41. Şüphesiz vahiy ile akıl arasında çelişki gören bir kimse delillerin eş değerde olduğunu da söylemiş olmaktadır. Çünkü sahih akıl yalan söylemez fakat vahiy ondan daha doğrudur.
Buna göre her ikisi de
doğru delillerdir. Eğer çatışacak olurlarsa (çatışmaları da) birbirine denktir.
Eğer bunlardan birisini diğerinin önüne geçirmeyecek olursa, şaşkınlık ve şüphe
içerisinde kalır.
Eğer birini diğerinin
önüne geçirirse bu sefer sahih olan delilin gereğini iptal etmiş ve onu delil
olmaktan çıkarmış olur. Böylece mutlaka şu iki halden birisini tercih
noktasında şaşırır kalır. Ya vahiy yahut akıl hakkında kötü zan besleyecek.
Hâlbuki ona göre akıl
vahyin esasıdır. Onun hakkında kötü zan beslemesine imkân yoktur. Bu sefer
vahye sözünü geçirecektir.
Kimi zaman onu tahrif
edecek, kimi zaman tevil edecek, kimi zaman yanlış anlayacak, kimi zaman
–mümkün olursa- red ve yalanlayacak –bu da sünnetin nasslarında olur- kimi
zaman aynı şeyi, tıpkı Rafızilerin aşırılarının, Karmatilerin birçoğunun ve
benzerlerinin yaptığı gibi Kur’an nassları hakkında ileri sürecek.
Bütün bunlar onların: “Sahih
akıl sarih vahiy ile çatışır” şeklindeki bozuk zanlarından ortaya
çıkmıştır.
İlim ve iman ehli
sem’i deliller ve nakil sahiblerine gelince onlara göre böyle bir varsayım imkânsızdır,
böyle bir varsayımı kabul etmek akıl ile peygamberlik ve risaletin subutuna
dair deliller arasında çatışma olduğunu varsaymak gibidir. Akıl ile yaratıcının
varlığı ve tevhidi ile ilgili delillerin çatıştığını varsaymak gibidir.
Akıl ile vahiy
arasında bir çatışmayı kabul etmek akıl ile yaratıcının varlığını, birliğini,
rasûllerinin risaletini kabul etmek arasında çatışma kabul etmeye benzer. İşte
bundan dolayı bu kaidenin sözü geçen bu asli hallerde geçerliliğini kabul
etmeyerek bu husustaki bütün meseleler aynı kabildendir demişlerdir.
42. Şüphesiz ki bunlar
vahye karşı çıkışlarında zayıf insanların akıllarını ve basiretlerini
büyüledikleri bir yol izlemişlerdir. Bunun neticesinde işin içinden çıkamayarak
bu söylediklerinin hak olduğu vehmine kapılmışlardır.
Bu konuda bu zayıf
akıllıların başına gelenler Musa’nın asasına sihirbazların karşı çıktıkları
vakit görenlerin gözlerine bunların hak olduğu vehmi uyandığında insanların
başına gelenlerin bir benzeri de bunların başına gelmiştir.
Bu akılcılar müteşabih
manalar ihtiva eden mücmel birtakım lafızlar kullandılar. Bu lafızlar çeşitli
ümmetlerin dillerinde pekçok manaya gelmektedir. Onlar bu lafızların anlamları
arasına diğer toplumların dilinden anlaşılan başka anlamları soktular. Sonra da
birini diğerinin üstüne kurdukları uzunca bir terkip ve telif dönemine
girdiler.
Bu hususta
alabildiğine düşündüler, ölçtüler, biçtiler. Düşünme ve ölçme, biçme işini
uzattıkça uzattılar. Daha sonra bu sözleri anlamayanların zihninde
söylediklerini alabildiğine büyüttüler ve dehşete düşürecek hale soktular.
Şüphesiz onların bu
sözlerinde birtakım incelikler ve kapalılıklar vardır. Çünkü kullandıkları
ifadelerde mücmel lafızlar ve müteşabih anlamlar vardır. İlim tahsil eden bir
kimse onlarla birlikte bu üsluba dalsa ve onlardan fıtratının kaçacağı sözler
işitse ve bu sebeple onlara itiraza koyulsa ona: Sen bunu anlayamazsın ya da bu
sana uygun değildir yahut bu devirler boyunca zihinlerin cilaladığı bir iştir.
Akıllar bunu kabul ve teslimiyet ile karşılamış, anlaşmazlık ve muhakeme
halinde buna başvurmuşlardır derler.
