16. Sem’i deliller, kitap, sünnet ve icmadır. İcmaya ise kitap ve sünnete ulaşmaya imkân bulunmadığı halde gidilir. O son mertebededir. Bundan dolayı Ömer radıyallahu anh, Ebu Musa el-Eş’ari radıyallahu anh’e yazdığı mektubunda onu en son olarak sözkonusu etmiştir:
“Allah’ın kitabında
bulunanlar gereğince hükmet, eğer Allah’ın kitabında yoksa Rasûlullah sallallahu
aleyhi ve sellem’in sünnetinde olana göre hüküm ver. Eğer sünnette de yoksa
senden önce salih zatların hüküm verdiği şey ile hüküm ver.” (Nesâî (8/231)
el-Elbani Sahihu Suneni’n-Nesâî (4989)
Bu yol ashab ve
tabiînin ve imamlardan onların izlerinden gidenlerin yolunu izlemektir.
Allah Azze ve Celle
ümmeti bir hata yahut aklın açık hükümleriyle bâtıl olduğu bilinen bir husus
üzerinde icma etmekten korumuş bulunmaktadır. İcma aklın açık hükümlerine
aykırı herhangi bir husus üzerinde gerçekleşmekten yana korunmuş olduğuna göre
hatta icmaya muhalif olan aklî bir hüküm bulacak olursak, biz kesin olarak
bunun fasid bir aklî hüküm olduğunu da biliriz.
O halde Allah Teâlâ’nın
kitabı ile rasûlünün sünnetinin aklın apaçık hükümlerine muhalefetten yana
korunmuş olması daha önceliklidir.
17. Aklın ve kitabın
çeliştiği var sayılacak olsa, yapılması gereken bizim için hatadan
korunmuşluğundan emin olunamayan aklın, hatadan korunmuş olduğu bilinen kitaba
ve sahih sünnete havale edilmesidir.
18. Kendi görüşlerine
ve akıllarına dayanarak rabbin sıfatları, fiilleri, onun hakkında caiz olan
şeylerle caiz olmayan hususlara dalan bu kimselerin kendi aralarında ihtilaf
ettiklerini, anlaşmazlığa düştüklerini, şaşkın ve şaşırmış olduklarını
görüyoruz.
Onların sahip
olduklarının nihai sonucu herkesin yolunu izlediği imamı (önder kabul ettiği
kimse hakkında) hüsnü zan beslemesi ve onun kabul ettiği esaslarda onu taklid
etmesinden ibarettir.
O kendi aklına göre
ona muhalif bir görüştedir. Öbürünün görüşünü izah etmekte zorlanmaktadır ve
açıklanmasının gerçekten zor olduğunu dahi kabul etmektedir. Sonra başını önüne
eğerek: “Bununla birlikte o, akla uygun olanı benden daha iyi bilir”
demektedir.
Onların pekçoğu kendi
aklıyla, hocasının ve önder kabul ettiği kimsenin tam zıttı görüştedir. Fakat hocası
ve önder kabul ettiği zat hakkında sahip olduğu hüsnü zan dolayısıyla ona
muhalefet etmekten kaçınmakta, anlayış kıtlığını kendisine nispet etmektedir.
Kendi aklının eksik olduğunu söylemektedir. Buna sebep ise kendisine göre
Aristo’nun ya da başkasının büyük olduğunu düşünmesi ve onun kendisinden daha
akıllı olduğunu sanmasıdır.
İşte bütün görüş ve
mezheplerin müntesiblerinin durumu budur. Onlardan herhangi birisi tabi olduğu
kimsenin ve taklid ettiği şahsın bir görüşünün bâtıl olduğunu görmekle birlikte
bunu reddetmekten geri kalmaktadır. Çünkü o kendi önderinin ve hocasının ilim
itibariyle kendisinden daha mükemmel, akıl itibariyle daha ileri olduğuna
inanır. Bununla birlikte o da, akıl sahibi kimseler de şunu bilirler ki tabi
oldukları kimseler ve hocaları hatadan korunmuş değillerdir.
