Dr. Halid el-Anberî, Şeyh el-Elbanî’ye şöyle sormuştur: “Küfür
yalnızca kalp ile mi yoksa hem kalp, hem dil ve hem amelle birlikte mi
gerçekleşir? Diğer bir ifadeyle; küfür yalnızca itikadla mı gerçekleşir, yoksa
itikad, söz ve amelle mi?”
Şeyh el-Elbanî rahimehullah şöyle cevap verdi: Bu sorudan anladığım kadarıyla küfürde asıl
olan kalbî olmasıdır. Lakin bazı sözler ve ameller vardır ki kişinin kalbinde
yer eden küfürden dolayı meydana gelirler. Lakin bizler kalbindeki küfürle
amelinin mutlaka bir araya gelmesini zorunlu görmeyiz. Bu ikisi bir araya da gelebilir, birbirinden ayrı da olabilir. Yani; münafığın kalbindeki küfür
ile ortaya koyduğu amel uygun olmayabilir. Zira o müslümanların amelini işler.
Bu yüzden Kur’ân’da bedevilere nispetle bu durum açıkça ifade edilmiştir. Bana görünen
o ki, burada şöyle sorulması lazım; "küfür kalp ve amelle mi gerçekleşir?" Bu
olabilir, lakin amelin kalpteki küfürle birlikte bulunması şart değildir. Çünkü
asıl olan kalbin küfrüdür…”
Bu meclisin sonlarında Dr. Halid el-Anberî şöyle demiştir: “Şu halde sizden anladığım kadarıyla küfür itikad ile meydana geldiği gibi sözle de meydana gelebilir.” Şeyh el-Elbani burada araya girerek şöyle demiştir:
“Evet,
amel ile de meydana gelebilir. Lakin açıklığa kavuşturmak için diyorum ki; Bu
amel kalpte bulunan küfre delalet ediyor olmalıdır. Niçin bu amelin küfür
olduğunu söyleriz? Çünkü kalpte olan küfre delalet eder.”
Şeyh el-Elbanî,
el-Kufru Kufrân adlı kasette Samî adında, tekfircilerin şüphelerinden
etkilenmiş biriyle konuşması esnasında şöyle soruyor: “Mesela faiz yiyen
kimsenin hükmü nedir? Dinden çıkmış bir kafir midir?" diye sorsam hayır
diyeceksin öyle değil mi?”
Samî: Evet
Şeyh el-Elbani: Ben
senin bu sözün gibi söylemiyorum. Ben diyorum ki, bu da olabilir. Yani faizi ameliyle
helal saydığı gibi kalbiyle de helal sayıyorsa bu dinden çıkaran bir küfürdür
ve cehenneme gider. Ama eğer: “Allah tevbemizi kabul eder, yaşamak zorundayız”
gibi sözler ediyorsa onun iman ettiğini, hevasına uyarak Allah’a ve rasulüne
isyan ettiğini düşünürüz. Sayın müslüman kardeşim, misal olarak faiz yemek
suretiyle Allah’a isyan eden kimse ile Allah’ın indirdiğinden başkasıyla
hükmederek Allah’a isyan eden kimse arasında fark yoktur! Şimdi çok basit bir
örnek daha vereyim: Diyorum ki: “Şer’î kadı hükmediyor, her zaman söylediğimiz
gibi, kitap ve sünnetle, yani şeriatla hükmediyor demiyorum, lakin hükümete
bağlı bir mahkemede iki kişi arasında hükmediyor, zalimin lehine, mazlumun
aleyhine hüküm veriyor. Bu Allah’ın indirdiği hüküm müdür?
