Mâturîdîyye bid’atçi bir kelâm fırkasıdır. Ebu Mansur el-Mâturîdî’ye nispet edilir. Esasları; Mu’tezile, Cehmiyye ve diğer hasımlarına karşı dinin hakikatlerini ve İslam akidesini aklî ve kelâmî delillerle hüccet getirmektir.
Mâturîdîyye fırkası çeşitli aşamalar geçirmiştir. Bu isimle ancak
kurucusunun ölümünden sonra bilinir olmuştur. Aynı şekilde Eş’arilik de ancak
Ebu’l-Hasen el-Eş’ari’nin vefatından sonra yayılmıştır. Mâturîdîliğin geçirdiği
aşamalar şu dört aşama şeklinde özetlenebilir:
Birinci Aşama: Kuruluş Dönemi. Bu
dönemde Mu’tezile ile şiddetli tartışmalar olmuştur. Bu aşamanın lideri Ebu
Mansur Muhammed b. Muhammed b. Mahmud el-Mâturîdî es-Semerkandî’dir. Semerkand
yakınlarındaki Mâturîd adlı bir mahallede doğduğu için oraya nispet edilmiştir.
Mâturîdîler, diğer usulcü ve kelamcıların genelinde olduğu gibi, şer’î
naslara ve rivayetlere pek özen göstermemiş, aklî bir ekol gözetmişlerdir.
Ebu Mansur el-Mâturidî, birçok konuda Cehmiyye akidesinden etkilenmiştir.
Haberî sıfat naslarını te’vil etmesi, Mürcielik bid’atine düşmesi ve benzeri
bid’atleri böyledir.
Yine Allah Azze ve Celle’ye kelâm-ı nefsî nispet etme bid’atini ilk
başlatan İbnu Kullâb’dan da etkilenmiştir.
İkinci Aşama: Oluşma Dönemi: Bu
dönemde Mâturîdî’nin öğrencileri öncülük etmiş, Mâturidî’lik kendi başına
mustakil bir kelam fırkası haline gelmiştir. İlk olarak Semerkand’da ortaya
çıkmış, imamlarının görüş ve fikirlerini yayıp müdafaa etmişler, eserler tasnif
etmişlerdir. Fıkıhta Ebu Hanife’nin mezhebine tabi olmuşlardır. Mâturîdîyye
akidesi en çok bu beldelerde revaç bulmuştur.
Bu aşamanın meşhurları; Ebu’l-Kasım İshak b. Muhammed b. İsmail el-Hakîm
es-Semerkandî ve Ebu Muhammed Abdulkerim b. Musa b. İsa el-Pezdevî’dir.
Üçüncü Aşama: Te’lif ve Mâturîdîyye Akidesinin Kökleşmesi Dönemi: Bu aşamada Mâturîdîyye
akidesinin delillerini bir araya getiren birçok te’lifler yapılmıştır.
Bu aşamanın meşhurları: Ebu’l-Muîn en-Nesefî ve Necmuddin Ömer
en-Nesefî’dir.
Dördüncü Aşama: Genişleme ve Yayılma Dönemi: Bu aşama Mâturîdîlerin
en önemli dönemi sayılır. Osmanlı devletinin sultanlarının desteği sebebiyle
geniş kitlelere yayılmışlardır. Doğuda ve batıda Arap, Acem, Hind, Türk, Faris
ve Rum halkları arasında yaygınlık göstermiştir. Bu aşamada Kemal İbnu’l-Humam
gibi büyük muhakkikler ön plana çıkmıştır.
Maturidîliğe tabi olanların çoğu Hind beldeleri ve civarında bulunan Çin,
Bangladeş, Pakistan, Afganistan gibi doğu beldeleri ile Türkiye, Faris,
Maverau’n-Nehir ülkelerindendir.