Hatadan korunmuşluğu
(masumiyeti) teminat altına alınmış, haber verdiği her hususta doğruluğu
bilinen nebilerine ve rasûllerine karşı niye böyle bir tutum takınmıyorlar ve
niye: “Onun aklı bizden daha çoktur, onun bilgisi bizim bilgilerimizden daha
doğrudur” diyerek kendi hocalarına ve tabi oldukları kimselere karşı
takındıkları tutumu takınmıyorlar?
Fakat “Allah’ın
fitneye düşürmek istediği kimse için sen Allah’a karşı bir şey yapamazsın.
Onlar Allah’ın kalplerini temizlemek istemediği kimselerdir. Dünyada onlara
zillet vardır. Ahirette de onlara pek büyük azap vardır.” (Maide 41)
19. Aklın ona muhalefet
ettiğini düşünerek vahiyden yüz çeviren ve bu tutumu takınmasına sebep olarak
vahyin kendisine göre yakîn (kesin bilgi) ifade etmediğini gerekçe
gösterenlerin kendi aralarındaki anlaşmazlığın, birbirleri aleyhine sapık
olduklarına dair şahitliklerinin vahiyden yüz çevirmeleri nispetinde çok
farklılık arzettiği görülmektedir.
Vahiyden kim daha uzak
ise onun sözü daha tutarsız, o taifenin ayrılıkları daha ileri derecededir.
Mesela Mu’tezile
arasındaki ayrılıklar ispat ehli (Allah’ın sıfatlarını kabul eden) kelamcıları
arasındaki ihtilaftan daha ileridir. Mu’tezilenin Basra ve Bağdat ekolleri
arasındaki anlaşmazlık konularını sıralamak oldukça uzun sürer. Basra’lılar
ispat ve sünnete bağlılık konusunda Bağdat’lılardan hakka daha yakındırlar.
Basra’lılar Allah Teâlâ’ın işiten, gören, diri, alim ve kadir olduğunu kabul
ederler. İrade sahibi olduğunu söylerler. Dünyada aslah (kullar için daha iyi
olan)ı yaratmasını vacip kabul etmezler. Vahid haberi ve kıyası kabul ettikleri
gibi müçtehidlerin günaha düştüklerini de söylemezler.
Şiaya gelince onların
ayrılıkları ve ihtilafları Mu’tezile’den daha büyüktür. Hatta onların yetmiş iki
fırkaya bölündükleri dahi söylenmiştir. Çünkü onlar bu dinin çeşitli taifeleri
arasında sünnetten en uzak olanlardır.
Felsefecilere gelince
onların bir ortak paydasını bulmaya imkan yoktur. Peygamberliğin getirdikleriyle
oyun oyna, peygamberliğin getirdiği sınırda durma, aklına dayanarak istediğini
söyle, son derece hâkim bir filozof olursun!
Müslüman, Yahudi ve Hristiyanlara
mensup bütün taifeler arasında görüş ayrılıkları en fazla olanlar
felsefecilerdir. Bunların dışındaki diğer felsefe gruplarına gelince eğer
onların sadece astronomi ilmi ile ilgili görüş ayrılıkları anlatılacak olursa
oldukça hayret edilecek şeyler görürsün.
Astronomi ise
matematiksel ve aritmetiğe dayalı bir ilimdir. O onların bilgilerinin en doğru
olanlarındandır. Peki ya tabii ilimler hakkındaki ayrılıkları ve teolojik
ilimler hakkındaki ayrılıklarına ne demeli?
Tabii ilimler
hakkındaki karşıt görüşlerinin ve görüş ayrılıklarının sayılıp dökülmesi hemen
hemen imkansızdır, anlatılamayacak kadar çoktur. Oysa bu duyulara teolojik
bilgiden daha yakındır!
