَا يُظْلَمُونَ نَقِيرًا

İş, sizin kuruntularınıza ve Ehl-i Kitabın kuruntularına göre değildir. Her kim bir kötülük yaparsa onunla cezalandırılır ve kendisi için Allah’tan başka bir veli de bulamaz yardımcı da. Ayrıca her kim erkek veya kadın mü’min olarak salih amellerden işlerse; işte onlar Cennete girerler ve hurma çekirdeğinin çukurcuğu kadar zulmedilmezler.” (Nisa 123-124)

Bid’atlerine gelince, fertlerin durumu birbirinden farklıdır. Kimisi te’vil eder, kimisi samimiyetle içtihad eder ve mazurdur, kimisi sorumlu tutulacağı bir hatadadır, Allah’ın dilemesindedir, dilerse azap eder, dilerse affeder.

İbn Teymiyye rahimehullah Eş’arî imamlarından bir grup zikrettikten sonra şöyle demiştir:

“Muhakkak ki bunlardan İslâm’da teşekküre layık gayretleri ve iyilikleri olanlar, ilhad ve bid’at ehlinin birçoğuna reddiye verenleri, din ve sünnet ehline destek olanları vardır. Bilinen durumlarına rağmen onlar hakkında ilim, doğruluk, adalet ve insaf ile konuşulur. Lakin başlagıçta Mu’tezile’den aldıkları bu esas kendilerine karışık gelmiştir. Akıl ve fazilet sahibi oldukları halde bu fikirleri reddetmek için delil getirdiler ve onların usullerine uydular. Bu yüzden ilim ve din ehli müslümanların karşı çıktıkları bazı görüşler ortaya koymuşlardır. (Bu Eş’arilere karşı) insanlardan kimisi onlarda bulunan iyilikler ve faziletlerden dolayı onlara tazim etti.

Kimisi onların sözlerinde meydana gelen bid’atler ve bâtıllardan dolayı onları kötüledi. İşlerin en hayırlısı ise orta yollu olanıdır. Bu durum bu kimselere hâs değildir. Bilakis ilim ve din ehlinden bu gibi durumlara düşen herkes hakkındadır. Allah Teâlâ bütün mü’min kullarından iyilikleri kabul eder ve kötülüklerini affeder:

رَبَّنَا اغْفِرْ لَنَا وَلِإِخْوَانِنَا الَّذِينَ سَبَقُونَا بِالْإِيمَانِ وَلَا تَجْعَلْ فِي قُلُوبِنَا غِلًّا لِلَّذِينَ آمَنُوا رَبَّنَا إِنَّكَ رَءُوفٌ رَحِيمٌ

Rabbimiz, bizi ve bizden önce iman etmiş kardeşlerimizi bağışla ve kalplerimizde iman edenlere karşı bir kin bırakma! Rabimiz gerçekten sen Rauf’sun, Rahim’sin” derler.” (Haşr 10)

Şüphe yok ki hakkı ve Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’den gelen dini talep konusunda içtihat eden ve bunun bir kısmında hata edenin hatasını Allah bağışlar. Allah, nebisinden ve müminlerden: “Rabbimiz! Unutur veya hata edersek bizi sorumlu tutma” (Bakara 286) duâsına icabet etmiştir.

Kim de zannına ve hevâsına tabi olur da, içtihadından sonra doğru zannederek yanlışa, sünnete aykırı bid’atlere düşerse, muhalefetine göre sorumlu olur. Bu kimseye ta’zim eden ashabından olanlar da düştüğü yanlışın büyüklüğü veya küçüklüğüne göre sorumlu olurlar. Kalplerden tereddütü gideren hidayet ve isabetin kaynağı olan nübüyyet nurundan ve risaletin güneşinden uzak kalınması sebebiyle karışıklık ve çelişkilerin çokluğundan dolayı sonrakilerde bu durumdan selamette kalan çok azdır…”[2]

Yine İbn Teymiyye, sıfatları inkâr eden ve te’vil eden bazı kimselerin durumlarını açıklarken şöyle demiştir:

“Onların türleri vardır: Bir türünün aklî ilimlerde geniş bilgisi vardır. Hatta onlar inkâr edenlerin söyledikleri hüküm ve delillerin kesin deliller olduğuna inanarak bunları benimsemişlerdir. Onların bu konuda bağımsız hareket etme güçleri yoktur. Hatta onlar hakikatte bu hususta taklitçi olduklarından onların sözlerine inanmışlardır.

Kur’ân, hadis ve selefin sözlerinden buna aykırı olarak işittikleri her şeyi, ya onlara uygun olduğunu zannederek, ya da manasının bilgisini Allah’a havale ederek yüz çevirmek şeklinde karşılamışlardır. Ebu Hatim el-Bustî – yani İbn Hibban -, Ebu Said es-Semman el-Mu’tezili, Ebu Zerr el-Herevî, Ebu Bekr el-Beyhakî, Kadı Iyad, Ebu’l-Ferac b. el-Cevzî, Ebu’l-Hasen Ali b. el-Mufaddal el-Makdisî ve benzerlerinin hali budur.

