Tercüme: Mehmed Güneş
Tashih: Ebu Muâz
بسم الله
Çok önemli bir konu bu... Sonrakilerden bazı kimseler diyorlar ki "Müctehid
olmayanların Kitab ve Sünnetten delil çıkarmaları caiz değildir." Bu
kavil bugün, bazı mezhebleri taklit eden bir takım mukallid fıkıhçılar arasında
da yayılmaktadır. Bu noktada, ilim ehlinden nakledilen bazı hususları
zikredeceğim.
Şeyh Muhammed el-Emin bin Muhammed
el-Muhtar (eş-Şankitî) rahimehullah,
"Advâu'l
Beyan" adlı kitabında şöyle demiştir:
“Bil
ki halefe mensub usûlcülerden bazıları, 'Bu yüce Kur'ân'ı tefekkür etmek,
anlamak ve onunla amel etmek, sadece müctehidler için caizdir; gayrısı için
değil' diyorlar. Onlara göre mutlak ictihad makamına nail olmanın pek çok şartı
vardır. Halbuki bu şartların hiçbiri nasslarda, icmâda ve hatta açık kıyasta
bile mevcut değildir. Bu şartlara dair sahabîlerden gelen bir rivayet de
yoktur. Özetle onların kavlinin asla hiçbir şer'î mesnedi yoktur. Şüphesiz hak
olan şudur ki öğrenmeye, anlamaya, Kitab ve Sünnetin mânâlarını idrak etmeye
gücü yeten herkes, Kitab ve Sünneti öğrenmeli ve bunlardan bildikleri ile amel etmelidir. Amel ettiği
konuda bu ikisinden (kitap ve sünnetten) delilini bilmeden amel etmek ise icma
ile yasaktır. Doğru bir öğrenme yoluyla Kitap ve sünnetten sahih bir ilimle öğrendiği
şeyle ise, tek bir ayet veya tek bir hadis olsa dahi amel etmelidir.
Bu hususu
açıkça ortaya koyan şeylerden birisi; kendilerine Kur’ân’ın indiği ilk
muhataplarından olan münafıklar ve kâfirlerden hiçbiri usulcüler katında
kararlaştırılmış olan içtihat şartlarını tamamlamış değillerdi. Hatta onlarda
hiçbir asıl yoktu.
Şayet sonraki
usulcülerin kararlaştırdıkları içtihat şartlarını elde eden müçtehitlerden
başkasının Kur’ân ile amel ederek faydalanması caiz olmasaydı, gördüğün gibi; kâfirlere
hüccet ikame olmaz, Allah Teâlâ onları azarlamaz ve hidayetine tabi olmadıkları
için onlara karşı çıkmazdı.
Açıktır ki, ictihadın şartları
ancak, ictihada mahal olan hususlarda geçerli olabilir. Kitab ve Sünnetteki
sahih nasslar içerisinde belirtilmiş olan konular hakkında ictihad etmek
hiç kimseye caiz değildir. Bu hususlarda 'ictihad şartları oluşursa ictihad
edilir' demek caiz değildir. Bilakis bu tür açık nasslara sadece ittibâ etmek
gerekir.
Böylece Meraki’s-Suud
kitabının sahibinin Karafi’ye tabi olarak söylediği: “Müçtehid olmayan
kimsenin nassın anlamı ile amel etmesi men olunur” sözünün mutlak
olmadığını öğrenmiş oluyorsun. Zira bunu mutlak olarak söylemek, delile
dayanmadığı gibi, pekçok ayetlere ve hadislere de aykırıdır.
Bilinmektedir ki, Kitab ve Sünnetin umûmi nasslarının, kendilerine müracaat edilen bir delil olmaksızın tahsis
edilmeleri caiz değildir. Yine bilinmektedir ki
âyet ve hadislerin umûmu, tüm insanları Kitab ile ve Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem'in
sünneti ile amel etmeye teşvik etmektedir. Bu konuda
sayılamayacak kadar çok nass vardır. Örneğin Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur: "Size
öyle iki şey bırakıyorum ki, eğer onlara sarılırsanız asla dalâlete
düşmezsiniz: Allah'ın Kitabı ve Sünnetim."[1]
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem,
bir hadîsinde de şöyle buyurmuştur: "Size düşen, benim sünnetime ve
raşid halifelerin sünnetine sarılmaktır."[2]
Buna benzer daha sayılamayacak kadar
çok nass vardır. Bu nassların sadece müçtehitlere
tahsis edilmesi ve müçtehitlerden başkalarının kitap ve sünnetin hidayetinden
faydalanmalarını haram saymak, Allah’ın kitabından veya Rasulü sallallahu
aleyhi ve sellem’in sünnetinden bir delil gerektiren haram saymadır. Bizzat
kendilerinin mukallit olduklarını itiraf eden sonrakilerden cemaatlerin
görüşleriyle bu nasları tahsis etmek doğru değildir.
