Genel Yönetimlerin Münafıklara Verilmesinin Hükmü
Bir önceki yazıda Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in dünya hükümlerinde
münafıklara, Müslümanlara davrandığı gibi davrandığı geçmişti. Lakin bildiğimiz
kadarıyla onlardan hiçbirine ümmetin maslahatları için güvenip de genel
vazifeler vermemiş, onlara malların bekçiliği, savaş komutanlığı, insanlar
arasında yargı, namazda imamlık ve Müslümanların meselelerinde tedbiri
gerektiren diğer görevleri vermemiştir.
Bunun sebebi onların Allah ve rasulüne kâfir olmaları,
Allah’a, rasulüne ve mü’minlere harb etmeleridir. Buna bir de Müslümanların
yönetimlerinin esası olan güvenilirlik vasfına sahip olmamaları da eklenir.
Güvenilirlik Müslümanlar ve gayri müslimler indinde temel
esastır. Nitekim Medyen’in kızları Sâlih babalarından Musa aleyhi's-selâm’ı
işçi tutmasını isterken bütün insanlar için toplumlarında önemli olan iki özelliğini
zikretmişlerdir:
Birincisi: Güvenilirlik
İkincisi: Kuvvet.
Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: “Kadınlardan biri de şöyle demişti: "Ey babacığım!
Onu ücretli tut; ücretli tuttuğun kimselerin en hayırlısı, kuvvetli ve
güvenilir olandır” (Kasas 26)
Güvenilirlik, gayri muslim olmasına rağmen Mısır kralının
aradığı en üstün özellik idi. Yusuf aleyhi's-selâm kendi zamanında en önemli
yönetim vazifesi olan yeryüzü hazinelerine atanmıştı. Allah Teâlâ şöyle
buyurmuştur:
“Kral şöyle demişti: "Onu bana getirin de kendime
has (müşavir) yapayım.” Onunla konuşunca da demişti ki: “Bugün artık sen,
nezdimde güvenilir bir mevki sahibisin.” Yûsuf da demişti ki: “Beni, ülkenin
hububat anbarının bakımına memur et. Zira ben çok iyi bir koruyucu ve bilgili
bir idareciyim.” (Yusuf 54-55)
Allah Subhanehu ve Teâlâ emanetleri sahiplerine vermeyi farz
kılarak şöyle buyurmuştur:
“Allah size emanetleri ehline vermenizi, insanlar
arasında hükmettiğiniz zaman da adaletle hükmetmenizi emrediyor. Allah bununla
size ne güzel öğüt veriyor. Şüphe yoktur ki Allah, her şeyi hakkıyla işiten,
hakkıyla görendir” (Nisa 58)
Kurtubi rahimehullah şöyle demiştir: “Bu ayet, dinin
bütününü içeren ana hükümlerdendir.” Sonra bu ayetin muhatapları hakkındaki
ihtilafı zikredip, hitabın genel olduğunu tercih eder ve şöyle der: “Âyette daha zahir olan, onun bütün insanlar
hakkında umumi olduğudur. Bu âyet bir taraftan yönetici ve kamu görevlilerini,
ellerinde bulunan malları paylaştırıp, haksızlıkları gidermek, hüküm vermek halinde
adaleti gözetmek gibi emanet olan bütün hususları kapsamaktadır.”[1]
Rasûlullah sallallahu
aleyhi ve sellem emanetin zayi edilmesinin kıyamet alametlerinden olduğunu
haber vermiştir. Emanetin zayi edilmesinin en bariz şekli ise işlerin ehli
olmayanlara verilmesidir. Nitekim Ebu Hureyre radıyallahu anh’ın rivayet ettiği
hadiste Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
“Emanet zayi
edildiği zaman kıyameti bekle!” Ebu Hureyre radıyallahu anh dedi ki: “Onun
zayi edilmesi nasıl olur ey Allah’ın rasulü!” Rasûlullah sallallahu aleyhi ve
sellem: “İşler ehli olmayanlara verildiği zaman kıyameti bekle”
buyurdu.”[2]
Ebu Musa el-Eşarî radıyallahu anh
rivayet ediyor: Nebî sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: “Kendisine verilen emri gönül
hoşluğuyla yerine getiren güvenilir hazine bekçisi sadaka verenlerden biridir.”[3]
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem kendisine verilen emri gönül hoşluğu ile yerine getiren güvenilir hazine bekçisini övmüş ve onu sadaka veren kimselerden saymıştır. Halbuki o kendi malından sadaka vermemiştir, sadece hazine bekçisidir. Hazinenin görevlisi olduğundan ve yönetiminde insanların haklarını gönül hoşluğuyla eda ettiğinden bu şekilde güvenilirlikle takdir edilmeyi hak etmiştir.
