Şeyhu’l-İslam İbn Teymiyye şöyle demiştir:
“Bu farklı bakış açısı ve gruplandırma, diğer
bir esasa ve mes'eleye dayanmaktadır. Bu mes'ele de bid'at ehlinin tekfir
edilip edilmeyeceği mes'elesidir. Cehmiyye'yi (kâfir olduklarından
dolayı) bid'at ehli fırkaların dışında kabul eden kimseler, bu fırkaları kâfir
saymamışlardır. Çünkü bu kimseler, Cehmiyye dışındaki diğer bid'at
ehlini kâfir saymamakta; ama onları fâsıklar ve âsiler menzilesinde, vâid ehli
kabul etmekte; "Onlar, cehennemdedir" sözünü, "Zulüm ile
yetimlerin mallarını yiyenler, karınlarına sadece ateş doldurmaktadırlar ve
çılgın bir ateşe gireceklerdir" (Nisa 10) âyetinde olduğu gibi, yetim
malını yemek ve benzeri diğer günahlar hakkında vârid sözler gibi
değerlendirmektedirler.
Cehmiyye'yi bu fırkalardan kabul edenler ise,
iki görüşe ayrılırlar:
Bir grup; onların tamamını kâfir kabul etmektedir ki, bu
görüşü sadece imamlara ve kelâmcılara müntesip sonraki bazı kimseler ileri
sürmüştür.
Selef ve imamlar ise; "tafdil"
görüşüne sahip bulunan Şia, Mürcie ve benzerlerinin tekfir edilmemesi konusunda
herhangi bir ihtilâfta bulunmamışlardır. İmam Ahmed'den gelen rivayet ve
deliller de onun bu grupları tekfir etmediğinde birleşmiştir. Gerçi İmam
Ahmed'e veya onun mezhebindeki esaslara aykırı olarak, İmam Ahmed'in ashabı
arasında - gerek bu gruplar, gerek diğerlerinden- bütün bid'at ehlinin tekfir
olunacağını nakledenler çıkmıştır. Hattâ bunlardan bir kısmı, bu ve diğer
bid'at gruplarının ebediyyen cehennemde olduklarını ifâde etmişlerdir. Ancak bu,
İmam Ahmed'in mesnedine ve şeriata atfedilmiş bir yanılgıdır.
Bu konuda diğer grup ise; bid'at ehlini
günahkârlar zümresine ilhak ettikleri için, bid'at ehlinden hiçbir şahsı tekfir
etmeyenlerdir. Bunlar şöyle derler: "Nasıl ki bir günah sebebiyle hiç kimseyi
tekfir etmemek Ehl-i Sünnet ve'l-Cemâat'ın temel prensiplerinden ise, tıpkı
bunun gibi Ehl-i Sünnet hiçbir kimseyi bir bid'at sebebiyle tekfir etmez.”
Yalnız seleften ve imamlardan intikal eden sahih
rivayetler ilâhî sıfatları inkâr eden "hâlis-muhlîs
Cehmiyye"nin tekfiri konusunda bir takım lâfızların kullanıldığına işaret
etmektedir. Zaten bu Cehmiyye'nin görüşlerinin gerçek yönü şudur ki, onlara
göre: (Hâşâ) Allah konuşmaz, görmez, mahlûkâttan farklılığı yoktur; O'nun ilmi,
kudreti, semi', basar ve hayat sıfatları da yoktur; Kur'an mahlûktur,- cehennem
ehli Allah'ı nasıl göremeyecekse Cennet ehli de göremeyecektir... vs...
Hâriciler ve Râfizîlere gelince; bunların
tekfiri konusunda İmam Ahmed'den ve diğer imamlardan nakledilen ihtilâf ve
tereddütler vardır.
Ama bu kimseler, Allah Teâlâ'nın yazgısını ve
ilmini inkâr eden Kaderiyye'yi tekfir etmişler; yalnız Allah'ın ilmini kabul
edip kulların fiillerini yarattığını kabul etmeyenleri tekfir etmemişlerdir.
Bu meselede ayırıcı söz olarak şu iki esasın zikredilmesi
gereklidir:
1 - Bilinmelidir ki, ehl-i salât'tan
(görünüşünün aksine) hakikat-ı halde kâfir olan kişi, ancak ve ancak
münafıktır.