Samî: Ben cevap
veririm, lakin senin tecrübelerle cevap vermenden önce açıklamanı isterim. Bu
kadı bu hükmü din kılıyor mu? Misal verelim; İnsan hırsızlık yapar ve Allah’ın
indirdiği ile hükmetmeyen bu kadıya gelir lakin bu meselede heva sebebiyle
yahut akrabalık sebebiyle “Elinin kesilmesini gerektirecek bir şey görmedim,
ona sopa vurulması görüşündeyim. Hırsızlıkta el kesmenin şartları bir araya
gelmemiştir” der, lakin başka durumlarda el kesmeye hükmeder. Bunun küfür
olduğunu söylemeyiz. Bu konu hakkında İbn Abbas radiyallahu anhuma’nın dediği
gibi “Küfrün altında bir küfür” deriz. Ama hırsızlığın cezasını hapis veya
başka bir ceza olarak tayin edene gelince, bu küfürdür. Çünkü mücerret kendi
hükmünü tabi olunan bir din kılmıştır ve kendisini Allah’a denk kılmıştır.”
Şeyh el-Elbanî: Allah
sana bereket versin, peki sen neden bana karşı çıkıyorsun, sen okuduğun
ibareleri onaylıyorsun, sana bir şey ifade etmeyecek bir açıklama için sözümü
kesiyorsun. Ben şöyle diyeceğim: Zalimin lehine ve mazlumun aleyhine hükmeden
bu şahıs Allah’ın diniyle mi hükmetmiştir? Senin “Hayır” dediğini varsayarak
konunun sonuna gelelim, bundan sonra senin söylediğinle bir alakası varsa onu
söylersin. Bu müslüman ve adeten Allah’ın indirdiğiyle hükmeden kadı, bu
meselede Allah’ın indirdiğinden başkasıyla hükmediyor. Müslüman bir kimsenin
mücerret olarak ondan kaynaklanan ve dine aykırı olan hükümle hükmetmesinden
dolayı onun kâfir olduğuna hükmedeceğini sanmam. Bunu hiç kimsenin yapacağını
sanmam. Demek istiyorum ki, başka bir meselede daha, bir sebepten dolayı bu
durum tekrar etse veya başka bir sebep söz konusu olsa, yine Allah’ın
indirdiğinden başkasıyla hükmetse yine ben derim ki onun itikadî küfürle kafir
olduğunu, dinden çıktığını söyleyemem. Bu ne kadar tekrar ederse etsin, beş
defa, on defa, yüz defa… tekrar etse de. Onun sadece ameliyle değil, dinden
çıkaran küfürle kafir olduğunu ne zaman söyleyebilirim? Eğer onun kalbinde yer
eden küfür ortaya çıkarsa, onun kalbinde küfrün yer etmiş olduğunu gösteren bir
durum ortaya çıkarsa o zaman küfrünün dinden çıkaran küfür olduğu söylenir...
Konuşma bu şekilde devam eder ve Şeyh
el-Elbani şöyle özetler:
“Geçenlerin özeti
şudur: Senin de cevabında söylediğin gibi, itikadî küfre dönüşebilen amelî
küfürde bunun itikadî küfürle bağlantılı olması zorunludur. Ama kalbi iman
etmiş olduğu halde hükmü itikadî küfür gibi olan yani dinden çıkaran amelî bir
küfür İslam’da mevcut mudur? Şimdi buyur açıkla.”
Sami: Biz burada ister
mü’min olsun, ister olmasın, itikada bakmaksızın dinden çıkaran bir amelî küfür
olduğuna itikad etmiyoruz. Bu konuda bizim selefimiz vardır. Şeyhulislam İbn
Teymiyye’nin Fetava’daki sözleri bunlardandır.
El-Elbani: Bize delil
göster?
Sami: Küfür kelimesini
söyledikleri halde söylemediklerine dair Allah adına yemin edenler.
El-Elbani: Ey
kardeşim, benim dediğime geldin. Sana az önce dedim ki: “İtikadî küfrün merkezi
kalptir. Kalpte olanı ya sözü veya hal dili ortaya koyar. Sen ise küfür sözünü
söylemediklerine yemin edenlere dair ayeti delil getiriyorsun, Subhanallah!
Sami: Allah Azze ve
Celle onların helal sayıp saymadıklarını açıklamaksızın mutlak olarak söylüyor!