İkinci türü; aklî meseleler konusunda içtihat yolunu tutmuşlar ve bu konuda tıpkı başkalarının hata yaptıkları gibi hata yapmışlardır. Bozuk usullerinin bazısında Cehmî’lere katılmışlardır. Bununla beraber Buhari ve Muslim’in sahihleri ile diğer kitaplardan haberdar olsalar da, selefin ve Ehl-i sünnet imamlarının bu konuda ne söylediklerinden habersizdirler. Ebu Muhammed b. Hazm, Ebu’l-Velid el-Bâcî, Kadı Ebu Bekr b. el-Arabî ve benzerlerinin hali de böyledir. Bişr el-Merisî, Muhammed b. Şuca es-Selcî ve benzerleri de bu türe dâhildirler.

Üçüncü türü; hadis ve eserleri işitirler, selefin mezhebini yüceltirler, lakin diğer bazı meselelerde Cehmiyye kelamcılarına katılırlar. Onlar Kur’an, hadis ve sünnet imamlarından gelen rivayetler konusunda geniş bilgi sahibi değildirler. Rivayetlerin sahih olanını ve zayıf olanını ayırt edemezler. Manalarını da kavrayacak kabiliyetleri yoktur. Nitekim Cehmîyyeden inkârcıların aklî esaslarının bazısının sahih olduğunu zannetmiş ve aradaki çelişkileri görememişlerdir. Ebu Bekr b. Furek, Kadı Ebu Ya’lâ, İbn Akîl ve benzerlerinin durumu da bu türe girer.”[3]



[1] Bu konuda ayrıntı için bkz.: el-Mevsuatu’l-Muyessere Fi’l-Edyan ve’l-Mezahib ve’l-Ahzabi’l-Muasira (1/95-106) Ahmed b. Avadullah el-Luheybî el-Harbî, el-Mâturîdîyye – master tezi, Şemsuddin el-Efgani es-Selefi, el-Mâturîdîyye ve Mevkifihim Min Tevhidi’l-Esma ve’s-Sifat- master tezi, Dr. Muhammed b. Abdirrahman el-Humeyyis, Menhecu’l-Mâturîdîyye Fi’l-Akide, İbn Teymiyye, el-İstikamet, İbn Useymin, Mecmuu Fetava ve Resail (3/307-308)

[2] İbn Teymiyye Der’u Tearuzi’l-Akli ve’n-Nakl (2/102-103)

[3] Der’u’t-Teâruz (7/32)

23 Eylül 2024 Pazartesi

Sekülerleşmiş Dünya İçin Kıssadan Hisse

 


Geçmiş ümmetlerde bir adam, halkında gördüğü bozulmalardan dolayı ailesiyle birlikte uzlete çekilir, kırsalda yaşamaya başlar. Geçimini de odunculuk yaparak sağlamakta, kıt kanaat geçimini sağlamaktadır. Yine bir gece ailesi ihtiyaçlarından yakınır ve adam ormana gidip odun keser. Kestiği odunları pazara götürür ve üç beş kuruşa satıp dönerken bir insan kalabalığı görür. Ne olduğunu soruşturduğunda bazı kimselerin ağaçtan bir put edindiklerini ve ona ibadet etmek için toplandıklarını öğrenir. Hemen baltasını alıp putu kırmaya yönelir. İnsanları aşar ve karşısına o put ile görevli olup insanları saptırmakta olan şeytan, cüsseli bir adam kılığında karşısına dikilir. Adam, Allah için ihlâsla başladığı bu işte, insan kılığındaki bu şeytanı yere serer ve gırtlağına sarılıp öldürmek üzereyken şeytan der ki:

“Sana bir teklifim var! Beni bırak, bu putu da bırak. Bunu yıksan bile insanlar onun yerine başka bir ağaç bulurlar. Buna karşılık her sabah yastığının altında bir altın bulacaksın. Zaten fakir bir adamsın, çoluk çocuğunu düşün. Dediğim gibi olmazsa, yastığının altında altın bulamazsan yarın gelir bu ağacı yine yıkarsın.” Adam geçim sıkıntılarını, çocuklarının yakınmalarını düşünür ve bu teklifi kabul eder.

Her sabah yastığının altında bir altın bulmaktadır ve böylece geçimi düzelir, müreffeh bir şekilde yaşamaya başlar. Derken bir sabah yastığının altında altın bulamaz, sinirlenir ve baltasını alıp tapınılan ağaca doğru yönelir. O puttan sorumlu olan şeytan yine karşısına çıkar, bu defa şeytan adamı yere serer ve der ki:

“Artık geçti! İlk geldiğinde Allah için ihlâs ile gelmiştin ve beni de yenmiştin. Ama artık bu gelişin Allah için değil, kişisel menfaatlerini dinin önüne geçirdin ve bütün kuvvetin gitti. Allah’ın yardımından da mahrum kaldın!”

Kıssa benzer şekilde Ebu Talib el-Mekki'nin Kutu'l-Kulub'unda (2/272) Gazali'nin İhya'sında ve Kazvini'nin Acaibu'l-Mahlukat'ında İsrailiyyat kıssası olarak nakledilmiştir.