Allah Teâlâ’nın, Muhammed sallallahu aleyhi ve
sellem’i peygamber olarak gönderip O'na Kur'an'ı inzal buyurduğu ve Allah
Resulünün Medine'ye hicret ettiği andan bu yana insanlar, üç sınıfa
ayrılmışlardır:
1 - Mü'min,
2 - Küfrünü izhâr eden kâfir ve
3 - Küfrünü gizleyen münafık...
Bu sebeple Allah Teâlâ, Bakara sûresinin başında
bu üç sınıfı zikretmiş; mü'minlerin tavsifiyle ilgili olarak dört âyet,
kâfirler hakkında iki âyet, münafıklar hakkında ise on küsur âyet inzal
buyurmuştur.
Allah Teâlâ, Kur'ân-ı Kerîm'in birçok yerinde
kâfirlerden ve münafıklardan bahsetmiştir. Meselâ şu âyetleri burada
zikredelim:
"Kâfirlere ve münafıklara itaat etme" (Ahzab 48)
"Şüphesiz Allah, bütün münafıkları ve
kâfirleri Cehennem'e toplayacaktır" (Nisa 140)
"Bugün artık ne sizden (münafıklardan),
ne de kâfirlerden fidye alınmaz" (Hadîd 15)
(Bu ve benzeri âyetlerde) Allah Teâlâ, müslüman
olduklarını izhâr etmeleri sebebiyle münafıkları kâfirlerden ayırd etmek üzere,
ikisi arasında atıf kullanmıştır. Yoksa aslında münafıklar, kâfirlerden daha
beterdirler. Nitekim Hak Teâlâ buyurur:
"Doğrusu münafıklar, ateşin en aşağı
tabakasındadırlar" (Nisa 145)
"Ve onlardan (münafıklardan) ölen birine
asla namaz kılma, onun kabri başında da durma. Çünkü onlar, Allah'ı ve Resulünü
tanımadılar" (Tevbe 84),
"De ki: 'İster gönüllü, ister gönülsüz
sadaka verin; sizden kabul edilmeyecektir. Çünkü siz yoldan çıkan bir
kavimsiniz!' Sadakalarının kabul edilmesine engel olan sadece şudur: Onlar
Allah'ı ve Resulünü inkâr ettiler-namaza da üşene üşene gelirler ve istemeye
istemeye sadaka verirler" (Tevbe 53-54)
Durum böyle olduğuna göre, bid'at ehli arasında
da zındık münafıklar vardır; işte bunlar kâfirdir. Ve böyleleri, Râfızîlerle
Cehmiyye arasında çoktur. Bunların reisleri de zındık münafıklardır. Aynı
şekilde "rafz" bid'atini ilk çıkaran bir münafıktı. Cehmiyye akidesi
de aynı durumda olup aslı zındıklık ve nifak idi. Bu sebepledir ki, batini
felsefeci Karmatîler ve benzerlerinden münafık zındıklar, aralarındaki yakınlık
dolayısıyla Rafızîliğe ve Cehmiyye'ye meylederlerdi.
Yalnız, bid'at ehli arasında bâtınen ve zahiren
iman sahibi olan, ama aynı zamanda cehalet ve zulüm sebebiyle Sünnet'ten
ayrılarak hatalar içerisine düşenler de vardır. Bunlar ne kâfirdirler, ne de
münafık.
Ama bunlarda bazen, fâsık veya âsî duruma
düşmelerine sebep olan bir taşkınlık ve zulüm meydana gelebilir.
Bazen da te'vil ederek hataya düşmüş, bu sebeple
de hataları affedilmiş olabilirler.
Hattâ bazen bütün bunların yanı sıra bu
kimselerde öyle bir iman ve takva bulunabilir ki, bu kimseler, iman ve
takvaları oranında Allah'ın veliliğini kazanabilirler. Bütün bu
söylediklerimiz, burada söz konusu edilmesi gerekli iki esastan birincisi idi.
