Hatırlatma: İbn Kayyım rahimehullah’ın Savaiku’l-Mursele kitabından özetlenerek tercüme edilip aktarılacak olan bu yazı dizisi boyunca kullanılacak tabirlerden “nakil” veya “sem’î delil” sözleriyle kastedilen vahiydir, yani Kur’ân ve Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’den sahih olarak gelen hadisleridir.
1. Herşeyden önce “Biz nakle (kitap ve
sünnete) öncelik verecek olursak, aklın temelini de tenkid etmiş olmamız gerekir.”
sözleri kabul edilemez.
Çünkü “Akıl, naklin
esasıdır” sözüyle kastedilen ya naklin sabit olması için aklın bir esas olduğu
ya da bizim naklin sıhhatini bilmemiz için aklın bir esas olduğudur.
Birincisini (yani “Naklin
sabit olması için akıl bir esastır” sözünü) aklı başında bir kimse
söyleyemez. Çünkü sabit olan bir hususun doğruluğu, bizim onu bilmemize bağlı
değildir. Bizim hakikatleri bilmeyişimiz, onların sabit olmadıklarını göstermez.
Doğru sözlü ve sözü
tasdik edilenin (Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’in) bildirdikleri
bizatihi sabit olan şeylerdir. Bizim bunu aklımızla bilip bilmememiz farketmez.
İnsanların onu doğru kabul edip etmeyişleri de durumu değiştirmez. Tıpkı
yalanlayıcıların yalanlamasına rağmen Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in
risaletinin hak oluşu gibi ve tıpkı biz akıllarımızla ister bilelim, ister
bilmeyelim Rab Azze ve Celle’nin varlığının, isim ve sıfatlarının sabit oluşu
gibi.
Bu hakkın böyle
olmasının bilgimiz ve aklımız bir tarafa, varlığımızla dahi ilgisi yoktur.
Allah tarafından indirilmiş
olan şeriatin bizim bilmemize ve aklımıza ihtiyacı yoktur. Ona muhtaç olan
bizleriz. Aklımızla onu bilmeye bizim ihtiyacımız vardır. Akıl bunu bildiği
takdirde daha önce sahip olmadığı bir mükemmelliğe ulaşır. Eğer bunu bilmeyecek
olursa eksik ve cahil olur.
Şayet “Akıl naklin
esasıdır” diyen kimsenin maksadı, aklın, vahyin delillerini bilişimizde bir
esas olduğunu ve sıhhatine dair bir delil olduğunu anlatmak ise o zaman ona
şöyle denilir:
Acaba burada akıldan
maksat içimizde gizli bulunan güç ve güdü müdür? Yoksa o güç ile elde edilen bilgiler midir?
Birincisini kastetmiş
olamazsınız, kastetmiş olmanıza da imkân yoktur. Çünkü bizdeki bu güç, nakil
ile çatışması mümkün olabilecek bir ilim değildir.
Aklî ya da naklî
herbir ilmin öğrenilmesi için bu gücün varlığı şart olsa dahi bu böyledir. Bir
şey için şart olan bir hususun aynı zamanda o şeye aykırı olması da imkânsızdır.
Şayet akıldan kastınız
akıl ile elde edilen bilgi ve marifet ise şunu söyleriz:
Akıl ile bilinen
herbir şey vahiy için bir asıl ve onun doğruluğunun delili olamaz. Çünkü aklî
bilgiler sayılamayacak kadar çoktur. Sem’î bir delilin sıhhatini bilmek ise
nihayet rasûlün doğruluğunun kendileri vasıtası ile bilinebileceği aklî
önermelere bağlıdır. Yoksa aklî bütün ilimler ile rasûlün doğruluğu bilinemez.
Aksine bu onun doğruluğuna delalet edecek belgeler ve kesin deliller ile
bilinir.
Böylece bütün aklî
bilgilerin nakil için esas olmadığı ortaya çıkmaktadır.
Bu, vahyin
bilinmesinin akla bağlı olduğu anlamında olmadığı gibi aynı zamanda sem’î
bilginin sabit olmasının akla bağlı olması anlamında da değildir.
Rasûlün doğruluğunu
bilmek için gerekli olan aklî bilgiler pek kolaydır. Üstelik onun doğruluğunu
bilmenin çok ve çeşitli yolları da vardır. Şu halde vahye aykırı olan aklî
bilgiler, vahyin doğruluğunu gösteren ilimden değilse, bu konudaki tenkitler
vahyin aslına yönelik tenkitler olmaz. Bu da Allah’a hamdolsun ki apaçık bir
gerçektir.
Diğer taraftan aklî
birtakım bilgilere eleştiri, onların hepsini eleştirmek demek değildir. Aynı
şekilde bazı sem’î delilleri tenkid etmek, hepsini tenkid anlamına gelmez.
Dolayısıyla bizim vahyi bilmemizin üzerinde bina edileceği aklî bilgilerin
doğruluğu diğer aklî bilgilerin doğruluğunu gerektirmediği gibi bunların bir
kısmının yanlışlığı ötekilerinin de yanlışlığını gerektirmez.
