Sözlerin en doğrusu Allah'ın kelamı, yolların en hayırlısı Muhammed Aleyhisselam'ın yoludur. Dinde her sonradan çıkarılan şey bidattir.Her bidat sapıklıktır ve her sapıklık da cehennemdedir (Muslim no: 867)

Duâ

Duâ

Daru's-Sunne Neşidler

26 Haziran 2015 Cuma

Bid'at Ehli Tekfir Olunur mu?

Şeyhu’l-İslam İbn Teymiyye şöyle demiştir:
“Bu farklı bakış açısı ve gruplandırma, diğer bir esasa ve mes'eleye dayanmaktadır. Bu mes'ele de bid'at ehlinin tekfir edilip edilmeyeceği mes'elesidir. Cehmiyye'yi (kâfir olduklarından dolayı) bid'at ehli fırkaların dışında kabul eden kimseler, bu fırkaları kâfir saymamışlardır. Çünkü bu kimseler, Cehmiyye dışındaki diğer bid'at ehlini kâfir saymamakta; ama onları fâsıklar ve âsiler menzilesinde, vâid ehli kabul etmekte; "Onlar, cehennemdedir" sözünü, "Zulüm ile yetimlerin mallarını yiyenler, karınlarına sadece ateş doldurmaktadırlar ve çılgın bir ateşe gireceklerdir" (Nisa 10) âyetinde olduğu gibi, yetim malını yemek ve benzeri diğer günahlar hakkında vârid sözler gibi değerlendirmektedirler.
Cehmiyye'yi bu fırkalardan kabul edenler ise, iki görüşe ayrılırlar:
Bir grup; onların tamamını kâfir kabul etmektedir ki, bu görüşü sadece imamlara ve kelâmcılara müntesip sonraki bazı kimseler ileri sürmüştür.
Selef ve imamlar ise; "tafdil" görüşüne sahip bulunan Şia, Mürcie ve benzerlerinin tekfir edilmemesi konusunda herhangi bir ihtilâfta bulunmamışlardır. İmam Ahmed'den gelen rivayet ve deliller de onun bu grupları tekfir etmediğinde birleşmiştir. Gerçi İmam Ahmed'e veya onun mezhebindeki esaslara aykırı olarak, İmam Ahmed'in ashabı arasında - gerek bu gruplar, gerek diğerlerinden- bütün bid'at ehlinin tekfir olunacağını nakledenler çıkmıştır. Hattâ bunlardan bir kısmı, bu ve diğer bid'at gruplarının ebediyyen cehennemde olduklarını ifâde etmişlerdir. Ancak bu, İmam Ahmed'in mesnedine ve şeriata atfedilmiş bir yanılgıdır.
Bu konuda diğer grup ise; bid'at ehlini günahkârlar zümresine ilhak ettikleri için, bid'at ehlinden hiçbir şahsı tekfir etmeyenlerdir. Bunlar şöyle derler: "Nasıl ki bir günah sebebiyle hiç kimseyi tekfir etmemek Ehl-i Sünnet ve'l-Cemâat'ın temel prensiplerinden ise, tıpkı bunun gibi Ehl-i Sünnet hiçbir kimseyi bir bid'at sebebiyle tekfir etmez.”
Yalnız seleften ve imamlardan intikal eden sahih rivayetler ilâhî sıfatları inkâr eden "hâlis-muhlîs Cehmiyye"nin tekfiri konusunda bir takım lâfızların kullanıldığına işaret etmektedir. Zaten bu Cehmiyye'nin görüşlerinin gerçek yönü şudur ki, onlara göre: (Hâşâ) Allah konuşmaz, görmez, mahlûkâttan farklılığı yoktur; O'nun ilmi, kudreti, semi', basar ve hayat sıfatları da yoktur; Kur'an mahlûktur,- cehennem ehli Allah'ı nasıl göremeyecekse Cennet ehli de göremeyecektir... vs...
Hâriciler ve Râfizîlere gelince; bunların tekfiri konusunda İmam Ahmed'den ve diğer imamlardan nakledilen ihtilâf ve tereddütler vardır.
Ama bu kimseler, Allah Teâlâ'nın yazgısını ve ilmini inkâr eden Kaderiyye'yi tekfir etmişler; yalnız Allah'ın ilmini kabul edip kulların fiillerini yarattığını kabul etmeyenleri tekfir etmemişlerdir.