2 - ikinci esasa gelince; bir söz ve görüş,
küfür olur; namazın, zekâtın, orucun ve haccın farz olduğunu inkâr; zinayı,
içkiyi, kumarı, yasaklanmış evlilikleri helâl saymak gibi. Ama bunlara böylece
inanan kimse, kendisine hitabın ulaşmadığı bir konumda ve durumda bulunabilir.
Bu sebeple de bu hitabı inkâr eden kişi tekfir olunmaz. Meselâ henüz yeni Müslüman
olmuş, ya da uzak bir çölde yetiştiği için İslâm'ın prensipleri kendisine
tamamen ulaşmamış kimse böyledir. İşte bu kimse, Nebî sallallahu aleyhi ve
sellem'e inzal buyurulduğunu bilmediği takdirde O'na inzal olunan herhangi bir
esası inkâr etmesi sebebiyle kâfirlikle damgalanmaz.
İşte Cehmiyye'nin söz ve görüşleri de bu türden
olup bunlar Rab Teâlâ'nın üzerinde bulunduğu hâli ve Allah'ın Resulüne inzal
buyurduğu esasları inkâr etmektedirler.
Cehmiyye'nin görüşleri, üç yönden aşırılığa
gitmiştir:
1 - Kitab'ta, Sünnet'te ve İcmâ-ı ümmette
bunların görüşlerine muhalif nasslar pek çok ve meşhurdur. Cehmiyye, bu
nassları ancak tahrif etmek suretiyle reddetmekte, kendilerine muhalif
saymaktadır.
2 - Cehmiyye'nin görüşlerinin gerçek yüzü, nasıl
ki imanın aslı Allah'ı ikrar, küfrün aslı da Allah'ı inkâr ise, Rab Teâlâ'yı
işlevsiz kılmak (ta'tîl)dir. Gerçi bunlar arasında sözlerinin ve görüşlerinin
buna vardığını bilmeyenler de vardır.
3 - Cehmiyye, bütün din sâlikleri ve bütün
fıtrat-ı selime sahiplerinin üzerinde ittifak ettikleri hususlara muhalefet
etmektedir. Fakat buna rağmen ortaya attıkları şüpheler sebebiyle, Cehmiyye'nin
görüşlerinden birçoğu iman sahiplerinden birçoğuna gizli kalabilir ve onlar da
bunların haklı olduğunu zannedebilirler, aslında bu mü'minler, bâtınen ve
zahiren Allah'a ve Resulüne inanan kişilerdir.
Böylece durum, diğer bid'at gruplarına olduğu
gibi bunlara da karışmış, şüphe ve iltibaslar ortaya çıkmıştır. İşte bu kişiler
asla kâfir değillerdir. Ancak bunlar arasında fâsıklar ve âsîler bulunabilir;
hata sahibi oldukları halde hataları bağışlanmış kimseler olabilir; hattâ
bunlarda öyle bir iman ve takva bulunabilir, bu iman ve takva oranında kişi
Allah'ın veliliğini kazanmıştır.
Ehl-i Sünnet'in kendisiyle Hâriciler, Cehmiyye,
Mu'tezile ve Mür'cie'den ayrıldığı görüşün aslı şudur ki, iman artar ve
cüz'lere ayrılır. Nitekim Nebî sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
"Kalbinde zerre mikdarı iman bulunan kişi
Cehennem'den çıkacaktır"[1]
Bu takdirde bu imana göre Allah'ın velîsi olma
keyfiyeti de artar ve cüz'lere ayrılır.
Bid'atlerin temeli böylece bilinince Hâricilerin
görüşlerinin temeli şudur ki; Haricîler, günahlar sebebiyle tekfir ederler;
günah olmayan şeyleri günah sayarlar; -mütevâtir bile olsa- Kitab'ın zahirine
muhalif olan Sünnet'e değil, Kitab'a ittibâyı gerekli görürler; kendilerine
muhalefet edenleri kâfir ilân eder; aslen kâfir olanlar hakkında helâl
saymadıkları şeyleri, kendileri nezdinde mürtet oldukları için muhalifleri
hakkında helâl sayarlar. Nitekim Nebî sallallahu aleyhi ve sellem şöyle
buyurmuştur:
"Müslümanları öldürür, putperestleri
bırakırlar"[2]
Bu münâsebetle bunlar, benzeri şer'î görüşleri
arasında Osman radıyallahu anh'ı, Ali radıyallahu anh'ı ve taraftarlarını
tekfir etmişler, aynı şekilde Sıffîn olayında bulunan her iki tarafı da kâfir
saymışlardır.
