Sözlerin en doğrusu Allah'ın kelamı, yolların en hayırlısı Muhammed Aleyhisselam'ın yoludur. Dinde her sonradan çıkarılan şey bidattir.Her bidat sapıklıktır ve her sapıklık da cehennemdedir (Muslim no: 867)

Duâ

Duâ

1 Nisan 2021 Perşembe

BİLGİ KAYNAĞI OLARAK NEBEVÎ SUNNET

 

BİLGİ KAYNAĞI OLARAK NEBEVÎ SUNNET*

 

Dr. Muhammed ‘IMARA**

Çeviri: Dr. İbrahim HATİBOĞLU

 

İKİ YÖNTEM

Çağdaş batı medeniyetine hâkim ve etkili olan düşünce metotları içinde, -ister liberalizm ister totaliterlik olsun- birçok alanda egemenlik, daha çok hatta tamamıyla tecrübeye dayalı pozitivist metotlara verilmiştir. Kuşkusuz günümüzü, geçmişi ve her ikisinin de ifade ettiği manaları izahtaki materyalist eğilim, bu düşüncenin oluşmasında temel etken rolü oynamıştır.

Bu medeniyet nazarında insan, dünyalık bir insandır, görünen âlemin insanıdır; “Hayat ancak bu dünyada yaşadığımızdır. Ölürüz ve yaşarız. Bizi ancak zaman helâk eder[i][1], diyen bir insandır. Hatta bu insan dindar bile olsa, onun dindarlığı dinî formalitelerden öteye geçmez. İçinde bulunduğu duruma düşüş sebebini, dünyaya bakışını ve düşünce metotlarını bilemez.

Bu dünyevî ve seküler eğilimin egemenliği (hakimiyeti) sebebiyle, pozitivist düşünce yöntemleri, gerçek ve doğru bilgiye ulaşmada tek kaynak olarak, dünyayı, yani görünen âlemi (el-âlemü’l-misâl) esas almıştır ve almaktadır. Bu düşünce, bilgiye ulaşmaya vasıta olarak sadece duyulara dayanmanın yanında, aşkın ve genel hususlarda, maddî ve hissî olmayan ve duyularla ulaşılmayan bilginin - ki akıl da duyu kuvvelerinden birisidir-, doğru bilgi ve yakînî/kesin ilim ifade etmesinin mümkün olmayacağı şeklinde kesin bir hükme varmıştır. Onların ulaşabildikleri en son nokta ise, her ne kadar duyguları tatmin etse bile akılları tatmin etme derecesine yükselemeyen ‘hayalî’ ve ‘fizik ötesi’ şeyler üretmeleridir.

Batı düşüncesindeki bu yaklaşımın etkisiyle, “tecrübî metot”, yakînî bilgiyi elde etmede batılı düşünürlerin ve bilginlerin kabulüne mazhar olan tek doğru ve geçerli metot olarak kabul edilmiştir. Çünkü bu eğilimde olanlar, insanlık âleminin sınırlarını daraltarak onu görünen alem olarak anlamışlar, bunun sonucunda da, doğru bilginin kaynaklarını sadece maddî ve görünen âlem ile sınırlamışlardır. Neticede onların bu tasarrufları, bilgi edinme yollarını duyularla sınırlamış, sonuçta da tecrübî metodu benimseyen pozitivist eğilimin bu tür yaklaşımı, Batı düşüncesinde tek hakim ve etkili düşünme yöntemi olmuştur.

İslâm kültüründe, düşünme yöntemi olarak hakim ve etkili olan İslâmî düşünce biçimleri ise bu hususta tamamen farklı bir konuma sahiptir. İslâmî bakış açısına göre insan, sadece dünyalık bir varlık değildir. O tek olan Yüce Allah’ın eseridir ve bu dünyada sadece mevcut hisleri ve duyulan ile hareket etmek üzere gönderilmemiştir. Aksine d, bu dünyada Yüce Allah’ın halifesidir ve ahdinin gereği ve hilâfetinin sonucu olarak bu dünyayı imar etmekle mükelleftir. Allah Teâlâ’nın insana yüklediği bu emanet, aynı zamanda onun kıyamet gününde hesaba çekilmekle karşı karşıya bulunduğu imtihandır.

Şu halde İslâm nazarında bu dünya ve görünen âlem, müslüman insanın varlığına inanması gereken tek âlem değildir. Bu dünyadan önce bir başlangıç âlemi, sonra da varılacak olan bir başka âlem vardır. Tek başına madde ve duyularla idrak edilenler, bilgi kaynağı değildir. Çünkü maddî olan ve duyulara dayalı olarak bilinen âlem, kâinatta mevcut tek âlem değildir.

Ayrıca insan, Allah’ın insanoğlunun saymakla bitiremeyeceği kadar çok sayıdaki yaratıklarından birisi olması ve diğer varlıklar arasındaki bu özel ve farklı yeri sebebiyle, Allah’ın çok değişik şekillerde ve değişik yollarla tezâhür eden farklı ve üstün tecellîlerine mazhar olmuştur. Allah Teâlâ’nın bu şekilde farklı muamelesinin ve gözetmesinin sebebi, insanın fizikî özellikleri olmadığı içindir ki, Allah Teâlâ insana düşünme, yön verme, bilgi sahibi olma ve öğretebilme şeklinde ortaya çıkan bazı üstün özellikler vermiş, ve kendisinde varolan duyular dışında anlayabileceği ve bilgi edinebileceği başka kaynak ve vasıtalar da yaratmıştır. İşte burada bilgi kaynağı olarak en azından inananlar nazarında, semavî kitapların rolü devreye girmektedir. Semavî kitaplar ve peygamberler aracılığı ile ulaştırılan ilâhî vahiy, insanlığa ma‘rifet, ilim, fikir ve yön vermede kaynaklık ederler ve bunlar maddî değildirler.

Şu görünen âlem, var olan âlemlerden sadece birisidir. Yoksa mevcut tek âlem değildir. İnsanın, şahâdet âleminin bilgilerini idrak etmesini sağlayan duyuları, yaratılmış hisler olup onların da kapasitesi ve sınırı vardır. Bunlar, insanı yaratan, gözeten ve her şeyi kuşatanın [Yüce Allah’ın] sınırsız gücü ve ilmi ile kıyaslandığı zaman son derece yetersiz kalmaktadır. Bu insânî güç, bazı şeyleri idrak edebilse bile, pek çok şeyi idrak edemez. Bundan dolayı Allah Teâlâ insana, kendisini görüp gözetmesinin ve insanın yaratılmışlar içerisindeki özel konumunun bir tecellîsi olarak, büyük ihsan ve yardımlarda bulunmuştur. -Çünkü Yüce Allah’ın yaratılış hamuruna ruhundan üfleyip, seçme hakkı vererek, sorumluluk ve mükellefiyet emânetini kendisine yüklediği tek varlık insandır. -Yine Allah Teâlâ bu insana, şahâdet âleminin zâhirî yönünü bilme imkânı sağlayan bilgi kaynaklarını sağlama ve elde etme yollarını kolaylaştırma lütfunda bulunmuştur.

Allah Teâlâ insanı -bilgi edinmek üzere- sadece duyularıyla veya kişisel gücüyle bırakmamıştır. Duyular sayesinde gözlemle elde edilen bilgileri geçersiz kılmayan ve onların bilgi edinme vasıtası olarak değerini azaltmayan semâvî kitaplar da birer bilgi kaynağıdır. Şüphesiz bunlar, maddenin elde edemeyeceği ve insan duyularının tek başına ulaşılamayacağı, maddî olmayan âlemlerle ilgili yakînî ma‘lûmâtı da insan bilgisine ilave eder. Bu bilgiler, bütün sırlara vakıf olan [Allah Teâlâ] tarafından, görünen ve görünmeyen âlemleri insanoğluna açan haberlerdir. Ancak bu sayede -ruh ve cesetten oluşan- insan, ruhun gıdasından mahrum kalmamış ve maddî âlemin bilgi sınırları içerisine hapsedilmekten kurtulmuş olur.

 

İLAHÎ KİTAPLARIN VERDİĞİ BİLGİLER:

-Akılla ulaşılmış doğru bilgileri te’kid etmek üzere gelmiştir. Bu sayede, düşünen insan aklını kullanarak bizzat kendisi iyi şeylerin güzelliğine, kötü şeylerin de çirkinliğine ulaşınca, tespit etmiş olduğu bilginin doğruluğundan emin olur.

-Ulaşılan hükümleri ve duyularla elde edilen sonuçları tashih etmek üzere gelmiştir. Zira duyuların gücünün sınırlı olması ve yetersizliği sebebiyle, kişi aklıyla hakkı ve doğruyu tespit edememiş olabilir.

-Zarûrî bilgileri anlamada, doğruluk üzere olmada ve aklın tek başına sonuca varamayacağı bilgileri elde etmede, insana yardımcı olmak üzere gönderilmiştir.