Maturidîler’in Ehli Sünnet’e Muhalefet Ettikleri
Konular:
Mâturîdîler din usulünü şu şekilde taksim ederler:
A- İlâhiyyât (Akliyyât): Mâturîdîlere göre tevhid ve sıfatları kapsayan bu
konunun ispatında akıl bağımsız olup nakil, akla tabi kılınır.
B- Şer’iyyât (Sem’iyyât): Bu konu, mümkün oluşunu aklın kesin gördüğü,
lakin ispat etmek veya yok saymak için aklın bir yolunun olmadığı konulardır.
Mesela nübüvvet, kabir azabı, ahiret işleri konuları gibi. Bununla beraber
bazıları nübüvveti akliyyât kısmından sayarlar.
Bu metodun Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaate aykırı oluşu apaçık ortadadır. Çünkü
Ehl-i Sünnet’e göre diğer din meselelerinde olduğu gibi, bu konularda da
dayanak ancak Kur’ân, sünnet ve sahabenin icmâ’ıdır.
Din usulünü akliyyât ve sem’iyyât diye taksim etmeleri de ayrıca bir
bid’attir. Bu taksim batıl bir fikre dayanır. O da şudur: “Din ve akide
meselelerinde usul, akılla idrak etmektir, aslen bunları ispatta sem’in (yani
vahyin) bir alanı yoktur! Sem’ (vahiy) sadece aklî delilin destekçisidir. Sem’
(vahiy) ile idrak edilenlerde de aklın aslî bir rolü yoktur!”
Mu’tezile ve Eşariler gibi diğer kelamcı fırkaların yaptığı üzere Mâturidîler
de Allah Teâlâ’yı vahiyden önce akıl ile bilmenin vacip oluşunu esas alırlar.
Bunu mükellefin ilk vacibi olarak görürler ve bunun terkini mazeret kabul
etmezler. Bilakis nebi ve rasullerin gönderilmesinden önce yaşamış olsa dahi,
aklıyla rabbi tanımayan kimseyi cezaya mustahak görürler. Bu görüşleriyle
Mu’tezile’nin görüşüne uyum gösterirler.
Bu görüşün bâtıl oluşu ortadadır. Zira Kitap ve sünnet delilleri, sevap ve
cezalandırmanın ancak dinin varid olmasına bağlı olduğunu açıklamıştır. Nitekim
Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
وَمَا كُنَّا مُعَذِّبِينَ حَتَّى نَبْعَثَ رَسُولًا
“Bir rasul göndermedikçe azap edecek değiliz.” (İsra 15)
Doğrusu, kullara ilk vacip olan şey, halkın genelinin fıtratına Allah’ın yerleştirdiği
bilgi değil, ancak Allah Subhenehu ve Teâlâ’nın tevhid edilmesi ve O’nun dinine
girmektir.
Mâturîdîler’e göre tevhid; Allah Teâlâ’nın zatında bir oluşunu ispat etmek,
onun cüzlere ayrılmadığını, sıfatlarında bir olduğunu, benzeri olmadığını,
fiillerinde bir olduğunu, yaptıklarında kimsenin O’na ortak olmadığını kabul
etmektir. Bu yüzden bütün çabalarını tevhidin bu türünü ispat için harcarlar.
Onlara göre İlah; yoktan var etmeye kâdir olan varlık demektir. Bu konuda
Mu’tezile ve Cehmiyye’nin ortaya attığı aklî ve felsefî kıyasları delil
getirirler. Mesela cevher ve arazların meydana gelme delili bunlardandır. Bu
ise, bu konularda Kur’ân’ın en doğru delil olduğunu açıklayan ümmetin selefini,
imamları ve onlara tabi olanları karalamak demektir.
Mâturîdîler, Allah Teâlâ’nın yalnız sekiz sıfatını ispat etme
görüşündedirler. Detaylarda aralarında ihtilaf bulunmakla beraber kabul
ettikleri bu sekiz sıfat şunlardır: Hayat, kudret, ilim, irade, sem’ (işitme),
basar (görme), kelam (konuşma) ve tekvin (var etme).