Bunun sonucunda
nefislerde kalan hamiyet ve ülfet o nefisleri bu gibi hususları gereği gibi
tahkik etmeden teslimiyetle karşılamaya ve onlara itirazı bırakmaya iter. Bunu
da bilgisi ve aklı az demesinler korkusuyla yaparak bunları teslimiyetle
karşılanması gereken değerler olarak ele alır.
Bunların gerektirdiği
sonuçlar ortaya çıkınca bu gerekleri de kabul etmekten başka bir çıkar yol
bulamaz. Bu gereklere bağlanmayı bunları gerektiren kuralları tenkit edip
çürütmekten daha kolay bulur.
İşte akılcılardan ve
akli ilimler üzerinde araştırma yapanlardan sapıtanların sapıklığının esası
budur.
Kör taklitçiye gelince
bunun bütün yapabildiği akılcılar böyle demişlerdir demekten ibarettir.
Bunların
sapıklıklarında bu derece ortaya çıkan bu durumu akıllıları ta baştan beri
kastetmiş değildir. Aksine onların maksadı ilim ve bilgileri tahsil etmek,
öğrenmekti. Fakat bunların elde edilmeleri gereken yol hususunda hata
ettiklerinden kendileri de saptılar, başkalarını da saptırdılar.
Hocamıza (İbn Teymiye rahimehullah’a)
bilgisi, aklı, yaşayışı ve maksadı olmasına rağmen doğru yolu şaşıran
önderlerinden birisi hakkında soru soruldu da şöyle dedi:
“O pek yüce bilgileri
nebevi yolların dışındaki yollardan öğrenmek istedi. İster istemez bu onu
felsefi yöntemlere götürdü.”
Ne kadar da güzel
söylemiştir. Şüphesiz yüksek bir hedefi uygun olmayan bir başka yoldan
gerçekleştirmek isteyen ancak onun zıttını elde edebilir.
O halde bunların ve
benzerlerinin sapıklıklarını açıkça ortaya koymak isteyen kimseye düşen görev
manasını iyice anlamadan, maksadını bilmeden mücmel herhangi bir lafızlarında
onlara muvafakat etmemelidir. Bunun sonucunda sözün akıl ile kavranılan bir tek
anlamı olur. Aynı mana hakkında red veya kabul sözkonusu olur. Müteşabih
(birden çok anlama gelebilen) ve mücmel bir lafız üzerinde konuşulmuş olmaz.
Bu ilke şeriatte de,
akılda da, dinde de, dünyada da faydalı bir ilkedir.
43. Allah Azze ve
Celle mü’minlere rasûlünün önüne geçmelerini, seslerini ondan fazla
yükseltmelerini, birbirlerine bağırıp çağırdıkları gibi ona da bağırmalarını
yasaklamış ve bu sebeple amellerinin boşa çıkmasından onları sakındırmış
bulunmaktadır:
“Ey iman edenler!
Allah’ın ve rasûlünün huzurunda öne geçmeyin ve Allah’tan korkun. Muhakkak
Allah çok iyi işitendir, çok iyi bilendir. Ey iman edenler sesinizi peygamberin
sesinden fazla yükseltmeyin.” (Hucurat, 1-2)
Allah Azze ve Celle,
peygamberin huzurunda öne geçmeyi yasakladığına göre bir kimsenin aklını onun
getirdiklerinin önüne geçirmesinden daha fazla bir ileri gitmekten
sözedilebilir mi?
Seleften birçok kişi
şöyle demiştir: “O söylemedikçe siz söylemeyin, o emretmedikçe siz yapmayın.”
Kesinlikle bilinen şu
ki kendisinin ya da bir başkasının aklını Allah rasûlünün getirdiğinin önüne
geçiren bir kimse insanlar arasında bu peygambere en çok isyankârlık yapan ve
onun huzurunda en çok ileri giden bir kimsedir.
Şanı yüce Allah onlara
seslerini onun sesinden fazla yükseltmelerini yasakladığına göre, akıllarıyla
kavradıklarını, onun sözünden ve getirdiklerinden daha üstün tutarlarsa durum
ne olur?
Kesinlikle bilinen
husus şu ki böyle bir işi onun döneminde ancak kâfirler ve münafıklar
yapıyorlardı. Allah’ın bizlere akıl ve görüşleriyle onun getirdiklerine karşı
çıktıklarını naklettiği kimseler onlardır. İşte bu karşı çıkış onlara
benzeyenlere miras kalmıştır.