Bu kıssa iyi tedebbür edilmeli ve gereken hisseler çıkarılmalıdır. Muhakkak ki bu kıssadan ferdî kullukta çıkarılacak ibretler bulunduğu gibi, ümmetin genel ahvali hakkında da çıkarılması gereken bir ibret vardır. Yıllardır Filistinde müslümanların yaşadıkları bölgelere tasallut edemeyen Yahudiler, neden sonra ki bu cesareti bulup rahatça saldırmaya başladılar?

Müslüman olduğunu iddia edenler kendilerine dönüp bir düşünsünler, gölgelerinden dahi korkan bu kafirler bu cesareti nereden buldular da müslümanların ülkelerine tamah etmeye başladılar?

Gerçek şu plandemi oyunu kurulduğu zaman bu tuzaklara karşı uyaran müslümanlarla Filistinli Araplar da, Lübnan’lılar da, başkaları da iğrenç bir şekilde dalga geçtiler! Bulaşıcı hastalık korkusuyla maske takmanın şirk olduğunu söyleyen uyarıcıları maskara ettiler, deli muamelesi yaptılar, cemaatle namazı yasaklayanlara ve saflar arasına mesafe koyulmasını söyleyenlere reddiye verenleri akılsızlıka ve türlü iftiralarla suçladılar!

Maske taktılar, cemaatle namaz yasağına uydular, saflar arasına mesafe koydular, her türlü aptal ve geri zekalıca hareketi sorgulamadan kabul ettiler, İblis’in dinine tabi oldular.

Tarihte hiç görülmemiş bir açıklıkla kâfir olmalarına rağmen müslüman olduklarını iddia etmeye devam ettiler. Zaten giyim kuşamlara bakıldığında hangisi Yahudi, hangisi Filistin’li o bile belli değil!

Müslüman olduklarını iddia edenler şayet müslüman olsalardı ya da müslüman olarak kalmış olsalardı, yahudiler müslümanlara değil bir bomba, bir taş dahi atmaya cesaret edemezlerdi.

Bu katliamlarda çocukların ölmesi farklı bir bakış açısına göre bir yandan teselli oluyor. Çünkü bu çocuklar yaşasalar, ana babaları gibi vahyin naslarına düşmanlık eden, seküler hayatın zevklerini talep eden, müzik dinleyen, sinemaya giden, kafir kılıklarına girmekte ve kadın erkek karışık ortamlarda bulunmakta sakınca görmeyen, sadece başörtüsü bağlamakla teberrüc yaptıkları halde tesettürlüymüş gibi münafıklık yapan, sakalını kesen, pantolon giyen, kravat takan, lgbti küfürleriyle sapmış sapkınlarla dostluk eden, demokrasi gibi küfürlere sempati duyan, özetle kendilerini öldüren yahudilerden yaşam tarzı olarak hiçbir farkları kalmayan kimseler olarak yetiştirileceklerdi belki de... Kafirler tarafından zillete düşürülmenin asıl sebebi de zaten bu sayılanlar değil mi? İzzeti Allah'a kulluk ve rasule ittibadan başka şeylerde aramak yüzünden değil mi?

9 Eylül 2024 Pazartesi

İmam Ahmed, Mihne Döneminin Halifesini Tekfir Etti mi?

İmam Ahmed rahimehullah, kendisine Kur'ân mahluktur demesi için işkence yaptıran el-Mu'tasım'ı tekfir etmemiştir. Nitekim bunun delilleri aşağıda aktarılacaktır. Tekfirin şartları ve manileri, muayyen şahısların tekfirinden kaçınma zorunluluğuna dair delilleri dile getirmem sebebiyle şahsım hakkında "kafir yöneticilerin savunuculuğunu yapıyor" diye iftira eden bazı dengesiz, karaktersiz ve ahlâk yoksunu kimseler (Telegram'da Al Bi Kitap Eline, Dost Kitaplar, Akidetu'l-Muslim kanalları vb. Haricî meşrepliler), hiç şüphesiz aynı asırda yaşaslardı İmam Ahmed hakkında da bu iftirayı yaparlardı!

Bazı kimseler şu rivayeti İmam Ahmed’in Halife Me’mun’u tekfir ettiğine delil getiriyorlar:

El-Hallal, es-Sunne’de (no:1708) rivayet ediyor:

أَخْبَرَنِي أَحْمَدُ بْنُ مُحَمَّدِ بْنِ مَطَرٍ، قَالَ: ثنا أَبُو طَالِبٍ، قَالَ: قُلْتُ لِأَبِي عَبْدِ اللَّهِ: إِنَّهُمْ مَرُّوا بِطَرَسُوسَ بِقَبْرِ رَجُلٍ، فَقَالَ أَهْلُ طَرَسُوسَ: الْكَافِرُ، لَا رَحِمَهُ اللَّهُ. فَقَالَ أَبُو عَبْدِ اللَّهِ: «نَعَمْ، فَلَا رَحِمَهُ اللَّهُ، هَذَا الَّذِي أَسَّسَ هَذَا، وَجَاءَ بِهَذَا

“Bana Ahmed b. Muhammed b. Matar haber verdi, dedi ki: bize Ebu Talib tahdis etti, dedi ki: “Ebu Abdillah’a (Ahmed b. Hanbel rahimehullah) dedim ki:

“Tarsus’ta bir adamın kabrine uğramışlar. Tarsus halkı: “Kafir, Allah ona rahmet etmesin” dedi. Bunun üzerine Ebu Abdillah (Ahmed b. Hanbel) dedi ki:

“Evet, Allah ona rahmet etmesin! Bu işi kuran ve bunu getiren odur.”

