11. Şöyle denilir: Akılları şer’i delillerin önüne getirmek hem imkânsız, hem çelişkilidir. Şer’i delilleri öne geçirmek ise mümkün ve alışılagelmiş bir şeydir. O halde ikincisinin yapılması icab eder, birincisi de imkânsız olur.
Bunu şöylece açıklarız: Bir şeyin akıl yolu
ile bilinmesi yahut bilinmemesi herhangi bir şeyin gerekli ve ondan ayrılmaz
bir niteliği değildir. Aksine bu nisbi ve izafi (göreceli) hususlardandır.
Mesela Zeyd aklı ile
Bekr’in aklıyla bilemediği şeyleri bilebilir. Bir insan herhangi bir halinde
aklıyla bir şeyi bilebilmekle birlikte bir başka vakit onu bilmeyebilir.
Bu hususta “akıl
ile şeriat birbiriyle çatışmaktadır” denilen bütün meseleler hakkında
bizatihi akılcıların kendileri tutarsızlık içerisindedirler ve herhangi bir
hususta ittifak etmiş değildirler.
Aksine onların
herbirisi şöyle der: Akıl şunu kabul eder, şunu vacip görür, bunu uygun kabul
eder dediği bir mesele hakkında bir diğeri akıl bunu reddetmektedir, imkansız
görmektedir ya da kabul etmemektedir der. Hatta onların: Bu zorunlu (kesin)
olarak bilinen bilgilerdendir dedikleri hususlarda bile kendi aralarında
anlaşmazlığa düşecek hale gelmişlerdir.
Birisi: “Biz bunu
akli zorunluluk ile (kesinlikle) bilmekteyiz” derken bir diğeri “bu akli
bir zorunluluk ile bilinen bir husus değildir” demektedir.
Bundan daha anlamlısı şudur: Bunlardan birisi
bu aklın zorunlu (kesin) hükmü gereğince imkânsızdır diye bir iddiada
bulunurken, bir diğeri bunun mümkün oluşu aklın zorunlu (kesin) bir hükmüdür
iddiasında bulunmaktadır.
Bu sebeple akılcıların
çoğunluğunun şöyle dediğini görüyoruz: “Bizler aklın kesin hükmüyle şunu
biliyoruz ki gözle görülen bir şeyin karşıda ve ayan beyan belli olmaksızın
görülmesi mümkün değildir.”
Yine akılcılara
müntesip başkaları ise: “Bilakis bu mümkündür ve akıl bunu imkânsız görmez”
demektedir.
Akılcıların çoğunluğu
der ki: “Alimin ilimsiz alim, canlı olanın hayatsız canlı, müridin iradesiz
mürid, işiten ve görenin işitme ve görmesi olmaksızın böyle olması aklın kesin
hükmü gereğince imkansızdır.” Diğerleri ise “Hayır aksine bu mümkündür, imkânsız
değildir, hatta Allah Azze ve Celle hakkında vacip olan odur” derler.
Akılcıların çoğu şöyle
der: “Herbirisi başlı başına var olan fakat biri diğerinden ayrı olmayan
bununla beraber onun içinde de olmayan, onun haricinde ve ona bitişikte
olmayan, yine ondan ayrı da olmayan iki ayrı varlığı kabul etmek aklın apaçık
hükmüne karşı bile bile direnmektir.”
Diğerleri ise: “Hayır
böyle bir şey mümkündür, aklen vaciptir” demektedir.
Akılcıların çoğunluğu
der ki: “Mürid (dileyen) kimsenin belli bir yerde olmaksızın bir irade ile
mürid olmasını kabul etmek aklın kesin hükmü gereğince imkansızdır.”
Diğerleri ise bu hususta onlar ile çekişirler.
...Ve zikrettiğimiz bu
örneklerin kat kat fazlası dahi verilebilir.
Şayet aklın vahyin
nasslarının önüne geçirileceği kabul edilirse o takdirde imkansızın kabul
edilmesi ve iki çelişiğin birarada olması da kabul edilmiş olur yahut da insanlar
sabit (var) olduğunu kabul etmelerine ve bilmelerine imkan bulunmayan bir yere
havale edilmiş olurlar.
Vahiy ise o doğru
sözlünün sözüdür. O insanların durumlarının farklılığıyla değişiklik
göstermeyen, onun ayrılmaz bir niteliğidir. Bunları bu yolla bilmek mümkündür
ve insanları bu bilgi kaynağına havale etmek de mümkündür.
Bundan dolayı Allah
Teâlâ’nın vahyi anlaşmazlığa düştükleri takdirde insanları Allah’ın kitabına ve
rasûlünün sünnetine dönmelerini emretmektedir. Nitekim Allah Teâlâ şöyle
buyurmaktadır:
“Ey iman edenler!