Bunların dışında kitap ve sünnetin delalet ettiği zatî veya fiilî
sıfatları, aklın kapsamına girmediği için tamamen nefyederler. Şer’î nasları da
buna göre te’vil ederler.
Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat ise Allah’ın isimleri konusunda olduğu gibi,
sıfatları konusunda da hepsinin tevkifî olduğuna (ancak vahiyle bilineceğine)
itikad ederler. Derler ki: “Nasların delalet ettiği sıfatlar, mahlûka
benzetmeksizin, Allah’ın eksik sıfatlardan tenzih edilmesiyle, isim veya
sıfatlarından hiçbiri ta’til edilmeksizin, keyfiyeti (şeklinin bilgisi) Allah’a
bırakılarak, Allah Teâlâ’nın şanına layık bir manada ispat edilir. Allah
Teâlâ’nın şu ayetinde olduğu gibi:
لَيْسَ كَمِثْلِهِ شَيْءٌ وَهُوَ السَّمِيعُ الْبَصِيرُ
“O’nun misli gibi bir şey yoktur. O işitendir, görendir.” (Şura 11)
Mâturîdîler: “Allah’ın kelâmı hakikat üzeredir” derler. Ancak bununla
Allah’ın kendisiyle kâim olan, kullar tarafından işitilmeyen, nefsî kelamını
kastederler. İşitilenin ise hakikat olmadığını, kadim nefsî sıfatın bir tabiri
olduğunu söylerler!
Bu yüzden onlara göre insanların ellerinde yazılı bulunan mushaflara
“mahlûk” demekte sakınca görmezler. Böylece onların bu sözleri, ümmetin icmâ’ına
muhalefet eden Mu’tezile’nin görüşüne dönmektedir! Din imamlarından bu görüşün
bâtıl oluşuna ve böyle diyeni tekfir ettiklerine dair mütevatir nakiller
vardır.
Mâturîdîler, iman hakkında: “Yalnızca kalbin tasdikinden ibarettir” derler.
Bazıları buna “dil ile ikrar”ı da katar. İmanın artmasını ve eksilmesini kabul
etmezler. İmanda istisnâ yapmayı (inşâallah mü’minim demeyi) haram görürler.
İslâm ve imanı aynı şey kabul edip aralarında fark görmezler. Böylece bu konuda
Mürcie ile uyum gösterip Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat’e muhalefet ederler. Zira
Ehl-i Sünnet’e göre iman, gönülden itikad etmek, dil ile söylemek ve azalarla
amel etmektir. İman taatlerle artar ve günahlarla eksilir.
Mâturîdîler Allah Teâlâ’nın âhirette görüleceğini kabul ederler. Lakin
bununla beraber cihet (yön) ve Allah ile karşılaşmayı nefyederler. Bu ise bir
çelişkidir. Bir şeyi ispat edip sonra hakikatini nefyediyorlar![1]
Mâturîdîyye akidesine tabi olanlar hakkında cennete gireceği veya cehenneme
gireceği söylenmez. Bilakis onlar bid’at olan görüşleri olsa da bid’atleri
tekfiri gerektiren bir bid’at değildir. Onların diğer konularda durumu diğer
müslümanların durumu gibidir:
لَيْسَ بِأَمَانِيِّكُمْ وَلَا أَمَانِيِّ أَهْلِ الْكِتَابِ مَنْ يَعْمَلْ
سُوءًا يُجْزَ بِهِ وَلَا يَجِدْ لَهُ مِنْ دُونِ اللَّهِ وَلِيًّا وَلَا نَصِيرًا
* وَمَنْ يَعْمَلْ مِنَ الصَّالِحَاتِ مِنْ ذَكَرٍ أَوْ أُنْثَى وَهُوَ مُؤْمِنٌ
فَأُولَئِكَ يَدْخُلُونَ الْجَنَّةَ وَلَا يُظْلَمُونَ نَقِيرًا
“İş, sizin kuruntularınıza ve Ehl-i Kitabın kuruntularına göre değildir.