Bu rivayetin isnadı sahihtir, ancak bu konuda müteşabihtir. İddia sahipleri diyorlar ki: “Tarsus’ta Cehmi’likle meşhur yalnız Me’mun defnedilmiştir. Hallal onun ismini kitabında zikretmek istememiştir.”

Derim ki, rivayette İmam Ahmed’in beddua ettiği kişinin Me’mun olduğuna dair bir sarahat yoktur. Üstelik Cehmi’liğin kurucusu da Me’mun değildir. Onun ancak bu işe davet edenlerden olduğu söylenebilir. Şayet İmam Ahmed'in küfrüne hükmettiği kabir sahibi Me'mun ise şu söylenebilir: Me'mun bu konuda ilim sahibiydi, bu yüzden İmam Ahmed onu tekfir etmiştir. Mu'tasım ise ilim sahibi değil, avamdan sayılır. Bu yüzden Mu'tasım'ı tekfir etmemiştir. Böylece İmam Ahmed'in muayyen şahısların tekfirinde tekfirin şartlarını ve manilerini gözettiği anlaşılır. 

Tarsus’taki bu kabirdeki şahıs Me’mun’dan başkası da olabilir. İhtimal ile delil getirmek müteşabihe tabi olmaktır. 

İmam Ahmed’in, Halku Kur’ân küfrüne çağıran, bu yüzden insanları imtihan ettirip işkence yapan el-Mu’tasım’ı tekfir etmediği, onun için bağışlanma dilediği ve kendisine eziyetinden dolayı ona hakkını helal ettiği birçok tarikten sabit olmuştur:

Ebu Tahir es-Silefî, Meşihatu’l-Bağdadiye’de (2113) dedi ki: Bize Ebu Abdillah el-Huseyn b. Abdillah b. Siklâb tahdis etti, dedi ki: bana Abdullah b. Ahmed b. Hanbel tahdis etti, dedi ki:

قَالَ لِي أَبِي وَجَّهَ إِلَى الْوَاثِقِ أَنْ اجَعْلِ الْمُعْتَصِمَ فِي حِلٍّ مِنْ ضَرْبِهِ إِيَّايَ فَقُلْتُ مَا خَرَجْتُ مِنْ دَارِهِ حَتَّى ‌جَعَلْتُهُ ‌فِي ‌حِلٍّ، وَذَكَرْتُ قَوْلَ النبي صلى الله عليه وسلم لا يَقُومُ يَوْمُ الْقِيَامَةِ إِلا مَنْ عَفَا فَعَفَوْتُ عَنْهُ

“Babam (Ahmed b. Hanbel) bana dedi ki: “el-Vasık’a şunu ilet: Beni dövmesinden dolayı el-Mu’tasıma hakkımı helal ettim ve daha onun evinden çıkar çıkmaz hakkım helaldir dedim. Nebî sallallahu aleyhi ve sellem’in şu hadisini hatırladım: “Kıyamet gününde ancak affedenler kalkacak” Bunun üzerine onu affettim.”

Aynısını İbnu’l-Cevzi de Menakibu Ahmed’de (s.466) rivayet etmiştir.

İbnu’l-Cevzi, Menakibu’l-İmam Ahmed’de (s.465) dedi ki: bize Muhammed b. Ebi Mansur haber verdi, dedi ki: bize Abdulkadir b. Muhammed haber verdi, dedi ki: bize Ebu İshak el-Bermekî haber verdi, dedi ki: bize Ali b. Merdek haber verdi, dedi ki: bize İbn Ebî Hâtim tahdis etti, dedi ki: Salih b. Ahmed şöyle dedi:

سمعتُ أبي يقول: لقد جَعلتُ الميّتَ في حِلٌّ من ضَربه إياي ثم قال مررتُ بهذه الآية {فَمَنْ عَفَا وَأَصْلَحَ فَأَجْرُهُ عَلَى اللَّهِ} فنظرت في تفسيرها فإذا هو ما أخبرنا هاشم بن القاسم قال أخبرنا المبارك بن فَضَالة قال أخبرني مَن سمع الحسن يقول إذا كانَ يوم القيامة جَثت الأمم كلّها بين يدي الله عزَّ وجلَّ ن ثم نُودي أن لا يقوم لا من أجره على الله عز وجل قال فَلا يقوم إلا من عَفا في الدنيا قال أبي فجعلتُ الميّتَ في حلٌّ من ضَربه إياي وجَعل يقول: وما عَلى رجل أن لا يعذِّبَ اللهُ بسببه أحداً؟