Bu meselede ayırıcı söz olarak şu iki esasın zikredilmesi gereklidir:
1 - Bilinmelidir ki, ehl-i salât'tan (görünüşünün aksine) hakikat-ı halde kâfir olan kişi, ancak ve ancak münafıktır.
Allah Teâlâ’nın, Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’i peygamber olarak gönderip O'na Kur'an'ı inzal buyurduğu ve Allah Resulünün Medine'ye hicret ettiği andan bu yana insanlar, üç sınıfa ayrılmışlardır:
1 - Mü'min,
2 - Küfrünü izhâr eden kâfir ve
3 - Küfrünü gizleyen münafık...
Bu sebeple Allah Teâlâ, Bakara sûresinin başında bu üç sınıfı zikretmiş; mü'minlerin tavsifiyle ilgili olarak dört âyet, kâfirler hakkında iki âyet, münafıklar hakkında ise on küsur âyet inzal buyurmuştur.
Allah Teâlâ, Kur'ân-ı Kerîm'in birçok yerinde kâfirlerden ve münafıklardan bahsetmiştir. Meselâ şu âyetleri burada zikredelim:
"Kâfirlere ve münafıklara itaat etme" (Ahzab 48)
"Şüphesiz Allah, bütün münafıkları ve kâfirleri Cehennem'e toplayacaktır" (Nisa 140)
"Bugün artık ne sizden (münafıklardan), ne de kâfirlerden fidye alınmaz" (Hadîd 15)
(Bu ve benzeri âyetlerde) Allah Teâlâ, müslüman olduklarını izhâr etmeleri sebebiyle münafıkları kâfirlerden ayırd etmek üzere, ikisi arasında atıf kullanmıştır. Yoksa aslında münafıklar, kâfirlerden daha beterdirler. Nitekim Hak Teâlâ buyurur:
"Doğrusu münafıklar, ateşin en aşağı tabakasındadırlar" (Nisa 145)
"Ve onlardan (münafıklardan) ölen birine asla namaz kılma, onun kabri başında da durma. Çünkü onlar, Allah'ı ve Resulünü tanımadılar" (Tevbe 84),
"De ki: 'İster gönüllü, ister gönülsüz sadaka verin; sizden kabul edilmeyecektir. Çünkü siz yoldan çıkan bir kavimsiniz!' Sadakalarının kabul edilmesine engel olan sadece şudur: Onlar Allah'ı ve Resulünü inkâr ettiler-namaza da üşene üşene gelirler ve istemeye istemeye sadaka verirler" (Tevbe 53-54)
Durum böyle olduğuna göre, bid'at ehli arasında da zındık münafıklar vardır; işte bunlar kâfirdir. Ve böyleleri, Râfızîlerle Cehmiyye arasında çoktur. Bunların reisleri de zındık münafıklardır. Aynı şekilde "rafz" bid'atini ilk çıkaran bir münafıktı. Cehmiyye akidesi de aynı durumda olup aslı zındıklık ve nifak idi. Bu sebepledir ki, batini felsefeci Karmatîler ve benzerlerinden münafık zındıklar, aralarındaki yakınlık dolayısıyla Rafızîliğe ve Cehmiyye'ye meylederlerdi.
Yalnız, bid'at ehli arasında bâtınen ve zahiren iman sahibi olan, ama aynı zamanda cehalet ve zulüm sebebiyle Sünnet'ten ayrılarak hatalar içerisine düşenler de vardır. Bunlar ne kâfirdirler, ne de münafık.
Ama bunlarda bazen, fâsık veya âsî duruma düşmelerine sebep olan bir taşkınlık ve zulüm meydana gelebilir.
Bazen da te'vil ederek hataya düşmüş, bu sebeple de hataları affedilmiş olabilirler.
Hattâ bazen bütün bunların yanı sıra bu kimselerde öyle bir iman ve takva bulunabilir ki, bu kimseler, iman ve takvaları oranında Allah'ın veliliğini kazanabilirler. Bütün bu söylediklerimiz, burada söz konusu edilmesi gerekli iki esastan birincisi idi.
