Sözlerin en doğrusu Allah'ın kelamı, yolların en hayırlısı Muhammed Aleyhisselam'ın yoludur. Dinde her sonradan çıkarılan şey bidattir.Her bidat sapıklıktır ve her sapıklık da cehennemdedir (Muslim no: 867)

Duâ

Duâ

29 Haziran 2024 Cumartesi

Vahyi Akıl Süzgecinden Geçirme Fikrinin Çürütülmesi -3–

11. Şöyle denilir: Akılları şer’i delillerin önüne getirmek hem imkânsız, hem çelişkilidir. Şer’i delilleri öne geçirmek ise mümkün ve alışılagelmiş bir şeydir. O halde ikincisinin yapılması icab eder, birincisi de imkânsız olur.

  Bunu şöylece açıklarız: Bir şeyin akıl yolu ile bilinmesi yahut bilinmemesi herhangi bir şeyin gerekli ve ondan ayrılmaz bir niteliği değildir. Aksine bu nisbi ve izafi (göreceli) hususlardandır.

Mesela Zeyd aklı ile Bekr’in aklıyla bilemediği şeyleri bilebilir. Bir insan herhangi bir halinde aklıyla bir şeyi bilebilmekle birlikte bir başka vakit onu bilmeyebilir.

Bu hususta “akıl ile şeriat birbiriyle çatışmaktadır” denilen bütün meseleler hakkında bizatihi akılcıların kendileri tutarsızlık içerisindedirler ve herhangi bir hususta ittifak etmiş değildirler.

Aksine onların herbirisi şöyle der: Akıl şunu kabul eder, şunu vacip görür, bunu uygun kabul eder dediği bir mesele hakkında bir diğeri akıl bunu reddetmektedir, imkansız görmektedir ya da kabul etmemektedir der. Hatta onların: Bu zorunlu (kesin) olarak bilinen bilgilerdendir dedikleri hususlarda bile kendi aralarında anlaşmazlığa düşecek hale gelmişlerdir.

Birisi: “Biz bunu akli zorunluluk ile (kesinlikle) bilmekteyiz” derken bir diğeri “bu akli bir zorunluluk ile bilinen bir husus değildir” demektedir.

  Bundan daha anlamlısı şudur: Bunlardan birisi bu aklın zorunlu (kesin) hükmü gereğince imkânsızdır diye bir iddiada bulunurken, bir diğeri bunun mümkün oluşu aklın zorunlu (kesin) bir hükmüdür iddiasında bulunmaktadır.

Bu sebeple akılcıların çoğunluğunun şöyle dediğini görüyoruz: “Bizler aklın kesin hükmüyle şunu biliyoruz ki gözle görülen bir şeyin karşıda ve ayan beyan belli olmaksızın görülmesi mümkün değildir.”

Yine akılcılara müntesip başkaları ise: “Bilakis bu mümkündür ve akıl bunu imkânsız görmez” demektedir.

Akılcıların çoğunluğu der ki: “Alimin ilimsiz alim, canlı olanın hayatsız canlı, müridin iradesiz mürid, işiten ve görenin işitme ve görmesi olmaksızın böyle olması aklın kesin hükmü gereğince imkansızdır.” Diğerleri ise “Hayır aksine bu mümkündür, imkânsız değildir, hatta Allah Azze ve Celle hakkında vacip olan odur” derler.

Akılcıların çoğu şöyle der: “Herbirisi başlı başına var olan fakat biri diğerinden ayrı olmayan bununla beraber onun içinde de olmayan, onun haricinde ve ona bitişikte olmayan, yine ondan ayrı da olmayan iki ayrı varlığı kabul etmek aklın apaçık hükmüne karşı bile bile direnmektir.”

Diğerleri ise: “Hayır böyle bir şey mümkündür, aklen vaciptir” demektedir.

Akılcıların çoğunluğu der ki: “Mürid (dileyen) kimsenin belli bir yerde olmaksızın bir irade ile mürid olmasını kabul etmek aklın kesin hükmü gereğince imkansızdır.” Diğerleri ise bu hususta onlar ile çekişirler.

...Ve zikrettiğimiz bu örneklerin kat kat fazlası dahi verilebilir.

Şayet aklın vahyin nasslarının önüne geçirileceği kabul edilirse o takdirde imkansızın kabul edilmesi ve iki çelişiğin birarada olması da kabul edilmiş olur yahut da insanlar sabit (var) olduğunu kabul etmelerine ve bilmelerine imkan bulunmayan bir yere havale edilmiş olurlar.

Vahiy ise o doğru sözlünün sözüdür. O insanların durumlarının farklılığıyla değişiklik göstermeyen, onun ayrılmaz bir niteliğidir. Bunları bu yolla bilmek mümkündür ve insanları bu bilgi kaynağına havale etmek de mümkündür.