“Babamı (Ahmed b. Hanbel’i) şöyle derken işittim: “Ölüye beni dövdürmesinden dolayı hakkımı helal ettim.” Sonra dedi ki:

“Şu ayete geldim: “Kim affeder ve ıslah ederse ecri Allah’a aittir.” Ayetin tefsirine baktım, şunu gördüm: bize Haşim b. el-Kasım haber verdi, dedi ki: bize el-Mubarek b. Fudale haber verdi, dedi ki: bana el-Hasen’den işiten biri haber verdi, o şöyle diyordu:

Kıyamet günü olduğu zaman bütün ümmetler getirilip Allah Azze ve Celle’nin huzurunda durdurulacak. Sonra: “Ecri Allah Azze ve Celle’ye ait olmayanlar kalkmasın” diye seslenilecek. Ancak dünyada affetmiş olanlar kalkacak.” Babam dedi ki:

“Bu yüzden beni dövdüren ölüye hakkımı helal ettim” Şöyle demeye başladı: “Kendisi sebebiyle Allah’ın kimseye azap etmemesinden dolayı kişiye ne var?”

İbn Ebî Hâtim dedi ki: bize Ahmed b. Sinan tahdis etti, dedi ki: bana ulaştığına göre Ahmed b. Hanbel el-Mu’tasım’a hakkını, Amuriyye fethi gününde helal etmiş ve şöyle demiştir:

هو في حل من ضربي

“Beni dövene hakkım helaldir.”

Ebu Bekr el-Merruzî el-Vera’da (265) dedi ki: “Ebu Abdillah (Ahmed b. Hanbel) bana dedi ki

قد سألني إسحاق بن إبراهيم أن أجعلأبا إسحاق في حل فقلت له قد كنتُ جعلته في حل، ثم قال أبو عبد الله تفكرتُ في الحديث إذا كان يوم القيامة نادى مُنادٍ لا يقم إلا من عفا وذكرتُ قول الشَّعْبي إن تعف عنه مَرة يكن لك من الأجر مَرَّتين

: “İshak b. İbrahim benden Ebu İshak’a (el-Mu’tasım’a) hakkımı helal etmemi istedi. Ben de ona dedim ki:

“Ben ona hakkımı zaten helal ettim.” Sonra Ebu Abdillah (Ahmed b. Hanbel) dedi ki:

“Şu hadisi düşündüm: “Kıyamet günü olduğu zaman bir münadi: “Sadece affetmiş olanlar kalksın” diye seslenir.” Yine eş-Şa’bi’nin şu sözünü hatırladım: “Onu bir kere affedersen senin için bu iki kat ecir olur.”

Bunu İbnu’l-Cevzi de Menakibu’l-İmam Ahmed kitabında kendi isnadıyla rivayet etmiştir.

Yine İbnu’l-Cevzi aynı kitapta kendi isnadıyla Ebu Ali el-Huseyn b. Abdillah el-Hirakî’den şöyle dediğini rivayet etmiştir:

بت مع أحمد بن حنبل ليلةً فلم أره ينام إلا يَبكي إلى أن أصبح، فقلت: أبا عبد الله، كثر بُكاؤك الليلة، فما السبب فقال لي ذكرتُ ضرب المعتصم إياي ومرَّ بي في الدَّرس {وَجَزَاءُ سَيِّئَةٍ سَيِّئَةٌ مِثْلُهَا فَمَنْ عَفَا وَأَصْلَحَ فَأَجْرُهُ عَلَى اللَّهِ} فسجدت وأحللته من ضربي في السجود.

“Bir gece Ahmed b. Hanbel rahimehullah ile kaldım. Onun sabaha kadar uyumaksızın ağladığını gördüm. dedim ki:

“Ey Ebu Abdillah! Bu gece ne çok ağladın! Bunun sebebi nedir?” Dedi ki:

“el-Mu’tasım’ın beni dövmesini hatırladım. Derste şu ayet geçti: “Kötülüğün cezası misliyle kötülüktür. Kim affeder ve ıslah ederse ecri Allah’a aittir.” Bunun üzerine secde ettim ve secdelerde beni dövene hakkımı helal ettim.”

İbrahim el-Harbî rahimehullah’tan da şöyle dediğini kendi isnadıyla rivayet etti:

أحلَّ أحمد بن حنبل من حَضر ضربَه وكلَّ من شايع فيه والمعتصم، وقال: لولا أن ابن أبي دُؤاد داعية لأحللته

“Ahmed b. Hanbel rahimehullah kendisini dövme işinde hazır bulunan herkese ve el-Mu’tasım’a hakkını helal etti. Dedi ki:

“İbn Ebi Duâd (bid’atine) davetçi olmasaydı elbette ona da hakkımı helal ederdim.”