El-Elbani: Ey
kardeşim, Allah seni hidayet etsin. Ben sana açık bir arapça ile söylüyorum: Mü’minin
imanına onun sözüyle hükmedilmez mi?
Sami: Evet.
El-Elbani: Güzel,
kafire neyle hükmedilir? Sözüyle değil mi? Bunu senden önce ben söyledim zaten.
Kalpte yer eden küfürde biz kalbe hükmedemeyiz. Lakin iki yoldan birisi bizi
buna ulaştırır: ya sözüyle ya da hal diliyle (ameliyle). Hal diline gelince,
benimle iki durumun arasını ayırıyor. Sen ise şimdi ayeti delil getiriyorsun.
Halbuki bu ayet benim lehime bir delildir…”
Şeyh el-Elbanî rahimehullah
itikadi ve amelî küfür ile Allah’ın indirdiklerinden başkasıyla hükmetme
meselesini herkesin anlayabileceği şekilde böylece açıklamıştır ve el-Elbanî rahimehullah’ın
açıklamaları salih selefin itikadının dışına çıkmamıştır.
Şeyh el-Elbani’nin bu
meselede söylediklerinin özeti şu şekildedir: Küfür iki kısımdır: İtikadî küfür
sahibini İslam dininden çıkarır ve tevbe etmeden öldüğü takdirde cehennemde
ebedî olarak kalmasına sebep olur. Bunun yeri kalptir. Kalpte olan bu küfür ya
sözlü ifadeyle yahut hal dilinin ifadesiyle ortaya çıkar. Sözüyle, işlemiş olduğu küfrü ikrar eden kimsede küfür kesinleşir. Hal diliyle ifade edenin durumu ise münakaşa ve
ihtimal konusudur.
Diğeri amelî küfürdür.
Bu ise büyük günahlardandır ve sahibini İslam dininden çıkarmaz ve cehenneme
girerse orada kalıcı olmasına sebep olmaz. Yeri azalardır. Lakin bozuk akideye
delalet eden karineler bulunursa sahibi tekfir edilir. Lakin böyle bir durumda
bu, zahirinde amelî olsa dahi itikadi küfürden sayılır. Kalbinin imanına veya
sahih itikadına rağmen, sözünün zahiri veya amelinin zahiri sebebiyle bir
kimseyi tekfir etmek mümkün değildir. Bu, konunun bir yönüdür.
Diğer yönden, itikadî
küfrün şartı; müslümanın itikadında kafire benzemesidir. Amelî küfrün şartı;
müslümanın amelinde kâfire benzemesidir. Bu, küfrün büyük ve küçük küfür diye
taksiminden daha incelikli bir tabirdir. Çünkü büyük küfür ve küçük küfür
şeklindeki taksimde sınırlar belirgin değildir. Bu yüzden şeyh el-Elbani rahimehullah
itikadi küfür ve amelî küfür şeklindeki taksimin üzerinde durmuştur. Bununla
beraber her iki taksim de seleften nakledilmiştir ve makbuldür.
Dinden çıkaran küfrün itikadî küfür olarak
isimlendirilmesi, büyük küfür diye isimlendirilmesinden daha açıklayıcıdır. Çünkü
küfre düşüren haller, “nevakız” diye isimlendirilmiştir. Çünkü bunlar kalpte
bulunan iman düğümlerini çözen unsurlardır. İtikad kelimesi ise arap dilinde;
akd kelimesinden türemiştir. Bu da sıkıca bağlamak demektir. Bunun zıddı “hall
(çözme), nakz (bozma), ibtâl (boşa çıkma) ve ifsâd (bozulma)” kelimeleridir. İp
ya bağlı olur ya da çözük olur. Bağlı
olan ip ise ya sağlam bağlıdır ya da gevşek bağlıdır. Sağlam bağlı olana
araplar “ukde” derler. Gevşek bağlı olana ise “rihve” derler. Buna göre ipin üç
hali vardır: çözük, sağlam bağlı ve gevşek bağlı olması.
