Sözlerin en doğrusu Allah'ın kelamı, yolların en hayırlısı Muhammed Aleyhisselam'ın yoludur. Dinde her sonradan çıkarılan şey bidattir.Her bidat sapıklıktır ve her sapıklık da cehennemdedir (Muslim no: 867)

Duâ

Duâ

29 Haziran 2024 Cumartesi

Vahyi Akıl Süzgecinden Geçirme Fikrinin Çürütülmesi -9–

 41. Şüphesiz vahiy ile akıl arasında çelişki gören bir kimse delillerin eş değerde olduğunu da söylemiş olmaktadır. Çünkü sahih akıl yalan söylemez fakat vahiy ondan daha doğrudur.

Buna göre her ikisi de doğru delillerdir. Eğer çatışacak olurlarsa (çatışmaları da) birbirine denktir. Eğer bunlardan birisini diğerinin önüne geçirmeyecek olursa, şaşkınlık ve şüphe içerisinde kalır.

Eğer birini diğerinin önüne geçirirse bu sefer sahih olan delilin gereğini iptal etmiş ve onu delil olmaktan çıkarmış olur. Böylece mutlaka şu iki halden birisini tercih noktasında şaşırır kalır. Ya vahiy yahut akıl hakkında kötü zan besleyecek.

Hâlbuki ona göre akıl vahyin esasıdır. Onun hakkında kötü zan beslemesine imkân yoktur. Bu sefer vahye sözünü geçirecektir.

Kimi zaman onu tahrif edecek, kimi zaman tevil edecek, kimi zaman yanlış anlayacak, kimi zaman –mümkün olursa- red ve yalanlayacak –bu da sünnetin nasslarında olur- kimi zaman aynı şeyi, tıpkı Rafızilerin aşırılarının, Karmatilerin birçoğunun ve benzerlerinin yaptığı gibi Kur’an nassları hakkında ileri sürecek.

Bütün bunlar onların: “Sahih akıl sarih vahiy ile çatışır” şeklindeki bozuk zanlarından ortaya çıkmıştır.

İlim ve iman ehli sem’i deliller ve nakil sahiblerine gelince onlara göre böyle bir varsayım imkânsızdır, böyle bir varsayımı kabul etmek akıl ile peygamberlik ve risaletin subutuna dair deliller arasında çatışma olduğunu varsaymak gibidir. Akıl ile yaratıcının varlığı ve tevhidi ile ilgili delillerin çatıştığını varsaymak gibidir.

Akıl ile vahiy arasında bir çatışmayı kabul etmek akıl ile yaratıcının varlığını, birliğini, rasûllerinin risaletini kabul etmek arasında çatışma kabul etmeye benzer. İşte bundan dolayı bu kaidenin sözü geçen bu asli hallerde geçerliliğini kabul etmeyerek bu husustaki bütün meseleler aynı kabildendir demişlerdir.

42. Şüphesiz ki bunlar vahye karşı çıkışlarında zayıf insanların akıllarını ve basiretlerini büyüledikleri bir yol izlemişlerdir. Bunun neticesinde işin içinden çıkamayarak bu söylediklerinin hak olduğu vehmine kapılmışlardır.

Bu konuda bu zayıf akıllıların başına gelenler Musa’nın asasına sihirbazların karşı çıktıkları vakit görenlerin gözlerine bunların hak olduğu vehmi uyandığında insanların başına gelenlerin bir benzeri de bunların başına gelmiştir.

Bu akılcılar müteşabih manalar ihtiva eden mücmel birtakım lafızlar kullandılar. Bu lafızlar çeşitli ümmetlerin dillerinde pekçok manaya gelmektedir. Onlar bu lafızların anlamları arasına diğer toplumların dilinden anlaşılan başka anlamları soktular. Sonra da birini diğerinin üstüne kurdukları uzunca bir terkip ve telif dönemine girdiler.

Bu hususta alabildiğine düşündüler, ölçtüler, biçtiler. Düşünme ve ölçme, biçme işini uzattıkça uzattılar. Daha sonra bu sözleri anlamayanların zihninde söylediklerini alabildiğine büyüttüler ve dehşete düşürecek hale soktular.

Şüphesiz onların bu sözlerinde birtakım incelikler ve kapalılıklar vardır. Çünkü kullandıkları ifadelerde mücmel lafızlar ve müteşabih anlamlar vardır. İlim tahsil eden bir kimse onlarla birlikte bu üsluba dalsa ve onlardan fıtratının kaçacağı sözler işitse ve bu sebeple onlara itiraza koyulsa ona: Sen bunu anlayamazsın ya da bu sana uygun değildir yahut bu devirler boyunca zihinlerin cilaladığı bir iştir. Akıllar bunu kabul ve teslimiyet ile karşılamış, anlaşmazlık ve muhakeme halinde buna başvurmuşlardır derler.