Allah’a itaat edin, rasule de itaat edin ve sizden olan emir sahiplerine de.
Eğer Allah’a ve ahiret gününe inanıyorsanız herhangi bir hususta anlaşmazlığa
düşerseniz, onu Allah’a ve rasûlüne götürünüz. Bu hem daha hayırlı, hem de sonuç
itibariyle daha güzeldir.” (Nisa 59)
Bu buyruğuyla
mü’minlere anlaşmazlığa düştükleri takdirde bu anlaşmazlık konusunu kendi
kitabına ve rasûlünün sünnetine götürmelerini emretmektedir. Bu da vahyin öne
geçirileceği hususunda açık bir nasstır.
Ancak akılcılar şöyle
derler: “Hayır, yapılması gereken anlaşmazlık konusunu akla götürmektir ve
eğer onunla çelişiyor ise vahyi de akla götürmek gerekir.”
Şayet insanlar
anlaşmazlığa düştükleri takdirde anlaşmazlık konusunu kişilerin akıllarına,
görüşlerine, ölçülerine götürecek olurlarsa bu götürmek onların ihtilaflarını,
tereddütlerini, şüphelerini ve kuşkularını arttırmaktan başka bir işe yaramaz.
Anlaşmazlık ve ihtilaf
olan konularda insanlar arasında hüküm vermek herkesin hükmüne döneceği semadan
indirilmiş bir kitaptan başkası ile mümkün değildir.
Aksi takdirde
akılcıların herbiri “benim aklım benimle anlaşmazlığa düşenin aklına
nispetle daha çok güvenilir bir akıldır” der. Bunu söyleyen de akli bir
delile dayanır, karşı görüşü savunan da akli delilini ortaya koyar.
12. Allah Teâlâ, rasulünü
göndermekle dini tamamlamış, onunla kemale erdirmiş, ne onu, ne de ondan sonra
ümmetini akla, onun dışında nakle, görüşe, rüyaya veya keşfe muhtaç
bırakmamıştır. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
“Bugün sizin için
dininizi kemale erdirdim. Üzerinizdeki nimetimi tamamladım ve size din olarak
İslamı beğenip seçtim.” (Maide, 3)
Vahyi kabul etmeyerek
başkasına gerek duyanların bu halini kabul etmeyip, şöyle buyurmaktadır:
“Kendilerine karşı
okunup duran sana indirdiğimiz bu kitap onlara yetmedi mi? Şüphe yok ki bunda
iman eden bir topluluk için bir rahmet, bir öğüt vardır.” (Ankebut, 51)
Allah Teâlâ bunu
onların nebinin doğruluğuna delil teşkil edecek bir ayet (mucize), isteklerine
bir cevap olmak üzere bildirmiştir. Bununla onlara Kur’an’ın bütün mucizelerin
yerini tutacağını ve yeterli olacağını haber vermektedir.
Eğer o kitabın ihtiva
ettiği Allah Teâlâ’ya dair sıfatlarına, fiillerine, ahiret gününe dair haberler
akıl ile çatışacak olsaydı, yeterli olması şöyle dursun nebinin doğruluğuna
delil olamazdı.
Maksat şudur: Allah
Teâlâ, peygamberiyle ve onunla birlikte gönderdikleriyle dini tamamlamış ve
kemale erdirmiştir. Onun dışında bir şeye ümmetini muhtaç bırakmamıştır.
Şayet akıl onunla
çatışan ve ondan öne geçirilmesi gereken bir güç olsaydı, hiçbir zaman
peygamberiyle gönderdikleri ümmete yeterli olmaz, özü itibariyle de tam ve
mükemmel olmazdı. Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
“Hayır, rabbine
andolsun ki aralarında çıkan anlaşmazlıklarda seni hakem yapıp, sonra da verdiğin
hükümden dolayı içlerinde hiçbir sıkıntı duymadan tam bir teslimiyetle teslim
olmadıkça iman etmiş olmazlar.” (Nisa 65)
Allah Teâlâ kendi
zatına yemin ederek şunu bildirmektedir: Aranızda çıkan bütün anlaşmazlıklarda
rasûlünün hükmüne başvurmadıkça, onun verdiği hükmü bundan dolayı hiçbir
sıkıntı kalmadan gönül rahatlığıyla kabul etmedikçe, onun hükmüne tam anlamıyla
teslim olarak akıl, görüş, heva veya başka bir şeyle karşı çıkmayı terk etmedikçe
iman etmiş olmayız.