Yine el-Abbas b. Vasıl el-Mukri’nin şöyle dediğini zikretti:

قال لي فُوران وجَّه إليّ أبو عبد الله أحمد بن حنبل في اللّيل فدعاني، فقال لي: كيف أخبرتني عن فَضْل الأنماطي قال قلت يا أبا عبد الله قال لي فَضل لا أجعل في حل من أمرَ بضربي حتى أقول القرآن مخلوق ولا من تولي الضرب ولا من سَرَّه ممن حضر وغابَ من الجهميَّة فقال لي أحمد بن حنبل لكني جعلتُ المعتصم في حل ومن تَولّى ضربي ومن غابَ ومن حضر وقلت لا يُعذب فيَّ أحد وذكرتُ حديثين يُرويان عن النبي صلى الله عليه وسلم إن الله عز وجل ينشئُ قصوراً فيرفع الناسُ رءوسهم فيقولون لمن هذه القصور ما أحسنها؟ فيقال لمن أعطى ثمنها قيل وما ثمنها؟ قال من عَفا عن أخيه المسلم ويأمر الله عز وجل بعقد لواءٍ فينادي منادٍ ليقم تَحتَ هذا اللواء إلى الجَنة من له عند الله عَهد فقال بيِّن بيِّن من هو؟ قال مَن عَفا عن أخيه المسلم

“Furan rahimehullah bana dedi ki: “Ebu Abdillah Ahmed b. Hanbel rahimehullah gece bana adam gönderip çağırttı. Bana dedi ki:

“Fadl el-Enmati’den bana nasıl haber vermiştin?” Dedim ki:

“Ey Ebu Abdillah! Fadl bana dedi ki: “Kur’an mahlûktur dememe kadar beni dövenlere, bu işi üstlenenlere, orada hazır bulunan veya orada olmayıp da bundan dolayı sevinen Cehmilere hakkımı helal etmeyeceğim.” Bunun üzerine Ahmed b. Hanbel rahimehullah bana dedi ki:

“Lakin ben el-Mu’tasım’a ve beni dövme işini üstlenenlere, orada bulunanlara ve bulunmayanlara hakkımı helal ediyorum! Diyorum ki, benim yüzümden kimse azap görmesin. Nebî sallallahu aleyhi ve sellem’den rivayet edilen iki hadisi hatırladım:

Muhakkak ki Allah Azze ve Celle bir saray yapacak, insanlar başlarını kaldıracaklar ve: “Bu saray kimin acaba? Ne kadar da güzel!” diyecekler. Denilecek ki: “Ücretini verenlerindir.” Denilecek ki: “Ücreti nedir?” “Müslüman kardeşini affetmektir” diyecek.

Allah Azze ve Celle bir sancak belirleyecek ve bir münadi şöyle seslenecek: “Allah katında bir ahdi olan kimseler bu sancağın altına doğru kalkıp cennete gitsin.” Dediler ki: “Açıkla, kimdir o?” Buyurdu ki: “Müslüman kardeşini affedendir.”

Yine İbnu’l-Cevzi aynı eserde isnadıyla Abdullah b. Ahmed rahimehullah’tan rivayet ediyor:

قرأت على أبي روح عن أشعث عن الحسن إن لله عز وجل باباً في الجنة لا يدخله إلا من عَفا عن مَظْلَمة فقال لي يا بُني ما خرجتُ من دار أبي إسحاق حتى أحللته ومن معه إلا رجلين ابن أبي دؤاد وعبد الرحمن بن إسحاق فإنهما طلبا دمي وأنا أهونُ على الله عز وجل من أن يعذب فيَّ أحداً، أشهدك أنهما في حِل

“Babama, Ebu Ravh’ın Eş’as’tan, onun da el-Hasen (el-Basri)’den şu rivayetini okudum: “Muhakkak ki Allah Azze ve Celle cennette bir kapı kılacak oradan ancak kendisine zulmedeni affeden girecektir.” (Babam Ahmed b. Hanbel) bana dedi ki:

“Ey oğlum! Ebu İshak (el-Mu’tasım)’ın evinden çıkar çıkmaz ona ve iki kişi dışında yanında bulunanlara hakkımı helal etmiştim. O iki kişi ise İbn Ebi Duâd ile Abdurrahman b. İshak’tır. Bu ikisi canımı almak istiyorlardı. Ben ise benim yüzümden bir kimseye azap edilmesinden Allah katında daha değersizim. Şahit ol ki o ikisine de hakkımı helal ediyorum.”

İbn Hibban, Ravdatu’l-Ukala kitabında (s.164-165)  İshak b. Ahmed el-Kattan el-Bağdadî’den, o da İmam Ahmed b. Hanbel’i tedavi eden Tabibu’l-Kurrâ denilen komşusundan şöyle rivayet etmiştir:

قلت يا أبا عبد الله إن الناس إذا امتحنوا محنة دعوا على من ظلمهم ورأيتك تدعو للمعتصم  )قوله اللهم أغفر للمعتصم( قال إني أفكرت فيما تقول وهو ابن عم رسول الله صلى الله عليه و سلم فكرهت أن آتي يوم القيامة وبيني وبين أحد من قرابته خصومة هو مني في حل

“Dedim ki: “Ey Ebu Abdillah! İnsanlar Mihne olayında imtihan edildikleri zaman kendilerine zulmedenlere beddua ediyorlardı. Senin: “Allah’ım! Mu’tasım’ı bağışla” diye dua ettiğini gördüm.” Ahmed b. Hanbel rahimehullah dedi ki:

“Söylediklerini ben de düşündüm. O Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’in amcasının oğludur. Kıyamet gününde benimle Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’in akrabalarından birisi arasında bir dava olduğu halde getirilmek istemedim. Benden yana hakkım helal olsun.”

