Sözlerin en doğrusu Allah'ın kelamı, yolların en hayırlısı Muhammed Aleyhisselam'ın yoludur. Dinde her sonradan çıkarılan şey bidattir.Her bidat sapıklıktır ve her sapıklık da cehennemdedir (Muslim no: 867)

Duâ

Duâ

28 Haziran 2024 Cuma

Mu’tezile’nin Son Asırdaki Meşhur 10 Yavrusu

Bunlar oldukça karışık, belli bir disipline bağlı olmayan, aralarında da bir irtibat bulunmayan fikri bakımdan karmakarışık kimselerdir. Çünkü bunların kimisi davetçi ve mütefekkirler arasında, kimileri kültürcü ve kültürlüler arasında sayılırken, üçüncü bir kesim ise herhangi bir kafilede yer almayan kimselerdir. Böyleleri sadece günlük ya da haftalık sütunları, boş, soğuk ve hiçbir faydası olmayan sözlerle dolduran gazetecilerdir.

Onların gerçek görüşlerini öğrenebilmek için tutarsız birtakım sözlerini bilmek kaçınılmazdır.

1. Mason Muhammed Abduh, el-İslam ve’n-Nasraniyye, (s. 59)’da şöyle demektedir: “Dikkate değmeyecek pek az bir kısım dışında İslam dinine müntesib kimseler, akıl ile naklin birbiriyle çatışması halinde, aklın gösterdiği hususun alınıp kabul edileceği üzerinde ittifak etmişlerdir.

Halbuki Abduh, Risaletu’t-Tevhid (s. 128-129)’da şöyle demiştir: “Şüphesiz ki akıl tek başına ilahi bir yol gösterici olmaksızın toplumların mutluluğuna bağımsız olarak ulaştıramaz.”

2. Dr. Muhammed Ammara “Teyyaratu’l-Fikri’l-İslami” adlı eserinde (s.87-88) şöyle diyor:

Mutezile bir fırka olarak sona ermiş bulunmaktadır. Fakat akli bir eğilim, ulusal bir düşünce, fikri birtakım esaslar olarak varlığını ondan etkilenmiş başka birtakım fırkalar vasıtası ile devam ettirmiştir. Böylece bunlar, kalıcı,  atılgan ve geliştirici (!)  mührünü, Arapların ve müslümanların düşüncelerinin genel gidişatı üzerine vurmuştur.

Bir başka yerde şunları söylemektedir: “Onlara göre aklın konumu gerçekten yüksekti. Fikri aristokrasinin nitelikleri ile ilim adamlarının belirgin nitelikleri onların bulundukları ortamda oldukça açık bir şekilde görülebiliyordu...” Daha sonra şunları söylemektedir:

İşte Mutezile, bu şekilde düşünme, tefekkür, din ve devrimcilerden oluşan bir grup olmuştu. Onlar şeref ve nesep yerine, felsefe, düşünce ve bilgide ilerleme yolunu seçmişlerdi...”

Yine Dr. Muhammed Ammara Tehaddiyat leha Tarih kitabında, (s. 107); başkalarını kabul etmeye çağırdığı nazariyesinden ve izlediği yolundan sözetmekte ve ona şöylece işaret etmektedir:

Aklın değerini yüksek tutar, onu ölçü ve terazi kabul eder. Hatta nasslara ve rivayetlere karşı da böyle kabul eder. Bizler şunu da diyebiliriz: Bu nazariyemizin akıl ve felsefeye karşı tutumu, bizim eski kültürümüzdeki akılcılığın süvarileri olan Mutezile ekolünün olgunlaşmış bir uzantısı haline getirmektedir.”

3. Geri zekâlı gazetecilerden Fehmi Huveydi “Nasslara İbadet Eden Putperestler” (Mecelletu’l-Arabi, sayı: 235, s. 34, Ocak, 1978) adlı bir makalesinde “Nasslar karşısında akılların işlemez hale getirilme çabası”nı –kendi ifadeleriyle- nitelendirirken şunları söylemektedir:

Bu yeni bir putperestliktir. Çünkü putperestlik sadece putlara ibadetten ibaret değildir. Eski zamanda putperestlik böyleydi. Fakat günümüzde putperestlik artık kalıplara ve şekillere kulluk ederek nasslara ve merasimlere ibadet suretiyle kendini göstermeye başlamıştır.

Evet, böyle diyor. Onun bu türden pekçok sözleri vardır.

4. Ezhere müntesip sapık Muhammed el-Gazali’nin kitaplarında sarılıp sarmalanmış akılcı bir yöntem görüyoruz. Bu da şu şekilde ifade edilebilir: “Akla kendi konumundan daha büyük bir konum verir. Aklın hüküm çıkartan olmasını yeterli görmeyerek, kabul eden, reddeden ve etkileyen bir konuma getirir. İşte bu Mutezile yöntemine daha çok benzer.”

Bu akılcı yöntem onun bütün eserlerinde ve bilhassa ilme ve ilim ehline haksızlık eden kitabı olan “es-Sünnetu’n-Nebeviyye beyne Ehli’l-Fıkhi ve Ehli’l-Hadis” adlı eserinde görülebilmektedir. Onun görüşlerini reddeden, sözlerini çürütenlerin eserlerinde de bunu görebiliyoruz. Çünkü o bu eserinde şu hususa açıklık getirmek istemiştir: “İslami düşünüşte yeni bir yöntemin işaret taşları... Bu yöntem akıl ile nakil arasındaki ilişkinin tesbiti hususunda ehl-i sünnetin ölçülerini heder eden akılcılık tarafına doğru kaymaktadır.”

