Sözlerin en doğrusu Allah'ın kelamı, yolların en hayırlısı Muhammed Aleyhisselam'ın yoludur. Dinde her sonradan çıkarılan şey bidattir.Her bidat sapıklıktır ve her sapıklık da cehennemdedir (Muslim no: 867)

Duâ

Duâ

29 Haziran 2024 Cumartesi

Vahyi Akıl Süzgecinden Geçirme Fikrinin Çürütülmesi -1 –

Hatırlatma: İbn Kayyım rahimehullah’ın Savaiku’l-Mursele kitabından özetlenerek tercüme edilip aktarılacak olan bu yazı dizisi boyunca kullanılacak tabirlerden “nakil” veya “sem’î delil” sözleriyle kastedilen vahiydir, yani Kur’ân ve Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’den sahih olarak gelen hadisleridir.

  1. Herşeyden önce “Biz nakle (kitap ve sünnete) öncelik verecek olursak, aklın temelini de tenkid etmiş olmamız gerekir.” sözleri kabul edilemez.

Çünkü “Akıl, naklin esasıdır” sözüyle kastedilen ya naklin sabit olması için aklın bir esas olduğu ya da bizim naklin sıhhatini bilmemiz için aklın bir esas olduğudur.

Birincisini (yani “Naklin sabit olması için akıl bir esastır” sözünü) aklı başında bir kimse söyleyemez. Çünkü sabit olan bir hususun doğruluğu, bizim onu bilmemize bağlı değildir. Bizim hakikatleri bilmeyişimiz, onların sabit olmadıklarını göstermez.

Doğru sözlü ve sözü tasdik edilenin (Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’in) bildirdikleri bizatihi sabit olan şeylerdir. Bizim bunu aklımızla bilip bilmememiz farketmez. İnsanların onu doğru kabul edip etmeyişleri de durumu değiştirmez. Tıpkı yalanlayıcıların yalanlamasına rağmen Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in risaletinin hak oluşu gibi ve tıpkı biz akıllarımızla ister bilelim, ister bilmeyelim Rab Azze ve Celle’nin varlığının, isim ve sıfatlarının sabit oluşu gibi.

Bu hakkın böyle olmasının bilgimiz ve aklımız bir tarafa, varlığımızla dahi ilgisi yoktur.

Allah tarafından indirilmiş olan şeriatin bizim bilmemize ve aklımıza ihtiyacı yoktur. Ona muhtaç olan bizleriz. Aklımızla onu bilmeye bizim ihtiyacımız vardır. Akıl bunu bildiği takdirde daha önce sahip olmadığı bir mükemmelliğe ulaşır. Eğer bunu bilmeyecek olursa eksik ve cahil olur.

Şayet “Akıl naklin esasıdır” diyen kimsenin maksadı, aklın, vahyin delillerini bilişimizde bir esas olduğunu ve sıhhatine dair bir delil olduğunu anlatmak ise o zaman ona şöyle denilir:

Acaba burada akıldan maksat içimizde gizli bulunan güç ve güdü müdür?  Yoksa o güç ile elde edilen bilgiler midir?

Birincisini kastetmiş olamazsınız, kastetmiş olmanıza da imkân yoktur. Çünkü bizdeki bu güç, nakil ile çatışması mümkün olabilecek bir ilim değildir.

Aklî ya da naklî herbir ilmin öğrenilmesi için bu gücün varlığı şart olsa dahi bu böyledir. Bir şey için şart olan bir hususun aynı zamanda o şeye aykırı olması da imkânsızdır.

Şayet akıldan kastınız akıl ile elde edilen bilgi ve marifet ise şunu söyleriz:

Akıl ile bilinen herbir şey vahiy için bir asıl ve onun doğruluğunun delili olamaz. Çünkü aklî bilgiler sayılamayacak kadar çoktur. Sem’î bir delilin sıhhatini bilmek ise nihayet rasûlün doğruluğunun kendileri vasıtası ile bilinebileceği aklî önermelere bağlıdır. Yoksa aklî bütün ilimler ile rasûlün doğruluğu bilinemez. Aksine bu onun doğruluğuna delalet edecek belgeler ve kesin deliller ile bilinir.