İslam akidesi Allah’ın
sağlam ipidir. Bu ip İslam’ın bağları (urveler) ile sağlam bağlanmıştır. Bu bağların
en sağlamı tevhid kelimesidir. İnsanlar bu konuda ahiret hükümleri bakımından
üç kısımdırlar: kâfir, mü’min ve imanında bozulmalar olan mü’min.
Akd’in yani bağlamanın
yeri kalptir. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
لَا يُؤَاخِذُكُمُ اللَّهُ بِاللَّغْوِ
فِي أَيْمَانِكُمْ وَلَكِنْ يُؤَاخِذُكُمْ بِمَا عَقَّدْتُمُ
الْأَيْمَانَ
“Allah sizi yeminlerinizdeki lağvden dolayı
sorumlu tutmaz. Ancak bağlandığınız yeminler sebebiyle sorumlu tutar.” (Maide 89)
لَا يُؤَاخِذُكُمُ اللَّهُ بِاللَّغْوِ
فِي أَيْمَانِكُمْ وَلَكِنْ يُؤَاخِذُكُمْ بِمَا كَسَبَتْ
قُلُوبُكُمْ
“Allah sizi
yeminlerinizdeki lağiv sebebiyle sorumlu tutmaz; fakat kalplerinizin
kazandığından sorumlu tutar.” (Bakara 225)
Yine nakz’ın
(yani çözülmenin) yeri de kalptir. Çünkü düğüm kalpte olduğuna göre bu düğümün
çözülmesi de orada söz konusudur. Bunun anlamı; İslam’ı bozan ve imanı iptal eden
unsurların, kalpte bulunan akide düğümlerinin çözüldüğü yerde olmasıdır. Çözen
amel işlenmiş olmasına rağmen düğümün kalıcı olması imkansızdır.
Küfrün aslının
kalpte olması, imanın aslının kalpte olması gibidir. İman iki mertebede olduğu
gibi, küfür de iki kısımdır. Çünkü küfür, imanın zıddıdır. İmanın mertebeleri;
asıl ve kemâldir. Küfür de; aslın zıddı olan küfür ve kemâlin zıddı olan küfür
olmak üzere iki kısımdır. İmam Mervezi rahimehullah Hadis Ehli’nin İslam ve
İman isimleri hakkındaki iki görüşünü tartışırken Tazimu Kadri’s-Salat
kitabında (2/120) şöyle demiştir:
“Lakin biz
deriz ki; imanın aslı ve fer’i vardır. imanın zıddı her manada küfürdür. İmanın
aslı ikrar ve tasdik, fer’i ise; kalp ve beden ile ameli tamamlamaktır. İmanın
aslı olan ikrar ve tasdikin zıddı; Allah’ı ve söylediklerini inkar etmek, Allah’ı
ve söylediklerini tasdik etmemektir. Amel olan imanın zıddı ise; Allah’ı inkar
etmeksizin gerçekleşen, dinden çıkarmayan küfürdür. Lakin bu ameli zayi ederek
gerçekleşir. Nitekim Allah’ı ikrar olmaksızın amel, iman adını almaz.”
Yani amelî
küfür dinden çıkarmaz, çünkü bu imanın kemalinin zıddıdır. Bununla beraber, küçük küfür ve amelî küfür,
tek bir manayı ifade eden iki isimlendirmedir. Her ikisi de sahibini dinden
çıkarmayan küfrü ifade eder.
Eğer bu
konuda muhalefet etmekte ısrar eden kimseler, ameli küfrün ayrıntısına
girerlerse, itikadî küfürde de ayrıntı istenir. Çünkü müslümanın büyük küfürle
tekfir edilmeyeceği bazı itikadlar vardır. Mesela riyanın azı, temime
(nazarlık, muska gibi şeylere itikat beslemek), uğursuzluk inancı gibi küçük
şirk çeşitleri sahibinin büyük şirkle itham edilmeyeceği, müslümanı İslam dairesinden
küfre çıkarmayan itikadî unsurlardır. İtikadî küfürlerden imana zıt olanlar ve
olmayanlar demek zorunda kalacaklardır. Onlar bunu söylemezler!