Allah Azze ve Celle
aklı rasûlün getirdiklerinin önüne geçiren bu kimselerin iman etmiş
olmayacağını kendi zatına yemin ederek bildirmektedir ve bizzat bunların
kendileri dahi lafzı ile ona iman etseler bile manasına iman etmemiş
olacaklarına tanıklık etmiş olurlar. Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
“Herhangi bir şey
hakkında anlaşmazlığa düşerseniz, onun hakkında hüküm vermek Allah’a aittir.”
(Şura, 10)
Bu ayet açıkça şunu
ortaya koymaktadır. Hakkında anlaşmazlığa düştüğümüz bütün hususların hükmü
sadece Allah’a havale edilmelidir. Rasûlü vasıtası ile o iş hakkında hüküm
koyucu O’dur. Eğer aklın hükmü O’nun hükmünün önüne geçirilecek olursa,
vahyiyle ve kitabı ile hakim (hüküm koyucu) O olmaz.
Allah Azze ve Celle şöyle buyurmaktadır: “Rabbinizden
size indirilene uyun, ondan başka velilere uymayın. Ne kadar az öğüt
tutuyorsunuz.” (Araf, 3)
Böylelikle Allah Teâlâ
sadece indirilmiş olan vahye tabi olmayı emretmekte, ona muhalif olan şeylere
tabi olmayı yasaklamaktadır. Ayrıca kitabının apaçık bir delil, şifa, hidayet,
rahmet, nur, lutuf, burhan, huccet (kesin delil) ve yeterli açıklama (beyan)
olduğunu haber vermiştir.
Şayet aklın onunla
çelişen bir hükmü olup, Kur’an’ın önüne geçirilmesi gerekmiş olsaydı Kur’an’ın
şu özelliklerinin hiçbirisi olmazdı. Aksine bu nitelikler Kur’an yerine akla
ait olurdu ve Kur’an bu niteliklerden uzak kalırdı.
Aklın açık hükümleri
ile çatışan nasıl şifa ve hidayet verebilir, gerektiği gibi açıklayıp, geniş geniş
açıklamalarda bulunabilir?!
13. Akıl sahiplerinin
hakkında anlaşmazlığa düşmedikleri, aklın apaçık hükümleri diye bilinenler ile
şeriatın çatışması hiçbir şekilde düşünülemez ve şeriat ona muhalif hüküm
getiremez.
Akılcıların
anlaşmazlığa düştüğü pek büyük meseleler üzerinde bu hususu iyice düşünen bir
kimse şunu görür:
Açık, sahih nasslara
muhalif olan akli hükümler tutarsız birtakım şüphelerdir. Yine aklın yoluyla
bunların batıl oldukları bilinir. Hatta akıl yoluyla nakle uygun, onların zıttı
olan hükümlerin sabit olduğu dahi bilinir.
Biz kesinlikle şunu
biliyoruz: Nebiler akılların imkânsız kabul ettikleri bir hususu haber
vermezler. Akılları hayrete düşüren şeyleri haber verseler dahi onlar akılca
imkânsız görünen bir haber vermezler. Aklı hayrete düşüren ve aklın bağımsız
olarak bilemeyeceği şeyleri haber verseler dahi bu böyledir.
Allah Teâlâ’nın sıfatlarını,
fiillerini, kaderi (yaratılış, şeriat ve takdirlerdeki) hikmeti, ölümden sonra
dirilişi kabul etmeyenlerin delilleri üzerinde düşünüp de bunların akli düşünme
açısından paylarını veren bir kimse yine aklıyla bu red delillerinin
tutarsızlıklarını, bunların zıtlarının sabit olduğunu bilir. Allah’a hamdolsun.
14. Akıl ile naklin
çatıştığı ileri sürülen meseleler aklın sarih (apaçık) hükümleri ile bilinen
meselelerdendir. Hesap, hendese, kesin olan tabii bilgiler gibi.
Kur’an’da olsun,
sünnette olsun bu hususta akla muhalif bir harf dahi gelmiş değildir. Bunlara
muhalif olarak geldiği ileri sürülen rivayetler aslında yalan ve uydurmadır.
Sağlam olmayan pekçok haberler, tutarsız israiliyat ve buna benzer aklın apaçık
hükümlerine muhalif olan görüşler gibi.
Allah Teâlâ’nın
kitabında kendi zatı için öngördüğü sıfatları ve filleri ile rasûlünden bunları
Allah hakkında tespit ettiğine dair sabit olmuş fiil ve sıfatlar – Allah’ın
semavatı üzerinde arşı üstünde oluşu, arşına istiva edişi, konuşması,
başkasıyla konuşması, ilmi, kudreti, hayatı, işitmesi, görmesi, yüce yüzü,
rahmeti, gazabı, rızası, sevinmesi, gülmesi, elleri... ve buna benzer kemal
sıfatları ile celal sıfatları- nasıl olur da bunların herbirisini tespit etmiş
bulunan kitap ve sünnetin nassları aklın sarih hükümleri ile çatışan nakiller
değerinde kabul edilebilir?!