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem Ebu Ubeyde b.
el-Cerrah radıyallahu anh’ı güvenilirliğinden dolayı övmüştür. Enes b. Malik
radıyallahu anh’den: Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: “Her ümmetin bir emîni vardır. Bizim eminimiz de ey
ümmet! Ebu Ubeyde b. el-Cerrah’tır.”[4]
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem Ebu Ubeyde radıyallahu
anh’ı Necran’a göndermek istediği zaman onu seçmesindeki en bariz liyakat
özelliği olarak güvenilirliğini zikretmiştir. Ashabı radıyallahu anhum bu
şerefe nail olmak istemişlerdi.
Huzeyfe radıyallahu anh’den: Rasûlullah sallallahu aleyhi ve
sellem Necran halkına şöyle buyurdu: “Muhakkak ki size hakkıyla emin olan bir kimseyi
göndereceğim.” Ashabı bu şerefe nail olmak istediler, Rasûlullah sallallahu
aleyhi ve sellem Ebu Ubeyde radıyallahu anh’ı gönderdi.”[5]
Güvenilirlikle nitelenmeyen kimse bunun zıddı olan hıyanet
ile nitelenir ki hıyanet nifak alametlerindendir. Münafık, Müslümanların
işlerinde yöneticiliğe layık değildir.
Bu yüzden Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem münafıklara
dış görünüşlerine göre diğer Müslümanlara davrandığı gibi muamele yapardı.
Lakin ümmetinin işlerinde onlara yönetim görevi vermezdi. Çünkü onları hıyanet
ile vasıfladığı için onlara güvenilmez.
Ebu Hureyre radıyallahu anh’den: Nebî sallallahu aleyhi ve
sellem şöyle buyurmuştur: “Münafığın üç alameti vardır…” Bunlar arasında
şunu da zikretmiştir: “Kendisine güvenildiği zaman ihanet eder.”[6]
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem mümini insanları
kanları ve malları konusunda kendisinden emin kılan kimse olarak tarif etmiş,
emanete ihanet eden kimseden vacip olan imanın kemalini nefyetmiştir. Ebu
Hureyre radıyallahu anh’den: Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle
buyurdu:
“Müslüman; Müslümanları dilinden ve elinden selamette
kılan kimsedir. Mu’min ise kanları ve malları konusunda insanları güvende kılan
kimsedir.”[7]
Enes b. Mâlik radıyallahu anh’den: Rasûlullah sallallahu
aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
“Mü’min; insanları güvende kılan kimsedir. Müslüman;
Müslümanları dilinden ve elinden selamette kılan kimsedir. Muhacir; kötülükleri
terk eden kimsedir. Nefsim elinde olana yemin ederim ki bir kul, komşusunu
kötülüklerinden güvende kılmadıkça cennete giremez.”[8]
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem komşusuna hainlik
eden, kötülüklerinden onu güvende kılmayan kimseden imanı nefyederek yemin
etmiştir.
Ebu Şureyh ve Ebu Hureyre radıyallahu anhuma’dan: Nebî
sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
“Vallahi iman etmemiştir, vallahi iman etmemiştir, vallahi
iman etmemiştir!” Denildi ki: “Kim ey Allah’ın rasulü?” Şöyle buyurdu: “Komşusunu
kötülüklerinden emin kılmayan kimse”[9]
Bu hadislerin manası, samimi iman sahibinde ancak insanlara
iman amellerini izhar ettirir. İmanının samimiyetinin en bariz göstergelerinden
birisi de insanları kanları, malları ve sırları konusunda güvencede kılmak ve
emanete ihanet etmemektir. Kişinin imanının samimi olduğunu iddia etmesi
yeterli değildir.