Bundan dolayı Allah Teâlâ’nın vahyi anlaşmazlığa düştükleri takdirde insanları Allah’ın kitabına ve rasûlünün sünnetine dönmelerini emretmektedir. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:

Ey iman edenler! Allah’a itaat edin, rasule de itaat edin ve sizden olan emir sahiplerine de. Eğer Allah’a ve ahiret gününe inanıyorsanız herhangi bir hususta anlaşmazlığa düşerseniz, onu Allah’a ve rasûlüne götürünüz. Bu hem daha hayırlı, hem de sonuç itibariyle daha güzeldir.” (Nisa 59)

Bu buyruğuyla mü’minlere anlaşmazlığa düştükleri takdirde bu anlaşmazlık konusunu kendi kitabına ve rasûlünün sünnetine götürmelerini emretmektedir. Bu da vahyin öne geçirileceği hususunda açık bir nasstır.

Ancak akılcılar şöyle derler: “Hayır, yapılması gereken anlaşmazlık konusunu akla götürmektir ve eğer onunla çelişiyor ise vahyi de akla götürmek gerekir.”

Şayet insanlar anlaşmazlığa düştükleri takdirde anlaşmazlık konusunu kişilerin akıllarına, görüşlerine, ölçülerine götürecek olurlarsa bu götürmek onların ihtilaflarını, tereddütlerini, şüphelerini ve kuşkularını arttırmaktan başka bir işe yaramaz.

Anlaşmazlık ve ihtilaf olan konularda insanlar arasında hüküm vermek herkesin hükmüne döneceği semadan indirilmiş bir kitaptan başkası ile mümkün değildir.

Aksi takdirde akılcıların herbiri “benim aklım benimle anlaşmazlığa düşenin aklına nispetle daha çok güvenilir bir akıldır” der. Bunu söyleyen de akli bir delile dayanır, karşı görüşü savunan da akli delilini ortaya koyar.

12. Allah Teâlâ, rasulünü göndermekle dini tamamlamış, onunla kemale erdirmiş, ne onu, ne de ondan sonra ümmetini akla, onun dışında nakle, görüşe, rüyaya veya keşfe muhtaç bırakmamıştır. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:

Bugün sizin için dininizi kemale erdirdim. Üzerinizdeki nimetimi tamamladım ve size din olarak İslamı beğenip seçtim.” (Maide, 3)

Vahyi kabul etmeyerek başkasına gerek duyanların bu halini kabul etmeyip, şöyle buyurmaktadır:

Kendilerine karşı okunup duran sana indirdiğimiz bu kitap onlara yetmedi mi? Şüphe yok ki bunda iman eden bir topluluk için bir rahmet, bir öğüt vardır.” (Ankebut, 51)

Allah Teâlâ bunu onların nebinin doğruluğuna delil teşkil edecek bir ayet (mucize), isteklerine bir cevap olmak üzere bildirmiştir. Bununla onlara Kur’an’ın bütün mucizelerin yerini tutacağını ve yeterli olacağını haber vermektedir.

Eğer o kitabın ihtiva ettiği Allah Teâlâ’ya dair sıfatlarına, fiillerine, ahiret gününe dair haberler akıl ile çatışacak olsaydı, yeterli olması şöyle dursun nebinin doğruluğuna delil olamazdı.

Maksat şudur: Allah Teâlâ, peygamberiyle ve onunla birlikte gönderdikleriyle dini tamamlamış ve kemale erdirmiştir. Onun dışında bir şeye ümmetini muhtaç bırakmamıştır.

Şayet akıl onunla çatışan ve ondan öne geçirilmesi gereken bir güç olsaydı, hiçbir zaman peygamberiyle gönderdikleri ümmete yeterli olmaz, özü itibariyle de tam ve mükemmel olmazdı. Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:

Hayır, rabbine andolsun ki aralarında çıkan anlaşmazlıklarda seni hakem yapıp, sonra da verdiğin hükümden dolayı içlerinde hiçbir sıkıntı duymadan tam bir teslimiyetle teslim olmadıkça iman etmiş olmazlar.” (Nisa 65)

Allah Teâlâ kendi zatına yemin ederek şunu bildirmektedir: Aranızda çıkan bütün anlaşmazlıklarda rasûlünün hükmüne başvurmadıkça, onun verdiği hükmü bundan dolayı hiçbir sıkıntı kalmadan gönül rahatlığıyla kabul etmedikçe, onun hükmüne tam anlamıyla teslim olarak akıl, görüş, heva veya başka bir şeyle karşı çıkmayı terk etmedikçe iman etmiş olmayız.

