Sözlerin en doğrusu Allah'ın kelamı, yolların en hayırlısı Muhammed Aleyhisselam'ın yoludur. Dinde her sonradan çıkarılan şey bidattir.Her bidat sapıklıktır ve her sapıklık da cehennemdedir (Muslim no: 867)

Duâ

Duâ

29 Haziran 2024 Cumartesi

Vahyi Akıl Süzgecinden Geçirme Fikrinin Çürütülmesi -11–

 51. Akılcılara şöyle denilir: Siz akıl hakkında oldukça kötü bir kusur işlemişsiniz ve ona oldukça büyük tenkitlerde bulunmuşsunuz. Çünkü Allah Azze ve Celle kullarına aklı onlar vasıtasıyla kendisinin ve peygamberlerinin doğruluğunu bilsinler, akıllarıyla Allah’ı tanısınlar, onun kemalini, sıfatlarını, azametini, celalini, rububiyetini, tevhidini, hak ilah olduğunu, onun dışındakilerin de batıl olduğunu bilsinler diye yaratmıştır.

Bizzat ve birinci maksat olarak aklı onlara bunun için vermiştir. Akıl vasıtası ile yaratılış sebepleri ve aklın kendilerine verilme sebebi konusunda onlara yardımcı olacak maişetlerinin gereklerine bu akılla onları iletmiştir.

O halde aklın en büyük semeresi yaratıcısını, yoktan var edicisini bilmesi, kemal sıfatlarını, celal sıfatlarını, fiillerini, rasûllerinin doğruluğunu, onun önünde boyun eğip zilletle ona taabbud etmeyi gerçekleştirmeleridir.

Sizler aklın aleyhine o bunları idrak edemez ve akılla bunlar tasdik edilmez diyecek olursanız,  hatta akıl bununla çatışır, yalanlar ve reddeder diye iddia ederseniz. Siz aklı cehaletin en kötüsüyle nitelendirmiş, onun hakkında en büyük yalan şahitlikte bulunmuş olursunuz. Bu durumda olan bir kimsenin hiçbir hususta şahitliği kabul edilmez. Allah’ın kendi zatı hakkında yaptığı şahitliğe, rasûllerinin baştan sona kadar ona yaptığı şahitliklerin önüne geçirilmesi ise hiç sözkonusu olmaz.

52. Allah Azze ve Celle kitabı ile yetinmeyenlerin halini reddederek şöyle buyurmaktadır:

Kendilerine karşı okunup duran sana indirdiğimiz bu kitap onlara yetmedi mi? Şüphe yok ki bunda iman eden bir topluluk için bir rahmet, bir öğüt vardır.” (Ankebut, 51)

Sarih aklın kendisine muhalefet ettiği kitabın yeterli olması imkânsız bir şeydir. Ancak bu kitap, kendisini akıl ile elde edilen herbir bilginin, görüşün, kıyasın, zevkin, hakikatin ve siyasetin önüne geçiren kimseler için yeterli olabilir.

Bu kitap böyle bir kimseye yeterlidir. Aynı zamanda bu kitap böyle bir kimse için ve sadece onun için rahmet ve öğüt olur.

Bu kitaptan yüz çeviren yahut başkalarının görüşleri ile ona karşı çıkan kimselere ise bu kitap yeterli değildir. Böyle bir kimse için hidayet de, rahmet de olmaz. Aksine böyle bir kimse batıla iman edip, Allah’ı inkâr eden kimselerden olur.

53. Akıllarıyla ve görüşleriyle vahye karşı çıkanların sözleri üzerinde iyice düşünen kimseler bu sözlerde iki özelliğin bulunduğunu görür. Bu özelliklerin herbirisi onların görüşlerinin de batıl olduğunun delilidir.

Birincileri: Bu sözler bizatihi tutarsızdır, birbiriyle çatışmaktadır ve anlamsızdır. Bu da bu sözlerin Allah tarafından indirilmediğinin delilidir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

Hala onlar Kur’an’ı gereği gibi düşünmeyecekler mi? Eğer o Allah’tan başkasından gelseydi elbette içinde birbirini tutmayan birçok şeyler bulurlardı.” (Nisa, 82)

Bir sözün bozuk ve yetersiz olduğunu anlamak için ifadelerindeki tutarsızlıklar, birbiriyle çatışması ve çelişmesi yeterlidir.

İkinci özellik de şudur: Bu görüşlerin kaynağı tahmin, zan ve varsayımdır. Bunlar hatadan korunmuşluğu (masumiyeti) bilinen bir vahiyden kaynaklanmadığı gibi bütün akıl sahiplerinin ortak bir şekilde kabul ettikleri akıldan ya da fıtrattan kaynaklanmamaktadır.

Allah Azze ve Celle ise Allah’ın kitabı ve rasûlünün sünnetine muhalefet edenlerin görüşlerinin hakikatini bu iki özellikle sözkonusu ederek şöyle buyurmaktadır:

Andolsun tozutup savuran rüzgârlara, ağır yük taşıyan bulutlara, kolaylıkla akanlara, emri paylaştıranlara ki şüphesiz vaadolunduğunuz elbette doğrudur ve şüphesizki kıyamet elbette gerçekleşecektir. Güzel yolları bulunan gök hakkı için gerçekten siz birbirini tutmayan sözler içindesiniz. Ondan döndürülenler döndürülür kahrolsun yalancılar (tahminciler) onlar ki kuşatıcı bir cehalet içinde gafil kimselerdir.” (Zariyat, 1-11)

Allah Azze ve Celle bununla Allah’ın rasûlü ile gönderdiklerini reddeden ve akıllarıyla ona karşı çıkanların birbirini tutmayan sözler içerisinde olduklarına dair yemin etmektedir.

Bundan dolayı her zaman için onların birbirini tutmayan sözler içerisinde olduklarını, hiçbir sözlerinin sebat göstermediğini ve hiçbir sözlerinin dayanak alınamayacağını görüyoruz.

Onların mesele ve delillerinden istediğinizi ele alabilirsiniz. Bu hususta alabildiğine ihtilaf içinde olduklarını görürsünüz. Bu bir söz söylerken öbürü o görüşü çürütmektedir. Bir üçüncü kişi gelerek kendisinden önceki iki görüşten farklı bir görüş söylemekte, diğer iki görüşü çürütmekte ve delillerini iptal etmektedir.

Hüküm ve delil itibariyle birbirleriyle çatışmadıkları tek bir mesele bulamazsınız. Onlar insanlar arasında en çok ihtilaf edenlerdir. Öyle ki onlardan birisinin bir söz söylediğini ve bunun kat’i olduğunu iddia ettiğini görüyoruz.

Daha sonra bizzat kendisi ondan farklı bir şey söylüyor, önceki sözünü çürütüyor ve bu yeni sözünün kat’i olduğunu iddia ediyor. Daha sonra yüce Allah bu birbirini tutmayan sözlerden döndürülenlerin döndürüldüğünü haber vermektedir. Yani birtakım şüphelerle döndürülenler haktan çevrilmektedir. Bu gibi kimselerin haktan yüz çevirmeleri bir şüpheye dayalı olduğundan ötürü sanki ondan ayrılmış olmaktadır ve ihtirası ondan ortaya çıkmış gibidir.

Daha sonra Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır: “Kahrolsun yalancılar (tahminciler)” (Zariyat, 10)

Hars (tahmin)in esas anlamı bilgisizce söz söylemektir. Hatta zan, tahmin ve doğruluğuna dair bir delil bulunmadan rasgele bir söz söylemek demektir. Bundan dolayı yalancı kimseye “haris” adı verilmiştir. Zan ve tahminde bulunan kimseye de böyle denilir.

İşte bu nitelik böylelerine en mükemmel bir şekilde uyabilmektedir. Bunların ellerinde tahminden ve zanna tabi olmaktan başka bir şey yoktur. Nitekim Allah şeriatine karşı çıkan, onların geçmişlerini nitelendirirken şöyle buyurmaktadır:

Onlar ancak zanna uyarlar ve onlar ancak yalan ve iftira edenler (hars yapanlar)dır.” (En’am, 116)

İşte bu vahye tabi olanın durumundan farklı bir durumdur. Vahye tabi olan birbirini tasdik eden bir söze, biri diğerinin lehine şahitlik eden buyruklara uymaktadır. Onun uyduğu bu sözler arasında bir tutarsızlık, bir çatışma yoktur. Bu söz alemlerin Rabbindendir, onun sözü ve onun rasûlüne indirdiği vahiydir. Bu sözün kaynağı şanı yüce Allah’tır. Onun rasûlünün dili üzere bize sunulmuştur. Onu açıklamak yüce Allah’a aittir, onu tebliğ etmek de rasûlünün görevidir, bize düşen ise ona teslim olmaktır.

Allah Azze ve Celle üzerine düşeni yapmıştır, rasûlü de görevini yerine getirmiştir. Artık bundan sonra üzerimize düşeni yerine getirmekten başka neyi isteyebiliriz?

54. Eğer kitabın ve sünnetin zahiri aklın sarih değerlerine muhalif olsaydı, kalpte alabildiğine büyük darlık ve sıkıntıya sebep olurdu. Bu ise akl-ı selim sahibi herkesin kendi içinde tanık olduğuna muhalif bir haldir. Kişinin aklı ne kadar mükemmel ise Allah’ın kitabı dolayısıyla duyacağı sıkıntı ondan o kadar uzak olur. Allah rasûlüne şöyle hitap etmektedir:

“(Bu)... sana indirilen bir kitaptır, sakın ondan dolayı göğsünde bir sıkıntı (bir daralma) olmasın.” (Araf, 2)

Kitabı vesilesiyle kalplerden sıkıntıyı ve darlığı kaldıran yüce Allah’tır. Bu kitabın indirilmesinden önce kalpler en büyük darlık ve sıkıntı içerisinde idiler. Allah Azze ve Celle kitabını indirince kalplerden sözkonusu o darlık ve sıkıntı kalktı. Fakat bu darlık ve sıkıntı iman etmeyenlerin üzerinde kalmaya devam etti. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

Allah kimi hidayete erdirmeyi dilerse göğsünü İslama açar. Kimi de saptırmayı dilerse, onun da göğsünü daraltır, sıkar.” (En’am, 125)

Bu kitaba bazı bakımlardan iman etmekle birlikte diğer bakımlardan öyle olmayan bir kimse üzerinden o kitaba iman ettiği bakımlardan doğabilecek darlık ve sıkıntıları kaldırılır fakat etmediği bakımlardan kalır.