-İlâhî kitapların zikretmediği veya tafsilatlı açıklama getirmediği, aynı zamanda duyularla anlaşılamayan görünmeyen âleme dair haberler ya da kulluğa yönelik hükümler (te‘abbudî) hususunda düşünmeye çağırmak üzere gelmiştir.

Şu halde, ilâhî kitaplar bilginin kaynağıdır, alanıdır ve bu hususta söz sahibidir. Yine onlar, müslüman kişinin dine olan inancının gereği olarak kabul ettiği, yakînî bilgiye ulaşmanın değişik yollarından birisidir. Yoksa doğru bilginin kaynakları ve elde etme yolları, batılı maddeci pozitivist düşünürlerin iddia ettiği gibi, sadece şahadet âlemi veya insanın duyularından ibaret değildir.

Şüphesiz müslüman insan, imanının gereği olarak, çok sayıda varlığın ve âlemlerin olduğuna; Allah Teâlâ tarafından yaratılmış birer beşer olmamız sebebiyle, şu mevcûdat içerisinde saymaya gücümüzün yetmeyeceği kadar sayısız varlığın bulunduğuna inanır. Yine o, inancının gereği ve sonuçta hesaba çekilip cezaya çarptırılmaya sebep olabilecek Allah’ın halifesi olma emanetini yüklenmişliğin neticesi olarak, mükellefiyete ve sorumluluğa inanır. Zaten hesaba çekilme ve cezaya çarptırılma gerçeği sayesinde, varlığın anlamsızlığı ortadan kalkar. Ayrıca inanan insan yine imânının gereği olarak, sadece şu şahâdet âleminden elde ettiği bilgilerle yetinmeyip, tek başına duyuların ulaşamayacağı ve gerçek manasını anlayamayacağı, ancak bu âlemin ötesinde ulaşılması mümkün olan bilgilere yönelmesi gerekir. Kişi, sınırlı dünya imkânlarıyla bile, kendisinin dünyevî ve uhrevî saadetinin, bilgi edinme yolları ve kaynaklarından herhangi bir yolla ma‘rifetinin tekâmül etmesine bağlı olduğunu anlar. İşte bu noktada maddî olmayan bir bilgi kaynağı olarak ve insanlığın yönelişlerine cevap vermek üzere semavî kitapların rolü devreye girmektedir. Bilgi kaynağı hakkında, İslâm’a has olan bu metodu, Batılı pozitivist düşünürlerin öncülük ettiği metottan farklı kılan da bu imânî bakış açısıdır.

Bu yüzden İslâmî görüşün, bilgi kaynağı olarak sadece tecrübî metotla yetinmediğini, ayrıca tecrübî metodun faydasını hafife alıp göz ardı etmediğini ve onunla ulaşılan bilgilerin değerini de küçümsemediğini görürüz. Aksine bu metot, İslâm medeniyetinin yaratıcılığının ürünlerinden biridir ve daha Batılı’lara intikâl edip onlar tarafından tanınmadan önce o medeniyet içinde gelişip belirginleşmiş ve semeresini de yine o medeniyet içinde vermiştir. Tekrar etmek gerekirse, İslâmî bakış açısı tecrübeye dayalı metodu hiçbir zaman hafife almaz. Ne var ki onun, insanın kesin bilgiye ulaşmasında tek yol olduğunu da kabul etmez. Bunun yanında aşağıda temas edeceğimiz metotlara da dayanır:

a. İstinbat Metodu; İnsanın maddî bazı cüz’î varlıklardan, tabiat üstü bir varlığın mevcûdiyetinin kesin olarak var olduğu sonucuna ulaşmasıdır. Müslüman akıl, kâinattaki varlık delillerine, onların dış görünüşlerine ve hükmü kâinattaki herkes ve her şey için geçerli olan sarsılmaz sisteme bakınca, istinbat yoluyla ulaştığı bilgi, sadece maddî olanlarla ve duyuları ile ulaştığı bilgilerle sınırlı kalmaz. O, maddî âlemin dışında yine bu âlemden farklı maddî olmayan bir varlığın bulunması gerektiğini kesin bir şekilde anlar. İşte âlemi var eden ve onu düzen ve intizama sokan o varlıktır.

b. Tarih Metodu; İnsan, nesilden nesle aktarılarak gelen bilgilerle, duyularıyla tespit edemediği tarihî-maddî bir varlığın olduğunu kabul eder. Bununla birlikte duyular, o şeyin varlığına kesin olarak inanır.

c. Sem‘i Metot; Bu metotta, Kur’an/tebliğ ve bunun peygamber tarafından yapılmış açıklaması kabul edilen Hz. Peygamber’in sünnetinden ibaret olan ilâhî vahiy, ilmin ve bilginin kaynağıdır. Sem‘î metotla insan, gayb âlemiyle ilgili olarak kendisine takdim edilen, maddî olmayan ve maddî idrak vasıtalarıyla bilinmesi mümkün olmayan bilgileri elde eder. Aynı şekilde bu metot akla, tek başına idrak edemeyeceği konuları anlamada, duyulara da tek başlarına kavrayamayacakları hususları kavramada yardımcı olur. Sem‘î metotla elde edilen bu bilgiler, doğruluk ve kesinlik ifade etmesi açısından, -Batılı’ların zannettiği ve zannetmekte olduğu gibi- tecrübî metotla elde edilen bilgilerden daha az doğru ve kesin değildir. Nitekim onlar bu yolla elde edilen bilgiyi, “fizik ötesi ve hayal mahsûlü” olmakla itham etmiş ve kesinlik mertebesine ulaşamayacağını söylemiştir. Gerçekte sem‘î metotla elde edilen bilginin kesinlik ifade etme durumu, bu kadar mütevazı ve küçük düşürücü seviyede değildir. Aksine bu metotla elde edilen bilgilerin kesinliği, Batılı’ların bu konuda düşündüklerinin tam tersi istikâmettedir. Bilgi kaynağının güvenilirliğinin kesinleşmesi ve rivayetin sıhhat şartlarını taşıması kaydıyla, sem‘î yolla bilgi elde edilebileceğine inanan mü’min akıl, insanın duyularıyla elde ettiği bilgilere nispetle, sem‘î metotla öğrenilen bilgilere daha çok güvenir. Zira iki metot arasında büyük ve kesin bir fark vardır. Sem‘î metotla elde edilen bilginin kaynağında, sınırsız ve her şeyi kuşatıcı ilim sahibi Allah Teâlâ’nın bilgisi vardır. Duyulara dayalı bilginin kaynağında ise, gücü ve imkânları sınırlı âlimin bilgisi vardır. Sonuç olarak, ma‘sûmların en hayırlısı olanla, günah işleme vasfını da bünyesinde bulundurarak yaratılan insanın bilgisi arasında büyük bir fark vardır.

Bu gerçeği kabul hususunda şüphe eden kişi şöyle bir soru sorabilir: Maddî olan duyularıyla hisseden ve aklıyla düşünen insan, nasıl oluyor da kaynağı maddî olmayan ve doğruluğunu maddî varlığı ile deneme imkânına sahip bulunmadığı ve ifade ettiği kesinlik derecesinden emin olmadığı bilgilerden emin olabiliyor? Hali bu olan insanın, maddî duyularıyla doğruluğunu tecrübe etme imkânına sahip olmadığı bilgileri kabul etmekle sorumlu tutulması, bir anlamda “gücünün yetmeyeceği şeylerden sorumlu tutulması (teklîf-i ma lâ yutâk)” demek olmaz mı?

Şüphe içerisinde bulunanların, bu konuda “mantığın gereği olarak” böyle bir soru sormaları mümkündür. Ancak şu hususa dikkat çekmek gerekir ki, İslâmî ve imânî hareket noktalarını bilmek, bu tür şüpheleri tamamıyla ortadan kaldırır. Çünkü müslüman kişi, bu âlemin yaratıcısı olan ve idaresini üstlenen -maddî olmayan- bir ilâhın bulunduğu gerçeğini kabul eder. İnsan bunu, kâinattaki san‘ata, yaratılanlara, varlık deliline ve apaçık görünen kâinat kitabına bakarak anlar. Yine inanan insan, aklî istinbat metoduyla, bütün kemâl ve kudret sıfatlarına sahip olan Allah Teâlâ’nın varlığına ve aynı şekilde, yaratıcının yarattıklarını gözetmesinin, O’nun mükemmelliğinin bir tezahürü olduğuna inanır.