Teolojik konulara
gelince, onların durumlarını anlamaya yardımcı olacak bir örnek verecek
olursak, durumları şuna benzer. Bir topluluk karanlık bir gecede düz bir
arazide konaklar. Düşman üzerlerine hücum eder, bundan dolayı karanlık
içerisinde ayağa kalkarak herkes burnu doğrultusunda kaçıp gider.
Subhanallah! Onların
bu husustaki tutarsızlıkları, zanları ve tahminleri ne kadar da fazladır!
Kesinlikle herhangi bir husus hakkında ittifak etmiş değillerdir.
Onların ileri
gelenleri bu hususta yakîn (kesin) bilgiye ulaşamayacaklarını, ancak bu hususta
daha uygun ve daha yerinde buldukları şekilde konuştuklarını açıkça söylerler!
Bundan dolayı onlardan
sonra gelip arkalarından giden kimselerin şaşkınlık, kararsızlık içerisinde
olduklarını ve bu hususta hiçbir neticeye ulaşmadıklarını itiraf eden kimseler
ortaya çıktı. (Agnostizm)
Allah’ın vahiy ile
indirdiklerini bunlar ve bunlara benzeyen kimselerin akıllarının önüne
geçirerek rasûllere tabi olan vahiy ehli kimseler için bu durumda bir ibret
vardır.
“Allah’ın saptırdığına asla doğru bir yol
bulamazsın.” (Nisa, 88)
Şeyhulislam (İbn
Teymiye) bana şunları anlattı: “Zeki zatlardan birisi –kendi döneminin en
bilginlerinden kelam ve felsefe tahsil etmiş birisi olan İbn Vasıl el-Hamevi-
anlattığına göre hocası ona şöyle demiş: “Ben yatağıma uzanıyorum, yorganımı
başıma çekiyorum, bunların delillerini ötekilerin delilleriyle sabaha kadar
karşılaştırıyorum, bununla birlikte benim için hiçbir görüş aydınlık kazanmıyor.”
Bundan dolayı kelam
ehlinden bir kesim delillerin aynı değerde olduğunu benimsemiştir. Yani
deliller aynı değerde ve birbirleriyle çelişmektedir. Bu sebepten dolayı hak
batıldan ayırdedilemez. Onlar bu sözleriyle hem doğru söylemişlerdir, hem de
yalan.
Doğru söylemişlerdir
çünkü onların delilleri ve bilgi edinme yolları birbirine denk ve birbiriyle
çatışma halindedir. Öyle ki onlara müntesip bir şair şöyle demiştir:
“İlimde benim benzerim
olan kişi de benim gibi kördür
Bakarsın ki ikimiz de kapkaranlık
gecede birbirimizle çarpışıyoruz.”
Gözü ve basireti kör
olan bu şair doğru söylemiştir. Bu topluluğun halini Allah’a yemin olsun ki
güzel anlamış ve nitelendirmiş, onların hallerini öyle ifadelerle nitelendirmiş
ki onları kapkaranlık bir gecede birbirine giren ve çatışan körler topluluğuna
benzetmiştir.
Yalan söylemelerine
gelince, aydınlık karanlığa, beyazlık siyahlığa, misk en kötü leş kokusuna denk
olmadıkça hakkın delilleri ile batılın şüpheleri de birbirine denk olmaz.
Kullarından dilediği
kimselerin gözlerini güneşe karşı kör ettiği gibi yine yarattıklarından
dilediği kimselerin basiretlerini hakka karşı kör eden Allah’ın şanı ne
yücedir. Ancak bunun günahı hakkın değil, basiretlerin zayıflığınadır. Tıpkı
güneşi görmeyen gözlerin perdeli olduğu ve bu konuda güneşin bir kusurunun
bulunmadığı gibi.