Bu kitabın hakkı bilmekte yetersiz olduğunu iddia edip, kulların bu kitabla birlikte birtakım akli bilgilere, görüşlere, kıyaslara, mantıki kaidelere ve akli bahislere muhtaç olduklarını söyleyenlerin kalblerinde bundan dolayı en büyük darlık ve sıkıntı vardır.

Sıkıntıları bundan da daha büyük olan kimseler ise bu kitabta açık akli bilgiler ile çelişen hususların bulunduğuna ve aklın bu kitabtakilerin aksine tanıklık ettiğine inanan kimselerin kalplerindeki darlık ve sıkıntıdır.

Aynı şekilde onun ayetlerinden bir bilgi ve bir yakîn (kesin bilgi) elde edilemeyeceğini iddia eden kimsenin kalbinde de bu kitabtan dolayı ancak yüce Allah’ın çok iyi bildiği boyutlarda darlık ve sıkıntılar vardır.

Bu kitapta bulunan en şerefli ve en faziletli bilgiler olan yüce Allah’ın isim ve sıfatlarını ihtiva eden tevhide dair buyrukların birtakım mecazler, istiareler, hakikatleri olmayan benzetmeler olduğunu iddia eden kimselerin kalblerinde ise bundan da büyük bir darlık ve sıkıntı vardır.

İşte bütün bu taifelerin, kesimlerin kalblerinde bu kitabtan dolayı darlık, sıkıntı ve şüphe vardır. Bu kitap onlar için bir hidayet, bir şifa, bir rahmet değildir. Bizzat kendileri hakkındaki şehadetleriyle aynı şekilde yüce Allah’ın, meleklerin ve onun salih kullarının onlar hakkındaki şahitlikleriyle bu kitap onlara yeterli gelmez.

İmdi, bunca delillerden sadece bir tanesi bile sözü geçen ve ileri sürülen o külli kanunu çürütmek için yeterlidir. Bu akılcılar ve onların taraftarları bu kanunu, Kur’an’ın zahirini ve sünnetin açık hükümlerini reddetmek için kullanırlar. Bu delillerin herbirisi aynı zamanda bu külli kanun dedikleri hükümden dallanıp budaklanan ve onun üzerine bina edilen herbir şeyi de yıkar, darmadağın eder.

Hakkın delilleriyle güçlendiriliş bu delillerin herhangi birisini çeşitli kelime oyunları yapan lafızları ve maksatları birbirine karıştırarak şu kabilden sözler söyleyen kimse çürütmüş olamaz:

“Bizler Allah’ın rasûlü ile akıl arasında bir çatışma olduğunu söylemiyoruz. Bizler bu çatışmanın Allah’ın rasûlüne ait olmadığı halde ona nispet edilen hadisler ile akıl arasında olduğundan bahsediyoruz.”

Bunlara deriz ki: Bu havada kalan bir sözdür... Bu söz birbirini tutmamaktadır, başı sonunu çürütmektedir.

Şöyle ki bu sarmal ifadenin gerçek mahiyeti ve neticesi kendi mezheplerinin esaslarını iptal etmekte, kanunlarının temelini çürütmektedir. Çünkü Peygamber (s.a)’dan hadis ilmi ve kaideleri ışığında rivayet edilen hadisler iki kısımdır:

1. Ondan sahih olarak gelen ve sağlam sika ravilerin naklettiği rivayetler.

2. Ondan sahih olarak gelmeyen, zayıf ve cerhedilmiş (rivayet ilmi bakımından tenkid edilmiş) kimselerin naklettikleri rivayetler.

Acaba onlar bu açıklama ışığında aklın ondan sahih yolla gelmeyen rivayetlerle çatıştığını mı söylüyorlar, yoksa ondan sahih olarak gelen rivayetlerle çatışma halinde olduğunu mu iddia ediyorlar.

Eğer çatışma birinci türden ise bu sözkonusu edilmez. Çünkü bunların sahih olmayışları ve buna bağlı olarak reddedilmeleri aklın bunlarla çatıştığını söylemeye ihtiyaç bırakmaz.

Şayet ikinci hal sözkonusu ise peygamberden sahih olarak gelen bir kısmı kabul etmemizi gerektiren, diğer taraftan yine ondan sahih olarak gelen bir diğer kısmı –belkide bir önceki kısımdan daha fazla olabilir- reddedilmesini gerektiren kriterler, ölçüler nelerdir?

Onların bu hususta hakikati tersyüz etmekten başka bir çıkar yolları yoktur. Bu konuda onlar aklı esas kabul ettiklerini söyleyecekler. Bu da kaçınılmaz olarak onları gerçekte Nebî sallallahu aleyhi ve sellem’den sahih olarak gelmiş birtakım hadisleri sadece akıllarıyla reddetmek noktasına götürecektir.

Bu ise kesinlikle akıl ile rasûl arasında bir çatışmayı yeniden başlatmaya dönüştür.

Şayet fasih konuşmaya özenen bir diğeri: Biz ravileri itham ediyoruz ve bunun ışığında onların naklettikleri rivayetleri zayıf buluyoruz diyecek olurlarsa,

Onlara şöyle deriz: Bu da bir öncekisi gibidir. Yani böyle bir itham hadis ilminin apaçık delilleri ve hadis ehlinin kabul ettikleri kaidelere uygun olarak bina edilmiş değildir. Aksine bu itham sadece nakledilen rivayetleri kuşatmaktan ve onları anlamaktan yana kusurluluktan kaynaklanan tutarsız, akli gerekçeye bina edilmiştir...

Buna bağlı olarak onlar o ithamlarında bulunurlar. Sonra ravilerin rivayetlerini ve haberlerini reddederler. İsterse bu rivayetler bizzat sahih olsun ve onlar bunu bilerek ya da bilmeyerek yapsınlar farketmez.

Bu oldukça yanlış bir iştir. Sünneti temelinden kabul etmeyip reddetmek için kapıları sonuna kadar açmaktır. Hadis ilmi bize ancak bu sağlam ravilerin senedleriyle ulaşmış bulunmaktadır.

Peki onların nakil ve rivayetlerinin esasını kabul etmeye iten, sonra da bunları tafsilatı sözkonusu olunca o tafsilatı reddetmeye götüren nedir?

Çünkü siz onların naklettikleri rivayetlerden akıllarınızın akletmediği bir kısmını reddetmektesiniz.

Bunu yapmanızın tek sebebi aslında pak nebevi sünnete iman etmeyişinizden başkası değildir. O takdirde söyleyecek bir söz kalmaz. Bu da –Allah’ın lütfuyla- insaflı olanlar için yeterlidir.

Batıl peşinde gidenlere gelince bunlara bin ayet ve delil getirseniz dahi hakka dönmezler.

Bunlar bağırıp çağıracaklar, sözleri yine allayıp pullayacaklar ve güzel ifadelerle konuşmaya devam edeceklerdir.

“Sakın böyle bir işe aldanma çünkü çarpıtılan anlamların pek çoğu allanıp pullanmış ibarelerle ifadelerle gizlenir.” Onların nitelemelerine karşı Allah’tan yardım dileriz.

Vahyi Akıl Süzgecinden Geçirme Fikrinin Çürütülmesi -10–

 46. Kendilerini ileri sürerek vahye karşı çıkardıkları bu akli bilgiler dışında onlarla çelişen ve onlardan daha güçlü diğer akli bilgiler de vardır. Bunların önermeleri, ötekilerin önermelerinden daha doğrudur. Bunların birbirleriyle çeliştikleri varsayılacak olursa daha kuvvetli olanların öncelenmesi icab eder ve bu gibi kimselerin bu durumda bu akli bilgilere göre nassları reddetmelerine imkân kalmaz.

Bu durumda nasslarla desteklenen akli bir bilgi nasslarca reddedilen akli bir bilgiye göre daha doğru olmalı ve daha çok kabul edilebilir.

Esasen bizler onların akli bilgi diye ileri sürdüklerini kimi zaman bu tür diğer akli bilgilerle, kimi zaman nasslarla, kimi zaman da her ikisiyle birlikte reddediyoruz.

Onların bu akli bilgileri tenkit etmeleri ancak nassın ve bu aklın kabul etmediği önermeler ile mümkün olabilir. O halde hem bu akli bilgiler, hem de nasslar onların reddolunan bu akli bilgileriyle nasıl reddedilebilir?

Bu üzerinde düşünen kimseler için çok kesindir.

Şimdi bunu Muattila mezhebine mensup olanların Allah’ın mahlukatı üzerinde oluşunu ve alemden ayrı oluşunu nefyederken ileri sürdükleri akli deliller ile bunları kabul eden isbat ehlinin onların görüşlerinin zıttına dair gösterdikleri akli deliller üzerinde ibretle düşünülecek olursa, her ikisi arasındaki fark açıkça ortaya çıkar ve vahyin nassları karşısında herhangi bir delil ileri sürülemez.

47. Bu gibi kimselerin sem’i delillere karşı ileri sürdükleri bu akli delillerin batıl olduğunu bilen kimsenin bu akli delillerin sem’i deliller ile çatıştığını kabul etmesine imkan kalmaz. Çünkü batılın hakka karşı bir delil olarak ileri sürülmesi mümkün değildir.

Bunların doğruluğuna inanan bir kimsenin bu inancı sem’i delillerin batıl olmasını gerektirir. Çünkü esasen batıl olan bu akli delillerin sahih (doğru) olduğunu kabul etmek, sem’in batıl olması sonucunu verir. Bu halde de birbirleriyle çatışmalarına imkan kalmaz. Kısacası bu akli delillerin doğruluğu halinde de, yanlışlığı halinde de böyle bir karşı çıkma ve çatışmaya imkan yoktur.

48. Allah rasûlünün aklın apaçık hükümlerine aykırı bilgiler getirdiğini mümkün kabul eden kimselere şöyle denir: “Onun sözleri arasında akla aykırı olan bir şey var mıdır, yok mudur bilmeden önce onun sözünü işitirsen ne dersin?

Acaba hemen sözünü red ve inkar mı edersin?

Yoksa onu kabul eder ve inanır mısın?

Yoksa bu hususta bir hüküm vermez, onu tasdik etmeden veya yalanlamadan, kabul etmeden veya red de etmeden bırakır mısın?

Yoksa onu tasdik etmeyi ve onu kabul etmeyi bir şarta bağlayarak: Eğer akli bilgiler arasında onu reddeden bir şey yoksa bu sözün gereğine itikad ederim mi dersin?

Senin için bu dört tutumdan birisini takınmak kaçınılmazdır.

Birinci, üçüncü ve dördüncüleri rasûle iman ile çok açık bir şekilde çelişmektedir. İkinci tutumu takınmana da senin için imkan yoktur. Çünkü sen aklın apaçık hükümleri arasında rasûlün getirdiği haberler ile çelişebilecek değerler olabileceğini kabul ediyorsun. Durum böyle iken onun verdiği haberin doğruluğuna nasıl kesin inanabilirsin?