Allah Azze ve Celle aklı rasûlün getirdiklerinin önüne geçiren bu kimselerin iman etmiş olmayacağını kendi zatına yemin ederek bildirmektedir ve bizzat bunların kendileri dahi lafzı ile ona iman etseler bile manasına iman etmemiş olacaklarına tanıklık etmiş olurlar. Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:

Herhangi bir şey hakkında anlaşmazlığa düşerseniz, onun hakkında hüküm vermek Allah’a aittir.” (Şura, 10)

Bu ayet açıkça şunu ortaya koymaktadır. Hakkında anlaşmazlığa düştüğümüz bütün hususların hükmü sadece Allah’a havale edilmelidir. Rasûlü vasıtası ile o iş hakkında hüküm koyucu O’dur. Eğer aklın hükmü O’nun hükmünün önüne geçirilecek olursa, vahyiyle ve kitabı ile hakim (hüküm koyucu) O olmaz.

  Allah Azze ve Celle şöyle buyurmaktadır: Rabbinizden size indirilene uyun, ondan başka velilere uymayın. Ne kadar az öğüt tutuyorsunuz.” (Araf, 3)

Böylelikle Allah Teâlâ sadece indirilmiş olan vahye tabi olmayı emretmekte, ona muhalif olan şeylere tabi olmayı yasaklamaktadır. Ayrıca kitabının apaçık bir delil, şifa, hidayet, rahmet, nur, lutuf, burhan, huccet (kesin delil) ve yeterli açıklama (beyan) olduğunu haber vermiştir.

Şayet aklın onunla çelişen bir hükmü olup, Kur’an’ın önüne geçirilmesi gerekmiş olsaydı Kur’an’ın şu özelliklerinin hiçbirisi olmazdı. Aksine bu nitelikler Kur’an yerine akla ait olurdu ve Kur’an bu niteliklerden uzak kalırdı.

Aklın açık hükümleri ile çatışan nasıl şifa ve hidayet verebilir, gerektiği gibi açıklayıp, geniş geniş açıklamalarda bulunabilir?!

13. Akıl sahiplerinin hakkında anlaşmazlığa düşmedikleri, aklın apaçık hükümleri diye bilinenler ile şeriatın çatışması hiçbir şekilde düşünülemez ve şeriat ona muhalif hüküm getiremez.

Akılcıların anlaşmazlığa düştüğü pek büyük meseleler üzerinde bu hususu iyice düşünen bir kimse şunu görür:

Açık, sahih nasslara muhalif olan akli hükümler tutarsız birtakım şüphelerdir. Yine aklın yoluyla bunların batıl oldukları bilinir. Hatta akıl yoluyla nakle uygun, onların zıttı olan hükümlerin sabit olduğu dahi bilinir.

Biz kesinlikle şunu biliyoruz: Nebiler akılların imkânsız kabul ettikleri bir hususu haber vermezler. Akılları hayrete düşüren şeyleri haber verseler dahi onlar akılca imkânsız görünen bir haber vermezler. Aklı hayrete düşüren ve aklın bağımsız olarak bilemeyeceği şeyleri haber verseler dahi bu böyledir.

Allah Teâlâ’nın sıfatlarını, fiillerini, kaderi (yaratılış, şeriat ve takdirlerdeki) hikmeti, ölümden sonra dirilişi kabul etmeyenlerin delilleri üzerinde düşünüp de bunların akli düşünme açısından paylarını veren bir kimse yine aklıyla bu red delillerinin tutarsızlıklarını, bunların zıtlarının sabit olduğunu bilir. Allah’a hamdolsun.

14. Akıl ile naklin çatıştığı ileri sürülen meseleler aklın sarih (apaçık) hükümleri ile bilinen meselelerdendir. Hesap, hendese, kesin olan tabii bilgiler gibi.

Kur’an’da olsun, sünnette olsun bu hususta akla muhalif bir harf dahi gelmiş değildir. Bunlara muhalif olarak geldiği ileri sürülen rivayetler aslında yalan ve uydurmadır. Sağlam olmayan pekçok haberler, tutarsız israiliyat ve buna benzer aklın apaçık hükümlerine muhalif olan görüşler gibi.

Allah Teâlâ’nın kitabında kendi zatı için öngördüğü sıfatları ve filleri ile rasûlünden bunları Allah hakkında tespit ettiğine dair sabit olmuş fiil ve sıfatlar – Allah’ın semavatı üzerinde arşı üstünde oluşu, arşına istiva edişi, konuşması, başkasıyla konuşması, ilmi, kudreti, hayatı, işitmesi, görmesi, yüce yüzü, rahmeti, gazabı, rızası, sevinmesi, gülmesi, elleri... ve buna benzer kemal sıfatları ile celal sıfatları- nasıl olur da bunların herbirisini tespit etmiş bulunan kitap ve sünnetin nassları aklın sarih hükümleri ile çatışan nakiller değerinde kabul edilebilir?!