Peygamberlerde ve semavî kitaplarda ifadesini bulan ilâhî lütuf, insanlığı hidayete ulaştırmak, onu hilafet geçidinde düştüğü yanlışlıklardan kurtarmak ve mevcut gücünün ve aklının tek başına anlayamadığı zarurî bilgileri anlamada yardımcı olmak üzere verilmiştir. Şu halde sem‘î metotla elde ettiğimiz bu semâvî bilgiler, tecrübî metotla elde edilen maddî bilgilerden daha az ma‘kul değildir. Çünkü gaybî bilgi kaynaklan, Batılı pozitivistlerin iddia ettiği gibi, akıldan ve kesinlik ifade etmekten uzak “fizik ötesi ve hayali” şeyler değil, insanın istinbat metodu ile ulaştığı mantıkî-ma‘kul kaynaklardır. Şu halde, kaynaklarının akla uygunluğunu tespit ettiğimiz sem‘î nakiller, rivâyet ve dirâyet açısından doğruluk şartlarını taşıyorsa, maddî olmayıp gaybî olmasına rağmen, insan aklının anladığı ve yakînî bilgiler için şart koştuğu kesinlik şartlarına sahip olmuş demektir.

Bu söylediğimiz, düşünce alanındaki İslâmî yaklaşımın, bilginin kaynakları hususundaki hareket noktalarıdır. Bu yaklaşım, İslâm medeniyetine egemen olan düşünce sistemi içerisinde, doğru ve kesin bilgiler ortaya koyan metotlardan biri olarak sem‘î metoda da güvenmesiyle, diğer metotlardan ayrılır. İşte bu metot sebebiyle, -öncelikle Kur’ân-ı Kerîm olmak üzere-, Hz. Peygamber’in sünneti, yakînî bilgi için kaynak kabul edilmektedir.

 

KUR’AN VE SÜNNET: MESAJ VE AÇIKLAMA

Kur’an-ı Kerîm, Yüce Allah’ın, Resûlü Muhammed b. Abdullah (s.a.v.) aracılığı ile âlemlere gönderdiği kelâmı ve kanunu, ayetleri kesin olan apaçık Kitab’ı ve mesajlarıdır. O, Yüce Allah’ın Resûlüne vahyi, bütün zaman ve mekânlara meydan okuyan mucizesi ve bunu getiren Peygamber’in (s.a.v.) güvenilirliğinin açık bir delilidir. O, sem‘î metot ölçüleri içerisinde en yüksek değere sahiptir. Gerek meydan okuyan i‘cazı ve gerekse mu‘cizevî delilliği yönüyle başka hiç bir kaynak, değer açısından onun seviyesine çıkamaz. Rivayetindeki güvenilirlik, muhtevâsındaki mantıkîlik, kelimelerinde en küçük bir değişikliğin bile yapılamayacağı ve hiç bir yönden batılın kendisine zarar veremeyeceği şeklindeki ilâhî te‘ahhüd de, yine Kur’an’dan başka hiç bir şeyde bulunmayan eşsiz özelliklerdir. Bu hususlarla ilgili olarak Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:

Kur’an’ı kesinlikle biz indirdik; elbette onu yine biz koruyacağız.[ii][2]

Onlara âyetlerimiz ap açık okunduğu zaman, (öldükten sonra) bize kavuşmayı beklemeyenler: ‘Ya bundan başka bir Kur’an getir veya bunu değiştir!’ dediler. De ki: Onu kendiliğimden değiştirmem benim için olacak şey değildir. Ben bana vahyedilenden başkasına uymam. Çünkü (sizin arzunuza uyar da) Rabbim’e isyan edersem elbette büyük günün azâbından korkarım.”[iii][3]

Onlar için dünya hayatında da âhirette de müjde vardır. Allah’ın sözlerinde asla değişme yoktur. İşte bu, büyük kurtuluşun kendisidir.[iv][4]

“Rabbin’in kitabından sana vahyedileni oku. O’nun kelimelerini değiştirebilecek yoktur. O’ndan başka bir sığınak da bulamazsın.”[v][5]

O (yanlış yola sapa)nlar, Kitap kendilerine gelince onu inkâr ettiler. Halbuki O, eşsiz bir Kitap’tır. O’na önünden de ardından da bâtıl gelemez. O, hikmet sahibi, çok övülen Allah’tan indirilmiştir.[vi][6]

Kur’an’ın inmeye başladığı andan günümüze kadar geçen on beş asırlık süre, onun korunacağı ve hiç bir değişikliğe uğramayacağı, hiç bir bâtılın kendisine zarar veremeyeceği, şeklindeki ilâhî sözün doğruluğuna şahitlik etmektedir. Yine geçen zaman, bu noktada söz konusu edemeyeceğimiz, diğer mucize türü delillerden elde edilen ve Kur’ân-ı Kerîm’in doğruluğuna delâlet eden işaretler bir yana, sürekli onun eskimeyen mucizeliğini ve ifade güzelliğini koruduğunu, bilgi kaynağı olarak da, doğruluğun, güvenilirliğin ve kesinliğin en yüksek derecesinde bulunduğunu ortaya koymuştur.

Mu‘cize olan Kur’an-ı Kerîm sayesinde elçilik davası kesinliğin zirvesine ulaşan Hz. Peygamber’in (s.a.v.) şu görevleri vardı:

a. Kur’an-ı Kerîm’i Tebliğ Etmek: Kur’an’ın bir çok ayetinde, bizzat “belâğ/tebliğ” lafzı veya türevleri ile ya da aynı manayı ifade eden başka lafızlarla, Hz. Peygamber’in (s.a.v.) bu vazifesine işaret edilmiştir. Bunların her birinin içeriği, Kur’an-ı Kerîm’in bütün âlemlere ulaştırılması ile alâkalıdır. Allah Resulü (s.a.v.) risâleti tebliğ vazifesini yerine getirmiş ve buna Allah Teâlâ’yı ve tüm insanları şâhit kılmıştır.

b. Kur’an’ı/tebliği Açıklamak: Allah Resûlü (s.a.v.), bu vazifeyi de Kur’an’ın kapalı lafızlarını açmak, işaret ettiği hakikatleri açıklamak/tafsil etmek, genel hükümleri tahsis etmek/özelleştirmek, mutlak/genel olanları kayıtlamak, muhkem olanla müteşâbih olanın ayırt edilmesi için belirli ölçüler koymak gibi şekillerde yerine getirmiştir. Bunların yanında o, dînî hükümlerin, ibadetlerin ve farzların vakitlerini tespit etmiş, ölçüleri, şartları, rükünleri, nispetleri, kaynakları, harcanacak yerleri, özellikleri gibi bütün yönlerini açıklamıştır. Yine ümmetin, içinde bulunduğu durumla ilgili prensiplerin maksatlarını açıklayıcı, kişilerin birbiri ile ilişkilerini düzenleyici ve Allah’ın istediği gibi olmalarını sağlayıcı genel prensipler koymuştur.

O’nun, peygamberliği gereği yerine getirmesi gereken ikinci önemli vazife, Kur’an’daki mesajı açıklama sorumluluğudur ve Allah Resûlü ( s.a.v.), bu vazifesini ifa etmiş, Allah Teâlâ’nın kendisine farz kıldığı şeyleri yerine getirmiştir. Bunu ifade etmek üzere Kur’an’da şöyle denilmektedir:

İnsanlara, kendilerine indirileni açıklaman için ve düşünüp anlasınlar diye sana da bu Kur’an’ı indirdik.[vii][7]

Biz bu Kitab’ı (Kur’an’ı) sana sırf hakkında ihtilafa düştükleri şeyi insanlara açıklaman ve iman eden bir topluma da hidâyet ve rahmet olması için indirdik.[viii][8]

c. İlâhî Mesajı Uygulamaya Koymak: Bu, Hz. Peygamber’in (s.a.v.) ilâhî mesajı ve İslâmî metodun temel esaslarını inanç, ibadet, değerler ve ahlak yönünden, Hz. Peygamber’in tecrübesinin de katkısıyla, uygulamaya ve pratiğe geçirmesidir. Söz konusu esaslar ve metotlar, Kur’an’a dayalı düşüncenin tatbiki/uygulaması sırasında ortaya çıkmış ve ilâhî metodun hayata geçirilmiş, yaşayan bir örneği hükmündedir. Bu hayata geçiş/geçiriş, müslümanların yaratıcı gücünü şekillendirmiş, ilimlerin, san‘atın ve uygarlık yapılarının Allah’ın boyası ile boyanmasını sağlamıştır ki, İslâm kültürünü temsil eden şeyler de bunlardır.