2 - ikinci esasa gelince; bir söz ve görüş, küfür olur; namazın, zekâtın, orucun ve haccın farz olduğunu inkâr; zinayı, içkiyi, kumarı, yasaklanmış evlilikleri helâl saymak gibi. Ama bunlara böylece inanan kimse, kendisine hitabın ulaşmadığı bir konumda ve durumda bulunabilir. Bu sebeple de bu hitabı inkâr eden kişi tekfir olunmaz. Meselâ henüz yeni Müslüman olmuş, ya da uzak bir çölde yetiştiği için İslâm'ın prensipleri kendisine tamamen ulaşmamış kimse böyledir. İşte bu kimse, Nebî sallallahu aleyhi ve sellem'e inzal buyurulduğunu bilmediği takdirde O'na inzal olunan herhangi bir esası inkâr etmesi sebebiyle kâfirlikle damgalanmaz.
İşte Cehmiyye'nin söz ve görüşleri de bu türden olup bunlar Rab Teâlâ'nın üzerinde bulunduğu hâli ve Allah'ın Resulüne inzal buyurduğu esasları inkâr etmektedirler.
Cehmiyye'nin görüşleri, üç yönden aşırılığa gitmiştir:
1 - Kitab'ta, Sünnet'te ve İcmâ-ı ümmette bunların görüşlerine muhalif nasslar pek çok ve meşhurdur. Cehmiyye, bu nassları ancak tahrif etmek suretiyle reddetmekte, kendilerine muhalif saymaktadır.
2 - Cehmiyye'nin görüşlerinin gerçek yüzü, nasıl ki imanın aslı Allah'ı ikrar, küfrün aslı da Allah'ı inkâr ise, Rab Teâlâ'yı işlevsiz kılmak (ta'tîl)dir. Gerçi bunlar arasında sözlerinin ve görüşlerinin buna vardığını bilmeyenler de vardır.
3 - Cehmiyye, bütün din sâlikleri ve bütün fıtrat-ı selime sahiplerinin üzerinde ittifak ettikleri hususlara muhalefet etmektedir. Fakat buna rağmen ortaya attıkları şüpheler sebebiyle, Cehmiyye'nin görüşlerinden birçoğu iman sahiplerinden birçoğuna gizli kalabilir ve onlar da bunların haklı olduğunu zannedebilirler, aslında bu mü'minler, bâtınen ve zahiren Allah'a ve Resulüne inanan kişilerdir.
Böylece durum, diğer bid'at gruplarına olduğu gibi bunlara da karışmış, şüphe ve iltibaslar ortaya çıkmıştır. İşte bu kişiler asla kâfir değillerdir. Ancak bunlar arasında fâsıklar ve âsîler bulunabilir; hata sahibi oldukları halde hataları bağışlanmış kimseler olabilir; hattâ bunlarda öyle bir iman ve takva bulunabilir, bu iman ve takva oranında kişi Allah'ın veliliğini kazanmıştır.
Ehl-i Sünnet'in kendisiyle Hâriciler, Cehmiyye, Mu'tezile ve Mür'cie'den ayrıldığı görüşün aslı şudur ki, iman artar ve cüz'lere ayrılır. Nitekim Nebî sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
"Kalbinde zerre mikdarı iman bulunan kişi Cehennem'den çıkacaktır"[1]
Bu takdirde bu imana göre Allah'ın velîsi olma keyfiyeti de artar ve cüz'lere ayrılır.
Bid'atlerin temeli böylece bilinince Hâricilerin görüşlerinin temeli şudur ki; Haricîler, günahlar sebebiyle tekfir ederler; günah olmayan şeyleri günah sayarlar; -mütevâtir bile olsa- Kitab'ın zahirine muhalif olan Sünnet'e değil, Kitab'a ittibâyı gerekli görürler; kendilerine muhalefet edenleri kâfir ilân eder; aslen kâfir olanlar hakkında helâl saymadıkları şeyleri, kendileri nezdinde mürtet oldukları için muhalifleri hakkında helâl sayarlar. Nitekim Nebî sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