Bunun sonucunda nefislerde kalan hamiyet ve ülfet o nefisleri bu gibi hususları gereği gibi tahkik etmeden teslimiyetle karşılamaya ve onlara itirazı bırakmaya iter. Bunu da bilgisi ve aklı az demesinler korkusuyla yaparak bunları teslimiyetle karşılanması gereken değerler olarak ele alır.

Bunların gerektirdiği sonuçlar ortaya çıkınca bu gerekleri de kabul etmekten başka bir çıkar yol bulamaz. Bu gereklere bağlanmayı bunları gerektiren kuralları tenkit edip çürütmekten daha kolay bulur.

İşte akılcılardan ve akli ilimler üzerinde araştırma yapanlardan sapıtanların sapıklığının esası budur.

Kör taklitçiye gelince bunun bütün yapabildiği akılcılar böyle demişlerdir demekten ibarettir.

Bunların sapıklıklarında bu derece ortaya çıkan bu durumu akıllıları ta baştan beri kastetmiş değildir. Aksine onların maksadı ilim ve bilgileri tahsil etmek, öğrenmekti. Fakat bunların elde edilmeleri gereken yol hususunda hata ettiklerinden kendileri de saptılar, başkalarını da saptırdılar.

Hocamıza (İbn Teymiye rahimehullah’a) bilgisi, aklı, yaşayışı ve maksadı olmasına rağmen doğru yolu şaşıran önderlerinden birisi hakkında soru soruldu da şöyle dedi:

“O pek yüce bilgileri nebevi yolların dışındaki yollardan öğrenmek istedi. İster istemez bu onu felsefi yöntemlere götürdü.”

Ne kadar da güzel söylemiştir. Şüphesiz yüksek bir hedefi uygun olmayan bir başka yoldan gerçekleştirmek isteyen ancak onun zıttını elde edebilir.

O halde bunların ve benzerlerinin sapıklıklarını açıkça ortaya koymak isteyen kimseye düşen görev manasını iyice anlamadan, maksadını bilmeden mücmel herhangi bir lafızlarında onlara muvafakat etmemelidir. Bunun sonucunda sözün akıl ile kavranılan bir tek anlamı olur. Aynı mana hakkında red veya kabul sözkonusu olur. Müteşabih (birden çok anlama gelebilen) ve mücmel bir lafız üzerinde konuşulmuş olmaz.

Bu ilke şeriatte de, akılda da, dinde de, dünyada da faydalı bir ilkedir.

43. Allah Azze ve Celle mü’minlere rasûlünün önüne geçmelerini, seslerini ondan fazla yükseltmelerini, birbirlerine bağırıp çağırdıkları gibi ona da bağırmalarını yasaklamış ve bu sebeple amellerinin boşa çıkmasından onları sakındırmış bulunmaktadır:

Ey iman edenler! Allah’ın ve rasûlünün huzurunda öne geçmeyin ve Allah’tan korkun. Muhakkak Allah çok iyi işitendir, çok iyi bilendir. Ey iman edenler sesinizi peygamberin sesinden fazla yükseltmeyin.” (Hucurat, 1-2)

Allah Azze ve Celle, peygamberin huzurunda öne geçmeyi yasakladığına göre bir kimsenin aklını onun getirdiklerinin önüne geçirmesinden daha fazla bir ileri gitmekten sözedilebilir mi?

Seleften birçok kişi şöyle demiştir: “O söylemedikçe siz söylemeyin, o emretmedikçe siz yapmayın.”

Kesinlikle bilinen şu ki kendisinin ya da bir başkasının aklını Allah rasûlünün getirdiğinin önüne geçiren bir kimse insanlar arasında bu peygambere en çok isyankârlık yapan ve onun huzurunda en çok ileri giden bir kimsedir.

Şanı yüce Allah onlara seslerini onun sesinden fazla yükseltmelerini yasakladığına göre, akıllarıyla kavradıklarını, onun sözünden ve getirdiklerinden daha üstün tutarlarsa durum ne olur?

Kesinlikle bilinen husus şu ki böyle bir işi onun döneminde ancak kâfirler ve münafıklar yapıyorlardı. Allah’ın bizlere akıl ve görüşleriyle onun getirdiklerine karşı çıktıklarını naklettiği kimseler onlardır. İşte bu karşı çıkış onlara benzeyenlere miras kalmıştır.