Hz. Muhammed’in (s.a.v.) tebliğ ettiği İslâm, Kur’an-ı Kerîm’in çerçevesiyle veya bu Kur’anî tebliğin Hz. Peygamber tarafından yapılmış nazarî açıklamaları ile sınırlı kalmamıştır. Çünkü o, mücerret bir mezhep veya fikrî bir ekol ya da Peygamber’in az sayıdaki birkaç arkadaşına (havâri) emanet ettiği tavsiyelerden ibaret değildir. İslâm, çözüm üretme, yaşantı, devlet yönetimi ve benzeri her türlü ilişkilerde Hz. Peygamber’in tecrübesinden geçmiş son derece önemli hayat prensipleridir. O, olayların, ümmetin, düşüncenin, hayatın ve medeniyetin, Allah Teâlâ’nın boyasıyla boyanmasını sağlamıştır. -Nazarî beyanları ve fiilî uygulamasıyla- Peygamber sünneti şeklinde hayata geçirilen Kur’an/tebliğ, müslümanların, aralarında yaşattıkları ve müslüman toplumda varlığını sürdüren dipdiri hayat nizâmıdır.

Bu satırların yazarının anlayışına göre, -bilgiye kaynaklık etmesi yönüyle- Hz. Peygamber’in sünneti ve onun Kur’an’a göre konumu da budur. Şu halde sünnet, İslâmî hayatın ve müslüman düşünce örgüsünün ilk, en güvenilir ve kesin sem‘î bilgi kaynağıdır. Bu sebeple Kur’an-ı Kerîm/tebliğ, görünen ve görünmeyen âlemle alâkalı tüm işleri ilgi alanı içine almış, insan hayatının bütün yönleriyle ilgili küllî kaideleri, tavsiye ve yönlendirmeleri, doğru yola ulaştırıcı, yön verici ve hüküm beyan edici bütün temel esasları toplamıştır. Ayrıca en son ve ebedî mesajı ulaştırıcı olması vasfıyla, insanın sorması muhtemel, yaratılış ve hikmeti, tarih, günümüz, gelecek, son, varacağımız yer ve bunların her birine dair ölçülere ve bütün bu âlemlerle ilgili sorulara, ilk İslâmî bilgi kaynağı olan Kur’an’ın/tebliğin sınırları çerçevesinde cevap vermiştir. Hz. Peygamber’in sünneti de -canlı bir uygulama olma vasfıyla-, Kur’an’ın bütün sınırları ve yönlerinde, düşünce ve uygulama olarak kesin bilgiye kaynaklık etmiştir.

Sözlük anlamıyla sünnet, yol demektir. Şer‘î örfümüzde ise, Allah Resûlü’nden (s.a.v.) -Kur’an’ın dışında- gelen söz, fiil ve takrirlerden ibarettir.

Yapılan bu sünnet tarifinin doğruluğu ve hassasiyeti yanında, bu araştırmanın hedefi, sünnetin tarifine, bu maksatlarla bütünleşen yeni boyutlar kazandırmaktır. Görüldüğü gibi -nazarî ve tatbîkî yönleriyle- peygamberî metot, Kur’an’ı/tebliği ve Allah’ın emirlerini, gerçekliğe ve inananlar tarafından yaşanan bir medeniyete dönüştürmüştür. Burada bilgiye kaynak olması yönüyle, -rivâyet ve dirâyet açısından sıdk/doğruluk şartlarını taşıyan- güvenilirliği ortaya konulmuş sünnetin, mu‘cizeliği ile doğruluğu kanıtlanmış Kur’an ile ilişkisi ortaya çıkmaktadır. -Kur’an’ın/tebliğin açıklayıcısı olarak- sünnetin ortaya koyduğu bu sınır, sünnetin tebliğe nispetle bir manası ve dayanağı olduğunu ortaya koymaktadır. Bu şekliyle sünnet, ister ilâhî kaynaklı beyân oysun, isterse Kur’anî tebliğin onayından geçmiş Peygamber ictihâdı olsun, ilâhî emirleri Hz. Peygamber’e dayalı olarak açıklayan bilgi kaynağı olmuştur.

Hz. Peygamber’in sünneti, Kur’an-ı Kerîm ile olan bu ilişkisi ve sem‘î metot olarak İslâmî düşünce için bilgi kaynağı olması yönüyle, müslümanlara şu alanlarda bilgi sağlar:

a. Kur’an’ın/tebliğin ve Allah Resulü’ne (s.a.v.) gelmiş olan ilâhî vahyin nüzul sebeplerini açıklamada. Sünnetin bu yönüyle bilgi kaynağı oluşu, Kur’an’ı açıklamak, emirlerin geliş hikmetlerini koruyup ve izah etmek, zaman ve mekânın değişmesine bağlı olarak bu emirlerin gelişmesi ve devamlılığına yardımcı olmak şeklinde ortaya çıkmıştır.

b. İslâm’ın ilk asrına ait siyasî, ictimaî, iktisadî, edebî ve savaş tarihi ile ilgili İslâmî tecrübe hakkında bilgi sağlamada. Bu İslâmî tecrübe, Kur’an’ı/tebliği ve Hz. Peygamber’in açıklamalarını, toplumda yaşayan, insanlar arasında yaşanan bir medeniyete dönüştürmüştür.

c. Kur’an’ın, esaslarını açıklamakla yetindiği ayrıntıya/fürû‘a dair konuları geniş olarak anlatmada. Bu sayede sabit gerçekleri, değişmez esasları, fıkhı prensip ve kaideleri, ayrıntıyla ilgili ve değişken olan, aynı zamanda söz konusu değişmez esaslar ve fıkhı kaynaklara dayalı bulunan, onların rengini almış olup, yeni olayları da sahası içine alan esaslardan ayırt etmemize yardımcı olur.

d. Müslümanların İslâm davetini koruma ve başarıya ulaştırma gayesiyle kurdukları İslâm devletinin yapı ve çatısını oluşturmada. Sünnet sayesinde şekillenmiş olan ve İslâmî emirlerin damgasını taşıyan bu devlet, “dînî vecîbelerin gerektirdiği” ve “medeniyet için kaçınılmaz olan ihtiyaçlar”ı ortaya koyan bir örnek olma vasfına sahiptir. Oysa Kur’an’da/tebliğde, bu hususların farz olduğuna dair herhangi bir açık ifade bulunmamaktadır.

e. Hz. Peygamber’in koyduğu hükümlerin ve sünnetteki hukuki mirasın kaynağı olmada. Sünnet, gerek Kur’an’daki mücmel/kısa ve özlü ifadeleri açma şeklinde, gerekse hakkında vahiy bulunmayan hususlarda içtihat etmek suretiyle hüküm koyar. Yine sünnet, Peygamber Efendimiz’e (s.a.v.) ait olan ve vahyin açık olarak ya da açıklama getirmeksizin onayladığı içtihatları ile, vahyin doğrulayıcı ve düzeltici rol oynadığı kısmını birbirinden ayırır.

f. Hz. Peygamber’in (s.a.v.) uygulamalarından, lafız ve mana olarak uyulması zorunlu “sabit dini esaslar” ile, lafızlara bağlı kalmak yerine asıl maksatların esas alınacağı, “değişebilen dünyevî değerler”in arasını ayırmada. Bunun yanında, “sabit dinî esaslar” ile örf ve adetlere dayalı değişebilen uygulamaların arasını ayırmada bilgiye kaynaklık eder.

g. İyi (Hüsn) ve kötü (kubh) yönünden aklın tek başına idrak edemeyeceği, kanunlar, hükümler, farzlar, dinin temel esasları, mükâfât ve cezânın keyfiyeti ve miktarları gibi meseleler ile, dünyevî olan ve Allah’ın ölçüleri çerçevesinde hüküm konulması şartıyla, insan aklının anlama gücüne terk edilmiş meseleleri ayırt etmede, bilgiye kaynaklık eder.

Bütün bu -ve buna benzer pek çok- bilgiler, İslâm düşünce örgüsünde sem‘î metodun prensiplerine uygun peygamber sünnetini, kesin bilgiye kaynak olarak dinamik hale sokar. Bunun yanında -rivâyet ve dirâyet yönünden- sıhhat şartlarını taşıyan sünnet, İslâmî bilgi için son derece zengin, büyük ve faydalı bir hazinedir. Sünnetin bu özelliği günümüze kadar devam etmiş olup, yaşayan ve hayatî değeri olan uygulamalarla ilâhî kaynaklı peygamberlik metodunun çerçevesini tamamlayıcı, kusursuz bir kaynak olma vasfını devam ettirmiş ve ettirecektir. Yine sünnetin, bu metodun esasları ile ilgili düşünce ve uygulamalarına bakılınca, ümmetin hayatiyeti için gerekli ihyâ, yenilik ve güçlendirme için yapılan tüm ciddî gayretler için etkin bir metot ortaya koymuş olduğu görülür.

Bu noktada peygamberlik metodunun temel taşlarını ortaya koyan sünnet, İslâm düşüncesi ve müslümanların içinde bulundukları durumla ilgili yeni bilgiler için zengin bir kaynak mahiyetindedir. İslâmî metotta bilgi kaynağı olarak Hz. Peygamber’in sünnetinin konumu bu şekildedir.