İmana giden yolu kendi önünde sen tıkamış oluyorsun. Geri kalan üç kısım ise imanın olmamasını gerektirir.

Bu ise sadece aklın apaçık hükümleri arasında rasûlün verdiği haberler ile çelişebilen hususların bulunabileceğini kabul etmekten kaynaklanmaktadır.

49. Rasûlün getirdiklerini doğrulanabileceği; akıl, keşif, rüya yahut ilham gibi ayrı bir delil tespit etmedikçe rasûlün getirdiklerini kabul etmeyen herkes kesinlikle rasûle iman etmemiş olur ve Allah’ın haklarında şöyle buyurduğu kimselerden olur:

Onlara bir âyet, belge, mucize gelse: ‘Allah’ın peygamberlerine verilen gibi bize de verilmedikçe asla iman etmeyeceğiz’ derler.” (En’am, 124)

Hatta bunlar bir bakıma onlardan daha da hayırlı olurlar. Çünkü onlar imanlarını rasûle verilenin benzeri bir sem’i delil verilmeleri şartına bağlamışlardır. Diğerleri ise iman etmek için rasûllerin verdikleri haberlerin doğruluğuna dair akli bir delilin var olmasını şart koşmuşlardır. Böyle bir işi yapan rasûllere iman etmeyen birisi olacağına göre onların getirdiklerine akli bilgisiyle karşı çıkıp, sonra da bu bilgiyi getirdiklerinin önüne geçirenin durumu ne olur?

50. Vahiy ile akıl arasında böyle bir çelişki görmek birisi vahyi bilmemek, diğeri aklı bilmemek olan iki büyük cahilliğin sonucudur:

Vahyin bilinmemesi şöyledir: Karşı çıkan kimse vahyin muhtevasını ve neye delalet ettiğini anlayamamaktadır. Hatta o vahiyden vahyin delalet ettiği ve kastettiği hakkın aksini anlamıştır. Sonra da görüşün ve akli anlayışın delalet ettiği hususu ileri sürerek vahye karşı çıkmıştır.

Biz onun dediğini –tenezzülen- kabul ediyoruz ve şunu açıklıyoruz. Onun sözünü ettiği akli delil –vahyin delalet ettiği sahih ve doğru mana bir tarafa- kendisinin vahiyden anladığı batıl manaya karşı gösterilmeye dahi elverişli değildir. Çünkü vahye kesinlikle doğru bir şekilde karşı çıkabilmek imkânsızdır. Aksine o ötesinde sapıklıktan başka bir şeyin olmadığı hakkın kendisidir.

Allah Azze ve Celle bizzat haktır, onun sözü haktır, rasûlü haktır, dini haktır, vahyi haktır. Buna muhalif olan herbir şey doğruluğuna hiçbir delilin konulamayacağı katıksız batıldır. Hatta önermeleri zorunlu hükümlere ulaşan bütün doğru deliller batılın batıl olduğuna delalet etmektedir.

Bunların aklı bilmeyişlerine gelince, sahih aklın vahiy ile çatışması kesinlikle düşünülemez. Fakat cahil bir kişi bunların akli birtakım şüpheler (delile benzer şeyler) olduklarını zanneder. Oysa bunlar sofistlerin şüpheleri kabilinden hayali ve cehli iddialardır.

Hulasa nassdan anladıklarına batıl olan şeyleri ileri sürerek karşı çıkarsa vahyi ve vahyin delalet ettiği şeyi bilmeyen bir cahil olur. Eğer vahyin delalet ettiği gerçek medlulüne ve hakikatine karşı çıkarsa bu sefer o aklı bilmeyen bir cahil demektir.

Bu şekilde karşı çıkan bir kimsenin hiçbir şekilde vahyi ve aklı birarada bilmesi düşünülemez. Aksine o ya her ikisinde de cahildir –ki çoğunlukla bunların hali budur- ya ikisinden birisini bilmeyen birisidir.

Bizler Müslümanlar, Yahudiler, Hristiyanlar, Mecusiler ve puta tapıcılar arasında ortak olarak kabul edilen bazı akli bilgileri bildiklerini inkâr etmiyoruz. Hatta bu hususta onların ileri gittiklerini ve maharetlerini de reddetmiyoruz.

Ancak apaçık delillerle şunu ortaya koyuyoruz. Onlar yüce Rabbin isimleriyle, sıfatlarıyla ve fiilleriyle ilgili akli bilgileri bilmekte insanların en cahilidirler. Aynı şekilde onun vahyinin ve rasûllerinin getirdiklerinin de cahilidirler.

Allah Azze ve Celle rasûllerinden yüz çeviren kimselerin işitmeyen ve akletmeyen kimseler olduklarını belirttiğine göre onların getirdiklerine karşı çıkanların durumu ne olabilir?

Allah Azze ve Celle şunu haber vermiştir. Ölümden sonra dirilişlerinde onların işitmeyenler ve akletmeyen kimselerden olacaklarını mutlaka göreceklerdir.

- Devam Edecek İnşaallah –

Vahyi Akıl Süzgecinden Geçirme Fikrinin Çürütülmesi -9–

 41. Şüphesiz vahiy ile akıl arasında çelişki gören bir kimse delillerin eş değerde olduğunu da söylemiş olmaktadır. Çünkü sahih akıl yalan söylemez fakat vahiy ondan daha doğrudur.

Buna göre her ikisi de doğru delillerdir. Eğer çatışacak olurlarsa (çatışmaları da) birbirine denktir. Eğer bunlardan birisini diğerinin önüne geçirmeyecek olursa, şaşkınlık ve şüphe içerisinde kalır.

Eğer birini diğerinin önüne geçirirse bu sefer sahih olan delilin gereğini iptal etmiş ve onu delil olmaktan çıkarmış olur. Böylece mutlaka şu iki halden birisini tercih noktasında şaşırır kalır. Ya vahiy yahut akıl hakkında kötü zan besleyecek.

Hâlbuki ona göre akıl vahyin esasıdır. Onun hakkında kötü zan beslemesine imkân yoktur. Bu sefer vahye sözünü geçirecektir.

Kimi zaman onu tahrif edecek, kimi zaman tevil edecek, kimi zaman yanlış anlayacak, kimi zaman –mümkün olursa- red ve yalanlayacak –bu da sünnetin nasslarında olur- kimi zaman aynı şeyi, tıpkı Rafızilerin aşırılarının, Karmatilerin birçoğunun ve benzerlerinin yaptığı gibi Kur’an nassları hakkında ileri sürecek.

Bütün bunlar onların: “Sahih akıl sarih vahiy ile çatışır” şeklindeki bozuk zanlarından ortaya çıkmıştır.

İlim ve iman ehli sem’i deliller ve nakil sahiblerine gelince onlara göre böyle bir varsayım imkânsızdır, böyle bir varsayımı kabul etmek akıl ile peygamberlik ve risaletin subutuna dair deliller arasında çatışma olduğunu varsaymak gibidir. Akıl ile yaratıcının varlığı ve tevhidi ile ilgili delillerin çatıştığını varsaymak gibidir.

Akıl ile vahiy arasında bir çatışmayı kabul etmek akıl ile yaratıcının varlığını, birliğini, rasûllerinin risaletini kabul etmek arasında çatışma kabul etmeye benzer. İşte bundan dolayı bu kaidenin sözü geçen bu asli hallerde geçerliliğini kabul etmeyerek bu husustaki bütün meseleler aynı kabildendir demişlerdir.

42. Şüphesiz ki bunlar vahye karşı çıkışlarında zayıf insanların akıllarını ve basiretlerini büyüledikleri bir yol izlemişlerdir. Bunun neticesinde işin içinden çıkamayarak bu söylediklerinin hak olduğu vehmine kapılmışlardır.

Bu konuda bu zayıf akıllıların başına gelenler Musa’nın asasına sihirbazların karşı çıktıkları vakit görenlerin gözlerine bunların hak olduğu vehmi uyandığında insanların başına gelenlerin bir benzeri de bunların başına gelmiştir.

Bu akılcılar müteşabih manalar ihtiva eden mücmel birtakım lafızlar kullandılar. Bu lafızlar çeşitli ümmetlerin dillerinde pekçok manaya gelmektedir. Onlar bu lafızların anlamları arasına diğer toplumların dilinden anlaşılan başka anlamları soktular. Sonra da birini diğerinin üstüne kurdukları uzunca bir terkip ve telif dönemine girdiler.

Bu hususta alabildiğine düşündüler, ölçtüler, biçtiler. Düşünme ve ölçme, biçme işini uzattıkça uzattılar. Daha sonra bu sözleri anlamayanların zihninde söylediklerini alabildiğine büyüttüler ve dehşete düşürecek hale soktular.

Şüphesiz onların bu sözlerinde birtakım incelikler ve kapalılıklar vardır. Çünkü kullandıkları ifadelerde mücmel lafızlar ve müteşabih anlamlar vardır. İlim tahsil eden bir kimse onlarla birlikte bu üsluba dalsa ve onlardan fıtratının kaçacağı sözler işitse ve bu sebeple onlara itiraza koyulsa ona: Sen bunu anlayamazsın ya da bu sana uygun değildir yahut bu devirler boyunca zihinlerin cilaladığı bir iştir. Akıllar bunu kabul ve teslimiyet ile karşılamış, anlaşmazlık ve muhakeme halinde buna başvurmuşlardır derler.

Bunun sonucunda nefislerde kalan hamiyet ve ülfet o nefisleri bu gibi hususları gereği gibi tahkik etmeden teslimiyetle karşılamaya ve onlara itirazı bırakmaya iter. Bunu da bilgisi ve aklı az demesinler korkusuyla yaparak bunları teslimiyetle karşılanması gereken değerler olarak ele alır.

Bunların gerektirdiği sonuçlar ortaya çıkınca bu gerekleri de kabul etmekten başka bir çıkar yol bulamaz. Bu gereklere bağlanmayı bunları gerektiren kuralları tenkit edip çürütmekten daha kolay bulur.

İşte akılcılardan ve akli ilimler üzerinde araştırma yapanlardan sapıtanların sapıklığının esası budur.

Kör taklitçiye gelince bunun bütün yapabildiği akılcılar böyle demişlerdir demekten ibarettir.

Bunların sapıklıklarında bu derece ortaya çıkan bu durumu akıllıları ta baştan beri kastetmiş değildir. Aksine onların maksadı ilim ve bilgileri tahsil etmek, öğrenmekti. Fakat bunların elde edilmeleri gereken yol hususunda hata ettiklerinden kendileri de saptılar, başkalarını da saptırdılar.