Böylece bütün aklî bilgilerin nakil için esas olmadığı ortaya çıkmaktadır.

Bu, vahyin bilinmesinin akla bağlı olduğu anlamında olmadığı gibi aynı zamanda sem’î bilginin sabit olmasının akla bağlı olması anlamında da değildir.

Rasûlün doğruluğunu bilmek için gerekli olan aklî bilgiler pek kolaydır. Üstelik onun doğruluğunu bilmenin çok ve çeşitli yolları da vardır. Şu halde vahye aykırı olan aklî bilgiler, vahyin doğruluğunu gösteren ilimden değilse, bu konudaki tenkitler vahyin aslına yönelik tenkitler olmaz. Bu da Allah’a hamdolsun ki apaçık bir gerçektir.

Diğer taraftan aklî birtakım bilgilere eleştiri, onların hepsini eleştirmek demek değildir. Aynı şekilde bazı sem’î delilleri tenkid etmek, hepsini tenkid anlamına gelmez. Dolayısıyla bizim vahyi bilmemizin üzerinde bina edileceği aklî bilgilerin doğruluğu diğer aklî bilgilerin doğruluğunu gerektirmediği gibi bunların bir kısmının yanlışlığı ötekilerinin de yanlışlığını gerektirmez.

O halde genel olarak akıl ile bilindiği söylenen şeylere göre vahyi öncelemek, aklın esasını tenkit etmek demek değildir.

2. Şöyle denilir: Akıl rasûlün doğruluğunu ve onun haber verdiklerinin sabit oluşunu ya bizzat bilir yahut da bunu bilmez.

Eğer bizzat bunu bilmiyor ise bu hususta çelişki sözkonusu olmaz. Çünkü eğer aklî olan şey, bilinen bir şey ise bilinen ve bilinmeyen bir şeyin çatışması sözkonusu değildir. Şayet bilinen bir şey değil ise bilinmeyen iki şeyin birbirleriyle çatışması düşünülemez.

Eğer rasûlün doğru söylediğini biliyor ise rasûlün haber verdiği şeyin bizzat sabit olduğunu bilmemesine imkan kalmaz. Şayet o hususu onun haber verdiğini bilip de onun doğru söylediğini de bilecek olursa zorunlu olarak haber verdiği şeyin sabit olduğunu da bilmesi gerekir.

Durum böyle ise rasûlün haber verdiği husus ile çatışan herhangi bir delile sahip olması ve bu çatışan delilin öncelenmesi imkansız bir şey olur.

3. Böyle birisine: “Bu hususta onu tasdik etme” denilecek olursa o vakit bu kendisi ile doğruluğunu bildiği husus ile çelişen bir emir olur ve aynı zamanda o rasûlün haberinden hiçbir şeye güvenmemesini gerektiren bir emir olur. Çünkü herhangi bir haberde onun yalan ya da yanlış söylemesini kabul edecek olursa başka haberlerde de bunun mümkün olabileceğini kabul eder.

İşte bundan dolayı bu yolu izleyen kimseler sonunda Allah Azze ve Celle’nin sıfatları ve fiilleri ile alakalı verilen haberlerde rasûlden gelen herhangi bir şeyden faydalanmama noktasına ulaşmışlardır. Hatta bazıları ahiret günü ile alakalı haberlerden dahi istifade edememişlerdir. Çünkü onlar bu tür haberlerin üç çeşit olduğuna inanırlar:

Bir çeşidinin reddedilmesi ve yalanlanması vaciptir, bir çeşidinin tevil edilmesi ve hakiki anlamının dışına çıkartılması vaciptir, bir çeşidin de kabul edilmesi sözkonusudur.”