 

CANLI ÖRNEKLER

Şimdi bu sayfaların (yazarının) ulaştığı ve ulaşacağı sonuçların doğruluğunu güçlendiren bazı deliller -en azından bazı örnekler - sunalım. Şüphesiz biz, ister mütevâtir isterse meşhur olsun Hz. Peygamber’in sünnetinin içerdiği bilgi âleminde, İslâm’ın ilk devrinden günümüze dek canlı bir şekilde yaşayan ve Allah’ın izni ile yaşayacak gerçekler olan örnekler bulmaktayız. Yine bu Peygamber’e dayalı kaynağın bilgi âlemleri içerisinde, İslâm’ın ilk bilgi kaynağı ilâhî tebliğ Kur’an-ı Kerîm’in ve Hz. Peygamber’in açıklamalarının yerinin neresi olduğunu bulmaktayız. Meselâ; Kur’an-ı Kerîm ‘yaratılışın başlangıcı’na dair bazı işaretler taşımaktadır. Bu işaretler, Allah Teâlâ’ya has bilgiler olup, putlara ve Allah’tan başka şeylere kulluk edenlere meydan okumak için gelmiştir.

De ki: Yeryüzünde gezip dolaşın da, Allah ilk baştan nasıl yaratmış bir bakın.[ix][9]

O (Allah) ki, yarattığı her şeyi güzel yaratmış ve ilk başta insanı çamurdan yaratmıştır.[x][10]

(Resûlüm) De ki: (Allah’a) ortak koştuklarınız arasında, ilk defa yaratacak, arkasından onu (ölümden sonra hayata) yeniden döndürecek biri var mı? De ki Allah ilk defa yaratıp (ölümden sonra) onu yeniden (hayata) döndürür. O halde nasıl saptırırsınız![xi][11]

Yine Kur’an-ı Kerîm, bu yalancıların hiç birinin yaratılışın başlangıcı ile ilgili bilgisinin bulunmadığından, dolayısıyla yaratılış hakkında bilgilerinin olmadığından bahsetmiştir.

Ben onları ne göklerin ne yerin yaratılışına ne de bizzat kendilerinin yaratılışına şahit tuttum. Ben yoldan çıkanları yardımcı edinecek değilim.[xii][12]

Yaratılışın başlangıcına dair Kur’an’da varolan işaretler, bu konuda sadece şanı yüce yaratıcının şahit olduğu ve insan bilgisine sunulmuş kesin bilgilerdir. Bir bilgi kaynağı olan Hz. Peygamber’in sünneti, yoktan var eden Allah Teâlâ’nın insanı en güzel şekilde nasıl yarattığını anlatan hadisler ve bilgiler ihtiva etmektedir. Meselâ, Buhârî’de yer alan İmrân b. Husayn (r.a.) hadisinde Hz. Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:

“Allah vardı, O’nun dışında bir şey yoktu. Arş’ı su üzerinde idi. Levh-i mahfuzda her şeyi yazdı. Gökleri ve yeri yarattı.”[xiii][13]. Yine Buhârî’de bulunan bir hadîs-i şerifte Ömer (r.a.) şöyle buyurmuştur:

Peygamber (s.a.v.) bir gün ayağa kalktı ve bize yaratılışın başlangıcından bahsetmeye başladı, öyle ki cennetliklerin cennete, cehennemliklerin cehenneme gideceğinden bile bahsetti. anlattıklarını ezberleyen ezberledi, unutan unuttu.[xiv][14]

Hz. Peygamber’in bilgi kaynağından, Kur’ân’a bağlı olarak, yaratılışın başlangıcı ile ilgili, Yüce yaratıcının kendine has tasavvurlarını bize sunan bazı bilgiler öğrendik ve öğrenmekteyiz. Meselâ, Allah (c.c.) insanı yaratmış ve meleklerine insana secde etmesini emretmiştir. Halbuki sem‘î metodu inkâr eden Batı kaynaklı ilim nazarında yaratılış ile ilgili bu şekil, ahmak ve ilkel bir hayvandan ibarettir.

Bu kaynaktan, tarihin kaydetmediği ve muhafaza etmediği, kalıntıları ve toplumsal yaşantıları hakkındaki bilgileri yok olmuş veya insan kudretinin bir eseri olarak kalıcı izler bırakmış ve tarih sahnesinden silinmiş milletlere ve medeniyetlere ait geçmiş bilgileri öğrenmekteyiz. Kur’an’da, tarihte geçmiş Zülkarneyn’den tutun Ad, Semûd, Medyen halkı, bazı köyler ve yerleşim yerlerinde yaşamış peygamberlere varıncaya kadar, geçmiş ümmetlere ve son bulmuş medeniyetlere ait işaretler buluyoruz. Bu “tarihi işaretler”, geçmişle ilgili kesinliği kabul edilmiş bir takım bilgiler olduğuna göre, biz Hz. Peygamber’in sünnetinde de bu işaretlerle ilgili, Kur’an’da verilen bilgileri açıklayan önemli detaylar bulmaktayız.

Bu Peygamber’e dayalı kaynaktan, İslâm’ın, karanlıklardan nurlu aydınlığına çıkardığı, ümmîliğin zirvesindeki câhiliye toplumu hakkında bilgiler edinmekteyiz. Beşerî bir vakı‘a olan câhiliye toplumu, yaşamış oldukları tarihî bilgileri kaydedecek malzemeden yoksun durumda idi. Bu kaynak sayesinde, gelenek, görenek ve adetleri, dinleri, putları ve ibadetleri, kabileler arası parçalanmalar ve kabilelerin etraflarındaki devlet ve halklarla ilişkileri, kadının toplumdaki yeri, evlilik çeşitleri, helâl ve haram olma yönüyle erkek-kadın ilişkileri, üretim yolları, ve rızık temini ile bağlantısı gibi daha pek çok yönüyle câhiliye toplumunu tanımaktayız. İslâmî esasları ve sınırlarının derinliğini iyi bir şekilde anlamak ve İslâm kültürünün bu şekilde gelişinin hangi sebeplere bağlı olduğunu tespit etmek, bu mükemmel dinin uygulama alanı olması sebebiyle, ancak câhiliye toplumunu tanımakla mümkün olacaktır. Bu câhiliye gerçeği ile ilgili bilgilere kaynaklık etmek üzere, bilgi kaynakları içerisinde Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) sünnetinden daha zengin bir kaynak bulmak mümkün değildir.

Hz. Peygamber’in, Kur’an-ı Kerîm’i/tebliği bu ölçüde mükemmel açıklaması, onun peygamberliğini, kendisinden önce geçmiş, gök ile yer arasındaki bağlantıyı sağlayan pek çok peygamberin peygamberliğinden ayıran en önemli özelliğidir. Risâleti, ümmet, devlet, toplum, düzen ve kültüre dönüştüren bu açıklamalar, ilâhî metot sayesinde doğru bir şekilde ve Allah’ın istediği istikamette yönlenmiştir. Bu tür bilgileri toplayan bir kaynakta bulunan -kıssacıların hikayelerinin ve meddahların övgülerinin saptırmasından önceki haliyle kalmış- bilgiler bile, sünnetin bize beyan ettiği bilgiler gibi değildir. Hz. Peygamber’in sünneti, ilk devir İslâm toplumu için ayrıntılı bir tarih olma özelliğine sahiptir. Olayların nitelikleri, kanun esasları ve metinleri, adetleri ve örfleri ile ilgili bilgiler taşımaktadır. Orada hayatın bir çok alanına dair insanın gelişimini tasvir eden özel ve genel bilgiler, ilk İslâm devletinin özellikleri, sınırları, halkı ve yaşantı biçimleri, kazanç yolları, savaşları, fetihleri, savaş incelikleri, zaferleri, yenilgileri, devletler arası ilişkilerle ilgili kayıtları, hüküm sürdüğü yerlerle ilgili bilgileri bulunmaktadır. Her şeyden önce peygamber sünneti, -başka kaynaklara nispetle- yerleşim yerleri ve çöl hayatı hakkında açıklamalar bulabileceğimiz bilgiler ihtiva eden yegâne tutanaklar niteliğindedir. Hicret öncesi Araplaşma, bedevîleşme, şehirlileşme, kültürlü hale gelme gibi gelişmeler hangi düzeyde idi ? Şûrânın işleyişi, müesseselerin kurulması, idarî yapılanma, yazmayı bilenler, yazılı malzemeler, yazışmalar, vâlilik sistemi ve vâliler, teb‘a, mallar, vergiler vb. diğer bilgiler ve uygulamalar nasıldı? İşte sünnet, hem okuyucu hem de araştırmacılar için bu ve benzeri alanlarda, en güvenilir ve en zengin bilgi kaynağıdır.