"Müslümanları öldürür, putperestleri bırakırlar"[2]
Bu münâsebetle bunlar, benzeri şer'î görüşleri arasında Osman radıyallahu anh'ı, Ali radıyallahu anh'ı ve taraftarlarını tekfir etmişler, aynı şekilde Sıffîn olayında bulunan her iki tarafı da kâfir saymışlardır.
Râfizîlerin görüşlerinin temeli de şudur: Nebî sallallahu aleyhi ve sellem, Ali radıyallahu anh'ı, özre mahal bırakmayacak bir şekilde kesin olarak tâyin etmiştir. Ali b. Ebî Tâlib, ma'sûm imamdır; ona muhalefet eden, kâfir olur. Muhacirler ve Ensâr, Ali'nin tâyini ile ilgili bu nassı gizlemiş ve ma'sûm imamı inkâr etmişler; hevalarına uyup dini tebdil, Şeriatı tağyir etmişlerdir; zulme ve taşkınlığa gitmişler - hattâ ashâbtan ya on küsur, ya da biraz daha fazla olmak üzere çok az bir topluluk dışında diğerlerini tamamen kâfir saymışlardır.
Rafizîler şunu da söylerler: "Ebû Bekr, Ömer ve benzerleri baştan beri hep münafık idiler" Bazen de şöyle derler: "Hayır, önce iman etmişlerdi; ama sonra kâfir oldular.”
Râfizîlerin çoğunluğu, kendi görüşlerine muhalif olanları tekfir eder, kendilerini "mü'min" diye isimlendirip muhaliflerine "kâfir" derler. Görüşlerinin yayılma imkânı bulamadığı İslâm şehirlerini "dâru’r-ridde" kabul edip, müşriklerin ve Hristiyanların şehirlerinden daha kötü durumda sayarlar. Bu sebeple Yahudileri, Hristiyanları ve müşrikleri, bir kısım cumhûr-u müslimîn'e karşı, onlarla muharebe ve mukâtele konusunda dost edinirler. Nitekim cumhûr-u müslimîn'e karşı müşrik kâfirlerle, Hristiyan Frenklerle ve Yahudilerle dostluklar kurdukları, anlaşmalar sağladıkları bilinen bir husustur.
Ayrıca bu Râfızîlerden zındıklık ve nifakın anaları çıkmıştır; bâtınî Karâmita zındıklığı ve benzerleri gibi...
Şüphe yok ki bunlar, bid'atçi zümreler arasında Kitab ve Sünnet'ten en uzak olanlardır. Bu sebepledir ki Râfizîler, halk gözünde Sünnet'e muhalefetle meşhur olmuşlardır. Halkın çoğunluğu "sünnî"nin zıddını ancak "râfızî" olarak bilir. Halktan biri: "Ben, sünnîyim", dediği zaman bununla o: "Ben, râfızî değilim" demek istemiştir.
Yine şüphe yok ki Râfizîler, Haricîlerden daha beterdirler. Şu kadar var ki Haricîler, İslâm'ın ilk döneminde ehl-i cemaate karşı kılıç çekmişlerdi. Ama Râfizîlerin, kâfirlerle dostluk kurması, Hâricilerin kılıçlarından daha tehlikelidir. Karâmita, İsmâiliyye ve ehl-i cemaate karşı savaş açmış diğer fırkalar da hep Râfizîliğe müntesiptirler. Haricîler, doğru sözlülükle tanınıyorlardı. Râfizîler ise yalancılıkla ünlüdürler. Haricîler, İslâm'dan ayrılıp uzaklaşmışlardı; bunlar ise İslâm'a karşı savaş ilân ediyorlar.
Hâlis-muhlis Kaderiyye'ye gelince; Kaderiyye bu Râfizîlerden çok çok daha iyi, Kitab ve Sünnet'e daha yakındır. Yalnız Kaderiyye'nin Mu'tezîle ve benzeri bazı fırkaları, aynen Cehmiyye gibidir. Bunlar da kendilerine muhalefet edenleri tekfir eder, müslümanların kanını helâl sayar ve böylece onlara yakınlık gösterirler.