Münafıklar güvenilirliği kaybettikleri gibi samimiyeti de
kaybetmişlerdir. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
“Şu münafıklık edenleri görmüyor musun? Kitap ehlinden
inkâr eden Yahudilere diyorlar ki: “Eğer siz yurdunuzdan çıkarılacak olursanız,
muhakkak biz de sizinle beraber çıkarız. Size karşı hiç kimseye itaat etmeyiz.
Sizinle savaşırlarsa mutlaka size yardım ederiz.” Allah şâhitlik eder ki onlar
muhakkak yalancıdırlar.” (Haşr 11)
“Münafıklar sana gelince, "şâhitlik ederiz ki sen,
Allah'ın Rasûlüsün" derler. Allah da senin kendi Rasûlü olduğunu elbette bilmektedir.
Ve şuna da şâhitlik etmektedir ki, münafıklar muhakkak yalancıdırlar. Onlar,
yeminlerini bir kalkan edinmişler ve Allah'ın yolundan başkalarını da
çevirmişlerdir. Onların yapmış oldukları bu şey ne kötüdür.” (Munafikun
1-2)
Hain, yalancı ve aldatıcı kimsenin insanların
maslahatlarının idaresi ve sırları konusunda güvenecekleri makama getirilmesi
caiz değildir. Çünkü daha önce geçtiği gibi onlar Müslümanlara karşı ancak
kötülük ve tuzak gizlerler. Onlar kâfir kardeşlerinin dostlarıdırlar, Müslümanlara
karşı kâfirlere yardım ederler. Onlar adına casusluk yaparlar. Müslüman
yöneticinin münafıklara herhangi bir yönetim sorumluluğu vermesi helal olmaz.
Çünkü onlar Müslümanlara zarar verirler.
Münafıkların Yönetimlerinde İşledikleri Çirkinliklere Karşı Çıkmak
Müslümanların işlerinde münafıkları görevlendirmemek
esastır. Çünkü onlar Müslümanların meselelerini idare etmede güvenilir
değillerdir. Lakin Müslümanların rızaları olmadan, münafıkların kuvvet
kullanmaları ve yönetimi gasp etmeleri suretiyle münafıkların yönetimlerine
müptela olurlarsa veya Yahudi, Hristiyan ve putperest kâfirlerle anlaşarak
İslâmî halklar üzerine otorite kurarlarsa; Müslümanlara gereken şey onların
Allah’ın kitabına ve rasulünün sünnetine aykırı olan işlerine, iyiliği emir ve
kötülüğü yasaklama mertebelerini gözeterek karşı çıkmalarıdır. Burada emretme
ve yasaklama hususunda maslahat ve mefsedetlerin de gözetilmesi gerekir.
İyiliği emretmek ve kötülüğü yasaklamak İslam’ın ihmal
edilmesi caiz olmayan en önemli kurallarından ve farz-ı kifâyelerdendir. Eğer
terk edilirse İslâm ümmetinden bunu yerine getirmeye gücü yeten herkes günahkâr
olur. Fakat bunu yerine getiren bulunursa yeterli olur.
Küfür işleyen belirli bir şahıs kendisine hüccet ikame
edilmeden tekfir edilemeyeceği gibi, Müslümanların buna sessiz kalıp onun
Müslüman olduğunu zannettirmeleri de mubah değildir. Bilakis onlara gereken; o
kimseye küfrün hüccet ikamesi yapıldıktan sonra sahibini dinden çıkaracağını ve
böyle bir kimsenin bu halde ölmesi halinde cehennemde kalıcı olacağını
açıklamalarıdır.
Bunun örneklerinden birisi; Allah’ın diniyle hükmetmek ve
ona muhakeme olmak gerektiğine inanmak gibi dinde vacip olduğunun bilinmesi
zorunlu olan bir şeyi inkâr etmektir. İslam fıkhı konularında dinde bilinmesi
zorunlu olan birçok mesele vardır. İslam’ın şartları, had cezalarının
uygulanması, varisler arasında Kur’an’da nazil olduğu gibi miras taksimi gibi
meseleler bunlardandır.