Kur’an-ı Kerîm/tebliğ, insanlık için tayin ettiği son ve ebedî risâletin dindeki yerini, dînî konularda -ezelden ebede kadar- ümmetlerin değişmesiyle değişebilen emirlere rağmen değişmeyen ve hâkim olan tek güvenilir din olarak tayin etmiştir: “Dini ayakta tutun ve onda ayrılığa düşmeyin diye Nûh’a tavsiye ettiğini, sana vahyettiğimizi, İbrahim’e, Musa’ya ve Îsâ’ya tavsiye ettiğimizi Allah size de din kıldı[xv][15].

Sana da, daha önceki kitabı doğrulamak ve onu korumak üzere hak olarak Kitab’ı (Kur’an-ı) gönderdik. Artık aralarında Allah’ın indirdikleri ile hükmet; sana gelen gerçeği bırakıp da onların arzularına uyma. (Ey ümmetler!) her birinize bir şeri‘at ve bir yol verdik. Allah dileseydi sizleri bir tek ümmet yapardı; fakat size verdiğinde (yol ve yaşayış tarzlarınızla) sizi denemek için (böyle yaptı). Öyleyse iyi işlerde birbirinizle yarışın. Hepinizin dönüşü Allah’adır. Artık size, üzerinde ayrılığa düştüğünüz şeyler(in gerçek tarafını) O haber verecektir.[xvi][16]

İlâhî risâlet silsilesinin bir halkası olan son peygamberliğin, inanç ve şeri‘at olarak mevkii bu olduğuna göre, Kur’an’ın/tebliğin açıklaması olan Hz. Peygamber’in sünnetinde, bu konuda öğrenme imkânına sahip olduğumuz pek çok bilgi mevcuttur. Ebû Hureyre’nin (r.a.) rivayet ettiği bir hadîs-i şerifte Allah Resûlü (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:

“Benimle benden önceki peygamberler arasındaki fark, köşelerinden birisinde eksik bırakılmış bir tuğla hariç güzel ve eksiksiz bir bina yapan kişinin durumuna benzer. İnsanlar o binayı görünce, etrafında dolaşıp, bu binadan daha güzel bir bina görmedik, ancak şu eksik tuğlanın yeri olmasa!, diyerek beğenilerini ifade etmeye başlamışlar. İşte ben o eksikliği tamamlayan tuğla gibiyim.”[xvii][17] Yine Ebû Hureyre’nin (r.a.) rivayet ettiği bir başka hadîs-i şerifte Allah Resûlü (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:

“Ben güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim.”[xviii][18]

Biz bunların yanında, Hz. Peygamber’in (s.a.v.) canlı uygulamaları sayesinde müslümanların, yeni gelişmeye başlayan İslâm ülkesi sınırları içindeki ehli kitap halk, civardaki devletler ve ehli kitapla ilişkilerini anlatan tatbikât da, Hz. Peygamber’in sünnetinin bir parçasıdır. Burada biz bu konuya kaynaklık edecek başka hiç bir kaynağın kendisine tercih edilemeyeceği kadar zengin bir bilgi hazinesi bulmaktayız. Kuran/tebliğ bize sünnetullâh, kanunlar, tabiatın dış görünüşü, varlığın hakikatleri gibi konularda İslâmî bakış açısını öğretmektedir. Bu, sünnetullâhın, kanunların ve konulmuş olan benzeri zahirî güçlerin hepsinin yaratılmış olduğunu ancak, Yüce yaratıcının bu sünnetullâh ve kanunları, fâil sebep olarak yarattığına inanan, sebepleri ile birlikte sünnatullâhı ve kanunların varlığını kabul eden bir görüştür. Düzenlenmiş ve belirli bir sisteme konmuş olan bu kanunlar, Allah’ın iradesi dâhilinde yaratılmıştır. Allah Teâlâ’nın, kendisinin ilahlığını ve rablığını kabul etmeyenlere meydan okumak ya da bir peygamberi mu’cizelerle güçlendirmek istediği zaman, bu sünnetullâh ve kanunların işleyişini durdurmaya ve sistemi bozmaya gücü yeter.

İşte Kur’an-ı Kerîm’in/tebliğin, varlıklar, tabiat, insan ve cemiyetlerde sünnetullâhın işleyişine dair işaretlerde bulunduğunu bize öğreten bilgiler(in bir kısmı) şunlardır:

Biz ise, o yerde güçsüz düşürülenlere lütufta bulunmak, onları önderler yapmak ve onları mukaddes topraklara varis kılmak istiyorduk. Ve o yerde onları hakim kılmak; Firavun ile Hâmân’a ve ordularına, onlardan (İsrailoğulları’ndan gelecek diye) korktukları şeyi göstermek (istiyorduk).[xix][19]

Şüphesiz ki yeryüzü Allah’ındır. Kullarından dilediğini ona varis kılar. Sonuç Allah’tan korkup günahtan sakınanlarındır.[xx][20].

Biz, refahından şımarmış nice memleketi helâk etmişizdir. İşte yerleri! Kendilerinden sonra oralarda pek az oturulabilmiştir. Onlara biz vâris olmuşuzdur. Rabb’in, kendilerine ayetlerimizi okuyan bir peygamberi memleketlerin ana merkezine göndermedikçe o memleketleri helâk edici değildir. Zaten biz ancak halkı zâlim olan memleketleri helâk etmişizdir.[xxi][21]

Bir ülkeyi helâk etmek istediğimizde, o ülkenin zenginlik sebebiyle şımarmış elebaşılarına (iyilikleri) emrederiz; Buna rağmen onlar orada kötülük işlerler. Böylece o ülke,helâk edilmeyi hak eder; Biz de orayı darmadağın ederiz.[xxii][22]

Bunlar, Allah Teâlâ’nın cemaatler ve toplumlarla ilgili sünnetullâha işaret ettiği ve Kur’an’da bulunan ayetlerden bir kısmıdır. Aynı şekilde Hz. Peygamber’in sünnetini de bu konuda insan bilgisini zenginleştiren bir hazine olarak bulmaktayız. Efendimiz (s.a.v.) hadîs-i şeriflerinde şöyle buyurmuştur:

Bir kavimde, ihânet olayları ortaya çıkarsa, Allah (c.c.) onların içine mutlaka korku salar. Zina yaygınlık kazanırsa, o toplulukta mutlaka ölüm olayları artar. Ölçü ve tartıyı eksiksiz yapmaya başlarlarsa, o topluluğun rızık kapıları kapanır. İnsanlar haksız yere mahkum edilirse, orada kan davaları başlar. Verdikleri sözü çiğnemeye başlarlarsa, o topluluğa düşman musallat olur.[xxiii][23]

Ya iyilikle emreder kötülükten sakındırır, zâlimin zulmüne engel olur, onu hakka çağırırsınız, ya da mutlaka Allah (c.c.) sizi birbirinize düşürür, sonra duâ edersiniz,fakat duânız kabul edilmez.[xxiv][24]

Şayet bir zalim görür de onun elinden tutup zulmüne engel olmazsanız, Allah’ın (c.c.) katındaki azabını hepinizin üzerine göndermesini bekleyin.[xxv][25]

Aman ha! Cimrilikten sakının. Zira cimrilik sizden öncekileri helâk etti. Cimrilik, onlara ancak infak etmemeyi emretti onlar da infak etmediler. Zulmetmeyi emretti onlar da zulmettiler. Akrabalarla ilişkilerini kesmeyi emretti, onlar da kestiler.[xxvi][26]

Benden çok az bir süre sonra zulümler başlar. Öyle ki her bir zulme karşılık bir adâlet ortadan kalkar. Sonra öyle birisi çıkar ki, zulümde eşi benzeri görülmemiştir. Sonra Allah Teâlâ adâlet dönemini getirir. Öyle ki her bir adâlet sayesinde bir zulüm ortadan kalkar. Nihayet öyle birisi çıkar ki adâlette eşi benzeri görülmemiştir.[xxvii][27]

Huzeyfe b. el-Yemân (r.a.) Allah Resûlü’ne (s.a.v.), “Ya Resûlallâh! Daha önce(ki ümmetlerde) olduğu gibi bize verilen hayırdan sonra bir kötülük olacak mı?” diye sordu. Allah Resûlü (s.a.v.) “evet karşılığını verince Huzeyfe (r.a.); “Ondan ne ile korunalım? dedi. Bunun üzerine Efendimiz (s.a.v.); “Kılıçla”, cevabını verdi.”[xxviii][28]

Yine başka bir hadîs-i şerifte de, “Ümmetimi, zalime karşı, Sen zalimsin, demekten korkar olduğunu gördüğünüz zaman onlardan uzak durunuz,[xxix][29] denilmiştir.