Her kim bir kötülük yaparsa onunla cezalandırılır ve kendisi için Allah’tan
başka bir veli de bulamaz yardımcı da. Ayrıca her kim erkek veya kadın mü’min
olarak salih amellerden işlerse; işte onlar Cennete girerler ve hurma
çekirdeğinin çukurcuğu kadar zulmedilmezler.” (Nisa 123-124)
Bid’atlerine
gelince, fertlerin durumu birbirinden farklıdır. Kimisi te’vil eder, kimisi
samimiyetle içtihad eder ve mazurdur, kimisi sorumlu tutulacağı bir hatadadır,
Allah’ın dilemesindedir, dilerse azap eder, dilerse affeder.
İbn Teymiyye
rahimehullah Eş’arî imamlarından bir grup zikrettikten sonra şöyle demiştir:
“Muhakkak ki
bunlardan İslâm’da teşekküre layık gayretleri ve iyilikleri olanlar, ilhad ve
bid’at ehlinin birçoğuna reddiye verenleri, din ve sünnet ehline destek
olanları vardır. Bilinen durumlarına rağmen onlar hakkında ilim, doğruluk,
adalet ve insaf ile konuşulur. Lakin başlagıçta Mu’tezile’den aldıkları bu esas
kendilerine karışık gelmiştir. Akıl ve fazilet sahibi oldukları halde bu
fikirleri reddetmek için delil getirdiler ve onların usullerine uydular. Bu
yüzden ilim ve din ehli müslümanların karşı çıktıkları bazı görüşler ortaya
koymuşlardır. (Bu Eş’arilere karşı) insanlardan kimisi onlarda bulunan
iyilikler ve faziletlerden dolayı onlara tazim etti.
Kimisi onların
sözlerinde meydana gelen bid’atler ve bâtıllardan dolayı onları kötüledi.
İşlerin en hayırlısı ise orta yollu olanıdır. Bu durum bu kimselere hâs
değildir. Bilakis ilim ve din ehlinden bu gibi durumlara düşen herkes
hakkındadır. Allah Teâlâ bütün mü’min kullarından iyilikleri kabul eder ve
kötülüklerini affeder:
رَبَّنَا اغْفِرْ لَنَا وَلِإِخْوَانِنَا الَّذِينَ سَبَقُونَا بِالْإِيمَانِ
وَلَا تَجْعَلْ فِي قُلُوبِنَا غِلًّا لِلَّذِينَ آمَنُوا رَبَّنَا إِنَّكَ
رَءُوفٌ رَحِيمٌ
“Rabbimiz, bizi
ve bizden önce iman etmiş kardeşlerimizi bağışla ve kalplerimizde iman edenlere
karşı bir kin bırakma! Rabimiz gerçekten sen Rauf’sun, Rahim’sin” derler.” (Haşr 10)
Şüphe yok ki hakkı ve Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’den gelen dini
talep konusunda içtihat eden ve bunun bir kısmında hata edenin hatasını Allah
bağışlar. Allah, nebisinden ve müminlerden: “Rabbimiz! Unutur veya hata
edersek bizi sorumlu tutma” (Bakara 286) duâsına icabet etmiştir.