O halde genel olarak akıl
ile bilindiği söylenen şeylere göre vahyi öncelemek, aklın esasını tenkit etmek
demek değildir.
2. Şöyle denilir: Akıl
rasûlün doğruluğunu ve onun haber verdiklerinin sabit oluşunu ya bizzat bilir
yahut da bunu bilmez.
Eğer bizzat bunu bilmiyor
ise bu hususta çelişki sözkonusu olmaz. Çünkü eğer aklî olan şey, bilinen bir
şey ise bilinen ve bilinmeyen bir şeyin çatışması sözkonusu değildir. Şayet
bilinen bir şey değil ise bilinmeyen iki şeyin birbirleriyle çatışması
düşünülemez.
Eğer rasûlün doğru
söylediğini biliyor ise rasûlün haber verdiği şeyin bizzat sabit olduğunu
bilmemesine imkan kalmaz. Şayet o hususu onun haber verdiğini bilip de onun
doğru söylediğini de bilecek olursa zorunlu olarak haber verdiği şeyin sabit
olduğunu da bilmesi gerekir.
Durum böyle ise
rasûlün haber verdiği husus ile çatışan herhangi bir delile sahip olması ve bu
çatışan delilin öncelenmesi imkansız bir şey olur.
3. Böyle birisine: “Bu
hususta onu tasdik etme” denilecek olursa o vakit bu kendisi ile
doğruluğunu bildiği husus ile çelişen bir emir olur ve aynı zamanda o rasûlün
haberinden hiçbir şeye güvenmemesini gerektiren bir emir olur. Çünkü herhangi
bir haberde onun yalan ya da yanlış söylemesini kabul edecek olursa başka
haberlerde de bunun mümkün olabileceğini kabul eder.
İşte bundan dolayı bu
yolu izleyen kimseler sonunda Allah Azze ve Celle’nin sıfatları ve fiilleri ile
alakalı verilen haberlerde rasûlden gelen herhangi bir şeyden faydalanmama
noktasına ulaşmışlardır. Hatta bazıları ahiret günü ile alakalı haberlerden
dahi istifade edememişlerdir. Çünkü onlar bu tür haberlerin üç çeşit olduğuna
inanırlar:
“Bir çeşidinin
reddedilmesi ve yalanlanması vaciptir, bir çeşidinin tevil edilmesi ve hakiki
anlamının dışına çıkartılması vaciptir, bir çeşidin de kabul edilmesi
sözkonusudur.”
Bu hususta onların dayanak kabul edecekleri
asıl bir ilkeleri yoktur. Aksine onlardan kimisi: “Aklının kabul ettiğini
sen de kabul et, aklının kabul etmediğini sen de reddet” der. Bir diğeri (keşif
iddia eden Sufiler) “Keşfin ile tespit edebildiğin şeyi kabul et, böyle
olmayan bir şeyi kabul etme” der.
Ulûhiyete dair
meseleler ile rububiyeti tanımak hususlarında bunlara göre rasûlün varlığı ile
yokluğu arasında bir fark yoktur. Hatta onların görüşlerine ve kabul ettikleri
esas ilkelere göre varlığı yokluğundan daha da zararlıdır. Çünkü onlar bu
hususta rasûlden herhangi bir bilgi öğrenemezler. Aksine onun getirdiklerini ya
yalanlamak yahut te’vil, yahut da yüz çevirmek ve başkalarına havale etmek
suretiyle onun getirdiklerini bertaraf etme ihtiyacını duymuşlardır.
Eğer: “Çelişki,
akıl ile rasûlün bizzat haber verdiği şeyler arasında değil, akıl ile lafzın
zahirinden anlaşılanlar arasındadır. O halde çelişki akıl ile delil olmadığı
halde delil gibi görünen şey arasındadır. (Hadiste) İsnad ya da metin
itibariyle öncesinde yer alan bazı hususların zanna yol açmaları sebebiyle bu
zannî bir delildir” denilecek olursa, şöyle cevap verilir:
Bu meselenin şeklini
ortadan kaldırır ve büsbütün farklı bir hale dönüştürür. O takdirde mesele şu
hali alır: Aklî delil ile sahih olmayan bir delil çatışacak olursa aklî delilin
öncelenmesi gerekir.
Ancak böyle bir sözü
söylemenin faydası yoktur ve bu bir neticeye götürmez. Aklı başında olan herkes
bilir ki delil, delil olamayan şey sebebiyle bırakılmaz.
Diğer taraftan şöyle
denilir: Sem’i delilin, aslında delil olabilecek derecede olmadığını, hatta
onun delil olduğuna inanmanın cahillik olduğunu açıklarsanız, yahut yine hakikatte
hadis uydurma bir haber olmasından dolayı veya sahih olsa da, herhangi bir
açıdan çelişkiye delalet etmediğinden;
delil olduğu zannedilen şeyin delil olmadığını açıklarsanız, çelişkiyi
ortaya koyup bu iki tür arasında öncelik kabul ettiğinizde, siz de mutlu
olursunuz, bizi de memnun edersiniz.