Şanı yüce Allah mü’minlere ibret, karşı çıkanlara da bir örnek olsun diye müşriklerin vahye karşı çıkarken ileri sürdükleri akli örnekleri de sözkonusu etmiş bulunmaktadır:

Ta ki helak olan kişi apaçık bir delil üzere helak olsun, hayatta kalan kişi de apaçık bir delil üzere yaşasın. Şüphesiz ki Allah hakkıyla işitendir, herşeyi bilendir.” (Enfal, 42)

44. Vahiy ile akıl arasında çelişki gören, kitap ve sünnetin nasslarını –bunlara akıl diye isim verenlerin- re’y ile reddeden kimselerin aklına muhalefet eden bu nassları çürütmeye kalkışması ve onlara düşmanlık etmesi kaçınılmaz bir şeydir. Keşke bu nasslar gelmeseydi diye arzu eder.

Bu nassları işittiği vakit durumuna göre kalbi üzerinde bir ağırlık hisseder, kalbi bunlardan rahatsız olur. Allah Teâlâ da kalblerinin bu durumunu bilir, kendileri de bunu bilirler. Hatta Allah’ın: Rahman arşa istiva etti.” (Taha, 5) buyruğunu inkar etmesi ve bu buyruktan rahatsız olması Cehm b. Safvan’ın şu sözleri söyleyecek kadar ileri gitmesine sebep olmuştur: “Bunu mushaftan kazıyıp silmek imkanım olsaydı, kazır ve silerdim.”

Allah Teâlâ’nın: “Ve Allah Musa ile konuştu.” (Nisa, 164) buyruğuna olan buğzu bir başka kişinin bu âyeti tahrif ederek “Musa Allah ile özel bir şekilde konuştu” anlamına gelecek şekilde “lafzatullah”ı (ötre yerine fetha ile okumuştur)

Yani Allah ile konuşan ve ona hitap eden Musa (aleyhi's-selâm)’dır. Allah ise onunla konuşmamıştır. Böyle diyen kimseye Ebu Amr b. el-Ala şöyle demiştir:

“Peki o halde yüce Allah’ın: Musa tayin ettiğimiz vakitte gelip ve Rabbi de onunla konuşunca...” (Araf, 143) buyruğuna ne dersin?” deyince, Allah’ın sıfatlarını kabul etmeyen kişi şaşırıp kaldı.

Benimle bunların ileri gelenlerinden birisi arasında Allah’ın kelamı meselesinde bir tartışma cereyan etmiştir. Şöyle dedi:

Bizler de, ümmetin diğer kesimleri de Kur’an Allah’ın kelamıdır diyoruz. Bu izafette (kelamın Allah’a izafe edilmesinde) kimsenin bir muhalefeti yoktur. Fakat bunu kabul etmek yüce Allah’ın bizzat mütekellim (konuşan) olmasını ve onun konuşuyor olmasını gerektirmez. Siz bunu nereden çıkarıyorsunuz?” Bizim arkadaşlarımızdan benimle beraber olanlardan birisi şu cevabı verdi:

“Nebî sallallahu aleyhi ve sellem buyurdu ki: “Allah vahiy ile konuşunca...” (Ebû Dâvûd 4738)

Aişe (radıyallahu anha) da şöyle demiştir: “Benim değerim, Allah’ın okunan bir vahiy ile benim hakkımda konuşmasından daha düşük idi.” (Buhârî 7500, Muslim 2770)

Cehmi’nin yüzünü astığını, ekşittiğini, acı acı güldüğünü ve o arkadaşından yüzünü çevirdiğini gördüm. Tıpkı tiksinti veren bir koku alıp yüzünü başka bir tarafa çeviren yahutta oldukça acı ve hoş olmayan bir şey yemiş gibi oldu.

Kendisine muhalif olan hakkı yüzüne karşı söylediğiniz ve onun yüzüne bu hakkı çarptığınız vakit batıl üzere olan herkesin devam edegelen hali budur.

Böyle bir sadme ile ilk karşılaştığında basireti açılan kimse pek azdır. Bundan dolayı seleften birisi şöyle demiştir: “Bir kimse bir bid’at ortaya koydu mu mutlaka hadisin o tatlılığı kalbinden çıkar gider.”

Cehmiyye’nin ileri gelenlerinden Bişr el-Merisi de şöyle demiştir: “Size karşı Kur’an ile delil getirecek olurlarsa tevil yaparak onlara kelime oyunlarıyla cevap verin. Size karşı peygamberden gelen haberleri delil gösterirlerse yalanlayarak onları felcedin.”

45. Aklın vahiy ile çatışmasını mümkün kabul etmek Allah Teâlâ’nın vahyi nitelendirdiği vasfın zıttı ile nitelendirmeyi gerektirir.