Allah Resûlü’nün azatlısı Sevbân’ın (r.a.) anlattığına göre Efendimiz (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: “Her taraftan bütün ümmetlerin, sizin üzerinize yemek kabındaki lokmaya üşüştükleri gibi üşüşmeleri çok yakındır”. Sonra Sevbân (r.a.) şöyle dedi: “Bunun üzerine, Ey Allah’ın Resûlü bizim azlığımız sebebiyle mi böyle olacak? !’ dedik, Efendimiz cevap olarak; “Siz o zaman çok olacaksınız fakat sele kapılan çerçöp gibi darmadağınık vaziyette bulunacaksınız. Düşmanlarınızın kalbinden korku çekilip alınacak ve kalplerinize ‘vehen’ hakim olacak” dedi. Sonra Sevbân (r.a.) şöyle dedi: “Bunun üzerine, “Ey Allah Resûlü ‘vehen’ nedir?” diye sorduk sonra o (s.a.v.), “Hayatı sevmek, ölümden korkmaktır”, cevabını verdi.”[xxx][30]

Yine bir başka hadîsi şerifte, “Kim bir yiyeceği kırk günden fazla yanında bekletirse, o Allah Teâlâ’dan, Allah Teâlâ da ondan uzak olmuş demektir. Bir bölge halkı içinde aç bir kimse bulunursa, oradan Allah Teâlâ’nın zimmmeti kalkar,[xxxi][31] denilmiştir.

Yer yüzündeki alimlerin misâli, gökteki yıldızların misâline benzer. Karanlıklarda, karada ve denizde onlarla doğru yol bulunur. Yıldızların kaybolması halinde ise, yoldan sapmak mukadderdir.”[xxxii][32]

Bunlar, kaynağı Hz. Peygamber’in sünneti olan bilgilerle ilgili örneklerin bir kısmıdır. Allah Teâlâ’nın cemaatler, toplumlar ve cemiyetler için koyduğu kurallar ve kanunlarla ilgili olan bu çeşit bilgilerin menşei, Hz. Peygamber’in sünnetidir.

Allah Teâlâ, insanı içinde yaşadığı bu âleme halife yapmış, ve onu yaşadığı bu âlemi ve gücünün ulaştığı beldeleri imar etmek üzere göndermiştir. Kur’an-ı Kerîm/tebliğ insanı bu imar işini yerine getirmeye teşvik etmiş ve ayetlerinde iman ile ameli neredeyse sürekli olarak birlikte zikretmiştir:

Ey iman edenler! cuma günü namaza çağırıldığı (ezan okunduğu) zaman hemen Allah’ı anmaya koşun ve alış verişi bırakın. Eğer bilmiş olsanız, elbette bu, sizin için daha hayırlıdır. Namaz kılınınca artık yeryüzüne dağılın ve Allah’ın lütfundan isteyin. Allah’ı çok zikredin; umulur ki kurtuluşa erersiniz.[xxxiii][33]

Boş kaldın mı hemen (başka) işe koyul ve yalnız Rabb’ine yönel.[xxxiv][34]

Allah Teâlâ’nın iradesi bu olduğuna ve Kur’an-ın/tebliğin, İslâm âlemi binasının dinamik bir iman ve mü’minin çalışması ile ilgili ifadeleri böyle olduğuna göre, Hz. Peygamber’in açıklamaları/sünneti, bu alanda terk edilmesi mümkün olmayan azık mesabesindeki bilgilerle doludur. Çalışmaya yönelik hadisler ve toprakların ihyâsı ve işlenmesini bazı esaslara bağlayan rivayetler, burada zikri mümkün olmayacak çokluktadır. Bunun yanında, ilk İslâm devletinin toplumsal ve iktisadî temelleri ile ilgili esaslara dair tecrübeler, bu alanda Hz. Peygamber’in açıklamalarının tatbik edilmiş canlı bir örneklerinden ibarettir. Ebû Hureyre’nin (r.a.) rivayet ettiği bir hadîs-i şerifte Efendimiz (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:

Kazançların en hayırlısı, kişinin kendi el emeği ile ve doğru/helâl yollardan kazandığıdır[xxxv][35]. Hatta insan ameli Hz. Peygamber’in sünneti nazarında, Enes b. Mâlik’in (r.a.) rivayet ettiği Allah Resûlü’nün (s.a.v.) şu hadis-i şerifinde ifade edilen dereceye ulaşmıştır:

Kıyamet kopacağı sırada birinizin elinde bir dal parçası varsa ve kıyamet kopmadan önce onu dikmeye gücü yetecekse onu yapsın![xxxvi][36], şeklindeki rivayet de yine bu alanda bilgi kaynağı olarak, sünnetin bize takdim ettiği bilgi dağarcığına bir işarettir.

İslâm akîdesi, dünya hayatını, hayat ve hayattakiler için yolun sonu olarak kabul eden gayesizlik düşüncesini (Abesiyye) reddedince, kıyamet günü yeniden dirilmeyi, hesabı ve cezayı iman esaslarından saymıştır. Kur’anı tebliğ, yeniden dirilmeyle ilgili olarak, inkâr edenlerin inkârına karşı delil olmak üzere pek çok işaretler ihtiva etmektedir:

Onlar, ‘hayat ancak bu dünyadaki hayatımızdan ibarettir; biz, bir daha da diriltilecek değiliz’, demişlerdi.[xxxvii][37]

İnkar edenler kesinlikle diriltilmeyeceklerini ileri sürerler. Hayır! Rabb’ime and olsun ki mutlaka diriltileceksiniz, sonra yaptıklarınız size haber verilecektir. Bu Allah’a göre kolaydır.[xxxviii][38]

(İnsanlar!) Sizin yaratılmanız ve diriltilmeniz, ancak tek bir kişinin yaratılması ve diriltilmesi gibidir. Şüphesiz ki Allah her şeyi işiten ve görendir.[xxxix][39]

Allah’a karşı verdikleri sözü ve yeminlerini az bir bedelle değiştirenlere gelince, işte bunların âhirette nasîbi yoktur. Kıyamet günü Allah onlarla konuşmayacak, onlara bakmayacak ve onları temize çıkarmayacaktır. Onlar için acı bir azap vardır.[xl][40]

Bunlar, Kur’an’ın/tebliğin yeniden dirilme ile ilgili sözlerine ve bilgilerine dair işaretler olduğuna göre, Hz. Peygamber’in sünnetinin sunduğu yeniden dirilme, tasviri ve insanların oradaki durumları ile ilgili bilgiler de, müslümana ve kendisine ilâhî mesajın tebliğ ve beyan şeklinde ulaştığı, görünen âlemin insanının sınırlı aklına, bir şekilde gayb haberlerini anlatıp canlandıran haberleri bulabileceği bir kaynak değerindedir. Ebû Zerr’in (r.a.) rivayet ettiği bir hadis-i şerifte Allah Resulü (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:

Üç kimse vardır ki kıyamet gününde Allah Teâlâ onlarla konuşmaz, onlara bakmaz ve onların günahlarını da bağışlamaz. Onlar için şiddet li bir azap vardır: Kibirlendiği için elbiselerini sürükleyerek yürüyen, yaptığı iyiliği başa kakan ve yalan yere yemin ederek malını satan kimse.[xli][41]. Yine bildiğimiz gibi bir başka hadîs-i şerifte şöyle denilmiştir:

“Kıyamet gününde Allah katında insanların en kötü mertebede olanı, ilminden istifade edilmeyen alimdir.”[xlii][42].

Buna ilaveten sünnet hazinesi, Kur’an’da/tebliğde işaret edilen sura üflenmeyi, iki üflenme arasındaki geçenleri, yeniden dirilmeyi ve yerini, insanların oradaki hallerini, hesap vermeyi, mizanı, cezayı, şefaati, kıyamet gününde hiç bir gölgenin olmadığı günde Allah’ın gölgesi altında gölgelenecekleri ve daha bir çok olayı, insan zihninin mümkün olan en iyi ve kolay bir şekilde anlamasını sağlamada yardımcı olmaktadır. Yine sünnet, insan aklının hakikatini anlamasının ve dili ile de o gerçekleri hakkıyla ifade etmesinin mümkün olmayacağı şu âlem hakkında, Kur’an’daki/tebliğdeki işaretleri izah edici, kolaylaştırıcı ve açıklayıcı diğer bilgileri ihtiva etmektedir.

Bunlar, İslâm düşünce hayatında sünnetin sem‘î bilgiler için bir bilgi kaynağı olduğuna delil teşkil eden örneklerden bir kısmıdır. Bu deliller, -yer darlığı ve rivâyetler dikkate alınarak- bu kadar örnekle sınırlı kalmış olsa bile, yine de İslâm düşüncesinde ve medeniyetinde sünnetin bilgiye kaynaklık etme vazifesini yerine getirdiğini doğrulamaya yetecek çokluktadır.