Yine dinde haram olarak bilinmesi zorunlu olan sarhoş edici
içki içmek, leş yemek, zina etmek gibi haramları helal saymak böyledir.
Bütün bu hususlarda Müslümanların, özellikle de âlimlerin bu
sıfatlara sahip olan kimselere karşı çıkarak beyan etmeleri gerekir. Eğer karşı
çıkar, beyan ederler ve hüccet ikame olursa, Allah’a tevbe etmeyen, O’nun
hükmüne teslim olmayan kimse bizatihi tekfiri hak eder.
Bilinmesi gerekir ki muhalefet şiddetli oldukça ona karşı
çıkmak da daha büyük olur. Kötülüğe karşı çıkmaya güç yettikçe bunu yerine
getirmenin gereği de şiddetlenir. Emir ve yasaklamadaki maslahatlar, mefsedetlerinden
daha fazla olduğu zaman, bunu yerine getirmek daha çok gerekli olur.
Bu meselelerin gerçekleşmesi için maslahatlar ve
mefsedetlerin tartılması gerekir. Bu görev ümmetin âlimleri, akıl sahipleri ve
çeşitli alanlarda uzmanlık sahibi olan ileri gelenlerinden oluşan ehlu’l-hâl
ve’l-akd (çözüm ve karar merci’î)ne aittir.
Bu iş sıradan insanların, cahillerin, sefihlerin, ümmete
faydadan çok zarar veren zapt edilmemiş hissiyat sahibi kimselerin işi
değildir.
İbn Teymiyye rahimehullah şöyle demiştir: “Bunun özü şu
genel kuralın kapsamı içindedir: “Maslahatlar ile mefsedetler ve iyiliklerle
kötülükler çatıştığı zaman yahut bir araya geldiği zaman bunlardan ağır basanın
tercih edilmesi gerekir. Şüphesiz emir ve yasaklama eğer maslahatın elde
edilmesini ve mefsedetin uzaklaştırılmasını içeriyorsa çelişen bir şey var mı
diye bakılır. Eğer maslahatlar elden gidecek veya daha büyük mefsedetler
meydana gelecekse, bu sorumlu olunan bir şey değildir, bilakis eğer mefsedeti
maslahatından daha fazla olursa (iyiliği emretmek ve kötülüğü yasaklamak) haram
olur.”[10]
İbnu’l-Kayyım rahimehullah kötülüğe karşı çıkmanın dört
derecesini zikretmiştir:
“Kötülüğe karşı çıkmak dört derecedir:
Birincisi: Kötülüğü giderip yerine zıddını getirmek.
İkincisi: Kötülüğün tamamı giderilemiyorsa azaltmak.
Üçüncüsü: Onun yerine dengi bir kötülük getirmek.
Dördüncüsü: Ondan daha beter bir kötülük getirmek.
İlk iki derece meşrudur. Üçüncü derece içtihat konusudur.
Dördüncü derece ise haramdır.”[11]
Küfür ve Nifak Kelimelerini Uzunca Açıklamanın Sebepleri
Küfür, tekfir ve nifak kelimelerinin manasını ve bunun
tehlikesini açıklamada sözü uzattım. Bunun sebepleri şunlardır:
Birinci sebep: Müslümanlardan bu din için hamasetli,
hislerinin galeyana getirdiği gençlerden oluşan fert ve cemaatler öne
çıkmışlar, İslâmî halklara hükmedenlerin geneli ile hayatlarında ve halklarında
şeriatin uygulanması için harp ediyorlar. Bu konuda Gayri Muslim İslam
düşmanlarıyla da beraber hareket ediyorlar.
Onların geneli Allah’ın kitabına ve rasulünün sünnetine
aykırı hükümlerin bulunduğu beşerî kanunları uyguladıklarını, zulmün
yaygınlaştığını, adaletin kalmadığını, birçok İslâmî ahlakın kaybolduğunu,
bozuk ahlakın hâkim olduğunu, büyük günahların işlendiğini, haramların mubah
sayıldığını, İslam davetçilerinin ve ümmetin âlimlerinin aşağılandığını, onlara
baskı yapılıp hapislere atıldıklarını, sürgün edildiklerini görüyorlar.