Şanı yüce Allah
mü’minlere ibret, karşı çıkanlara da bir örnek olsun diye müşriklerin vahye
karşı çıkarken ileri sürdükleri akli örnekleri de sözkonusu etmiş
bulunmaktadır:
“Ta ki helak olan
kişi apaçık bir delil üzere helak olsun, hayatta kalan kişi de apaçık bir delil
üzere yaşasın. Şüphesiz ki Allah hakkıyla işitendir, herşeyi bilendir.”
(Enfal, 42)
44. Vahiy ile akıl
arasında çelişki gören, kitap ve sünnetin nasslarını –bunlara akıl diye isim
verenlerin- re’y ile reddeden kimselerin aklına muhalefet eden bu nassları
çürütmeye kalkışması ve onlara düşmanlık etmesi kaçınılmaz bir şeydir. Keşke bu
nasslar gelmeseydi diye arzu eder.
Bu nassları işittiği
vakit durumuna göre kalbi üzerinde bir ağırlık hisseder, kalbi bunlardan
rahatsız olur. Allah Teâlâ da kalblerinin bu durumunu bilir, kendileri de bunu
bilirler. Hatta Allah’ın: “Rahman arşa istiva etti.”
(Taha, 5) buyruğunu inkar etmesi ve bu buyruktan rahatsız olması Cehm b. Safvan’ın
şu sözleri söyleyecek kadar ileri gitmesine sebep olmuştur: “Bunu mushaftan
kazıyıp silmek imkanım olsaydı, kazır ve silerdim.”
Allah Teâlâ’nın: “Ve
Allah Musa ile konuştu.” (Nisa, 164) buyruğuna olan buğzu bir başka kişinin
bu âyeti tahrif ederek “Musa Allah ile özel bir şekilde konuştu”
anlamına gelecek şekilde “lafzatullah”ı (ötre yerine fetha ile okumuştur)
Yani Allah ile konuşan
ve ona hitap eden Musa (aleyhi's-selâm)’dır. Allah ise onunla konuşmamıştır.
Böyle diyen kimseye Ebu Amr b. el-Ala şöyle demiştir:
“Peki o halde yüce
Allah’ın: “Musa tayin ettiğimiz vakitte gelip ve Rabbi de onunla
konuşunca...” (Araf, 143) buyruğuna ne dersin?” deyince, Allah’ın
sıfatlarını kabul etmeyen kişi şaşırıp kaldı.
Benimle bunların ileri
gelenlerinden birisi arasında Allah’ın kelamı meselesinde bir tartışma cereyan
etmiştir. Şöyle dedi:
“Bizler de, ümmetin
diğer kesimleri de Kur’an Allah’ın kelamıdır diyoruz. Bu izafette (kelamın
Allah’a izafe edilmesinde) kimsenin bir muhalefeti yoktur. Fakat bunu kabul
etmek yüce Allah’ın bizzat mütekellim (konuşan) olmasını ve onun konuşuyor
olmasını gerektirmez. Siz bunu nereden çıkarıyorsunuz?” Bizim
arkadaşlarımızdan benimle beraber olanlardan birisi şu cevabı verdi:
“Nebî sallallahu
aleyhi ve sellem buyurdu ki: “Allah vahiy ile konuşunca...” (Ebû Dâvûd
4738)
Aişe (radıyallahu anha)
da şöyle demiştir: “Benim değerim, Allah’ın okunan bir vahiy ile benim hakkımda
konuşmasından daha düşük idi.” (Buhârî 7500, Muslim 2770)
Cehmi’nin yüzünü
astığını, ekşittiğini, acı acı güldüğünü ve o arkadaşından yüzünü çevirdiğini
gördüm. Tıpkı tiksinti veren bir koku alıp yüzünü başka bir tarafa çeviren
yahutta oldukça acı ve hoş olmayan bir şey yemiş gibi oldu.
Kendisine muhalif olan
hakkı yüzüne karşı söylediğiniz ve onun yüzüne bu hakkı çarptığınız vakit batıl
üzere olan herkesin devam edegelen hali budur.
Böyle bir sadme ile
ilk karşılaştığında basireti açılan kimse pek azdır. Bundan dolayı seleften
birisi şöyle demiştir: “Bir kimse bir bid’at ortaya koydu mu mutlaka hadisin o
tatlılığı kalbinden çıkar gider.”
Cehmiyye’nin ileri
gelenlerinden Bişr el-Merisi de şöyle demiştir: “Size karşı Kur’an ile delil
getirecek olurlarsa tevil yaparak onlara kelime oyunlarıyla cevap verin. Size
karşı peygamberden gelen haberleri delil gösterirlerse yalanlayarak onları
felcedin.”
45. Aklın vahiy ile
çatışmasını mümkün kabul etmek Allah Teâlâ’nın vahyi nitelendirdiği vasfın
zıttı ile nitelendirmeyi gerektirir.