Bilinmektedir
ki mukallidi âlimlerden ve Nebilerin varislerinden saymak caiz değildir.
'Merâki's Suud' adlı eserin
sahibi, 'Merâki's Suud Şerhi Neşri'l Bunûd'da, bu beytin şerhinde şöyle der: "Yuhzalu leh: Yani müctehid olmayan o kimse, senedi sahih olsa dahi, kitap veya sünnet nassı ile amel
etmekten men olunur. Çünkü o, nassın nesh, takyîd, tahsîs ve sadece müctehidlerin bilebileceği
diğer avarızı olabilir.
Karafi'nin dediğine göre müctehid olmayan kimsenin yapabileceği tek şey, bir müctehidi taklit etmektir.”
Şeyh Muhammed el-Emin (eş-Şankitî) ise şöyle demiştir: “Buradan anlıyorsun ki, ne onun ne de kendisine tabi
olduğu el-Karafi’nin, müçtehitler dışındaki bütün müslümanları Allah’ın kitabı ve Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in
sünneti ile amel etmekten men ederken tek dayanakları; yalnızca avarız
bulunması ihtimalidir. Bu avarız; Kitap ve sünnet naslarına arız olan; nesh, takyid
ve buna benzer şeylerdir. Bu ise iki açıdan reddedilmiştir:
Birincisi: Aslolan; nesh eden bir delil delil sabit oluncaya kadar
neshin söz konusu olmayacağı, tahsis eden bir delil sabit oluncaya kadar umumi
zahirin alınacağı ve takyid eden bir delil sabit oluncaya kadar mutlak zahirin
alınacağıdır. Neshe dair şer’î bir delil sabit oluncaya kadar o nas ile amel
edilmesi gerekir. Aksini gösteren bir delil gelinceye kadar zahir delilin umumu
veya mutlak ifadesiyle amel edilmesi gerekir.
Her akıl sahibi bilir ki, Allah’ın kitabıyla ve Rasûlullah sallallahu aleyhi ve
sellem’in sünnetiyle amel etmekten alıkoyup, tedvin edilmiş mezheplerle yetinme
ve imamların mezheplerinin yeterli olduğu düşüncesiyle Kitap ve sünneti
öğrenmeye olan ihtiyacı reddetme görüşü, en büyük batıllardandır. Bu görüş
Allah’ın kitabına, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in sünnetine,
Sahabenin icmaına ve dört imamın sözlerine aykırıdır.
Bunu söyleyen
kimse Allah’a, rasulü sallallahu aleyhi ve sellem’e, ashaba (Allah hepsinden
razı olsun) ve dört imamın tamamına muhalefet etmiş olur.
İkincisi: Müctehid olmayanlar, amel etmek üzere Kur'ân
âyetlerini veya Nebî sallallahu aleyhi ve sellem'in
bazı hadislerini öğrendikleri zaman, bu umûmi veya mutlak nassı öğrenir; bunun
yanısıra eğer o nass takyid edilmiş veya tahsis edilmişse onu takyid eden veya tahsis eden
nassı da öğrenir; eğer o nass mensuh ise, o nassı nesh eden nassı da öğrenir.
Konuyu bilen âlimlere sorarak, tefisir kitaplarına ve bu konularda varid olan
hadislere müraacat ederek bu hususları
öğrenmek gerçekten çok kolaydır. İlk asırda sahabeden biri bir âyet öğreniyor
ve onunla amel ediyordu; bir hadis öğreniyor ve onunla amel ediyordu. Sahabe, 'mutlak
ictihad rütbesine nail olana kadar öğrendiklerimle amel etmemeliyim'
demiyordu. Umulur ki insan bildiği ile amel ederse, Allah da ona bilmediği
şeyleri öğretir. Nitekim şu âyet-i kerîme bu husûsa işaret etmektedir: "...Allah'tan korkun. Allah size öğretiyor..."[3].