Allah Teâlâ vahyi doğru yolu gösterici (hidayet) olmakla nitelendirmiş, vahyin yolların en doğru ve hakka en yakın olanına ilettiğini bildirmiştir. Şüphesiz ki dosdoğru yol iki nokta arasındaki en kısa çizgidir. Ne kadar eğilip bükülürse o kadar uzaklaşır.

Allah Azze ve Celle vahyin kalplerdeki (hastalık)lara bir şifa olduğunu haber vermektedir. Bu onun kalplerde bulunan bilgisizlik, şüphe, şaşkınlık ve tereddüt gibi hastalıkları şifaya kavuşturmasını da kapsar. Tıpkı hidayetin maksada ulaştırıcı olma özelliğini de ihtiva etmesi gibi.

Hidayet kalpleri en kısa yoldan maksat olan hakka ulaştırır. Şifa da kalplerdeki hakkı bilmeye ve ona talip olmaya engel olan hastalıklarını giderir.

Bunun akla muhalif ve onunla çatışan bir sözün niteliği olmasına imkan yoktur.

Allah Azze ve Celle aynı şekilde şu buyruklarında olduğu gibi vahyin nur olduğunu da bildirmektedir: “İşte ona iman edenler, onu yüceltenler, ona yardım edenler ve onunla indirilen nura tabi olanlar. İşte onlar kurtuluşa erenlerin ta kendileridir.” (Araf, 157)

Bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: “Sana da böylece emrimizden bir ruh vahyettik. Kitabın da, imanın da ne olduğunu bilmezdin fakat biz onu kendisiyle kullarımızdan dilediğimizi hidayete ilettiğimiz bir nur kıldık.” (Şura, 52)

O kalplerdeki bilgisizliğe ve şüpheye karşı bir şifa olduğu gibi, körlüğe karşı basiretler için de bir nurdur.

Basiretlerin aklın apaçık hükümlerine muhalif bir şey ile aydınlanması imkânsızdır. Çünkü akla ancak karanlığı gerektiren şey aykırıdır.

Allah vahyin hak olduğunu haber vermektedir. Apaçık akıl (değerleri) ise hakka muhalefet etmez. Allah buyuruyor ki:

Muhakkak biz sana kitabı... hak olarak indirdik.” (Nisa, 105)

Bir başka yerde de şöyle buyurmaktadır: “Andolsun ki hak sana Rabbinden gelmiştir. O halde sakın şüphe edenlerden olma.” (Yunus, 94)

O halde vahyin hak olması ona aykırı ve muhalif olanın makul (akla uygun) diye adlandırılması batıl demektir. Şayet ona muhalif olan hak ise o vakit vahyin kendisinin batıl olması gerekir. Eğer vahyin kendisi hak ise ona muhalif olan kesin olarak batıldır.”

Allah Azze ve Celle Kur’an-ı Kerim’in en doğru söz olduğunu da bildirerek şöyle buyurmaktadır:

Allah’tan daha doğru sözlü kim olabilir.” (Nisa, 122)

“Allah’tan daha doğru sözlü kimdir.” (Nisa, 87)

Eğer Allah’ın sözü akla muhalif olsaydı böyle olmazdı. Bu sapık ve saptırıcıların sözlerinin ondan daha doğru olması gerekirdi.

Allah Teâlâ kalplerin Kur’an ile huzur ve sükun bulduğunu da haber vermektedir. Yani cehaletin, şüphe ve tereddütün verdiği huzursuzluktan kurtularak sukunet bulur. Tıpkı kalbin doğrulukla rahat bulması, yalandan dolayı şüphe ve tereddüte kapılması gibi. Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:

Bunlar iman edenlerdir, gönülleri Allah’ın zikriyle huzura kavuşanlardır. Haberiniz olsun ki kalpler ancak Allah’ı anmakla huzur bulur.” (Rad, 28)

Şayet aklın apaçık hükümleri arasında Kur’an’a muhalif şeyler bulunsaydı akıllıların kalpleri elbette onunla huzur bulamazdı.

Aklı başında bir kimse Kur’an üzerinde iyice düşünür ve Kur’an’a itiraz eden bu kimselerin de sözlerini dikkatle incelerse açıkça şunu görür: Bütün şüphe ve tereddüt onların sözlerinde, huzur ve sükûn Allah’ın ve Rasûlünün kelamındadır.

- Devam Edecek İnşaallah –

Meclislerin Keffareti

Meclislerin Keffareti
"Subhâneka'llâhumme ve bihamdik ve eşhedu en lâ ilâhe illâ ente estağfiruke ve etûbu ileyk" (Taberani 10/164, el-Elbânî Sahîhu'l-Câmi (4487)