Hatta onlardan birçoğunun, “La ilahe illallah’ın manasını
tatbik” etmeye davetten başka işledikleri bir suç olmadığı halde öldürüldüğünü,
topraklarını düşmanların işgal edip ırzları çiğnediklerini, cihad farizasının
ümmetin en çok ihtiyacı olduğu bir zamanda iptal edildiğini görüyorlar. İslamî halkların gemlerini ve kilitlerini elinde tutan ümmetin âlimlerinden birçoğuyla
da nasihatleşmekten sessiz kaldıklarını görüyorlar.
Afgan cihadında uygulamalı olarak Allah’ın kitap ve sünnet
vahyini destekleyen hususları da gördüler. Allah’ın inatçı kâfir düşmanlarına
karşı cihad için hazırlıklar yapmak gerektiğini, taşkınlık yapan düşmanlardan
kurtuluşun ancak bununla olacağını da gördüler.
Bu cemaatler ve bu fertler ümmetin bu üzücü durumuna karşı
sabrederek beklemeye güç yetiremediler, iki tehlikeli silaha sarıldılar:
Birincisi silah: Akide ve fikir silahı
İkinci silah: Kuvvet ve infaz silahı.
Akide ve fikir silahı İslamî halklara hükmedenlerin genel
olarak ve ayrıntılı olarak, İslam dininden çıkmış kâfirler olduklarına inanmak
şeklinde ortaya çıktı. Genel olarak yani; yöneticiler kâfirlerdir diye
inandılar. Ayrıntılı olarak yani; her fert bizzat ve ismen kâfirdir diye inandılar.
Hatta bu cemaatlerden bazısı devletin bütün memurlarının kâfir
olduğuna hükmettiler. Bu tekfir ettiklerinin arasında “sultan âlimi” adını
verdikleri âlimler de vardı. Onların yöneticilere küfürlerinde destek oldukları
gerekçesiyle onları tekfir ettiler. Hatta bazıları hükümetlerin küfürlerine
sükût edip razı oluyorlar diye halkları dahi tekfir etmişlerdir.
Bu yüzden İslâmî
ülkelerin çoğunda bu itikada sahip birçok cemaatler bulunmaktadır. Her ülkede
bu cemaatler azlık veya çokluk bakımından farklılık gösterirler. Bu
cemaatlerden bazıları itikatlarının tehlikeli sonuçlarını gördükten sonra bazı
konumlarından dönüş yapmışlardır.
Kuvvet ve infaz silahına gelince, bu silah taşımak,
yöneticilerden, memurlardan ve halklardan kâfir olduğuna inandığı kimseyi
öldürmeyi helal saymak şeklinde ortaya çıkmıştır.
Bunun sonucu olarak da Müslümanların ülkelerinde canlar
alınmış, binalar yıkılmış, mallar heder edilmiş, hatta bazıları bazı ülkelerde
Müslüman kızları cariye edinmeye cüret edebilmişlerdir.
İkinci Sebep: Bu gençler ve bu cemaatler görüşlerinde
kendilerine muhalefet edenleri ve görüşlerine itibar edip muvafakat etmeyenleri
tekfir etmişler, İslam ülkelerinde istişare edilip görüşüne başvurulacak kimse
bulunmadığı görüşüne sahip olmuşlardır.
Allah’ın kullarına farz kıldığı cihadı yerine getirmek
görüşündeler. Zira o iptal edilmiş ve sancağı indirilmiştir. Bu sebeple de
kâfirler bazı İslâm ülkelerini işgal etmişler veya yöneticilerine tahakküm
etmişler, böylece İslâmî halklara Allah’ın kitabına ve rasulünün sünnetine aykırı
hükümler uygulanmıştır.
Bundan dolayı bu farzın ayağa kaldırılması, savaş ve silah
eğitimleri yapılması, kâfirlerin ülkelerine savaş yapılması yani kâfirlerin
öldürülmesinin, mallarının ifsat edilmesinin, maslahat gerektirdiği zaman
ülkelerinin tahrip edilmesinin ve savaşanlar için kalkan olarak
kullanıldıklarında savaşmayan kimselerin dahi öldürülmesinin mubah olduğu ve
“talep cihadı” denilen cihadın yerine getirilmesine karar verdiler.