Yine şu âyet-i kerîme de bu cihettedir: " Ey iman edenler! Allah'a
karşı gelmekten sakınırsanız, O, size bir furkan (hakkı bâtıldan ayırdedecek
bir anlayış) verir ve günahlarınızı örtbas eder, sizi bağışlar. Allah büyük
lütuf sahibidir."[4]
Âyette geçen 'furkan' sözcüğü, kendisi ile hak ve bâtılın birbirinden
tefrik edildiği faideli ilim anlamına gelmektedir. Ve şu âyet-i kerîme: "Ey
iman edenler! Allah'tan korkun, O'nun Resulü'ne
iman edin ki size
rahmetinden iki pay versin, sizin için ışığında yürüyeceğiniz bir nur yaratsın
ve sizi bağışlasın. Allah çok bağışlayan, çok merhamet edendir."[5]
Âyetlerin delâlet ettiğine göre, Allah muttaki
kullarını takvaları ile bilir. O muttaki
kullar, Allah'ın emrinden öğrendikleri hususlar ile amel ederler; bilmedikleri
şeyleri amellerine ilave etmezler. Kula düşen, bildiği kadarı ile amel
etmektir. Allah ona, bilmediği şeyin ilmini ziyade kılar inşâAllah.
Mutlak ictihad rütbesine erişene dek
Kitab ve Sünnet ile amel etmekten men' etmek, hayali bir şartın peşine düşerek
Müslümanları açıkça Kur'ân nurundan faidelenmekten alıkoymaya çalışmaktır. Her
Müslüman, Kıyamet günü Rabbine arzolunmaktan korkmalı; bugün İslam ülkelerini
istila eden bu tehlikeli fikriyattan korunmak için tefekkür etmelidir. Bu
tehlikeli fikir, ibadete, muamelata, hadlere dair tüm hükümler hususunda,
kurulu mezheblerle yetinerek Kur'ân ve Sünneti bir kenara bırakmak üzerine
yapılandırılmaktadır. Bu fikriyata sahip olanların iki adet öncülü vardır.
Birincisi:
Onlara göre, Kitab ve Sünnet ile amel etmek sadece müctehidler için caizdir.
İkincisi: Yine onlara göre, tüm müctehidler
eski dönemlerde yaşamıştır ve şu anda yeryüzünde tek bir müctehid bile yoktur.
Onlar, bu öncüllere dayanarak
bugünkü insanların mevcut mezheblerle iktifa etmelerini, Kur'ân ve Sünnet ile
amel etmemelerini ve Kıyamete kadar da bunun böyle devam etmesi gerektiğini
söylüyorlar. Allah'ın rahmeti üzerine olsun ey kardeşim, bir kimse kalkıp da 'Kur'ân
ve Sünnetin rehberliğini bırakın, onlarla amel etmeyin, masum olmayan
insanların/imamların kelamı ile iktifa edin' gibi bir kavli nasıl telaffuz
edebilir? Şüphe yok ki imamlar masum değildir ve hata yapabilirler. 'Kitab
ve Sünnete ihtiyaç yoktur; onların yerine geçebilecek imam kavilleri vardır'
diyenler açıkça büyük bir bühtana, münker bir kavle ve yalana düşmüşlerdir. 'Kur'ân
ve Sünneti öğrenmek zordur ve onları öğrenmeye, anlamaya kimsenin gücü yetmez'
diyenler de bâtıl bir zan üzeredirler. Çünkü Kur'ân ve Sünneti öğrenmek, son
derece karışık karmaşık rey ve ictihad meselelerini öğrenmekten daha kolaydır.