Bunları kabul etmeyip,
ötekilerini kabul etmek onu bu niteliklerle nitelendirmeyi, diğer nitelikler
gibi değerlendirmek nasıl mümkün olabilir?
Nitekim onların
(akılcıların) ileri gelenleri açıkça bunu ifade etmiş ve şöyle demişlerdir: “Böyle
bir şey teşbihtir ve tecsimdir (Allah’ı yaratılmışlara benzetmektir, ona cisim
izafe etmektir.) Çünkü bununla tecsim ve teşbih arasında bir fark yoktur.”
Bu iki hususu
birbirine eşit gören bir kimse akıl(sızlığı) da karşı karşıya kaldığı musibete
bağlasın!
İnsanlar arasında en
ileri derecede bilgisizliğe gömülmüş olan kimsenin dahi kendisi adına
beğenmeyeceği ve nihai noktası bu olan böyle bir bilgi mübarek olmasın!
15. Dinin esasları
(iman esasları) ile ilgili olan Allah’ın kitabındaki herhangi bir ayet ve
rasûlullahtan gelen sahih herhangi bir nassın muhalif hükmü üzerinde ümmetin
ittifak ettiği bilinmemektedir.
Bu hususta var olduğu
kabul edilebilen en ileri derece ümmetin bu nassın gereği doğrultusunda görüş
beyan ettiği konusunda ihtilaf içerisinde olduğundan ibarettir.
İnsanların mezhepleri
ve selefin sözleri hakkında bilgisi bulunan herkes kesin olarak şunu bilir:
Ümmet muhalefet edenlerin ortaya çıkışından önce o nassın gereğini kabul etmek
hususu üzerinde icma etmiştir.
Allah Teâlâ’nın
semavatının üzerinde, arşının üstünde istiva ettiği üzerinde icma ettiği gibi.
Mü’minlerin Allah Teâlâ’yı cennette üstlerinden gözleriyle ayan beyan bir
şekilde göreceklerine, Allah Azze ve Celle’nin peygamberi Musa aleyhi's-selâm ile
herhangi bir aracı olmaksızın kelamını Musa’nın duyacağı şekilde özel bir surette
konuştuğuna ve Musa (aleyhi's-selâm)’ın kendisi ile konuşanın bizatihi Allah
olduğu hususunda en ufak bir şüphesinin olmadığı üzerinde icma ettiği gibi.
İşte bu bütün sünnet
ve hadis ehlince kesin olarak bilinen bir icmadır. Bununla çatışan herhangi bir
aklî görüş üzerinde ümmet icma etmediği gibi, seleften ve imamlardan böyle bir
görüş ileri sürdüğü bilinen tek bir kimse de yoktur.
Bu husustaki en ileri
hal şudur. Fırkalardan herhangi birisinin aklî değerlendirmeleri kendisine özel
bir mezhep açmış ve buna dair aklî birtakım gerekçelerin bulunduğunu ileri
sürmüştür.
Vahyin nassları
üzerine gelince akla sığınmış, bu nassların akla muhalefet ettiğini ileri
sürmüştür. Bunu yaparken de bir taraftan doğru, diğer taraftan yalan
söylemiştir.
Doğru söylemesi şudur:
Vahyin nassları o fırkanın aklî değerlendirmelerine muhaliftir. Bu ise bu
değerlendirmelerinin bizatihi bozuk olduğunun en açık delilidir. Çünkü vahyin
nassları bunun bâtıl olduğuna tanıklık etmektedir.
Yalan söylemesine
gelince, vahyin nasslarının akıl sahipleri tarafından ittifakla kabul edilen
aklî hükme muhalefet ettikleri iddialarıdır. Böyle bir şey olmamıştır. Sema
sema olarak, yer de yer olarak kaldıkça da olmayacaktır. Hatta sema ve arz yok
olup gider böyle bir şey olmaz.
Bazı insanların
akıllarına muhalif ise bunda nassların günahı ne? Çünkü aynı nasslar insanlar
arasında akılları en sağlıklı olanların akıllarına uygundur.
“Şimdi bunlar onları
inkar ederlerse biz de yerlerine onları inkar etmeyen bir topluluğu onlara
vekil kılmışızdır. İşte bunlar Allah’ın hidayet ettiği kimselerdir. O halde sen
de onların hidayetlerine uy.” (En’am, 89-90)
- Devam Edecek
İnşaallah –