Hocamıza (İbn Teymiye rahimehullah’a) bilgisi, aklı, yaşayışı ve maksadı olmasına rağmen doğru yolu şaşıran önderlerinden birisi hakkında soru soruldu da şöyle dedi:

“O pek yüce bilgileri nebevi yolların dışındaki yollardan öğrenmek istedi. İster istemez bu onu felsefi yöntemlere götürdü.”

Ne kadar da güzel söylemiştir. Şüphesiz yüksek bir hedefi uygun olmayan bir başka yoldan gerçekleştirmek isteyen ancak onun zıttını elde edebilir.

O halde bunların ve benzerlerinin sapıklıklarını açıkça ortaya koymak isteyen kimseye düşen görev manasını iyice anlamadan, maksadını bilmeden mücmel herhangi bir lafızlarında onlara muvafakat etmemelidir. Bunun sonucunda sözün akıl ile kavranılan bir tek anlamı olur. Aynı mana hakkında red veya kabul sözkonusu olur. Müteşabih (birden çok anlama gelebilen) ve mücmel bir lafız üzerinde konuşulmuş olmaz.

Bu ilke şeriatte de, akılda da, dinde de, dünyada da faydalı bir ilkedir.

43. Allah Azze ve Celle mü’minlere rasûlünün önüne geçmelerini, seslerini ondan fazla yükseltmelerini, birbirlerine bağırıp çağırdıkları gibi ona da bağırmalarını yasaklamış ve bu sebeple amellerinin boşa çıkmasından onları sakındırmış bulunmaktadır:

Ey iman edenler! Allah’ın ve rasûlünün huzurunda öne geçmeyin ve Allah’tan korkun. Muhakkak Allah çok iyi işitendir, çok iyi bilendir. Ey iman edenler sesinizi peygamberin sesinden fazla yükseltmeyin.” (Hucurat, 1-2)

Allah Azze ve Celle, peygamberin huzurunda öne geçmeyi yasakladığına göre bir kimsenin aklını onun getirdiklerinin önüne geçirmesinden daha fazla bir ileri gitmekten sözedilebilir mi?

Seleften birçok kişi şöyle demiştir: “O söylemedikçe siz söylemeyin, o emretmedikçe siz yapmayın.”

Kesinlikle bilinen şu ki kendisinin ya da bir başkasının aklını Allah rasûlünün getirdiğinin önüne geçiren bir kimse insanlar arasında bu peygambere en çok isyankârlık yapan ve onun huzurunda en çok ileri giden bir kimsedir.

Şanı yüce Allah onlara seslerini onun sesinden fazla yükseltmelerini yasakladığına göre, akıllarıyla kavradıklarını, onun sözünden ve getirdiklerinden daha üstün tutarlarsa durum ne olur?

Kesinlikle bilinen husus şu ki böyle bir işi onun döneminde ancak kâfirler ve münafıklar yapıyorlardı. Allah’ın bizlere akıl ve görüşleriyle onun getirdiklerine karşı çıktıklarını naklettiği kimseler onlardır. İşte bu karşı çıkış onlara benzeyenlere miras kalmıştır.

Şanı yüce Allah mü’minlere ibret, karşı çıkanlara da bir örnek olsun diye müşriklerin vahye karşı çıkarken ileri sürdükleri akli örnekleri de sözkonusu etmiş bulunmaktadır:

Ta ki helak olan kişi apaçık bir delil üzere helak olsun, hayatta kalan kişi de apaçık bir delil üzere yaşasın. Şüphesiz ki Allah hakkıyla işitendir, herşeyi bilendir.” (Enfal, 42)

44. Vahiy ile akıl arasında çelişki gören, kitap ve sünnetin nasslarını –bunlara akıl diye isim verenlerin- re’y ile reddeden kimselerin aklına muhalefet eden bu nassları çürütmeye kalkışması ve onlara düşmanlık etmesi kaçınılmaz bir şeydir. Keşke bu nasslar gelmeseydi diye arzu eder.

Bu nassları işittiği vakit durumuna göre kalbi üzerinde bir ağırlık hisseder, kalbi bunlardan rahatsız olur. Allah Teâlâ da kalblerinin bu durumunu bilir, kendileri de bunu bilirler. Hatta Allah’ın: Rahman arşa istiva etti.” (Taha, 5) buyruğunu inkar etmesi ve bu buyruktan rahatsız olması Cehm b. Safvan’ın şu sözleri söyleyecek kadar ileri gitmesine sebep olmuştur: “Bunu mushaftan kazıyıp silmek imkanım olsaydı, kazır ve silerdim.”

Allah Teâlâ’nın: “Ve Allah Musa ile konuştu.” (Nisa, 164) buyruğuna olan buğzu bir başka kişinin bu âyeti tahrif ederek “Musa Allah ile özel bir şekilde konuştu” anlamına gelecek şekilde “lafzatullah”ı (ötre yerine fetha ile okumuştur)

Yani Allah ile konuşan ve ona hitap eden Musa (aleyhi's-selâm)’dır. Allah ise onunla konuşmamıştır. Böyle diyen kimseye Ebu Amr b. el-Ala şöyle demiştir:

“Peki o halde yüce Allah’ın: Musa tayin ettiğimiz vakitte gelip ve Rabbi de onunla konuşunca...” (Araf, 143) buyruğuna ne dersin?” deyince, Allah’ın sıfatlarını kabul etmeyen kişi şaşırıp kaldı.

Benimle bunların ileri gelenlerinden birisi arasında Allah’ın kelamı meselesinde bir tartışma cereyan etmiştir. Şöyle dedi:

Bizler de, ümmetin diğer kesimleri de Kur’an Allah’ın kelamıdır diyoruz. Bu izafette (kelamın Allah’a izafe edilmesinde) kimsenin bir muhalefeti yoktur. Fakat bunu kabul etmek yüce Allah’ın bizzat mütekellim (konuşan) olmasını ve onun konuşuyor olmasını gerektirmez. Siz bunu nereden çıkarıyorsunuz?” Bizim arkadaşlarımızdan benimle beraber olanlardan birisi şu cevabı verdi:

“Nebî sallallahu aleyhi ve sellem buyurdu ki: “Allah vahiy ile konuşunca...” (Ebû Dâvûd 4738)

Aişe (radıyallahu anha) da şöyle demiştir: “Benim değerim, Allah’ın okunan bir vahiy ile benim hakkımda konuşmasından daha düşük idi.” (Buhârî 7500, Muslim 2770)

Cehmi’nin yüzünü astığını, ekşittiğini, acı acı güldüğünü ve o arkadaşından yüzünü çevirdiğini gördüm. Tıpkı tiksinti veren bir koku alıp yüzünü başka bir tarafa çeviren yahutta oldukça acı ve hoş olmayan bir şey yemiş gibi oldu.

Kendisine muhalif olan hakkı yüzüne karşı söylediğiniz ve onun yüzüne bu hakkı çarptığınız vakit batıl üzere olan herkesin devam edegelen hali budur.

Böyle bir sadme ile ilk karşılaştığında basireti açılan kimse pek azdır. Bundan dolayı seleften birisi şöyle demiştir: “Bir kimse bir bid’at ortaya koydu mu mutlaka hadisin o tatlılığı kalbinden çıkar gider.”

Cehmiyye’nin ileri gelenlerinden Bişr el-Merisi de şöyle demiştir: “Size karşı Kur’an ile delil getirecek olurlarsa tevil yaparak onlara kelime oyunlarıyla cevap verin. Size karşı peygamberden gelen haberleri delil gösterirlerse yalanlayarak onları felcedin.”

45. Aklın vahiy ile çatışmasını mümkün kabul etmek Allah Teâlâ’nın vahyi nitelendirdiği vasfın zıttı ile nitelendirmeyi gerektirir.

Allah Teâlâ vahyi doğru yolu gösterici (hidayet) olmakla nitelendirmiş, vahyin yolların en doğru ve hakka en yakın olanına ilettiğini bildirmiştir. Şüphesiz ki dosdoğru yol iki nokta arasındaki en kısa çizgidir. Ne kadar eğilip bükülürse o kadar uzaklaşır.

Allah Azze ve Celle vahyin kalplerdeki (hastalık)lara bir şifa olduğunu haber vermektedir. Bu onun kalplerde bulunan bilgisizlik, şüphe, şaşkınlık ve tereddüt gibi hastalıkları şifaya kavuşturmasını da kapsar. Tıpkı hidayetin maksada ulaştırıcı olma özelliğini de ihtiva etmesi gibi.

Hidayet kalpleri en kısa yoldan maksat olan hakka ulaştırır. Şifa da kalplerdeki hakkı bilmeye ve ona talip olmaya engel olan hastalıklarını giderir.

Bunun akla muhalif ve onunla çatışan bir sözün niteliği olmasına imkan yoktur.

Allah Azze ve Celle aynı şekilde şu buyruklarında olduğu gibi vahyin nur olduğunu da bildirmektedir: “İşte ona iman edenler, onu yüceltenler, ona yardım edenler ve onunla indirilen nura tabi olanlar. İşte onlar kurtuluşa erenlerin ta kendileridir.” (Araf, 157)

Bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: “Sana da böylece emrimizden bir ruh vahyettik. Kitabın da, imanın da ne olduğunu bilmezdin fakat biz onu kendisiyle kullarımızdan dilediğimizi hidayete ilettiğimiz bir nur kıldık.” (Şura, 52)

O kalplerdeki bilgisizliğe ve şüpheye karşı bir şifa olduğu gibi, körlüğe karşı basiretler için de bir nurdur.

Basiretlerin aklın apaçık hükümlerine muhalif bir şey ile aydınlanması imkânsızdır. Çünkü akla ancak karanlığı gerektiren şey aykırıdır.

Allah vahyin hak olduğunu haber vermektedir. Apaçık akıl (değerleri) ise hakka muhalefet etmez. Allah buyuruyor ki:

Muhakkak biz sana kitabı... hak olarak indirdik.” (Nisa, 105)

Bir başka yerde de şöyle buyurmaktadır: “Andolsun ki hak sana Rabbinden gelmiştir. O halde sakın şüphe edenlerden olma.” (Yunus, 94)

O halde vahyin hak olması ona aykırı ve muhalif olanın makul (akla uygun) diye adlandırılması batıl demektir. Şayet ona muhalif olan hak ise o vakit vahyin kendisinin batıl olması gerekir. Eğer vahyin kendisi hak ise ona muhalif olan kesin olarak batıldır.”