Bunları kabul etmeyip, ötekilerini kabul etmek onu bu niteliklerle nitelendirmeyi, diğer nitelikler gibi değerlendirmek nasıl mümkün olabilir?

Nitekim onların (akılcıların) ileri gelenleri açıkça bunu ifade etmiş ve şöyle demişlerdir: “Böyle bir şey teşbihtir ve tecsimdir (Allah’ı yaratılmışlara benzetmektir, ona cisim izafe etmektir.) Çünkü bununla tecsim ve teşbih arasında bir fark yoktur.”

Bu iki hususu birbirine eşit gören bir kimse akıl(sızlığı) da karşı karşıya kaldığı musibete bağlasın!

İnsanlar arasında en ileri derecede bilgisizliğe gömülmüş olan kimsenin dahi kendisi adına beğenmeyeceği ve nihai noktası bu olan böyle bir bilgi mübarek olmasın!

15. Dinin esasları (iman esasları) ile ilgili olan Allah’ın kitabındaki herhangi bir ayet ve rasûlullahtan gelen sahih herhangi bir nassın muhalif hükmü üzerinde ümmetin ittifak ettiği bilinmemektedir.

Bu hususta var olduğu kabul edilebilen en ileri derece ümmetin bu nassın gereği doğrultusunda görüş beyan ettiği konusunda ihtilaf içerisinde olduğundan ibarettir.

İnsanların mezhepleri ve selefin sözleri hakkında bilgisi bulunan herkes kesin olarak şunu bilir: Ümmet muhalefet edenlerin ortaya çıkışından önce o nassın gereğini kabul etmek hususu üzerinde icma etmiştir.

Allah Teâlâ’nın semavatının üzerinde, arşının üstünde istiva ettiği üzerinde icma ettiği gibi. Mü’minlerin Allah Teâlâ’yı cennette üstlerinden gözleriyle ayan beyan bir şekilde göreceklerine, Allah Azze ve Celle’nin peygamberi Musa aleyhi's-selâm ile herhangi bir aracı olmaksızın kelamını Musa’nın duyacağı şekilde özel bir surette konuştuğuna ve Musa (aleyhi's-selâm)’ın kendisi ile konuşanın bizatihi Allah olduğu hususunda en ufak bir şüphesinin olmadığı üzerinde icma ettiği gibi.

İşte bu bütün sünnet ve hadis ehlince kesin olarak bilinen bir icmadır. Bununla çatışan herhangi bir aklî görüş üzerinde ümmet icma etmediği gibi, seleften ve imamlardan böyle bir görüş ileri sürdüğü bilinen tek bir kimse de yoktur.

Bu husustaki en ileri hal şudur. Fırkalardan herhangi birisinin aklî değerlendirmeleri kendisine özel bir mezhep açmış ve buna dair aklî birtakım gerekçelerin bulunduğunu ileri sürmüştür.

Vahyin nassları üzerine gelince akla sığınmış, bu nassların akla muhalefet ettiğini ileri sürmüştür. Bunu yaparken de bir taraftan doğru, diğer taraftan yalan söylemiştir.

Doğru söylemesi şudur: Vahyin nassları o fırkanın aklî değerlendirmelerine muhaliftir. Bu ise bu değerlendirmelerinin bizatihi bozuk olduğunun en açık delilidir. Çünkü vahyin nassları bunun bâtıl olduğuna tanıklık etmektedir.

Yalan söylemesine gelince, vahyin nasslarının akıl sahipleri tarafından ittifakla kabul edilen aklî hükme muhalefet ettikleri iddialarıdır. Böyle bir şey olmamıştır. Sema sema olarak, yer de yer olarak kaldıkça da olmayacaktır. Hatta sema ve arz yok olup gider böyle bir şey olmaz.

Bazı insanların akıllarına muhalif ise bunda nassların günahı ne? Çünkü aynı nasslar insanlar arasında akılları en sağlıklı olanların akıllarına uygundur.

Şimdi bunlar onları inkar ederlerse biz de yerlerine onları inkar etmeyen bir topluluğu onlara vekil kılmışızdır. İşte bunlar Allah’ın hidayet ettiği kimselerdir. O halde sen de onların hidayetlerine uy.” (En’am, 89-90)

- Devam Edecek İnşaallah –

Meclislerin Keffareti

Meclislerin Keffareti
"Subhâneka'llâhumme ve bihamdik ve eşhedu en lâ ilâhe illâ ente estağfiruke ve etûbu ileyk" (Taberani 10/164, el-Elbânî Sahîhu'l-Câmi (4487)