Allah, Kamer Sûresinde defalarca şöyle buyuruyor: "And olsun biz Kur'ân'ı öğüt almak için
kolaylaştırdık. Öğüt alan yok mudur?"[6]
Allah, Duhan Sûresinde de şöyle buyuruyor: "Biz Kur'ân'ı senin dilinle
indirip kolaylaştırdık. Umulur ki onlar öğüt alırlar."[7]
Yine Allah azze ve celle, Meryem Sûresinde ise şöyle buyuruyor: "Biz
Kur'ân'ı senin dilin üzere kolaylaştırdık ki, onunla Allah'tan korkup sakınanları
müjdeleyesin, inat edenleri de korkutasın."[8]
Kur'ân-ı Kerîm, Allah'ın amel etmeye muvaffak kıldığı kimseler için, Allah
tarafından kolaylaştırılmış kolay bir Kitabdır. Allah azze ve celle buyuruyor
ki: "Gerçekten onlara, bilgiye göre açıkladığımız, inanan bir toplum
için yol gösterici ve rahmet olan bir Kitap getirdik."[9]
Şüphe yok ki bu Kur'ân-ı Azîm, Allah'ın yeryüzüne indirdiği öyle bir Kitabdır
ki onunla aydınlıklara çıkılır; onun ziyası/ışığı ile hak, bâtıldan ayrılır;
güzel, çirkinden; faydalı, zararlıdan; rüşd, gayyden/dalâletten tefrik olunur.
Yine aşağıdaki âyet-i kerîmelere de bir göz atalım:
"Ey insanlar! Size
Rabbinizden bir delil (Muhammed) geldi ve size apaçık bir nur indirdik."[10]
"Biz hıristiyanız"
diyenlerden de söz almıştık. Onlar da kendilerine hatırlatılan şeylerin çoğunu
unutmuşlardı. Biz de onların arasına, kıyamete kadar sürecek kin ve düşmanlık
soktuk. Allah, ne yapmış olduklarını onlara - elbette haber verecektir. Ey
kitap ehli! Kitaptan gizlemiş olduğunuz şeylerin çoğunu açıklayan, çoğundan da
vazgeçen peygamberimiz size geldi. Ayrıca size, Allah'tan bir nur ve apacık bir
kitap da gelmiştir. Allah o kitabla rızasına uygun hareket edenleri selamet
yollarına iletir. Onları izniyle karanlıklardan aydınlığa çıkarır ve onları
dosdoğru yola sevk eder."[11]
"Ve işte sana böyle emrimizden biz ruh
vahyettirdik. Sen kitap nedir, iman nedir bilmiyordun, velakin biz onu bir nur kıldık, onunla
kullarımızdan dilediğimize hidayet vereceğiz ve emin ol sen her halde doğru bir
yola çağırıyorsun."[12]
"O şimşek nerdeyse gözlerini
kapıverecek. Önlerini aydınlattımı ışığında yürürler, karanlık üzerlerine
çöktümü de dikilip kalırlar. Allah dilemiş olsaydı işitmelerini, görmelerini de
alıverirdi. Şüphesiz Allah her şeye kâdirdir."[13]
"Şimdi Rabbinden sana
indirilenin gerçekten hak olduğunu bilen bir kimse, kör olan bir kimse gibi
olur mu? Fakat bunu ancak üstün akıllı ve temiz vicdanlı kimseler idrak
ederler."[14]
Şüphe yok ki, basîreti nurdan a'mâ
kılınan kimse, karanlığa tepetaklak yuvarlanır.
"Yahut (o kâfirlerin duygu,
düşünce ve davranışları) engin bir denizdeki yoğun karanlıklar gibidir ki, onu
dalga üstüne dalga kaplıyor; üstünde de bulut. Bir biri üstüne karanlıklar...
İnsan, elini çıkarıp uzatsa, nerdeyse onu dahi göremez. Bir kimseye Allah, nur
vermemişse, artık o kimsenin ışık ve aydınlıktan nasibi yoktur."[15]
Böylece şunu bil ki ey insaflı
Müslüman kardeşim, sana düşen; Allah'ın Kitabı ve Resûlü sallallahu aleyhi ve sellem’in
sünnetini verimli ve faydalı vesilelerle öğrenme hususunda çaba ve gayret
göstermek; sahih bir ilimle Kitab ve Sünnete dair öğrendiğin şeylerle amel
etmektir. Şunu da bilesin ki, içinde bulunduğumuz zamanda, nasih, mensuh,
genel/umûm, özel/hâs, mutlak, mukayyed, mücmel, mübîn gibi hususları, hadis
rivayet etmiş olan ravilerin hallerini, sahih ve zayıf rivayetler arasındaki
farkları öğrenmek, eski devirlere nazaran daha kolaydır. Çünkü tüm bu bilgiler kayıt altına alınmış ve
sağlam bir biçimde derlenmiştir. Bu bilgilere bugün herkes kolayca ulaşabilir.