 

SONSÖZ:

Şüphesiz müslümanın, bir çok kaynaktan bilgi edinmesi ve değişik alanlardaki farklı bilgileri Hz. Peygamber’in sünneti sayesinde öğrenmiş olması, insan aklı için pek çok yeni ufuklar açmıştır. Bu İslâmî kaynak, aklın gücüne, yapabileceklerine, çerçevesine ya da isteklerine sınır getirmemekte aksine, -Batı yönteminde olduğu gibi duyulara dayalı tecrübeyle yetinmeksizin-, aklın arzularının layık olduğu gerçeklere yönlendirilerek güzelleştirilme görevini de yerine getirmektedir. Bu sayede akıl, tek başına gayb âlemi ile ilgili bilgileri edinmedeki acziyetinin gerçekliğini anlar. Sanki bu şekliyle -İslâmî bilgi edinme yollan- akla, (hadis-i şerifte de ifade edilen) “Herkese, ne maksatla yaratılmışsa onun için imkân verilmiştir”[xliii][43], şeklindeki ebedî gerçeği hatırlatma vazifesini yerine getirmektedir.

Yine bu İslâm’a has metot, Kur’an-ı Kerîm’i/tebliği ve Hz Peygamber’in açıklamalarını, bir çok alanda kesin bilgi için kaynak kabul eder. Bu metot, bazen sadece aklı düşünmeye sevk etmekte, bazen aklın sınırlarını aşmasına engel olmaktadır. Zaman zaman belirleyici ve çerçeve çizici, aklın müdahale etmesi doğru olmayan bazı hususlarda ise, bilgi için tek kaynak olma özelliğine sahiptir.

Şüphesiz bu üstün metot, insanı bilginin tam olarak elde edilmesiyle gerçekleşir. Bu da yaşamakta olduğu şu dünya ile ilgili çabaların ve bilgilerin yanı sıra gayb âleminin bilgilerinden bir kısmını insana kazandırmakla, onun bilgisinin eksik yönlerini tamamlamakla ve olgunlaştırmakla mümkün olur. Bu olgunlaşma da, insanın ‘bilgi dengesi’nin ‘davranış dengesi’ne uygun olarak gerçekleşmesini sağlayacaktır. Bu –‘bilgi dengesi’ ve ‘davranış dengesi’- ikilisi sayesinde, insanın yaratılışı ve bu dünya binasında Allah’ın halifesi olmasının arkasındaki ‘manalar’, ‘hikmetler’ ve ‘gayeye dönük sebepler”’ gerçekleşir. Bu sayede, dünyadaki maddeci medeniyetin boğazını sıkan ‘gayesizlik (abesiyye)’, ‘bilinmezcilik (lâ edriyye)’ ve ‘çıkmaz yollar’, -belki çok azı müstesna- ortadan kalkar. Bu maddeci medeniyetler, -İslâmî orta yolcu metodun aksine- dünyayı ve duyular âleminin dışında kalan âlemi, ‘hayvanı istekler’, ‘anlık lezzetler’, ‘aşkın bencillik’ ve ‘önemsemezci’ bakış açısıyla değerlendirir. Oysa sahip olduğu maddeye öncelik vermesi, kendisini sıkıntıdan, üzüntüden ve emeklerin boşa çıkmasından kurtarmaya yetmez. Neticede, “Yiyin ve yararlanın bir süre! Siz gerçekten günahkar kimselersiniz![xliv][44] ayeti kerîmesinin ifade ettiği tehdit gerçekleşir. Hatta onlar, “Bu dünya hayatımızdan başka hayatımız yoktur, ölürüz ve yaşarız; bizi ancak zaman yok eder![xlv][45] diyen ‘çağın ateistleri’ gibidirler.

Şu halde insanı çağımızın musibetlerinden koruyan bu İslâmî metottur. Ve ancak onun sayesinde, müslüman kişinin bilgi edinmesine ve İslâm medeniyetinin fikri yönünün zenginleşmesine yönelik Kur’an-ı Kerîm’e/tebliğe karşı sorumluluğunu yerine getiren Hz. Peygamber’in sünnetinin bilgi kaynağı olduğunu anlamış oluruz.

 



 



*      Mecme'u'l-Melekî li Buhûsi'l-Hadârati'l-İslâmiyye (Müessesetü Âli-Beyt) tarafından merkezi Washington'da bulunan el-Ma'hedü'l-Âlemî li'l-Fikri'l-İslâmî'nin de katkılarıyla 19-23 Haziran 1989 tarihleri arasında, Ürdün'ün başkenti Amman'da düzenlenen “Nebevî Sünnet ve Bilgi ve Medeniyet Oluşturmadaki Metodu” konulu sempozyumda “es-Sünnetü’n-nebeviyyetü masdaran li’l-ma‘rife” adıyla sunulan tebliğ. Daha sonra sempozyumda sunulan rapor ve tebliğler ve bunlarla ilgili tartışma ve reddiyeler iki büyük cilt halinde neşredilmiştir. Ayrıca ‘Imâra'nın bu makalesi, el-Müslimü'l-Mu‘âsır dergisi, XV, no 59, Şubat 1991, s. 15-31'de de yayınlanmıştır.

**     Mısırlı meşhur İslâm düşünürlerinden olan ve sahasında çok sayıda çalışması bulunan müellifin bazı kitapları Türkçe'ye de çevrilmiş olup, el-Mu'tezile ve's-sevra, el-Mu'tezile ve müşkiletü'l-hürriyyeti'l-İnsâniyye, Felsefetü'l­ Hükm fi'l-İslâm, Teyyaratü'l-Fikri'l-İslâmi gibi çalışmaları müellifin önemli eserleri arasındadır.

[i][1]     el-Câsiye 45/24.

[ii][2]    el-Hicr 15/9.

[iii][3]   Yûnus 10/15.

[iv][4]   Yûnus 10/64.

[v][5]     el-Kehf 18/27.

[vi][6]    Fussilet 41/41-42.

[vii][7]   en-Nahl 16/44.

[viii][8] en-Nahl 16/64.

[ix][9]    el-Ankebût 29/20.

[x][10]   es-Secde 327/7.

[xi][11] Yûnus 10/34. Yine bkz. el-A'râf 7/29, el-Enbiyâ 21/104, en-Neml 27/64, Rûm 30/11, 27, el-Ankebût 29/19, el-Burûc 85/13.

[xii][12] el-Kehf 18/51.

[xiii][13]                Buhârî, “Bed’ü’l-halk” 1.

[xiv][14]                Buhârî, “Bed’ü’l-halk” 1.

[xv][15] eş-Şûrâ 42/13.

[xvi][16]                el-Mâide 5/48.

[xvii][17]               Buhârî, “Menâkıb” 18; Müslim, “Fedâil” 20, 22, 23; Tirmizî, “Menâkıb” 1; Müsned, II, 257, 4 12.

[xviii][18]              Mâlik, “Hüsnü'l-hulk” 8; Müsned, II, 381.

[xix][19]                el-Kasas 28/5-6.

[xx][20] el-A'râf 7/128.

[xxi][21]                el-Kasas 28/58-59.

[xxii][22]               el-İsrâ 7/16.

[xxiii][23]              Mâlik, “Cihad” 26: Müsned, IV. 205.

[xxiv][24]              Tirmizî, “Fiten” 9; Ebû Dâvud, “Melâhim” 17; İbn Mâce, “Fiten” 20.

[xxv][25]               Tirmizî, “Fiten” 8.

[xxvi][26]              Müsned, II. 160, 161.195.

[xxvii][27]             Müsned, V, 26, 27.

[xxviii][28]            Ebû Davud, “Fiten” 1; Müsned, V, 386.

[xxix][29]              Müsned, II, 163, 1 90.

[xxx][30]               Ebû Davud, “Melâhim” 5, Müsned, II, 359, V, 278.

[xxxi][31]              Müsned, II,33.

[xxxii][32]             Müsned, III. 157.

[xxxiii][33]            el-Cum'a 62/9-10.

[xxxiv][34]             el-İnşirâh 94/7-8.

[xxxv][35]              Müsned, II. 334. 357-358.

[xxxvi][36]             Müsned, III, 191.

[xxxvii][37]            el-En'âm 6/29.

[xxxviii][38]           et-Teğâbün 64/7.

[xxxix][39]             Lokmân 31/28.

[xl][40] Âl-i İmrân 3/77.

[xli][41] Müslim, “Îman” 171; Ebû Dâvud, “Libâs” 25; Tirmizî, “Buyû'” 5.

[xlii][42]                Dârimî, “Mukaddime” 27.

[xliii][43]               Müslim, “Kader” 6-7; Tirmizî, “Kader” 3, “Tefsîr” 1/1; İbn Mâce, “Mukaddime” 10, Ticâret” 2 [çev.].

[xliv][44] el-Mürselât 77/46.

[xlv][45]                el-Câsiye 45/24.

Meclislerin Keffareti

Meclislerin Keffareti
"Subhâneka'llâhumme ve bihamdik ve eşhedu en lâ ilâhe illâ ente estağfiruke ve etûbu ileyk" (Taberani 10/164, el-Elbânî Sahîhu'l-Câmi (4487)