Meşru kudretin mal, eğitim, silahlanma ve silah kullanma
bakımından kendilerinde toplanmış olduğuna itibar ettiler. Yaptıkları işlerin
İslâm ümmetinin doğusunda ve batısında getirdiği vahim sonuçlarına dair tedbir
almayı düşünmediler. Çünkü onlar bu ümmeti kötü sonuçlardan koruyabilecek ve
tedbir alacak güçte değildiler.
Maslahatlar ile mefsedetler arasında muvazene yapmak ve
aralarını bulmak mümkün olmadığında, iki maslahattan üstün olanını tercih etmek
ve her ikisini de terk etmek mümkün olmadığında iki mefsedetten büyük olanını
terk etmek gerektiği daha önce geçmişti.
Üçüncü sebep: Bu konuyu araştıran kimsenin tehlikeli
tecrübeler geçirmesi. Bugün Müslüman gençler bunu yaşıyorlar. Öğüt almaları
için onlara tecrübenin anlatılması gerekir.
Şeyh Abdullah Kadirî el-Ehdel tekfirle ilgili tecrübesini şöyle anlatıyor:
Evet ben bu tecrübeyi 1374 (miladi 1954) yılında yaşadım.
Tam anlamıyla konunun açıklığa kavuşması 1383 (miladi 1964) yılında oldu. Yani
bu tecrübe yaklaşık on sene sürdü.
Yemen halkının çoğunun genel kapsamlı bir cehalet döneminde
olduğu malumdur. Dinin usulü ve füru’u hakkında genel ve halkın genelini
kuşatan bir cahillik… Maksadım bu iki durumun ayrıntılarına girmek değildir.
Sadece tecrübeyle alakalı olanı anlatacağım.
İnsanlar kabirlerle teberrük ediyorlardı. Özellikle de
babalarının ve dedelerinin kabirleriyle. Ölülerden yardım istiyor ve Allah’ın
dışında onlara da dua ediyor, onlardan sadece Allah’tan istenebilecek şeyleri
istiyorlardı. Mesela kısır kadın ölüden çocukla rızıklandırılmasını talep
ediyor, ölü için kurbanlar kesiyor ve kuraklıkta onlardan yağmur indirmesini
istiyorlardı.
Ben Suudi Arabistan’ın güney batısında yer alan “Samita”
kasabasında ilim talebine başladığım zaman bu işlerin çoğunun dinden çıkaran
büyük şirk olduğunu anladım. Muayyen (belirli) bir şahsın hüccet ikame
edilmedikçe tekfir edilmesinin caiz olmadığını bilmiyordum.
Oradaki Müslümanların kafirler olduklarına inandım.
Tekfirimin kapsamına ilk girenler ailem oldu. Ben annemin karnında iken ölmüş
olan babamın kafir olduğuna, ben küçükken ölen annemin kafir olduğuna,
neredeyse beni öldürecek gibi olan kardeşlerimin kafirler olduklarına, itikad
ettikleri her şeyi reddedip yeniden Müslüman olduklarını ilan etmeyen bütün
insanların kestiklerinin haram olduğuna inandım.
Sonra bir şiir yazdım. Üzerine bazı tevhid kitaplarından
notlar düştüm. Adını da “Behcetu’l-Kulub Fi Tevhidi Allami’l-Guyub/Gaybleri
bilenin birlenmesiyle kalplerin güzelleşmesi” koydum. Orada bu şirk amellerini
zikrettim ve bunu yapanları şahıslarıyla tekfir ettim. Şiirde onları
isimleriyle zikrettim. Bu basıldı ve Yemen’in birçok kasabasında dağıtıldı.
Özellikle de Tihame’de.