Amelin küfür
olması ile amelî küfür arasında fark vardır. Birincisi küfrün türlerindendir ve
bu imanın kemâlinin zıddıdır. İkincisi ise küfrün sebeplerinden bir sebeptir. Zahir
olan söz veya zahir olan amel, dinde küfür olarak gelmişse, bu dinden çıkaran
bir küfürdür. Çünkü bu, kalpte iman bulunmamasını gerektirir. Bu da ya kalbin
sözü olan marifet ve tasdikin ortadan kalkmasıyla ya da kalbin ameli olan
sevgi, boyun eğme ve tazimin ortadan kalkmasıyla yahut her ikisinin birden
ortadan kalkmasıyla olur.
Şeyhu’l-İslam
İbn Teymiyye rahimehullah Mecmuu’l-Fetava’da (14/120) şöyle demiştir: “Putlara
secde etmek, rasule sövmek gibi zahiri küfür olan amellere gelince; bunun böyle
olması ancak içteki küfrün zorunlu sonucu olarak bu amellerin meydana
gelmesinden dolayıdır. Aksi takdirde şayet kişinin putun önünde secde etmesi
halince onun kalbinde ona secde etmeyi kastetmediği, bilakis kalbiyle Allah
için secde etmeyi kastettiği takdir edilirse, bu durumda bu bir küfür olmaz. Nitekim
müşriklerin arasında canı hakkında korkan bir kimsenin fiilinin zahirinde
onlara muvafık görünmesi ve kalbiyle Allah için secde etmeyi kastetmesi
mubah olabilir.”
Şeyh
Hafız el-Hakemî rahimehullah, A’lamu’s-Sunneti’l-Menşura kitabında şöyle
demiştir: “Küfür iki kısımdır. Büyük küfür imandan tamamen çıkarır ki bu itikadî
küfürdür. Kalbin sözü ve ameline yahut ikisinden birine aykırıdır. Küçük küfür
ise imanın kemaline aykırıdır, bu da amelî küfürdür. Bu kalbin sözünü veya
amelini bozmaz.”
Bir
şüphe: “Madem amelî küfür, küçük küfür olarak tarif ediliyor, peki puta secde
etmek, Kur’an’ı aşağılamak, rasule sövmek, dinle alay etmek gibi amelî küfürler
neden dinden çıkaran küfür olarak sayılıyor?
Cevap:
Bu sayılanlar ve benzerleri insanlara göründüğü kadarıyla yalnızca azalar tarafından
meydana geldiği için amelî küfürden görünebilir, lakin bunlar ancak kalbin ameli,
niyeti, ihlâsı, muhabbeti ve inkıyadı yok olduktan sonra ortaya çıkabilecek
amellerdir. Bunlar amel olarak gerçekleşse de ancak itikadî küfürden dolayı
meydana gelirler. Bizler küçük küfrü mutlak olarak yalnızca amelî küfür olarak
tarif etmeyiz. Bilakis itikadı gerektirmeyen, kalbin söz veya amelini bozucu
olmayan, sırf azaların amelinden ibaret olan küfürle kayıtlarız.
Tekrar ifade
edelim ki, “küfrün mahalli kalptir” sözünden, küfrün zahirdeki sözle veya
zahirdeki amelle gerçekleşmeyeceği anlaşılmamalıdır! Bilakis küfür itikadla
olabileceği gibi, sözle veya amelle de gerçekleşebilir. Nitekim Şeyh el-Elbanî rahimehullah
bunu açıkça belirtmiştir. Sahih itikadla veya kalpteki imanla beraber sözlü
veya amel ile küfrün bir araya gelmesi mümkün değildir.