Mürcie ise; bu üst üste yığılmış bid'at taraftarlarından değildir. Bilâkis bunların görüşüne, fıkıh ve ibâdet ehli bazı kimseler de katılmıştı ve önceleri ancak ehl-i sünnet'ten sayılıyorlardı; ama giderek saçma sapan görüşleri alıp benimsemeleri sebebiyle durumları haktan ayrıldı.
Ne zaman ki kendilerine tâbi olunan meşhur zevattan bir topluluk "irca" ve "tafdîl" görüşüne nispet olundu, işte o zaman, bunların görüşünden nefret ettirmek üzere meşhur sünnet imamları, tafdîl görüşüne sahip Mürcie'yi zem konusunda açıklamalarda bulunmaya başladılar. Meselâ Süfyân es-Sevrî diyordu ki:
"Kim, Ali radıyallahu anh’ı Ebû Bekr radıyallahu anh'e ve iki şeyhe (Ömer ve Osman radıyallahu anhuma'ya) takdim eder, onlardan faziletli görürse, Muhâcirûn ve Ensâr'ı zem ve tahkir etmiş olur. Böyle bir inanca sahip olan kişi için Allah Teâlâ’ya ulaşacak bir amel olacağını sanmıyorum.”
Evet, Süfyân es-Sevrî böyle veya bu mealde bir şey diyordu. O, bunları, bazı Kûfeli imamlara Ali ra'ın takdimi mes'elesi nispet edilince söylemişti. Eyyûb es-Sahtiyanî de şöyle diyordu: "Kim, Ali'yi Osman'a takdîm ederse, Muhâcirûn ve Ensâr'ı' zem ve tahkir etmiş olur.”
O, bunları kendisine bazı Kufe imamlarının böyle bir iddiası ulaştığı zaman söylemişti. Eyyûb es-Sahtiyanî'nin daha sonra bu düşüncesinden vazgeçtiği de nakledilir. Meşhur bazı zevat "irca" görüşüne nispet olununca Mürcie'nin zemmi konusunda İmam Sevrî, Mâlik, Şafiî ve diğer âlimlerin beyânları da bu kabildendir.
İmam Ahmed'in bu konudaki açıklaması da, kendisinden önce yaşamış hidâyet imamlarının açıklamalarının bir benzeridir. İmam Ahmed'in bu hususta kendiliğinden uydurup ortaya attığı bir söz yoktur. Ancak o, Sünnet'i açıklamış, Sünnet'i savunmuş ve Sünnet muhaliflerinin hâlini ortaya koymuş; Sünnet üzere cihâd etmiş; Sünnet uğrunda, hevaların ve bid'atlerin çıkardığı eziyetlere sabretmiştir.
Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
"Sabrettikleri ve âyetlerimize kesinlikle inandıkları zaman, onların içinden, buyruğumuzla doğru yola ileten önderler yetiştirmiştik" (Secde 24)
Sabır ve yakîn... İşte bu ikisi ile dinde imamlık mertebesine erişilir...
İşte İmam Ahmed bütün bunları îfâ edince isminin başına, kendisiyle şöhret bulduğu "Sünnet'te imamlık" vasfı gelmiş ve o, kendisinden önce gelenlere nasıl tâbi olmuşsa artık sonrakilere de önder olmuştur.
Ya değilse... Sünnet, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’den sahabenin, sahabeden tâbiûnun, tâbiûndan etbâ'ın... kıyamete kadar devam edecek sırayla telâkki ettikleri şeylerdir. Gerçi bazı imamlar Sünnet'i daha iyi bilir ve üzerinde daha ziyâde sabr-u sebat ederler. Şüphesiz Allah Teâlâ, en iyi bilen ve en güzel hükmedendir; her şeyi bilen O'dur.


[1] Sahih. Buhârî, Tevhîd, 36; Müslim, imân, 147, 149; Tirmizî, Birr, 61
[2] Sahih. Buhârî, Tevhîd, 23; Müslim, Zekât, 143; Ebû Dâvud, Sünnet, 31

Meclislerin Keffareti

Meclislerin Keffareti
"Subhâneka'llâhumme ve bihamdik ve eşhedu en lâ ilâhe illâ ente estağfiruke ve etûbu ileyk" (Taberani 10/164, el-Elbânî Sahîhu'l-Câmi (4487)