Râfizîlerin görüşlerinin temeli de şudur: Nebî sallallahu aleyhi ve sellem, Ali
radıyallahu anh'ı, özre mahal bırakmayacak bir şekilde kesin olarak tâyin
etmiştir. Ali b. Ebî Tâlib, ma'sûm imamdır; ona muhalefet eden, kâfir olur.
Muhacirler ve Ensâr, Ali'nin tâyini ile ilgili bu nassı gizlemiş ve ma'sûm imamı
inkâr etmişler; hevalarına uyup dini tebdil, Şeriatı tağyir etmişlerdir; zulme
ve taşkınlığa gitmişler - hattâ ashâbtan ya on küsur, ya da biraz daha fazla
olmak üzere çok az bir topluluk dışında diğerlerini tamamen kâfir saymışlardır.
Rafizîler şunu da söylerler: "Ebû Bekr,
Ömer ve benzerleri baştan beri hep münafık idiler" Bazen de şöyle derler: "Hayır,
önce iman etmişlerdi; ama sonra kâfir oldular.”
Râfizîlerin çoğunluğu, kendi görüşlerine muhalif
olanları tekfir eder, kendilerini "mü'min" diye isimlendirip
muhaliflerine "kâfir" derler. Görüşlerinin yayılma imkânı bulamadığı
İslâm şehirlerini "dâru’r-ridde" kabul edip, müşriklerin ve Hristiyanların
şehirlerinden daha kötü durumda sayarlar. Bu sebeple Yahudileri, Hristiyanları
ve müşrikleri, bir kısım cumhûr-u müslimîn'e karşı, onlarla muharebe ve
mukâtele konusunda dost edinirler. Nitekim cumhûr-u müslimîn'e karşı müşrik
kâfirlerle, Hristiyan Frenklerle ve Yahudilerle dostluklar kurdukları,
anlaşmalar sağladıkları bilinen bir husustur.
Ayrıca bu Râfızîlerden zındıklık ve nifakın
anaları çıkmıştır; bâtınî Karâmita zındıklığı ve benzerleri gibi...
Şüphe yok ki bunlar, bid'atçi zümreler arasında
Kitab ve Sünnet'ten en uzak olanlardır. Bu sebepledir ki Râfizîler, halk
gözünde Sünnet'e muhalefetle meşhur olmuşlardır. Halkın çoğunluğu "sünnî"nin
zıddını ancak "râfızî" olarak bilir. Halktan biri: "Ben,
sünnîyim", dediği zaman bununla o: "Ben, râfızî değilim" demek
istemiştir.
Yine şüphe yok ki Râfizîler, Haricîlerden daha
beterdirler. Şu kadar var ki Haricîler, İslâm'ın ilk döneminde ehl-i cemaate
karşı kılıç çekmişlerdi. Ama Râfizîlerin, kâfirlerle dostluk kurması,
Hâricilerin kılıçlarından daha tehlikelidir. Karâmita, İsmâiliyye ve ehl-i
cemaate karşı savaş açmış diğer fırkalar da hep Râfizîliğe müntesiptirler.
Haricîler, doğru sözlülükle tanınıyorlardı. Râfizîler ise yalancılıkla
ünlüdürler. Haricîler, İslâm'dan ayrılıp uzaklaşmışlardı; bunlar ise İslâm'a
karşı savaş ilân ediyorlar.
Hâlis-muhlis Kaderiyye'ye gelince; Kaderiyye bu
Râfizîlerden çok çok daha iyi, Kitab ve Sünnet'e daha yakındır. Yalnız
Kaderiyye'nin Mu'tezîle ve benzeri bazı fırkaları, aynen Cehmiyye gibidir.
Bunlar da kendilerine muhalefet edenleri tekfir eder, müslümanların kanını
helâl sayar ve böylece onlara yakınlık gösterirler.