Allah'ın Kitabı açıkça elimizdedir. Nebî sallallahu
aleyhi ve sellem'den, sahabîlerden, tâbiînden, büyük tefsircilerden gelen nakiller,
Nebî sallallahu aleyhi ve sellem'den
varid olan tüm hadisler korunmuş/hıfzedilmiş ve derlenmiştir. Hadis
metinlerinin halleri, senetleri, senetlere dair illet ve zaafları bellidir ve
Allah'ın fehim ve idrak bahşettiği kimseler için bunları tahsil etmek zor
değildir.
Velhasıl, Kitab ve Sünnet dahilinde
mevcut olan sayılamayacak kadar çok nass, mükellefleri Allah'ın Kitabı ve
Resûlü sallallahu aleyhi ve sellem'in
sünneti ile amel etmekle yükümlü kılmaktadır. Kitab ve Sünnetten, sadece o bazı
halefîlerin zikrettiği ictihad şartlarına haiz olanlara tahsis edilen hiçbir
şey yoktur. Allah Teâlâ buyuruyor ki: "Rabbinizden,
size indirilene uyun ve O'ndan başka dostlara uymayın. Ne kadar da az öğüt
alıyorsunuz!"[16]
Burada "size indirilen ile" ifadesinden kasıt: Kur'ân ve
Kur'ân'ı beyan eden sünnettir; insanların/kişilerin reyleri değildir. Yine Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: "Ey
iman edenler! Allah'a itaat edin, rasule itaat
edin ve sizden olan emir sahiplerine de.
Eğer herhangi bir şeyde anlaşmazlığa düşerseniz; Allah'a ve ahiret gününe
gerçekten inanıyorsanız, onu Allah ve Resulüne arz edin. Bu, daha iyidir ve
sonuç bakımından da daha güzeldir."[17]
Allah'a ve Rasûle götürmek demek: Allah'ın
Kitabına ve Rasûl sallallahu aleyhi ve sellem'e götürmek demektir. Vefatından sonra ise Nebî sallallahu aleyhi ve sellem'in
sünnetine götürmek demektir. Âyetin içinde, anlaşmazlıkları Allah'ın Kitabına
ve Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem'in sünnetine götürmek fiili, imana bağlanmıştır: ("...Allah'a ve ahiret
gününe gerçekten inanıyorsanız...")[18]
Buradan da anlaşılıyor ki, nizaları/anlaşmazlıkları Kitab ve Sünnetin gayrına
götüren kimse, Allah'a iman ediyor değildir. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: "Tağuttan, ona kulluk etmekten
kaçınıp da tam gönülle Allah'a yönelenlere gelince, müjde onlaradır. Haydi
müjdele kullarımı. O kullarımı ki, onlar sözü dinlerler, sonra da en güzeline
uyarlar. İşte onlar, Allah'ın kendilerine hidayet verdiği kimselerdir. İşte temiz
akıllılar da onlardır."[19]
Şüphe yok ki Allah'ın Kitabı ve Resûlü sallallahu
aleyhi ve sellem'in sünneti, insanların reylerinden daha iyidir, daha güzeldir.
Yine Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: "...Resûl
size ne verdiyse onu alın. Size neyi yasakladıysa ondan sakının ve Allah'tan
korkun. Çünkü Allah'ın azabı şiddetlidir."[20]
Bu âyette, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem'in sünneti
ile amel etmeyenlere -özellikle de, diğer insanların sözlerinin yeterli
olacağına, Nebî sallallahu aleyhi ve sellem'in hadislerine
gerek olmadığına dair bir zanna sahip olanlara-
yönelik şiddetli bir tehdit vardır. Allah Teâlâ
şöyle buyurmuştur: "Şanım hakkı için muhakkak ki size Resullulah'da pek
güzel bir örnek vardır. Allah'a ve ahiret gününe iman edip, Allah'ı çok zikreden kimseler için."[21]
Âyette geçen "usve"
sözcüğü, "iktidâ/tâbi olma/örnek alma" anlamlarına
gelmektedir.