Bu yüzden bu asırdaki muhaliflerin “İtikad söz
konusu olmaksızın küfür, sözle ve amelle meydana gelir” sözü üzerinde dönüp
durmaları çok gariptir! Eğer “Amel olmaksızın kalbin tasdikiyle, küfür söz veya
amelle meydana gelir” demek istiyorsa bu haktır ve Ehl-i Sünnetin görüşüdür.
Kim Nebî sallallahu aleyhi ve sellem’e söverse veya mushafı pisliğe atarsa, Nebî
sallallahu aleyhi ve sellem’i yalanlamasa ve Kur’ân’ı inkar etmese bile kafir
olur. Böyle bir kimse sövmeyi ve mushafı pisliğe atmayı helal görmese bile
kafirdir. Bu kimse risaleti ve vahyi inkar etmese bile kafirdir. Lakin eğer
maksadı; “Sahih bir itikad üzere olsa da veya kalbinde mü’min olsa da bunu
yapan kimse tekfir edilir” demekse, bu sözü batıldır ve bu Mürcie’nin
görüşüdür. (Hariciliği; tekfir etmek, Mürcie’liği de tekfir etmemekten ibaret
zanneden birçok muasırın, fırkalar ve görüşleri konusunda koyu bir cahillikleri
vardır.)
Kalbin sözü
ve ameli konusunun detayları için İbn Kayyım rahimehullah’ın es-Salat ve Hukmu
Tarikuha adlı kitabına bakılabilir. Bu kitap iki defa Türkçe’ye de tercüme
edilmiştir ve baskılarından birisi piyasada hala bulunabilir haldedir.
İbn Teymiyye
rahimehullah, Şerhu’l-Umde’de (4/72) İmam İbn Batta rahimehullah’ın şu
sözlerini nakleder: “Ehli sünnetin esaslarından brisi de şudur: Onlar,
Haricilerin aksine olarak; ehli sünnetten hiç kimseyi günah sebebiyle tekfir
etmezler ve amel sebebiyle İslam’dan çıkarmazlar. Küfür ancak itikadlarla olur.”
İbn
Abdilhadi rahimehullah Ukudu’d-Durriyye’de (s.114) şöyle der: Ehl-i Sünnet der
ki: İmanın füru’unu terk eden kimse, imanın aslını terk etmedikçe kafir olmaz.
İmanın aslı da itikaddır.”
Bu konuda
önceki ve sonraki alimlerden birçok nakillerle söz uzatılabilir, lakin aklı ve
kalbi olana bunlar yeterlidir. Bu bahsi Şeyhu’l-İslam İbn Teymiyye’nin Mecmuu’l-Fetava’daki
(35/388) şu sözleriyle kapatalım:
“Muhakkak ki hakim dindar olup ilimsiz bir hükümde bulunursa ateş ehlinden olur. Eğer bilir de bildiği hakka aykırı hüküm verirse ateş ehlinden olur. Eğer adaletsiz ve ilimsiz hükmederse ateş ehlinden olmaya daha layıktır. Bu, belli bir meselede hükmeden şahıs hakkındadır. Ama müslümanların dini hakkında genel bir hükümde bulunan, hakkı batıl, batılı hak, sünneti bid’at, bid’ati sünnet, marufu münker, münkeri maruf kılan, Allah’ın ve rasulünün emrettiklerini yasaklayan, Allah’ın ve rasulünün yasakladıklarını emreden kimseye gelince, bu başka bir türdür. Onun hakkında alemlerin rabbi, gönderilen rasullerin ilahı, din gününün sahibi, başında ve sonunda hamdin kendisine ait olduğu, hükmün kendisine döndürüleceği, rasulünü hidayetle gönderen ve hak dini diğer dinlere üstün kılacak olan, şahit olarak yeterli olan Allah hükmedecektir. Hamd alemlerin rabbi olan Allah’adır. Allah’ın salatı ve selamı Muhammed’e, âline ve ashabının üzerine olsun.”