Bid’at ehli, insanlarda asıl olanın küfür olduğunu ve Daru’l-küfürde
yaşayan insanlarda asıl olanın kafirlik olduğunu iddia ediyorlar. Bu hususta
gerekçeleri, bir diyar hakkındaki hükmün, orada yaşayanlar hakkında da geçerli
olması ve bir ülkede kafirler galip ise, orada bulunanların da kafir olacağı
düşüncesidir.
Ehl-i sünnet ise diyarın hükmü ile orada yaşayanların hükmü
arasında fark gözetirler. Yönetici kafir oldukça, ülkesi veya halkı da kafir
olmaz. Yönetici küfre girdiği halde, ülkesi darul-islam olarak kalmaya devam
edebilir. Bu, küfrü kendisiyle sınırlı kaldığı zaman söz konusudur. Eğer İslam’ı
terk ederek kafir olan bu yönetici, Rahman’ın şeriatini yasaklar ve şeytanın
şeriatıyla hükmederse ülkesi darulküfür haline gelir. Zira orada küfür
hükümleri galip gelmiştir. Halka gelince, sırf yöneticisi kafir oldu diye halk
tekfir edilmez. Bilakis yönetici ve küfründe ona tabi olanlar tekfir edilir.
Bir ülke darulküfre dönerse, bunun anlamı halkın da kafir oldukları
değildir. Bilakis orada sayılamayacak kadar çok müslümanlar bulunabilir.
Nitekim önceleri Mekke darulküfür idi. Orada müslüman olmuş erkek
ve kadınlar vardı. Müşriklerle karışık olarak yaşıyorlardı. Allah Teâlâ onları “müslümanlar”
diye isimlendirmiş ve şöyle buyurmuştur: “Şayet sizin kendilerini
bilmediğiniz iman etmiş erkekler ve iman etmiş kadınlar olmasaydı..” (Fetih
25)
Yine Yemen’deki el-Esved el-Ansî’nin devleti dört ay kadar hüküm
sürdü. Tulunoğulları devleti Hicaz, Şam ve Mısır’da yüz sene kadar devam etti.
Buveyh oğulları devleti Faris, Ahvaz, Kirman, Rey, Kerc, Asfahan, Hemedan ve
Irak’ta 113 sene devam etti. Selçuklular devleti Fars, Irak, Şam ve başka
yerlerde ikiyüz elli seneye yakın devam etti. Ubeyd oğulları devleti Mısır,
Magrib ve Afrika’da iki yüz seksen sene kadar devam etti. Karamita devleti
Sevadu Irak, Bahreyn ve Cezire’nin doğusunda yüz seneye yakın sürdü. Nuruddin
ve Salahuddin’in devletleri Şam, Mısır, Magrib, Nube, Musul ve başka yerlerde
iki yüz sene kadar sürdü. İhşidlilerin devleti Mısır’da otuz sene kadar sürdü.
İbn Tumert’in, Me’mun’un, Mutasım’ın, el-Vasık’ın ve başkalarının hükümetleri de
hüküm sürdü.
Bu örnekler, devleti tekfir edip, halkı da bu hükme katan
kimselerin tenakuzunu ortaya koymak için zikredilmektedir. Bütün bu beldelerde
yaşayanları, sırf o ülkede yaşadılar diye tekfir eden hiç kimse olmamıştır. Bu
da gösteriyor ki, İslam’a mensup olan, islamın özelliklerini izhar eden bir kimse
hangi zamanda ve hangi mekânda olursa olsun, aksine bir delil olmadıkça, zahiren
onun Müslümanlığına hükmedilir.
Zamanımızda Necid alimlerini taklid eden bazı kimseler, “Tagutu
tekfir etmedikleri” gerekçesiyle, birçok Müslümanı tekfir etmektedirler.
Şeyh Abdullatif b. Abdirrahman b. Hasen Âlu’ş-Şeyh, muasır
haricilerin bid’atine karşı çıkarak şöyle demiştir:
“Şeyh Abdullatif Alu’ş-Şeyh, el-İhsa’da Cuma ve cemaatten ayrılan iki kişi
hakkında sorulmuştur. O ikisi, etraflarındaki Müslümanları; “İbn Feyruz ve
benzerleri gibi tagutu tekfir etmeyen kimselerle oturuyorlar, tagutu tekfir
ettiklerini açıkça ortaya koymuyorlar” gerekçesiyle tekfir ediyorlar ve
şöyle diyorlar: “Tagutu tekfir ettiğini açıkça ortaya koymayan Allah’a
kâfirdir, tagutu tekfir etmemiştir. Böyle bir kimseyle oturan da onun gibidir.
Bu iki yalancı ve sapık mukaddimeden dolayı açık riddet ve selamlaşmayı terk
etmeyi gerektiren hükümler terettüp eder…”
Şeyh Abdullatif
şöyle cevap vermiştir: “Onların durumu bana iletildi. Onları çağırdım ve tehdit
ederek ağır konuştum. Öncelikle onlar, Muhammed b. Abdilvehhab’ın akidesinde
olduklarını, yanlarında Muhammed b. Abdilvehhab’ın risalelerinin bulunduğunu
iddia ediyorlar. Şüphelerini giderdim ve meclisimde bulunanlarla sapıklıklarını
çürüttüm. Onlara Şeyh Muhammed b. Abdilvehhab’ın bu itikad ve görüşten berî
olduğunu haber verdim. Zira o ancak işleyen kimsenin kâfir olacağında
müslümanların icma ettikleri bir şeyden dolayı tekfir ederdi. Bunlar da; büyük
şirk, Allah’ın ayetlerini ve rasulünü yahut bunlardan bir şeyi inkâr etmektir. Buna
dair hüccet ikamesinden ve hüccetin muteber bir yolla ulaşmasından sonra tekfir
ederdi. Mesela salihlere ibadet edenleri, Allah ile
beraber onlara da dua edenleri, bunları Allah’a denkler edinenleri, mahlûka
ilahlık hakkı olan ibadetleri layık görenleri tekfir etmesi gibi. İlim ve iman
ehli ile taklid edilen bütün mezhep grupları bunda icma etmişler, bu meseleyi
büyük bir konu olarak ayrıca ele almışlardır. Bu konuda hükmü, riddet
gerektiren halleri ve gereklerini zikretmişler, şirkten sakındırmışlardır.
Nitekim İbn Hacer de bu meselede müstakil bir eser yazarak: “el-İ’lam Bikavatii’l-İslam”
adını vermiştir.”[1]