Mürcie ise; bu üst üste yığılmış bid'at
taraftarlarından değildir. Bilâkis bunların görüşüne, fıkıh ve ibâdet ehli bazı
kimseler de katılmıştı ve önceleri ancak ehl-i sünnet'ten sayılıyorlardı; ama
giderek saçma sapan görüşleri alıp benimsemeleri sebebiyle durumları haktan
ayrıldı.
Ne zaman ki kendilerine tâbi olunan meşhur
zevattan bir topluluk "irca" ve "tafdîl" görüşüne nispet
olundu, işte o zaman, bunların görüşünden nefret ettirmek üzere meşhur sünnet
imamları, tafdîl görüşüne sahip Mürcie'yi zem konusunda açıklamalarda bulunmaya
başladılar. Meselâ Süfyân es-Sevrî diyordu ki:
"Kim, Ali radıyallahu anh’ı Ebû Bekr
radıyallahu anh'e ve iki şeyhe (Ömer ve Osman radıyallahu anhuma'ya) takdim
eder, onlardan faziletli görürse, Muhâcirûn ve Ensâr'ı zem ve tahkir etmiş olur.
Böyle bir inanca sahip olan kişi için Allah Teâlâ’ya ulaşacak bir amel
olacağını sanmıyorum.”
Evet, Süfyân es-Sevrî böyle veya bu mealde bir
şey diyordu. O, bunları, bazı Kûfeli imamlara Ali ra'ın takdimi mes'elesi
nispet edilince söylemişti. Eyyûb es-Sahtiyanî de şöyle diyordu: "Kim, Ali'yi
Osman'a takdîm ederse, Muhâcirûn ve Ensâr'ı' zem ve tahkir etmiş olur.”
O, bunları kendisine bazı Kufe imamlarının böyle
bir iddiası ulaştığı zaman söylemişti. Eyyûb es-Sahtiyanî'nin daha sonra bu
düşüncesinden vazgeçtiği de nakledilir. Meşhur bazı zevat "irca"
görüşüne nispet olununca Mürcie'nin zemmi konusunda İmam Sevrî, Mâlik, Şafiî ve
diğer âlimlerin beyânları da bu kabildendir.
İmam Ahmed'in bu konudaki açıklaması da,
kendisinden önce yaşamış hidâyet imamlarının açıklamalarının bir benzeridir.
İmam Ahmed'in bu hususta kendiliğinden uydurup ortaya attığı bir söz yoktur.
Ancak o, Sünnet'i açıklamış, Sünnet'i savunmuş ve Sünnet muhaliflerinin hâlini
ortaya koymuş; Sünnet üzere cihâd etmiş; Sünnet uğrunda, hevaların ve
bid'atlerin çıkardığı eziyetlere sabretmiştir.
Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
"Sabrettikleri ve âyetlerimize kesinlikle
inandıkları zaman, onların içinden, buyruğumuzla doğru yola ileten önderler
yetiştirmiştik" (Secde 24)
Sabır ve yakîn... İşte bu ikisi ile dinde
imamlık mertebesine erişilir...
İşte İmam Ahmed bütün bunları îfâ edince isminin
başına, kendisiyle şöhret bulduğu "Sünnet'te imamlık" vasfı gelmiş ve
o, kendisinden önce gelenlere nasıl tâbi olmuşsa artık sonrakilere de önder
olmuştur.
Ya değilse... Sünnet, Resûlullah sallallahu
aleyhi ve sellem’den sahabenin, sahabeden tâbiûnun, tâbiûndan etbâ'ın...
kıyamete kadar devam edecek sırayla telâkki ettikleri şeylerdir. Gerçi bazı
imamlar Sünnet'i daha iyi bilir ve üzerinde daha ziyâde sabr-u sebat ederler.
Şüphesiz Allah Teâlâ, en iyi bilen ve en güzel hükmedendir; her şeyi bilen
O'dur.
[1]
Sahih. Buhârî, Tevhîd, 36; Müslim, imân, 147, 149; Tirmizî, Birr, 61
[2]
Sahih. Buhârî, Tevhîd, 23; Müslim, Zekât, 143; Ebû Dâvud, Sünnet, 31