İmam Ahmed’in Muayyen Tekfirden Kaçınması

İmam Ahmed rahimehullah Cehmîleri umumen tekfir etmiş, lakin muayyen şahıslar hakkında hüccetin ulaşmasını ve tekfirin engellerinin ortadan kalkmasını gözetmiştir. Yukarıda aktarılanlardan anlaşıldığı üzere, Bişr el-Merisî, İbn Ebi Duâd gibi Cehmîlik küfrünün bilen davetçileri ile kandırılmış olan el-Mu’tasım gibileri farklı kategoride değerlendirmiştir.

Yine İmam Ahmed muayyen şahısların tekfiri konusunda şartları ve manileri gözetmiştir:

Hallal rahimehullah Ahkamu Ehli Milel’de (1413) dedi ki: Bana Musa b. Sehl haber verdi, dedi ki: bize Muhammed b. Ahmed el-Esedî tahdis etti, dedi ki: bize İbrahim b. Ya’kub tahdis etti, o İsmail b. Said’den şöyle dediğini rivayet etti:

سألت أحمد عن الرجل يقول الزنا وشرب الخمر حلال جاهلا بِهِ؟ فقيل له إنه حرام فِي كتاب الله تعالى فَقَالَ بل هو حلال ثم قيل له أيضا فَقَالَ هو حرام فَقَالَ إن كان مستثبتا لا يعتقد الكفر والجحود لا يكفر ولا تبين مِنْهُ امرأته

“Ahmed b. Hanbel rahimehullah’a şöyle sordum: “Adam cehaletle “Zina ve sarhoş edici içki helaldir” diyor. Ona: “Allah Teâlâ’nın kitabında bunlar haramdır” deniliyor. O da: “Bilakis helaldir” diyor. Sonra bu kendisine anlatılınca: “Bunlar haramdır” diyor.” Ahmed rahimehullah dedi ki:

“Küfre itikad etmeksizin ve inkâr yoluyla değil de hakkı araştırmak için bunu söylemişse kâfir olmaz ve hanımıyla arası ayrılmaz.”

Ebu’l-Kasım el-İshbehani el-Hucce Fi Beyani’l-Mahacce’de (2/551) şöyle demiştir: “Te’vil sahibi hata ederse ve bu kimse imana itikad eden kimselerdense teviline bakılır. Eğer te’vili mazur görülemeyecek şekilde Allah’ın kitabına veya sünnete veya icmaya aykırı bir durumu gerektiriyorsa o tekfir edilir, mazur görülmez. Zira onun bağlandığı şüphe zayıftır, onu mazur görecek kadar bir kuvveti yoktur. Çünkü bu asıllardan bir asıl ona delalet etmemektedir. Şüphesiz bu mesele apaçık bir konudur. Bu görüşün sahibinin hakka ulaşmasında bir zorluk yoktur. Delil ona gizli değildir. Bu kimsenin haktan sapması mazur görülemez. Bilakis o hakka aykırı amel etmekte inat ve ısrar etmiştir. Bu asıllardan bir asla kasten muhalefet etmiştir. Eğer cahil ise ve bu konuda inat etmiyorsa o tekfir edilmez. Çünkü küfrü tercih etmeyi kastetmemiş ve ona razı olmamıştır. Hakka ulaşmak için çabalamış ve haktan başkasına düşmüştür. Allah Subhanehu ancak beyandan (delilin açıklanmasından) sonra sorumlu tutacağını bilrdirmiş, ancak uyarıdan sonra cezalandıracağını haber vermiştir. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:

Allah kendilerine hidayet verdikten sonra, sakınacakları şeyleri kendilerine açıklayıncaya kadar bir kavmi sapıklığa sürüklemez.” (Tevbe 115) Bu tamamen Allah Azze ve Celle’nin hidayet ettiği, İslam akidesine giren kimseler hakkındadır. Bu kimse ancak beyandan sonra küfre çıkar.”

Ebu Bekr el-Hallal rahimehullah Ahkamu Ehli Milel’de (1419) dedi ki: “Hanbel (b. İshak) rahimehullah şöyle dedi: “Ebu Abdillah (Ahmed b. Hanbel) rahimehullah’a haramı helal sayan kimse hakkında sordum. Dedi ki:

المستحل لحرمة اللّه إذا كان مقيما عليها باستحلال لها غير متأول لذلك ولا نازعا عنه رأيت استتابته منها فإن تاب ونزع عن ذلك ورجع تركته وإلا فاقتل مثل الخمر بعينها والزنا وما أشبهه هذا فإذا كان رجل أتى شيئا من هذا على جهالة بلا استحلال ولا رد لكتاب اللّه تعالى فإن الحد يقام عليه إذا غشى منها شيئا

“Allah’ın haram kıldığını helal sayan eğer onu te’vil söz konusu olmaksızın helal saymakta ısrar eder ve terk etmezse bundan tevbeye çağırılması, tevbe edip terk ederse bırakılması, aksi halde öldürülmesi görüşündeyim. Mesele hamrın (sarhoş edici içkinin) kendisini, zinâyı ve benzerlerini helal sayan gibi. Kişi helal saymaksızın, Allah’ın kitabını reddetmeksizin cahillikle bunlardan bir şey işlerse ona had cezası uygulanır.”