  Bu hususta onların dayanak kabul edecekleri asıl bir ilkeleri yoktur. Aksine onlardan kimisi: “Aklının kabul ettiğini sen de kabul et, aklının kabul etmediğini sen de reddet” der. Bir diğeri (keşif iddia eden Sufiler) “Keşfin ile tespit edebildiğin şeyi kabul et, böyle olmayan bir şeyi kabul etme” der.

Ulûhiyete dair meseleler ile rububiyeti tanımak hususlarında bunlara göre rasûlün varlığı ile yokluğu arasında bir fark yoktur. Hatta onların görüşlerine ve kabul ettikleri esas ilkelere göre varlığı yokluğundan daha da zararlıdır. Çünkü onlar bu hususta rasûlden herhangi bir bilgi öğrenemezler. Aksine onun getirdiklerini ya yalanlamak yahut te’vil, yahut da yüz çevirmek ve başkalarına havale etmek suretiyle onun getirdiklerini bertaraf etme ihtiyacını duymuşlardır.

Eğer: “Çelişki, akıl ile rasûlün bizzat haber verdiği şeyler arasında değil, akıl ile lafzın zahirinden anlaşılanlar arasındadır. O halde çelişki akıl ile delil olmadığı halde delil gibi görünen şey arasındadır. (Hadiste) İsnad ya da metin itibariyle öncesinde yer alan bazı hususların zanna yol açmaları sebebiyle bu zannî bir delildir” denilecek olursa, şöyle cevap verilir:

Bu meselenin şeklini ortadan kaldırır ve büsbütün farklı bir hale dönüştürür. O takdirde mesele şu hali alır: Aklî delil ile sahih olmayan bir delil çatışacak olursa aklî delilin öncelenmesi gerekir.

Ancak böyle bir sözü söylemenin faydası yoktur ve bu bir neticeye götürmez. Aklı başında olan herkes bilir ki delil, delil olamayan şey sebebiyle bırakılmaz.

Diğer taraftan şöyle denilir: Sem’i delilin, aslında delil olabilecek derecede olmadığını, hatta onun delil olduğuna inanmanın cahillik olduğunu açıklarsanız, yahut yine hakikatte hadis uydurma bir haber olmasından dolayı veya sahih olsa da, herhangi bir açıdan çelişkiye delalet etmediğinden;  delil olduğu zannedilen şeyin delil olmadığını açıklarsanız, çelişkiyi ortaya koyup bu iki tür arasında öncelik kabul ettiğinizde, siz de mutlu olursunuz, bizi de memnun edersiniz.

Şüphesiz Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem adına uydurulmuş sözleri bizler, sizden daha fazla reddederiz ve taşıdığı batıl manaları sizden daha ileri derecede iptal ederiz. Buna biz daha layığız.

Şayet sem’î delil bizatihi sahih olmakla ve yine bizatihi maksada açıkça delalet ediyor ise o takdirde ona karşı görülen aklî değerlendirmeler ancak bozuk birtakım hayal mahsulü şeyler yahut da yalana dayalı birtakım önermeler olurlar.

Aklı başında olan bir kimse hakkıyla bunlar üzerinde düşünecek ve sonuna kadar işi götürecek olursa esasen bunların bizzat aklın apaçık hükümlerine muhalif olduklarını da görür.

  İşte bu delaleti sahih sem’î herbir delile muhalif olan herbir aklî delil hakkında sabit olan bir durumdur.

  Buna göre aklî delil adı verilen böyle bir delili eğer sem’î delil ile çatışacak olursa, bu akli delil olduğu söylenen şeyin bozukluğu ve batıl oluşu sebebiyle bir kenara atılması gerekir.

Böyle bir aklî delilin sağladığı bilginin batıl olduğunu açıklamak için küllî ve cüz’î olmak üzere iki yol vardır.