Allah Teâlâ vahyi
doğru yolu gösterici (hidayet) olmakla nitelendirmiş, vahyin yolların en doğru
ve hakka en yakın olanına ilettiğini bildirmiştir. Şüphesiz ki dosdoğru yol iki
nokta arasındaki en kısa çizgidir. Ne kadar eğilip bükülürse o kadar uzaklaşır.
Allah Azze ve Celle
vahyin kalplerdeki (hastalık)lara bir şifa olduğunu haber vermektedir. Bu onun
kalplerde bulunan bilgisizlik, şüphe, şaşkınlık ve tereddüt gibi hastalıkları
şifaya kavuşturmasını da kapsar. Tıpkı hidayetin maksada ulaştırıcı olma
özelliğini de ihtiva etmesi gibi.
Hidayet kalpleri en
kısa yoldan maksat olan hakka ulaştırır. Şifa da kalplerdeki hakkı bilmeye ve
ona talip olmaya engel olan hastalıklarını giderir.
Bunun akla muhalif ve
onunla çatışan bir sözün niteliği olmasına imkan yoktur.
Allah Azze ve Celle aynı
şekilde şu buyruklarında olduğu gibi vahyin nur olduğunu da bildirmektedir: “İşte
ona iman edenler, onu yüceltenler, ona yardım edenler ve onunla indirilen nura
tabi olanlar. İşte onlar kurtuluşa erenlerin ta kendileridir.” (Araf, 157)
Bir başka yerde şöyle
buyurmaktadır: “Sana da böylece emrimizden bir ruh vahyettik. Kitabın da,
imanın da ne olduğunu bilmezdin fakat biz onu kendisiyle kullarımızdan
dilediğimizi hidayete ilettiğimiz bir nur kıldık.” (Şura, 52)
O kalplerdeki
bilgisizliğe ve şüpheye karşı bir şifa olduğu gibi, körlüğe karşı basiretler
için de bir nurdur.
Basiretlerin aklın
apaçık hükümlerine muhalif bir şey ile aydınlanması imkânsızdır. Çünkü akla
ancak karanlığı gerektiren şey aykırıdır.
Allah vahyin hak
olduğunu haber vermektedir. Apaçık akıl (değerleri) ise hakka muhalefet etmez. Allah
buyuruyor ki:
“Muhakkak biz sana
kitabı... hak olarak indirdik.” (Nisa, 105)
Bir başka yerde de
şöyle buyurmaktadır: “Andolsun ki hak sana Rabbinden gelmiştir. O halde
sakın şüphe edenlerden olma.” (Yunus, 94)
O halde vahyin hak
olması ona aykırı ve muhalif olanın makul (akla uygun) diye adlandırılması
batıl demektir. Şayet ona muhalif olan hak ise o vakit vahyin kendisinin batıl
olması gerekir. Eğer vahyin kendisi hak ise ona muhalif olan kesin olarak
batıldır.”
Allah Azze ve Celle
Kur’an-ı Kerim’in en doğru söz olduğunu da bildirerek şöyle buyurmaktadır:
“Allah’tan daha
doğru sözlü kim olabilir.” (Nisa, 122)
“Allah’tan daha
doğru sözlü kimdir.” (Nisa, 87)
Eğer Allah’ın sözü
akla muhalif olsaydı böyle olmazdı. Bu sapık ve saptırıcıların sözlerinin ondan
daha doğru olması gerekirdi.
Allah Teâlâ kalplerin
Kur’an ile huzur ve sükun bulduğunu da haber vermektedir. Yani cehaletin, şüphe
ve tereddütün verdiği huzursuzluktan kurtularak sukunet bulur. Tıpkı kalbin
doğrulukla rahat bulması, yalandan dolayı şüphe ve tereddüte kapılması gibi. Allah
Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
“Bunlar iman
edenlerdir, gönülleri Allah’ın zikriyle huzura kavuşanlardır. Haberiniz olsun
ki kalpler ancak Allah’ı anmakla huzur bulur.” (Rad, 28)
Şayet aklın apaçık hükümleri
arasında Kur’an’a muhalif şeyler bulunsaydı akıllıların kalpleri elbette onunla
huzur bulamazdı.
Aklı başında bir kimse
Kur’an üzerinde iyice düşünür ve Kur’an’a itiraz eden bu kimselerin de
sözlerini dikkatle incelerse açıkça şunu görür: Bütün şüphe ve tereddüt onların
sözlerinde, huzur ve sükûn Allah’ın ve Rasûlünün kelamındadır.
- Devam Edecek
İnşaallah –