Hallal rahimehullah Ahkamu’n-Nisa’da (91) dedi ki: Bana Musa b. Sehl haber verdi, dedi ki: bize Muhammed b. Ahmed el-Esedî tahdis etti, dedi ki: bize İbrahim b. Ya’kub tahdis etti, o İsmail b. Said’den şöyle dediğini rivayet etti:

سألت أحمد عن المُصرِّ على الكبائر بجهده إلا أنه لم يترك الصلاة والزكاة والصوم والحج والجمعة هل يكون مصرًّا أمن كانت هذِه حاله؟ قال هو مصرُّ في مثل قوله صلى الله عليه وسلم لا يَزْنِي الزّانِي حِينَ يَزْنِي وَهُوَ مُؤمِنٌ من يخرج من الإيمان ويقع في الإسلام ومن نحو قوله وَلا يَشْرَبُ الخَمْرَ حِينَ يَشْرَبُها وَهُوَ مُؤْمِنٌ وَلا يَسْرِقُ حين يسرق وَهُوَ مُؤْمِنٌ وَلا يَنْتَهِبُ نُهْبَةً ومن نحو قول ابن عباس {وَمَنْ لَمْ يَحْكُمْ بِمَا أَنْزَلَ اللَّهُ فَأُولَئِكَ هُمُ الْكَافِرُونَ} فقلت له فما هذا الكفر؟ قال كفر لا ينقل من الملة مثل بعضه فوق بعض فكذلك الكفر حتى يجيء من ذلك أمر لا يختلف الناس فيه فقلت له أرأيت إن كان خائفًا من إصراره ينوي التوبة ويسأل ذلك ولا يدع ركوبها؟ قال الذي يخاف أحسن حالًا

“Ahmed rahimehullah’a bütün gayretiyle büyük günahları işlemekte ısrar eden ancak namazı, zekâtı, orucu, haccı ve Cum’ayı terk etmeyen kimse bu durumda ısrarcı sayılır mı diye sordum. Dedi ki:

“Bu kimse Nebî sallallahu aleyhi ve sellem’in şu hadisinde geçtiği gibi ısrarcıdır:

Zina eden zina ettiği sırada mu’min olarak zina etmez.” Bu kimse imandan çıkıp İslam’da kalır. Bunun benzeri hadiste şöyledir:

Sarhoş edici içki içen içtiği sırada mü’min değildir. Hırsızlık yapan çaldığı sırada mü’min değildir, yağma yapan yağmaladığı sırada mü’min değildir.” (Buhârî (2475) Muslim (57) Bunun bir benzeri İbn abbas radıyallahu anhuma’nın:

Allah’ın indirdikleriyle hükmetmeyenler, işte onlar kâfirlerdir” (Maide 44) ayeti hakkındaki sözüdür.” Dedim ki: “Bu küfür nedir?” Ahmed rahimehullah dedi ki:

“Dinden çıkarmayan küfürdür. Bunların bir kısmı diğer bazısının üzerindedir. İnsanların hakkında ihtilaf etmedikleri bir işleyene kadar küfür bu şekildedir.” Ona dedim ki:

“Kişi günahta ısrarından korkuyor, tevbe etmeye niyet ediyor, bunu istiyor ancak günah işlemeyi terk etmiyorsa?” Dedi ki:

“Korkan kimsenin durumu daha iyidir.”

İmam Ahmed rahimehullah, küfre düşen kimsenin hükmünün de yetki sahiplerine ait olduğuna işaret etmiştir:

Hallal rahimehullah Ahkamu Ehli Milel’de (1196) dedi ki: Yusuf b. Abdillah el-İskafi bana yazarak dedi ki: bize el-Hasen b. el-Hasen tahdis etti:

أنه سأل أبا عبد الله عن الرجل يكون له جيران يهود ونصارى فيسلمون ثم يرتدون؟ قَالَ يرفع أمرهم إلى القاضي وعن القوم يسلمون فلا يشهدون جماعة؟ قَالَ يقرعون ويرفع أمرهم إلى السلطان

“O, Ebu Abdillah (Ahmed b. Hanbel)’e sordu: Yahudi ve Hristiyan komşuları müslüman oldular, sonra dinden çıkarak mürted oldular.” Ahmed rahimehullah dedi ki:

“Onların durumu kadıya arz edilir.” Müslüman olduktan sonra cemaate katılmayan bir topluluğu sorunca Ahmed dedi ki:

“Cemaate çağırılırlar ve işleri sultana (yöneticiye) arz edilir.”

Meclislerin Keffareti

Meclislerin Keffareti
"Subhâneka'llâhumme ve bihamdik ve eşhedu en lâ ilâhe illâ ente estağfiruke ve etûbu ileyk" (Taberani 10/164, el-Elbânî Sahîhu'l-Câmi (4487)