Küllî yol: Sahih ve açık sem’î bir delile muhalefet eden herbir aklî delil bizatihi batıldır. Onun önermeleri üzerinde düşünmeden önce bile o akla muhaliftir.

Cüz’î olana gelince: Sem’î delil ile çatıştığı kabul edilen bütün hususlar üzerinde düşünülecek olursa sonunda bunların yine aklın apaçık hükmü gereğince bâtıl birtakım önermelere vardığı görülür fakat bunları hasta olan kimseler yine kendileri gibi hasta olan başkalarından nakledegelmiş, sonunda bunları aklî birer yargı zannetmişlerdir. Hakikatte ise bunlar cehalet üstüne cehalettirler.

O vakit yapılması gereken sıhhati bilindiğinden ötürü sem’i delile öncelik tanımaktır. Onunla çatışan ise ya batıl olduğu bilinen bir yargıdır yahut da doğru olduğu bilinmemektedir. Bu da böyle bir iddianın en iyi durumudur.

4. Sem’î delil hakkında; bizatihi delil olmadığı halde, hatta onun delaletine inanmanın iddia ettiğiniz akla aykırı olması sebebiyle cahillik olduğuna inanılırsa, o takdirde rasûllerin getirdiklerini tasdik eden, rasûllere uyan kimselerin de sizin aklî delillerinizin bizatihi delil olmadığına ve onların delil olduğuna inanmanın cahillik olduğuna inanmaları mümkün olur. Sizin sem’î delilleri eleştirdiğiniz gibi, onlar da sizin delillerinizi eleştirirler.

Diğer taraftan onların bu durumu birçok bakımdan tercih edilir ve onlar böyle bir iddiada size göre daha iyi bir halde olurlar ve daha çok mazur görülebilirler.

5. Şöyle denilebilir: Şeriatın ve aklın çatıştığı varsayılacak olursa hiç şüphesiz şeriatin öncelenmesi gerekir. Çünkü akıl şeriati tasdik etmiştir. Onun şeriati tasdik etmesinin zorunlu bir sonucu da verdiği haberi kabul etmektir. Şeriat ise aklı haber verdiği herbir hususta tasdik etmez. Aynı şekilde şeriatin doğruluğunu bilmek de aklın verdiği herbir habere bağlı değildir.

Böyle bir yol izlemenin, onların izledikleri yoldan daha doğru olduğu bilinen bir husustur.

Nitekim kimi iman ehli şöyle demiştir: “Sana rasûlün doğru söylediğini onun sözlerinin anlamlarını öğretmesi, sonra da seni rasûlün söyledikleriyle başbaşa bırakması akıldan pay olarak sana yeter.”

Bir başkası şöyle demiştir: “Akıl rasûlü yönetime geçiren sonra da kendi kendisini görevden azleden bir sultandır.”

Diğer taraftan akıl, rasûlün haber verdiği hususlarda tasdik edilmesini, verdiği emirlerde de ona itaat edilmesini gerektirmektedir.

Bir diğer sebep de şudur: Akıl rasûlün doğru söylediğine genel ve mutlak bir şekilde delalet etmektedir. Fakat kendisinin ortaya koyduğu hükümlerin doğruluğuna genel olarak delalet etmemektedir.

Bir başka sebep: Akıl hissin yanılması gibi yanılır. Hatta onun yanılmaları hissin yanılmalarından çok daha fazladır.

Hissin hükmü, hükümlerin en güçlülerinden olduğuna göre bununla birlikte birtakım hatalara ve yanılmalara maruz kaldığına göre ya akıl hakkında ne düşünülebilir?

- Devam Edecek İnşaallah -

Meclislerin Keffareti

Meclislerin Keffareti
"Subhâneka'llâhumme ve bihamdik ve eşhedu en lâ ilâhe illâ ente estağfiruke ve etûbu ileyk" (Taberani 10/164, el-Elbânî Sahîhu'l-Câmi (4487)