Bu gibi kimselerin
basiretlerini nitelendirirken şöyle diyen kişi gerçekten güzel söylemiştir: “Onların
basiretleri yarasaların gözleri gibidir. Yarasalar gündüzün ışığında görmezler
ve bu aydınlıkta gözlerini açmazlar. Gecenin karanlığı onlara uygundur ve o
zaman gider gelirler.”
Bundan ötürü bunların
birçoğunun bu yolların herhangi birisinde hidayeti göremediğini, ayakları üzerinde
gerisin geri dönerek hayâyı bir kenara itip, kalbinden şeriat bağını sıyırıp
attığını, karnı ve ferci hususunda yahut da başkanlık ve malı için azgınlığın
istek ve arzularına yöneldiğini bundan ötürü lezzet veren şeylere, şarkıcıları
dinlemeye, güzel suretlerle oturup kalkmaya yöneldiğini görüyoruz.
Buna sebep ise ilmin
hakikatlerinin ve Allah’ın rasûlü ile göndermiş olduğu imanın kalbinde yer
etmemesidir. Onun kalbine bu ulaşmadığı gibi kendi arkadaşları yoluyla da aynı
kalbe şüphe ve şaşkınlıktan başka bir şey ulaşmamıştır.
İşte Allah Teâlâ’nın
şu buyruğu ile kastettiği kimseler bunlardır:
“Onlar ancak zanna
ve nefislerinin hevasına uyarlar.” (Necm 23)
Bundan ötürü onların
bilgisi zanlardan ibarettir: “Zan ise hiç şüphesiz hak adına hiçbir şey
ifade etmez.” (Necm, 28)
Onların iradeleri
nefislerinin hevasıdır. İlimleri de kendilerini iradeleriyle istediklerine
çağırır. İradeleri, ilimleri ile bildiklerine çağırır. Şüphesiz hevaya uymak
hakka uymaktan alıkoyar. Allah’ın yolundan saptırır, bundan ötürü onlar da
Kur’an’dan yüz çevirdiler ve dünyanın acil menfaatlerini tercih ettiler.
İşte Allah Teâlâ’nın
rasûlüne onlara karşı delili ortaya koymasını emrettikten sonra kendilerinden
yüz çevirmesini emrettiği kimseler bunlardır. Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
“O halde zikrimize
(Kur’an’a) sırtını dönen ve dünya hayatından başkasını istemeyen kimselerden
sen de yüz çevir. Onların ilimde varabildikleri son nokta işte budur.” (Necm,
29-30)
20. İbn Abbas radıyallahu anhuma dedi ki: Allah
Teâlâ Kur’an’ı okuyan ve ondaki hükümler gereğince amel edene dünyada
sapmayacağına, ahirette de bedbaht olmayacağına dair teminat vermiştir. Daha
sonra şu ayeti okudu:
“Kim de zikrinden yüz çevirirse gerçekten onun
için dar bir geçim vardır ve onu kıyamet gününde kör olarak haşrederiz.” (Taha, 124) (Bunu İbn Ebî Şeybe (10/467)
Abdurrazzak (6032) ve Hakim (2/381) rivayet etmişlerdir.)
Bu Allah’ın indirmiş
olduğu zikri kapsar. Bu zikirde Allah Azze ve Celle’nin peygamberlerinin
getirdiği hidayettir. Buna daha sonra gelen şu ayet delalet eder:
“Çünkü sana ayetlerimiz geldiğinde onları
unutmuştun.” (Taha, 126)
İşte Allah’ın öğüdünden yüz çevirmek budur. Ondan
yüz çeviren kimsenin hali bu olduğuna göre aklını yahut taklit ettiği
kimselerin aklını ileri sürerek ona karşı çıkan ve bu akıl hakkında hüsnü zan
besleyen kimsenin hali ne olacaktır?!
Ancak o zikre itaatle
onu kabul eden kimse mü’min olduğuna göre ondan yüz çeviren ve ona karşı çıkan
kimse de o zikre iman etmekten insanlar arasında en uzak olan kimselerden
birisidir demektir.