Medine İslam üniversitesine gelmemden önce el-Kasîm şehrinin
allâmesi Şeyh Abdurrahman b. Nâsır es-Sa’dî rahimehullah’ın yayınlanan
kitaplarını okuyordum. Bunlardan birisi de “Teysiru’l-Kerimi’r-Rahman Fî
Tefsiri Kelâmi’l-Mennân” kitabı idi. Kitaplarında Şeyhulislam İbn Teymiyye’nin
kitaplarından ve sözlerinden çokça nakil yapıyordu. Bu şahsın üslubunun
kolaylığından ve itidalinden etkilendim… Lakin ben bu okumalarda zihnimdeki
tekfirle alakalı bir şey hatırlamıyorum.
Gittiğimde İslam üniversitesinde ders gördüm ve Kitabu’t-Tahaviyye
şerhinde sahip olduğum görüşe aykırı şeyler gördüm. Üstadımız muhaddis Şeyh Nasıruddin
el-Elbânî rah.’a bunu sordum. Dedi ki: “Muhakkak ki muayyen (belirli) kâfir İslâm’a
girmemiş, Müslümanlığını ilan etmemiş kimsedir. Ona dünyada bütün küfür
hükümlerini uygularız. Lakin bizler (hüccet ikame edilmedikçe) onun ahirette cennetlik veya cehennemlik
olduğuna hükmetmeyiz, durumunu rabbine bırakırız. Çünkü bizler insanların
ahiretteki durumuna hükmetmekle sorumlu değiliz.”
Allah ona rahmet etsin, benimle onun arasında konuşma uzadı.
O, lütuf, sabır ve diyalog olarak birçok üstattan farklı idi. İkna edici
kuvvette delil getirirdi. Belirli bir şahıs küfür dahi işlese ona hüccet ikame
etmedikçe tekfir edilmesinin caiz olmadığına, delil ikame edilmedikçe belirli
bir şahsın cehennemde kalıcı olduğuna ve hiç kimse için cennetlik olduğuna hükmetmenin
caiz olmadığına beni de ikna etti.
Bana İbn Teymiyye rahimehullah’ın kitaplarını çokça okumamı
nasihat etti, ben de bu nasihatini yerine getirdim. Hicri 1385 yılında
üniversite eğitimim bittikten sonra Mecmuu’l-Fetava’nın yirmi cildini okudum.
Orada taşkınlık yapmış olduğumu gördüm. Bu tecrübede hata ettiğim ortaya çıktı.
İbn Teymiyye rahimehullah’ın sözlerinden bazı ifadelerini
eserlerimde zikretmiştim. Nitekim “el-İmanu Huve’l-Esas: İman esastır” adlı kitabımda da
bunları zikrettim. Bilmediğim hakkı bana
ortaya çıkardığı için Allah’a hamd ettim. Bu cahillik sebebiyle bana en yakın
kimseler olan ana babamı tekfir etmiştim ve onlar için bağışlanma dilemiyordum…
Bu tecrübemi, nefislerine dönmeleri ve İslâm fakihlerini anlamanın
akıllarına ağır geldiği tekfircilerin ardından gitmemeleri gereken hamasetli
genç çocuklarımıza aktarıyorum. Onlar ilim kaideleri ve usulünü temkin sahibi
hocaların ellerinde okuyacak bilgileri kendilerinde toplamamışlardır. Nitekim
İmam eş-Şâtıbî’nin şu sözü daha önce geçmişti: “İlime ve gayeyi
gerçekleştirmeye ulaştıran yolların en faydalılarından birisi ilmi, onu kemaliyle
gerçekleştiren ehlinden almaktır… Çok azı dışında, haktan kayan hiçbir fırka ve
sünnete muhalefet eden hiçbir kimse görmezsin ki bu vasıftan ayrılmış olmasın .”
[1]
Camiu Ahkami’l-Kur’ân (5/255, 257)
[2]
Buhârî (7/188)
[3]
Buhârî (3/47) Muslim (2/710)
[4]
Buhârî (4/216)
[5]
Buhârî (4/216)
[6]
Buhârî (1/14) Muslim (1/78)
[7]
Tirmizî (2627) Tirmizî: “Hadis hasen sahihtir” dedi.
[8]
Hakim (no: 25)
[9]
Buhârî (5670) Muslim (46)
[10]
Mecmuu’l-Fetava (28/129)
[11]
İ’lamu’l-Muvakkiin (3/4)