Allah Azze ve Celle Kur’an-ı Kerim’in en doğru söz olduğunu da bildirerek şöyle buyurmaktadır:

Allah’tan daha doğru sözlü kim olabilir.” (Nisa, 122)

“Allah’tan daha doğru sözlü kimdir.” (Nisa, 87)

Eğer Allah’ın sözü akla muhalif olsaydı böyle olmazdı. Bu sapık ve saptırıcıların sözlerinin ondan daha doğru olması gerekirdi.

Allah Teâlâ kalplerin Kur’an ile huzur ve sükun bulduğunu da haber vermektedir. Yani cehaletin, şüphe ve tereddütün verdiği huzursuzluktan kurtularak sukunet bulur. Tıpkı kalbin doğrulukla rahat bulması, yalandan dolayı şüphe ve tereddüte kapılması gibi. Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:

Bunlar iman edenlerdir, gönülleri Allah’ın zikriyle huzura kavuşanlardır. Haberiniz olsun ki kalpler ancak Allah’ı anmakla huzur bulur.” (Rad, 28)

Şayet aklın apaçık hükümleri arasında Kur’an’a muhalif şeyler bulunsaydı akıllıların kalpleri elbette onunla huzur bulamazdı.

Aklı başında bir kimse Kur’an üzerinde iyice düşünür ve Kur’an’a itiraz eden bu kimselerin de sözlerini dikkatle incelerse açıkça şunu görür: Bütün şüphe ve tereddüt onların sözlerinde, huzur ve sükûn Allah’ın ve Rasûlünün kelamındadır.

- Devam Edecek İnşaallah –

Vahyi Akıl Süzgecinden Geçirme Fikrinin Çürütülmesi -8–

 36. Eğer akıllarda rasûlün haberi ile çelişen yargıların bulunması mümkün olsaydı, rasûle iman kesinlikle düşünülemezdi. Bunun da iki sebebi vardır:

a. Karşı delilin tümü ile reddedilmesi halinde bilgi edinmeye imkan kalmaz. İmkânsıza bağlı olarak kabul edilen bir şey de imkânsızdır.

b. Akılcıların peygamberleri tasdik ve onlara iman etmeleri şarta bağlı olur. İmanın bir şarta bağlı olması ise sahih değildir. “Şayet babam bana izin verirse rasûle iman ettim” yahut “siz bana şunu verirseniz, ya da ondan sonra yönetim işi bana verilirse” ve buna benzer şartlar koşarak iman ettim diyecek olursa ittifakla iman etmiş olmaz.

Aynı şekilde eğer: Akli bir delilin onunla çatışması hali müstesna verdiği haberlere iman ettim demesi de böyledir. İşte bu, bu gibi kimselerin gerçekte söyledikleridir. Böyle diyen bir kimse ise ümmetin ittifakı ile rasûle iman etmiş olmaz. Ayrıca böyle bir iman şer’i bakımdan küfür olduğu gibi, akli bakımdan da fasiddir.

O halde insanlara düşen görev Allah’ın rasûlüne herhangi bir şarta bağlı olmaksızın mutlak ve kesin bir şekilde iman etmektir.

Aklımın yahut benden daha akıllı olanın ya da benim gibi olanın aklının tasdik ettiğini tasdik, reddettiğini reddederim” diyen bir kimse de ümmetin ittifakı ile kâfirdir ve aklı fasiddir.

37. Böyle bir karşı çıkmak yüce Allah’ın kitab-ı keriminde âyetleri hakkında herhangi bir delil ve bir bilgileri olmadan mücadele edip tartışmakla yerdiği kimselerden kalmış bir mirastır.

Allah Teâlâ’nın haber verdiğine göre böyle bir tartışmanın kaynağı da kibirdir, kendilerinden daha bilgili olduklarını gördükleri kimselerin takındıkları hakkı kabule karşı bir büyüklenmedir.

Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: Peygamberleri onlara apaçık deliller ile geldiğinde onlar yanlarındaki ilim dolayısı ile şaşırdılar...” (Mu’min, 83)

Cahil ve zalim nefisler eğer kendilerinden daha cahil olan kimselerden onun vesilesiyle ayrıcalık kazandıkları bir parça bilgi ve yine o sebeble bir çeşit liderlik ve mal elde etmişse zalim ve cahil ruhların hali budur.

Bunlara ilimlerinin, bilgilerinin izlerini kendi bilgi ve ilmi içerisinde silecek türden daha bilgili kimseler gelirse ona sahip olduğu bilgi ile karşı çıkar ve onun sahip olduklarına çeşitli bakımlardan tenkitlerde bulunmaya kalkışır.

Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır: Allah haddi aşan şüpheci kimseleri işte böyle saptırır. Onlar ki kendilerine gelmiş bir delil (sultan) olmaksızın Allah’ın ayetleri hakkında tartışırlar. Gerek Allah indinde, gerek mü’minler nezdinde bu öfke oldukça büyüktür. Allah büyüklük taslayan her zorbanın kalbini işte böyle mühürler.” (Mu’min, 34-35)

Yine Allah Azze ve Celle bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: “Kendilerine kesin bir delil (sultan) gelmemiş iken Allah’ın ayetleri hakkında tartışanlar var ya şüphesiz onların göğüslerinde asla kendisine ulaşamayacakları bir kibirden başka bir şey yoktur. (Mu’min, 56)

Sultan (delil, kesin delil) semadan indirilmiş kitaptır. Allah’ın kitaplarına ve rasûllerine, kendi ellerinde bulunan görüş, akli değerler, bid’atler ve bâtıl kelam ile karşı çıkan kimseleri yeren bu tür ayetler Kur’ân-ı Kerim’de pek çoktur.

Her kim insanların görüşleri ile vahye karşı çıkarsa onun söylediği bu söz işte bu tür sapıkların sözleri kabilinden olur. İmam Malik şöyle demiştir:

“Bizler bize bir diğerinden daha çok tartışma gücüne sahip bir kimsenin geldiği her seferinde Cebrail’in, Nebî sallallahu aleyhi ve sellem’er getirdiklerini o kimsenin tartışma gücü dolayısıyla terkedecek miyiz?”

Kim bu karşı çıkanların benimsedikleri esaslara, bunların kaynaklarına vakıf olursa onların bu karşı çıkışlarının iki esastan ortaya çıktığını açıkça görür: Hakka tabi olmaya karşı kibirlenmek ve basireti körelten bir heva

Böyle kimseler kapkaranlık geceler gibi şüphelerin darbesine uğrarlar. Bu nitelikte olan kimseler kendi akıllarıyla ve haklarında hüsn-ü zan besledikleri kimselerin akıllarıyla peygamberlerin getirdikleri haberlere nasıl olur da karşı çıkmazlar.

Daha sonra bu şüpheler dine bağlı, imana ve hayra sahip kimselerin kalblerine girdi. Bunlar da bu şüpheleri çürütemediler. Bu sebepten ötürü bunları din edindiler ve Allah’ın kendisi ile rasûlünü gönderdiği hususların tahkiki olduklarını sandılar. Bunları himaye için savaştılar, bu hususta kendilerine muhalefet eden kimselerin Allah ve rasûlü tarafından haram kılınmış haklarını helal olarak değerlendirdiler.

Bunların kimisi mukallid ve cahil, kimisi hata eden ve iyi niyetli müçtehid, kimisi zalim, haddi aşan ve mutaassıptır.

Hepsi için vaadolunan yer kıyamettir ve o gün emir yalnız Allah’ın olacaktır.

38. Aklî bilgilerden sem’i delillerle çelişen herbir şeyin tutarsız olduğu yine akıl tarafından bilinen bir husustur.

Şayet sem’i delil ile çatışmıyor olsa bile bizler onu çürütmekte ve sem’i delil ile çelişki halinde olduğundan ötürü tutarsız olduğunu kabul etmekte tereddüt etmeyiz. Hatta böyle bir delil bizatihi de batıldır.

Sem’i delil ile çelişki olması halinde onun batıl olduğuna dair sem’i bir delil var demektir. Çünkü böyle bir bilginin tutarsızlığı ve batıl oluşu üzerinde akıl ve sem’in delili ittifak halindedir. Bu şekilde olan bir bilginin akla da, sem’e de karşı delil olarak gösterilmesi uygun olmaz.

Bu özet bilgi vahye muhalefet edenlerin şüpheleri ile bunun tutarsızlığının ve aklın apaçık hükümlerine muhalefetinin açıklanması ile ortaya konulur.

Bu durum –Allah’a hamdolsun ki- rasûlün dininin yardımcılarının hâlâ yerine getirdikleri ve açıklamasını üstlendikleri bir husustur. Bu hususta onlar ilim, iman ve beyan bakımından mevkilerine göre Allah nezdinde derece derecedirler.

Hiçbir mesele görülemez ki, onunla Allah rasûlüne karşı çıkılsın da onun yardımcıları ve taraftarları onu reddedip tutarsızlığını açıklamasın.

Yine onlar, bunu ileri sürerek karşı çıkanların akıllarının oldukça basit olduğunu ilim türlerinden herbiriyle mutlaka ortaya koymuşlardır.

Allah’ın sünnet ve âdeti bu şekilde devam edegelmiştir. Sem’i delile karşı çıkan kimselerin kusurlarını açığa çıkartmış, onları rezil ve rüsvay etmiştir.

İnsanları güldürecek şeyler söylemelerine kadar Allah onları akılları konusunda yardımsız bırakmıştır. Nitekim sem’i delile kendi sözüyle itiraz eden, karşı çıktığı hususta insanlar kendisine gülünceye kadar yardımsız bırakılmaktadır.

İşte bu peygamberliğin delillerinin eksiksizliğinden, vahyin sıhhatinin belgelerinin mükemmelliğinden kaynaklanır. Ona karşı çıkan kimse akıl sahiblerini güldürecek şeyler söyler.

Birisi şöyle diyebilir: “Peygamberlerin getirdiklerine karşı haklı bir itiraz bulunabilir.” Eğer karşı çıkanın yetersizliği tesbit edilir ve batıl olduğu tahakkuk ederse bu o kişinin imanını ve yakînini arttırır ve böylece bu başkasının yanında benzeri bulunmayan bir kokuya sahip olduğunu ve bunun gibi hoş bir kokunun kimsede bulunmadığını ileri süren bir kimse durumunda olur.

Bir başkası ona karşı çıkarak kendisinin yanında onun gibi hatta ondan daha üstün koku bulunduğunu ileri sürebilir. Onu dışarı çıkartınca bakarsın ki o en kötü ve en berbat bir koku imiş fakat ortada pisliklerde, çöplüklerde yetişmiş, pislik böcekleri kabilinden akıllar da vardır. Bunlar ancak içinde yaşadıkları ortamda rahat edebilirler.