Her Müslüman, Rasûlullah sallallahu aleyhi
ve sellem'i
kendisine örnek almalı, rehber edinmelidir. Bu da Nebî sallallahu aleyhi ve
sellemin
sünnetine tâbi olmak sûreti ile mümkün olabilir. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: "Hayır!
Rabbine and olsun ki, onlar aralarında
çıkan çekişmeli işlerde seni hakem yapıp sonra da senin verdiğin hükme karşı
içlerinde hiçbir sıkıntı duymaksızın, tam bir teslimiyetle boyun eğmedikçe iman
etmiş olamazlar."[22]
Bu âyet-i kerîmede Allah Teâlâ, onların, ihtilaf ettikleri
herbir hususta Nebî sallallahu
aleyhi ve sellem'i
hakem tayin etmedikçe mümin olamayacaklarına dair kasem/yemin etmektedir. Yine
Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: "Eğer
sana cevap vermezlerse, bil ki onlar, sırf heveslerine uymaktadırlar. Allah'tan
bir yol gösterici olmaksızın kendi hevesine uyandan daha sapık kim olabilir? Elbette
Allah zalim kavmi doğru yola iletmez."[23]
Nebî sallallahu
aleyhi ve sellem'e
vefatından sonra icabet etmek: O’nun sünnetine rücû etmek sûreti ile olur. Nebî sallallahu aleyhi ve sellem’in sünneti, Kur'ân-ı
Kerîm'in beyan edicisidir.[24]
[1] Sahihtir. Tahric edenler; Malik, Muvatta,
Kader Kitabı; Darekutni, 4/245; Hakim, Mustedrek,
1/93; Beyhaki, Sunenu’l-Kubra,
10/114; İbni Hazm, el-İhkam, 6/243; Hatiyb, el-Cami' liAhlaki'r Ravi, 1/111;
Lâlekâi, İtikad-i Ehli's Sünne, 1/80; İbn Abdilberr, et-Temhîd,
24/331-332 İbn Abdilberr dedi ki: “Hadis Nebî
sallallahu aleyhi ve sellem’den mahfuz ve ilim ehli katında, isnada ihtiyaç
bırakmayacak kadar meşhurdur. Ebu Hureyre ve Amr b. Avf radıyallahu anhuma’dan
rivayet edilmiştir.” el-Elbani de hadisi, Sahihu’l-Cami' adlı eserinde (No: 2937; 1/566) tashih etmiştir.
[2] Sahihtir.
Ahmed, Musned, 4/126; İbni
Mace, Sunen, 1/15-16 (no: 42, 43); İbni Ebi Asım, es-Sunne,
1/19-20, 29-30; (No:33, 55, 59) Taberânî Mu'cemu’l-Kebir, 18/246-247; Musnedu'ş-Şâmiyyîn, 3/172-173; Hâkim el-Mustedrek, 1/95-96; Sahihu
Suneni İbn Mace, 1/31-32 (42, 43)
[3] Bakara Sûresi, 282. âyet
[4] Enfal Sûresi, 29. âyet
[5] Hadid Sûresi, 28. âyet
[6] Kamer Sûresi; 17., 22., 32., 40. âyetler
[7] Duhan Sûresi, 58. âyet
[8] Meryem Sûresi, 97. âyet
[9] Araf Sûresi, 52. âyet
[10] Nisa Sûresi, 174. âyet
[11] Maide Sûresi, 14-16. âyetler
[12] Şûra Sûresi, 52. âyet
[13] Bakara Sûresi, 20. âyet
[14] Ra'd Sûresi, 19. âyet
[15] Nur Sûresi, 40. âyet
[16] Araf Sûresi, 3. âyet
[17] Nisa Sûresi, 59. âyet
[18] Nisa Sûresi, 59. âyet
[19] Zümer Sûresi, 17-18. âyetler
[20] Haşr Sûresi, 7. âyet
[21] Ahzab Sûresi, 21. âyet
[22] Nisa Sûresi, 65. âyet
[23] Kasas Sûresi, 50. âyet
[24] Bkz: "Advâu'l Beyan fî Îzahi'l-Kur'ân
bi'l Kur'ân" adlı eser (7/430-437)