Kim de zannına ve hevâsına tabi olur da, içtihadından sonra doğru
zannederek yanlışa, sünnete aykırı bid’atlere düşerse, muhalefetine göre sorumlu
olur. Bu kimseye ta’zim eden ashabından olanlar da düştüğü yanlışın büyüklüğü
veya küçüklüğüne göre sorumlu olurlar. Kalplerden tereddütü gideren hidayet ve
isabetin kaynağı olan nübüyyet nurundan ve risaletin güneşinden uzak kalınması
sebebiyle karışıklık ve çelişkilerin çokluğundan dolayı sonrakilerde bu
durumdan selamette kalan çok azdır…”[2]
Yine İbn Teymiyye, sıfatları inkâr eden ve te’vil eden
bazı kimselerin durumlarını açıklarken şöyle demiştir:
“Onların türleri vardır: Bir türünün aklî ilimlerde
geniş bilgisi vardır. Hatta onlar inkâr edenlerin söyledikleri hüküm ve
delillerin kesin deliller olduğuna inanarak bunları benimsemişlerdir. Onların
bu konuda bağımsız hareket etme güçleri yoktur. Hatta onlar hakikatte bu
hususta taklitçi olduklarından onların sözlerine inanmışlardır.
Kur’ân, hadis ve selefin sözlerinden buna aykırı
olarak işittikleri her şeyi, ya onlara uygun olduğunu zannederek, ya da
manasının bilgisini Allah’a havale ederek yüz çevirmek şeklinde
karşılamışlardır. Ebu Hatim el-Bustî – yani İbn Hibban -, Ebu Said es-Semman
el-Mu’tezili, Ebu Zerr el-Herevî, Ebu Bekr el-Beyhakî, Kadı Iyad, Ebu’l-Ferac
b. el-Cevzî, Ebu’l-Hasen Ali b. el-Mufaddal el-Makdisî ve benzerlerinin hali
budur.
İkinci türü; aklî meseleler konusunda içtihat yolunu tutmuşlar
ve bu konuda tıpkı başkalarının hata yaptıkları gibi hata yapmışlardır. Bozuk
usullerinin bazısında Cehmî’lere katılmışlardır. Bununla beraber Buhari ve
Muslim’in sahihleri ile diğer kitaplardan haberdar olsalar da, selefin ve Ehl-i
sünnet imamlarının bu konuda ne söylediklerinden habersizdirler. Ebu Muhammed
b. Hazm, Ebu’l-Velid el-Bâcî, Kadı Ebu Bekr b. el-Arabî ve benzerlerinin hali
de böyledir. Bişr el-Merisî, Muhammed b. Şuca es-Selcî ve benzerleri de bu türe
dâhildirler.
Üçüncü türü; hadis ve eserleri işitirler, selefin
mezhebini yüceltirler, lakin diğer bazı meselelerde Cehmiyye kelamcılarına
katılırlar. Onlar Kur’an, hadis ve sünnet imamlarından gelen rivayetler
konusunda geniş bilgi sahibi değildirler. Rivayetlerin sahih olanını ve zayıf olanını
ayırt edemezler. Manalarını da kavrayacak kabiliyetleri yoktur. Nitekim
Cehmîyyeden inkârcıların aklî esaslarının bazısının sahih olduğunu zannetmiş ve
aradaki çelişkileri görememişlerdir. Ebu Bekr b. Furek, Kadı Ebu Ya’lâ, İbn
Akîl ve benzerlerinin durumu da bu türe girer.”[3]
[1]
Bu konuda ayrıntı için bkz.: el-Mevsuatu’l-Muyessere Fi’l-Edyan ve’l-Mezahib
ve’l-Ahzabi’l-Muasira (1/95-106) Ahmed b. Avadullah el-Luheybî el-Harbî, el-Mâturîdîyye
– master tezi, Şemsuddin el-Efgani es-Selefi, el-Mâturîdîyye ve Mevkifihim Min
Tevhidi’l-Esma ve’s-Sifat- master tezi, Dr. Muhammed b. Abdirrahman
el-Humeyyis, Menhecu’l-Mâturîdîyye Fi’l-Akide, İbn Teymiyye, el-İstikamet, İbn
Useymin, Mecmuu Fetava ve Resail (3/307-308)
[2]
İbn Teymiyye Der’u Tearuzi’l-Akli ve’n-Nakl (2/102-103)
[3]
Der’u’t-Teâruz (7/32)