39. Şüphesizki akıl ile vahyin nassları arasında çatışma, peygamberliğe gerçekten iman eden müslümanların kurallarına da, peygamberliğin hakikatini tasdik eden dinlere mensup herhangi bir kimsenin benimsediği esaslara da uygun bir şekilde ortaya konulamaz.

Böyle bir karşı çıkmanın peygamberliğe iman ile hiçbir ilgisi yoktur. Böyle bir karşı çıkış onlar arasından peygamberliği kabul eden kimselerden beklenebilir.

Onların bu kabulleri de kendisine tabi olunmasını gerektiren özel bir zuhuru olan hikmet sahibi bir varlığın mevcudiyetini itiraf etmektir. Bu zat onlara akıllarının idrak edemediği bir şeyi haber verecek olursa, onlar da akıllarını ileri sürerek onun haberine karşı çıkar ve akıllarını haberlerinin önüne geçirirler.

İşte akıl ile peygamberlerin nassları arasında çatışma olduğunu kabul edenler ve Allah’a, meleklerine, kitablarına, rasûllerine ve ahiret gününe iman bahislerinde peygamberlerin nasslarına karşı çıkanlar bunlardır. Bu beş iman esasında bunlar akıllarıyla karşı çıkmışlar ve peygamberlerin yolu üzere bunların hiçbirisini tasdik etmemişlerdir.

Daha sonra bunların bu karşı çıkışları peygamberlere uyanlara da bulaştı ve kendi aralarında bunu kendilerine miras bırakan kimsenin mirasını paylaştıran mirasçılar gibi paylaştılar. Herbir kesimin vahiyden payı mezheblerinin ve taklid ettikleri kimselerin muhalefeti oranında olmuştur. Onlar vahyin nasslarını dışarda tutarak böyle bir karşı çıkmaya sığındılar ve ona sıkı sıkıya yapıştılar.

Bilindiği gibi bu peygamberliğe iman ile çelişmektedir. Bunu iddia eden bir kimsenin kendisi çelişkiye düşse bile kabul edebileceği en ileri nokta peygamberin ilmi hususlar dışında ameli hususlar için bir rasûl yahutta bir kısmı dışarda kalmak üzere haber verdiği bir kısım ilmi hususlar hakkında bir rasûl olduğunu kabul etmekten ileriye gitmez.

Böyle birisinin durumu onun insanların hepsine değil de bir bölümüne peygamber gönderildiğini kabul edenlerden daha kötüdür. Çünkü bu görüşü kabul eden bir kimse onu hem ilmi hem ameli hususlarda bir rasûl kabul eder. Fakat risaletinin bütün mükelleflere umumi olduğunu inkâr edişinde çelişkiye düşmekle birlikte onun getirdiği haberler ile akıl arasında bir çelişki görmez.

Böyle bir kişi peygamberin davet olunanlara risaletinin umumiliğini inkar ederken öteki davet ettiği ve haber verdiği şey hakkındaki risaletinin genelliğini inkar etmektedir.

Gerçekte ne bu ne öteki onun risaletine iman etmiş olmaz.

Çünkü buna şöyle denilir: Eğer bu gerçekten bunlara Allah’ın gönderdiği bir rasûlu ise o zaman diğerlerine de rasûl olduğu kesindir. Çünkü o bunu da haber vermektedir. Onu tasdik etmenin zorunlu bir gereği olarak risaletinin umumi olduğuna iman etmek gerekir.

Diğerine de şöyle denilir: Eğer o ameli hususlarda Allah’ın rasûlü ise ve bu hususlar Allah’tan gelmiş hak iseler ilmi hususlarda da Allah’ın rasûlüdür, çünkü o bunu da, ötekini de Allah’tan diye haber vermiştir.

40. Akıllarıyla vahye karşı çıkan bu kimseler dört büyük hata işlemişlerdir:

a. Peygamberlerin nasslarını reddetmeleri

b. Nakil hakkında kötü zan besleyip, onu akla aykırı ve akıl ile çelişir konumda görmeleri

c. Aklın bilgileri arasında nasslara uyanları reddetmek suretiyle akla karşı suç işlemeleri. Çünkü aklın reddettiğini iddia ettikleri nassların akla uygunluğu akıl ile çatışmalarından daha açık bir şekilde ortada bulunmaktadır.

d. İcad ettikleri esas ilkelerinde uydurdukları görüşlerinde –bunlar hem akla, hem nakle muhalif olmakla birlikte- kendilerine muhalefet eden kimseleri küfürle yahut bid’atçi ve sapık olmakla itham etmeleri.

Böylelikle onlar hem akla ve nakle aykırı olan görüşü kabul edenlerin görüşünün doğru olduğunu her ikisine uygun düşenlere yapışanların hata içerisinde olduğunu söylemişlerdir. Bu görüş ise Allah’ın kendilerine bir nur vermediği ve kalbinde nubuvvet nuru aydınlığının ulaşmadığı kimseler arasında revaç bulmuştur.

- Devam Edecek İnşaallah –

Vahyi Akıl Süzgecinden Geçirme Fikrinin Çürütülmesi -7–

 31. Ancak haber ile idrak edebilecek gayba dair bilgiler duyularla ve akıl ile idrak edilebilecek bilgilerin kat kat fazlasıdır. Hatta hiçbir şekilde onlar arasında bir nisbet sözkonusu değildir.

Bundan dolayı duyma yoluyla idrak edilenler görmekle idrak edilenlerden daha genel ve kapsamlıdır. Çünkü işitme, mevcut olan ve olmayan, hazır olan ve gaib olan hususları da idrak eder, diğer duyularla idrak edilmeyen ilimleri de idrak eder. İşte bu, işitmeyi görmekten üstün tutanlar için bir delildir.

Daha başkaları bu hususta onlara muhalefet ederek görmeyi işitmeye tercih etmişlerdir. Buna sebep ise görme idrakinin gücü ve idrak ettiği şey hakkındaki kesin kanaati ve hatadan daha uzak oluşudur.

Her iki kesim arasında nakledilmesi uzun sürecek tartışmalar vardır.

Aralarındaki bu anlaşmazlık şöylece hükme bağlanabilir. İşitmekle idrak edilenler daha genel ve daha kapsamlıdır. Görmekle idrak edilenler daha tam ve daha mükemmeldir. Birisinin gücü ve tamamlığı sözkonusudur, diğerinin genel oluşu ve kuşatıcılığı sözkonusudur.

Maksat şudur: Duyu organlarından gaib olan hususlara nisbetle duyulan ve hissedilenlerin oranı denizdeki damla gibidir. Bunları ancak sadıkın haberi ile bilmeye imkân vardır. Allah Azze ve Celle de kulları arasından bu gaybdan dilediğini haber verdiği peygamberler seçmiş ve bunları başkalarını bilgi sahibi kılmadığı hususlarla bilgilendirmiştir.

Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır: Allah mü’minleri üzerinde bulunduğunuz bu halde asla terketmez. Nihayet murdarı temizden ayıracaktır. Allah size gaybı bildirecek de değildir. Fakat Allah peygamberlerinden kimi dilerse seçer. (Al-i İmran 179)

Allah Azze ve Celle gayba dair haberlerden haberdar edeceği kimseleri seçerek başkalarına bildirmediği şeyleri bildirir.

İşte bundan dolayı bu kişilere nebi (peygamber) adı verilmiştir ki bu da haber vermek demek olan “el-inba”den gelmektedir. Çünkü ona Allah tarafından haber verilmekte, o da Allah’tan haber vermektedir. Buna göre o bir taraftan kendisine haber verilen (münbe)dir, diğer taraftan da kendisi haber veren (münbi)dir.

Peygamberlerin haber verdikleri her şeyin onlar haber vermeden de bilinecek şeylerden olması mümkün değildir. Hatta çoğunluğu dahi bilinemez.

Bu sebebten ümmetler arasında bilgisi en mükemmel olanlar rasûllere tabi olanlardır. Onlardan başkaları remil, yıldızlar, hendese (geometri), safsata ve benzeri ilimlerde kendilerinden daha ileri olsa bile.

Bunlara peygamberleri apaçık delillerle geldiğinde yanlarında bulunan ilim ile bundan dolayı sevindiler ve ellerinde bulunan bu ilimleri peygamberlerin ilimlerine ve getirdiklerine tercih ettiler.

Bu ilimler ise onların nihai noktalarından haberdar ve en uzak noktalarına ulaşan kimsenin şu sözlerinde belirttiği gibidir:

“Bu bilgiler yalan birtakım zanlar –ki zanların bir kısmı günahtır- ile faydasız bilgiler arasında gidip gelmektedir. Fayda vermeyen bilgiden Allah’a sığınırız. Bunlar fayda verecek olsa bile peygamberlerin getirdikleri bilgilerin faydalarına nisbetle dünya hayatının sağladığı faydanın ahirette ve onun devamlılığına nisbeti gibidir.”

  Gerçekte ilim ancak peygamberlerin yüce Allah’tan getirip, bildirdikleri, onun istekleri ve haberleridir. Ruhları temizleyen, fıtratları tamamlayan, akılları tashih eden ilim budur.

Allah özel olarak buna ilim adını vermiş, onun karşıtında yer alan şeylere ise hak namına hiçbir fayda sağlamayan zan ve tahmin ve yalan adlarını vermiştir. Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:

Sana bunca ilim geldikten sonra kim seninle onun hakkında çekişirse...” (Al-i İmran 61)

Allah Teâlâ bunların lehine ilim sahibi olduklarına dair şahitlikte bulunarak şöyle buyurmaktadır:

Kendilerine ilimle iman verilmiş olanlar diyeceklerdir ki: ‘Andolsun ki Allah’ın kitabında (belirttiği üzere) diriliş gününe kadar eğlendiniz.” (Rum, 56)

  Bir başka yerde de şöyle buyurmaktadır: Allah kendisinden başka hiçbir ilah olmadığını adaleti ayakta tutarak açıkladı. Melekler de, ilim sahipleri de.”  (Al-i İmran, 18)

Kastedilen; başka bir şey değil, peygamberlere indirilenleri bilen ilim sahipleridir. Yoksa mantık, felsefe ve bunların dalı olan ilimleri bilenler kastedilmemiştir.

Allah Teâlâ bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: Sana onun vahyi tamamlanmadan önce Kur’an’ı okumakta acele etme ve: “Rabbim ilmimi arttır’de.” (Taha, 114)

Allah Teâlâ’nın ona arttırılmasını istemesini emrettiği ilim vahiy ilmidir. Kelam, felsefe ve mantık ilmi değildir!