Şüphesiz Rasulullah
sallallahu aleyhi ve sellem adına uydurulmuş sözleri bizler, sizden daha fazla
reddederiz ve taşıdığı batıl manaları sizden daha ileri derecede iptal ederiz.
Buna biz daha layığız.
Şayet sem’î delil
bizatihi sahih olmakla ve yine bizatihi maksada açıkça delalet ediyor ise o
takdirde ona karşı görülen aklî değerlendirmeler ancak bozuk birtakım hayal
mahsulü şeyler yahut da yalana dayalı birtakım önermeler olurlar.
Aklı başında olan bir
kimse hakkıyla bunlar üzerinde düşünecek ve sonuna kadar işi götürecek olursa
esasen bunların bizzat aklın apaçık hükümlerine muhalif olduklarını da görür.
İşte bu delaleti sahih sem’î herbir delile
muhalif olan herbir aklî delil hakkında sabit olan bir durumdur.
Buna göre aklî delil adı verilen böyle bir
delili eğer sem’î delil ile çatışacak olursa, bu akli delil olduğu söylenen
şeyin bozukluğu ve batıl oluşu sebebiyle bir kenara atılması gerekir.
Böyle bir aklî delilin
sağladığı bilginin batıl olduğunu açıklamak için küllî ve cüz’î olmak üzere iki
yol vardır.
Küllî yol: Sahih ve
açık sem’î bir delile muhalefet eden herbir aklî delil bizatihi batıldır. Onun
önermeleri üzerinde düşünmeden önce bile o akla muhaliftir.
Cüz’î olana gelince:
Sem’î delil ile çatıştığı kabul edilen bütün hususlar üzerinde düşünülecek
olursa sonunda bunların yine aklın apaçık hükmü gereğince bâtıl birtakım
önermelere vardığı görülür fakat bunları hasta olan kimseler yine kendileri
gibi hasta olan başkalarından nakledegelmiş, sonunda bunları aklî birer yargı
zannetmişlerdir. Hakikatte ise bunlar cehalet üstüne cehalettirler.
O vakit yapılması
gereken sıhhati bilindiğinden ötürü sem’i delile öncelik tanımaktır. Onunla
çatışan ise ya batıl olduğu bilinen bir yargıdır yahut da doğru olduğu
bilinmemektedir. Bu da böyle bir iddianın en iyi durumudur.
4. Sem’î delil
hakkında; bizatihi delil olmadığı halde, hatta onun delaletine inanmanın iddia
ettiğiniz akla aykırı olması sebebiyle cahillik olduğuna inanılırsa, o takdirde
rasûllerin getirdiklerini tasdik eden, rasûllere uyan kimselerin de sizin aklî
delillerinizin bizatihi delil olmadığına ve onların delil olduğuna inanmanın
cahillik olduğuna inanmaları mümkün olur. Sizin sem’î delilleri eleştirdiğiniz
gibi, onlar da sizin delillerinizi eleştirirler.
Diğer taraftan onların
bu durumu birçok bakımdan tercih edilir ve onlar böyle bir iddiada size göre
daha iyi bir halde olurlar ve daha çok mazur görülebilirler.
5. Şöyle denilebilir:
Şeriatın ve aklın çatıştığı varsayılacak olursa hiç şüphesiz şeriatin
öncelenmesi gerekir. Çünkü akıl şeriati tasdik etmiştir. Onun şeriati tasdik
etmesinin zorunlu bir sonucu da verdiği haberi kabul etmektir. Şeriat ise aklı
haber verdiği herbir hususta tasdik etmez. Aynı şekilde şeriatin doğruluğunu
bilmek de aklın verdiği herbir habere bağlı değildir.
Böyle bir yol
izlemenin, onların izledikleri yoldan daha doğru olduğu bilinen bir husustur.
Nitekim kimi iman ehli
şöyle demiştir: “Sana rasûlün doğru söylediğini onun sözlerinin anlamlarını
öğretmesi, sonra da seni rasûlün söyledikleriyle başbaşa bırakması akıldan pay
olarak sana yeter.”
Bir başkası şöyle
demiştir: “Akıl rasûlü yönetime geçiren sonra da kendi kendisini görevden
azleden bir sultandır.”
Diğer taraftan akıl,
rasûlün haber verdiği hususlarda tasdik edilmesini, verdiği emirlerde de ona
itaat edilmesini gerektirmektedir.
Bir diğer sebep de
şudur: Akıl rasûlün doğru söylediğine genel ve mutlak bir şekilde delalet
etmektedir. Fakat kendisinin ortaya koyduğu hükümlerin doğruluğuna genel olarak
delalet etmemektedir.
Bir başka sebep: Akıl
hissin yanılması gibi yanılır. Hatta onun yanılmaları hissin yanılmalarından
çok daha fazladır.
Hissin hükmü,
hükümlerin en güçlülerinden olduğuna göre bununla birlikte birtakım hatalara ve
yanılmalara maruz kaldığına göre ya akıl hakkında ne düşünülebilir?
- Devam Edecek
İnşaallah -