Allah Teâlâ aklına dayanarak ölümden sonraki dirilişi inkar eden kimselere şöyle demektedir:

Dediler ki: ‘O dünya hayatımızdan başka bir şey değildir. Ölürüz, diriliriz ve bizi ancak zaman helak etmektedir.’ Hâlbuki onların buna dair hiçbir bilgileri yoktur. Onlar ancak zanda bulunuyorlar.” (Casiye, 24)

Allah Teâlâ’nın vahyinin nasslarına akıllarıyla karşı çıkanların zanları, ağırlıklı ve tercih edilen bir bilgi sonucu varılan itikad değildir. Aksine buradaki zandan kasıt sözün en yalan olanıdır.

Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır: Kahrolsun tahminciler (yalancılar) onlar ki kuşatıcı bir cehalet içinde gafil kimselerdir.” (Zariyat, 10-11)

Akıllarıyla peygamberler getirdikleri nasslara karşı çıkan bu kimselerin elinde bulunan bilgiler üzerinde düşünülecek olursa bu bilgilerin tamamının bir tahmin olduğunu ve onların âyette sözü edilen tahminciler (el-Harrasun) olduğunu anlarız.

Gerçekte ilim peygamberlere ve rasûllere vahiy yoluyla indirilmiş olandır. Allah’ın kendisi vasıtası ile huccetini ikame ettiği onunla peygamberlerine, rasûllerine ve ona tabi olanlara hidayet verdiği ve onlara böyle bir lütufta bulunduğu için minnet ettiği bilgi budur. Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:

Nitekim aranızda içinizden size âyetlerimizi okuyan, sizi arındıran, size kitabı ve hikmeti öğreten, bilmediğiniz şeyleri size bildiren, sizden bir peygamber gönderdik. Öyle ise beni anın ki ben de sizi anayım ve bana şükredin, nankörlük etmeyin.” (Bakara, 151-152)

Bir başka yerde de şöyle buyurmaktadır: “Allah sana kitabı ve hikmeti indirmiş ve sana bilmediklerini öğretmiştir. Allah’ın üzerindeki lütfu pek büyüktür.” (Al-i İmran, 113)

Yine şöyle buyurmaktadır: “Allah, kendilerine,   içlerinden, âyetlerini, onlara okuyan, onları   (maddî ve manevî pisliklerden) temizleyen ve onlara Kitap ve hikmeti öğreten bir Peygamber göndermekle, müminlere şüphesiz büyük lütufta bulunmuştur. Oysa önceden onlar, apaçık bir sapıklık içinde bulunuyorlardı..” (Al-i İmran, 164)

İşte bu nimet, bu lutuf ve bu arındırma ancak rasûlün getirdiklerini, Allah’ın zatı, sıfatları ve fiillerine dair verdiği haberleri bilen, bunların haber verdiği şekilde hak olduğunu kabul eden kimseler için sözkonusudur.

Yoksa bunun aklın sarih hükümlerine muhalif olduklarını ve aklın vahyin önüne geçirileceğini iddia eden kimseler gibi olanlar için değildir. Yardım Allah’tandır.

33. Şüphesiz peygamberlerin ilimleri ve Allah’tan getirdiklerinin akıl ile idrak edilmesine ve akıl yoluyla elde edilmesine imkân yoktur. Çünkü bu bilgiler ancak Allah Teâlâ’nın onlara ya melek vasıtası ile gönderdiği bir vahiydir yahut Allah’ın rasûlünden ona doğrudan Musa (aleyhi's-selâm) ile konuştuğu gibi vasıtasız olarak konuşarak bildirdikleridir.

Peygamberliği kabul eden, rasûlleri tasdik eden bütün din mensuplarının üzerinde ittifak ettikleri bir husustur bu.

Bu hususta onlara muhalefet edenler; cahil felsefeciler ile şöyle diyen düşükleridir: “Peygamberlerin bildikleri şeyler akli bir kuvvet ile bilip öğrendikleridir. Onlar sezgi gücü itibariyle başkalarından daha mükemmeldirler.”

Bu güce felsefeciler kutsi güç de derler. Bu onlara göre peygamberliğin hususiyetidir. Onlara göre peygamberler diğer insanlar türündendir. Onların peygamberlikleri de insanların sanatları, siyasetleri ve riyazetleri kabilindendir.

Hatta aralarından İslâm’a en yakın olanları şöyle demiştir: “Şunu bil ki sanatların esası dörttür: Ticaret, demircilik, dokumacılık ve siyaset. Bunların en zoru siyaset sanatıdır. Bu sanatların en zoru ise peygamberlik sanatıdır.”

Onlara göre nubuvvet bu mertebede olduğundan ötürü nubuvvet bilgileri ve işleri de insanların diğer bilgileri ve işleri kabilindendir. Akıl onlar ile diğer bütün akıllılar arasında ortak bir paydadır. Peygamberler diğer insanların akıllarının idrak edemeyeceği şeyleri getirip –onların benimsedikleri kaideler, düşünce ve mantıkları çerçevesinde buna delalet eden şeyler de olmadığından- peygamberlere inkar ile karşılık verdiler ve şöyle dediler:

Akıl ile sizin getirdikleriniz çatışma halindedir. Akıl ve sizin verdiğiniz haber birbiriyle çatışacak olursa, sizin haberlerinizi aklın önüne geçirmenin bir yolu yoktur. Çünkü böyle bir iş aklı tenkid etmeyi de ihtiva eder.”

İşte bunlar öncelikle akıl ile vahiy arasında bir zıtlık gören kimselerdir. Bu kaideyi temellendiren ve bu binayı kuranlar da bunlardır. Çünkü peygamberlerin ilimleri ve akılları onlara göre kendi ilimleri ve akılları türündendir.

Hatta belki de filozofun ilmini ve aklını tercih ettikleri dahi olmuştur. Bazıları bir bakıma peygamberi, bir başka açıdan da filozofu tercih ettiği de olur.

İşte bunlar akıl ile nakil arasında bir çatışma gördükleri ve sonra da aklı naklin önüne geçirdikleri vakit kendi usulleri ve benimsedikleri kaideler gereğince uygulama yapmış olurlar. Ama peygamberleri ve onların durumlarını bilenler, Allah’ın onları peygamber olarak gönderip, gaybından onların dışındakileri haberdar etmediği şeyleri onlara vahyettiğini de bilirler.

Bütün âlemlerin akıl ve ilimlerinin onlara nisbetle durumu; okul çağındaki çocukların akıllarının, diğer akıl sahiplerinin akıllarına nisbeti gibidir.

Yine peygamberlerin Allah’tan getirdikleri ile bunların yanındaki bilgilerin durumu; bir kimsenin parmağını denize daldırıp çıkarması mesabesinde, hatta bundan çok daha ileridir.

33. Akıl ile vahyin nassları arasında çelişki gören kimselere şöyle denilir:

“Bize bu insan türünün bir avuç topraktan yaratılışından haber verin.

Kavmine beddua eden ve Allah’ın onlardan yeryüzünde yer yurt edinecek bir kimse bırakmamasını isteyen bir adamın halini de bildirin. Onun bu bedduası üzerine Allah semadan üzerlerine yağmur yağdırdı, altlarından sular fışkırdı. Nihayet su dağların tepelerinin üstüne de alabildiğine yükseldi. Sonra yer tekrar kupkuru oluncaya kadar yavaş yavaş o suyu geri yuttu.

İnsanlar arasında bedenleri en iri yarı, güçleri en fazla olan kavmi aleyhine beddua eden bir adamın da halini bize bildirin. Onun duası üzerine şiddetle esen bir rüzgar gönderildi ve bu rüzgar onları yükseklere kaldırdıktan sonra yere vurup, boyunlarının kırılmasını sağlıyordu.

Bir süre tutuşturulan pek büyük bir ateşten haber verin. Öyle ki kuş bu ateşin üzerinden yüksekçe uçsa bile ateşin hararetinden şişip yere düşüyordu. Böyle bir ateşe elleri kolları bağlı bir adam atıldı fakat sonunda bu ateş onun üzerine serin ve selamet oldu. Yeşil bir bahçe ve akan bir pınara dönüştü.

Elindeki bir asayı atarak pek büyük bir yılana dönüşüp, önünde bulunan Allah’tan başka kimsenin sayılarını bilemediği ipleri ve asaları yuttuğu, sonra da eski hali üzere tekrar asaya döndüğü bir adamdan bize haber verin.

Yine kavmi kendisinden bir mucize isteyince aya işaret etmesi üzerine ayın gözleri önünde iki parçaya ayrıldığı, sonra tekrar ayın eski haline döndüğü gelen yolcuların böyle bir işi gözleriyle gördüklerini haber verdikleri bir rasûlün durumundan da bize sözedin.

Ve sözünü ettiğimiz insanların gözleriyle görüp tanık oldukları kat kat daha benzeri başka haller.

Acaba kat’i delillerin peygamberlerin Allah’tan verdiği haberlere muhalefet etmesi bu hususlara muhalefetinden daha ileri çapta mıdır?

Bu gibi işlerin imkânsızlığı sadedinde sözkonusu edilen akli şüpheler vahyin nasslarına karşı sözkonusu ettikleri şüphelerden daha çok ve daha güçlüdür. Hatta aralarında bir nisbet dahi yoktur.

Sizin iddianıza göre akli deliller ve bu hususlar birbiriyle çatışacak olursa ne yaparsınız? Acaba bunları akli delillerin önüne mi getirir ve böylelikle Allah’a ve rasûllerine iman eden mü’minler arasına katılırsınız?

Yoksa bunları yalanlayarak: “Akıl bunlarla çelişmekte ve bunları çürütmektedir” mi dersiniz.

Size göre aklın bu mucizeler ile çatışması peygamberlerin haberleri ile çatışması kabilindendir ve elbette her ikisi arasında bir fark yoktur.

Hatta peygamberlerin düşmanlarının bu tür mucizelerin batıl olduğuna dair ortaya koydukları şüpheler peygamberlerin haber verdikleri Allah’ın sıfatları, mahlukatının üzerinde oluşu, arşının üzerinde istiva edişi, konuşması, muhatablarıyla söyleşmesi ve fiillerinin kendi zatı ile kaim olmasının batıl olduğuna dair Cehmiye’nin ve bu hususları nefyedenlerin sözkonusu ettikleri şüphelerden daha güçlüdür.

Böylelikle akıldandır diye sandığı şeyleri vahyin nasslarının önüne geçiren kimselerin peygamberlere imandan herhangi bir iz, bir eser, bir his ve bir haber taşımadıkları açıkça anlaşılmaktadır.

Meydana gelmiş ve insanların gözleriyle gördükleri hususlara dair halleri bu olduğuna göre güneşin batıdan doğacağına ve insanların bunu gözleriyle göreceklerine iman hususundaki halleri acaba ne olur?

Doğru sözlü peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in yeri yararak çıkacak ve insanlarla konuşup onlara hitap edecek bir dabbenin çıkışına dair verdiği habere karşı tutumları ne olur?

Ve buna benzer bu gibi şeyleri imkansız gören ve akli delil diye adlandırdıkları, akıllarıyla ileri sürdükleri daha benzeri başka şüpheleri de vardır.

Aklı vahyin önüne geçiren kimselerin bu kabilden herhangi bir şeyin kesin olarak doğru olduğunu kabul etmesine imkanı yoktur. Allah’tan yardım dileriz.

34. Şüphesiz bunlar Allah’ın şeriatinin ve hikmetinin aksini ileri sürmüş, onun emrinin zıttını ortaya koymuşlardır. Şanı yüce Allah vahyi önder, aklı bu öndere uyan olarak takdir ettiği gibi vahyi hâkim, aklı hakkında hüküm verilen, vahyi rasûl, aklı kendisine rasûl gönderilen, vahyi bir mizan, aklı vahiy ile ölçülen, vahyi bir önder, aklı ona uyan kılmıştır.

Vahiy sahibi Allah tarafından gönderilmiştir. Akıl sahibi kendisine gönderilendir. Şeriati getiren Allah tarafından vahiy ile özel bir konuma yükseltilmiştir. Akıl sahibi ise bir görüş ve bir düşünceyi araştıran bir özellikte yaratılmıştır.

Vahiy sahibi: “Bana emrolundu, bana yasak kılındı, bana vahyolundu, bana söylendi, ben kendiliğimden, aklımdan, kendi düşünce ve tefekkürümden kaynaklanan bir şey söylemiyorum” diyor.

Diğeri ise “Ben düşündüm, şunu uygun gördüm, tefekkür ettim, ölçüp biçtim, güzel gördüm, şu sonucu çıkardım” der.

Yine aklı önceleyen der ki: “Bende mantık, külliyat-ı hamse, makulat-ı aşere ve müveccihat vardır ve ben bunlarla hidayet bulurum.” Peygamber de şöyle der: “Benim yanımda Allah’ın kitabı, kelamı ve vahyi vardır.”

Akılcı der ki: “Benimle akıl vardır.” Peygamber der ki: “Benimle aklı yaratanın nuru vardır. Onunla hem hidayete iletirim, hem hidayet bulurum.”

Peygamber der ki: “Allah böyle buyurdu, Cebrail Allah’tan şunu bildirdi”. Akılcı der ki: “Eflatun böyle dedi, hipokrat böyle dedi, Aristo şunu söyledi, İbn Sina bunu dedi.”

Bunun sonucunda rasûlden indirilen buyrukların zahirleri, sahih tevilleri, bir sünnetin teşrii, bir marufun emredilmesi, bir münkerin nehyedilmesi, Allah’a, isimlerine, sıfatlarına, fiillerine dair bir haber, semadan, meleklerden, ahiret gününden haberler işitilir.

Diğerinden ise heyula, suret, tabiat, araz, cins, nev, fasıl, hassa, eys, leys, aksu’n-nakiz, ve’l-aksu’l-müstevi gibi terimler işitilir.

...Ve buna benzer Müslüman, Yahudi, Hristiyan hatta Mecusiden dahi duyulamayacak –kendisi adına bu akılcıların kendileri için beğendiklerini beğenenler ve onların rağbet gösterdiklerine rağbet gösterenler müstesna- duyulmayan benzeri sözler…

Özetle söyleyecek olursak bunlar birbirinden ayrı iki yoldur. Her kim bu gibi kimselerin akılları ile akılcılık taslamak isterse vahye dönüp bakmasın, vahiy ile vahyin ehlini kendi hallerine bıraksın.

Her kim hem akıl, hem vahiy ehlinden olmak istiyorsa vahye sımsıkı sarılsın ve vahyin getirdiklerine yapışsın. Küçük çocuğun hocasına, öğretmenine gösterdiği teslimiyetten daha fazlasıyla teslimiyet göstersin. Çünkü peygamber ile akılla bilinen bilgileri bilenler arasındaki farklılık küçük çocuk ile hocası arasındaki farktan kat kat ileridir.

Hayret edilecek husus şu ki akıllarını vahyin önüne geçirenler kendi önderlerine, geçmişlerine boyun eğerler, pekçok hususta onlara teslimiyet gösterirler ve şöyle derler:

Onlar bu hususları bizden daha iyi bilirler. Onların akılları bizimkinden daha kamildir. Dolayısıyla bizim onlara itiraz etme imkanımız yoktur.”

Peki aklının vahye olan nisbeti küçük çocuğun kendi aklına olan nisbetinden çok daha az olan bir kimse nasıl vahye itiraz edebilir?

İşin ucu şudur: Aklın ele aldığı meseleler ilim, zan ve vehmi kapsar. Vahyin bütün meseleleri ise haktır.

Peki kısıtlı, aciz ve hatalara maruz bir akıldan alınmış meseleler nerde, akılları yaratan ve onları bağışlayanın sözünden ve sıfatlarından alınmış meseleler nerde?!

35. Akıl isteklerinde ve emirlerinde verdiği hükümlerde ve haberlerinde şeriatin himayesi altındadır. Buna göre akıl vahyin talep (istek) ve haber kipiyle bildirdiği hususlarda hacir altındadır.

Aklı ile peygamberlerin emrine karşı çıkan bir kimsenin onlara ve getirdiklerine iman etmemesi anlamına geldiği gibi aklına dayanarak onların haberlerine karşı çıkanın durumu da böyledir. Kesinlikle her iki husus arasında bir fark yoktur.

Allah’ Teâlâ’nın kafirlerin akıllarına dayanarak onun emirlerine karşı çıktığını naklettiği gibi, onun verdiği haberlere akılları ile karşı çıkışlarını anlatması da bu hususa açıklık getirmektedir.

Birincisine örnek: Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:  Riba (faiz) yiyenler ancak şeytanın çarpmaktan dolayı kendilerini saraya düşürdüğü kimse gibi (kabirlerinden) kalkarlar. Bu onların: ‘Alışveriş de ancak riba gibidir’ demelerindendir. Halbuki Allah alışverişi helal, ribayı haram kılmıştır.” (Bakara, 275)

Böyle diyenler Allah’ın ribayı haram kılmasına, faiz ile alışverişi aynı gören akılları ile karşı çıktılar. Bu mücerred görüş ile nassa karşı çıkmaktır.

Yine akıllarına dayanarak onun kıbleyi değiştirme emrine karşı çıkıp şöyle dediler: “Eğer birinci kıble hak ise sen hakkı terketmiş oldun ve eğer batıl ise sen vaktiyle batıl üzere idin.”

Bunların önderi ve bu tarikatın şeyhi Allah’ın düşmanı İblistir. O aklını ileri sürerek Allah’ın emrine karşı çıkan ilk kişi ve aklın bunun aksini gerektirdiğini ileri sürendir.

İkincisine gelince, bu da Allah’ın verdiği haberlere akıl ile karşı çıkmaktır. Nitekim Allah Azze ve Celle ölümden sonra dirilişi inkar edenlerin bu hususta verdiği habere akılları ile karşı çıktıklarını bize naklederek şöyle buyurmaktadır:

Kendi yaratılışını unutarak bize bir misal getirip dedi ki: Çürümüş haldeki kemikleri kim diriltecek?” (Yasin, 78)

Allah Azze ve Celle bunların tevhide dair verdiği habere akılları ile karşı çıktıklarını, aynı şekilde nubuvvete dair verdiği haberlerle akıllarıyla karşı çıktıklarını vermiş olduğu bazı örneklerle akılları ile karşı çıktıklarını, rasûlünün peygamberliğine dair delillere akli bir surette karşı çıktıklarını haber vermektedir. Bu da onların şu sözleri ile dile getirilmiştir:

Ve dediler ki: ‘Bu Kur’an iki kasabanın birindeki büyük bir adama indirilmeli değil miydi?’” (Zuhruf, 31)

Şimdi birisi kalkıp bu karşı çıkışı allı pullu ifadelerle ortaya koyacak olursa, bu itirazın akli gerekçelerle nakle itiraz türünden olduğu görülür.

Nebî sallallahu aleyhi ve sellem’in peygamberliğinin delillerine de bir başka akli itiraz ile karşı çıkarak şöyle dediklerini bildirmektedir:

Bu nasıl peygamberdir ki yemek yer ve pazarlarda dolaşır. Onunla birlikte uyarıcı olmak üzere beraberinde bir melek indirilmeli değil miydi? Yahut ona bir hazine verilmeli veya mahsullerinden yiyeceği bir bahçesi olmalı değil miydi?” (Furkan, 7-8)

Yani eğer o gökleri ve yeri yaratanın rasûlü olsaydı, onu maişetini kazanmak maksadıyla çarşı-pazarlarda dolaşmaya muhtaç etmez, onu yemek yemek zorunda bırakmaz, onunla birlikte bir melek de gönderir ve üzerine kazanmak için çalışıp çabalamaya kendisini muhtaç bırakmayacak şekilde bir hazine indirilirdi.

Özetle peygamberlerin emirlerine ve haberlerine akli gerekçelerle karşı çıkmak kâfirlerin yoludur. Böyle yapanlar kendilerinden önce geçenlerin halefleridir. Onların selefleri de ne kötüydü, halefleri de ne kötü.

Müşrik ve kâfirlerin akılları ileri sürerek peygamberlere karşı çıkışları üzerinde düşünen bir kimse peygamberlerin Allah’a, sıfatlarına, onun mahlûkatı üzerindeki yüceliğine, meleklerle ve peygamberler ile konuşmalarına akıllarını ileri sürerek karşı çıkıp, bunu kabul etmeyenlerle Cehmiye’nin itirazlarından daha güçlü olduğunu görür.

Eğer daha güçlü olan o karşı çıkış bâtıl ise öbürlerininki daha da bâtıldır ve eğer bunların (Cehmiyye ve diğer hususları inkar edenlerin) karşı çıkışları doğru ise öbürlerinin itirazlarının doğru olması daha da öncelikle sözkonusudur. Bu onların reddedemeyecekleri bir husustur.

- Devam Edecek İnşaallah –

Meclislerin Keffareti

Meclislerin Keffareti
"Subhâneka'llâhumme ve bihamdik ve eşhedu en lâ ilâhe illâ ente estağfiruke ve etûbu ileyk" (Taberani 10/164, el-Elbânî Sahîhu'l-Câmi (4487)