Buna göre –Allah hidayet versin- “o [farkında olarak ya da olmayarak sünneti yıkmayı ihtiva eden] şu sözlerle ifade edilebilecek bir ilkeye ulaşmış olmaktadır: Hadis insanın akli düşünüşüne muhalefet edecek olursa, onu reddedebiliriz. Onu bir kenara bırakabiliriz. İsnadı ne olursa olsun o hadisin sahih olduğunu ve güvenilir olduğunu belirten İslam alimleri ile din önderleri kim olursa olsun.”

Şimdi aynı Gazali’nin şu sözlerine bakalım:

Şunu bilelim ki aklın batıl olduğuna dair hüküm verdiği herhangi bir hususun din olmasına imkân yoktur... Hak din doğru insanlık demektir. Doğru insanlık ise hakikati disiplin altına alan ilim ile aydınlanan, hurafeye yer tanımayan, vehimlerden kaçan aklın kendisidir... Bizler hep şunu vurgulayageldik: Aklın reddettiği herbir hüküm ile dosdoğru bir kimsenin kabul edemeyeceği herbir yol, dosdoğru fıtratın karşısında durduğu herbir hususun din olmasına imkân yoktur.” (Mecelletu’d-Duha el-Katariye, sayı 101, Recep 1404.)

Bunlar oldukça tehlikeli sözler olup, mücerred bir akli yöntem olmaktan daha ileridir. Hatta bundan çok daha tehlikelidir. Bundan dolayı Gazali’nin alabildiğine büyük bir cüretkârlık ile sadece aklına uygun düşmediği için sabit, sahih pekçok hadisi reddettiğini görebiliyoruz.

Ölü için ağlama hadisi, ölüm meleği ile Musa aleyhi's-selâm’ın kıssasını anlatan hadis, kadının mescidde namaz kılması hadisi ve namazı kesmesi hadisi... Bunlar arasında yer almaktadır.

Bunların hepsi sahih hadislerdir. Hatta bunların tümü “sahih hadis kitapları”ndadır.

Muhammed Gazali’nin bu türden pekçok sözleri vardır.

5. Muhammed Ahmed Halefullah: el-Adlu’l-İslami adlı eserinde şunları söylemektedir:

Şüphesiz insanlığın artık yeryüzünde sema adına liderliğini üstlenecek kimselere ihtiyacı yoktur. Çünkü insanlık artık olgunluk çağına erişmiş ve kendi işlerini bizzat kendisi görme zamanı gelmiş bulunmaktadır.”

“Doktor, peygamberliğin ve vahyin insan aklı için bir kayıt ve birer bağ olduğunu vurgulamaktadır. Bundan dolayı “peygamberlik nizamı”nın sona erdirilmesi, aynı zamanda insan aklının semanın kayıtlarından kurtarılmasının ilanı olmuştur. Bu sebeple el-Ususu’l-Kur’aniyye li’t-Tekaddüm adlı eserinin (s. 44)de şöyle demektedir: “İslam insan aklını peygamberliğin egemenliğinden kurtarmıştır. Çünkü o peygamberliğin büsbütün sona erdiğini ilan etmekle bütün beşeriyeti bundan kurtarmış olmaktadır.”

6. Ahmed Emin’in oğlu olan Hüseyin Ahmed Emin diyor ki: “İslam ruhu ile dolmak –dağınık, muayyen hükümlere bağlanmak değil- bizi doğru yola iletecek pusula olmanın garantisidir. Günümüz toplumu hırsızlık suçu için bedevi toplumda öngörülen cezadan başka bir cezayı uygun görebilir. Medine’de farz kılınan tesettür için de aynı şey sözkonusudur. O halde Kur’an-ı Kerim’in hırsızlar için tespit etmiş olduğu el kesme cezası bedevi bir şeriattir. Kader akidesi gibi. Örtünme de aynı şekilde, Medine-i münevvereye uygundu fakat artık yirminci asırda Kahire için uygun değildir.”

“İslam’ın ruhu” tabiri bozuk, laik, akılcı bir aldatmadır. Maalesef İslami hareketin sembollerinden olduğu söylenen birtakım kimselere kadar sızmıştır.

Ezherli Muhammed Gazali bu sapıkların sözlerini akletmeden yahut da iyice anlamadan kitaplarının çeşitli yerlerinde tekrarlamış bulunmaktadır. Bunlardan birisi de es-Sünnetu’n-Nebeviyye (s. 11) ile Dusturu’l-Vahdeti’s-Sakafiyye (s. 113) eserleridir ve başka yerlerde de bunu sözkonusu etmiştir.

Bu günahkârca terimlere karşı güçlü bir cevap için bk. Şeyh Rabi b. Hadi’nin Keşfu Mevkıfi’l-Gazali mine’s-Sünneti ve Ehliha (s. 69-77)’ye ve Fi Fıkhi’l-Vaki, s. 33-36’ya bakınız.

Buna göre İslamın ruhu hoşgörü, itidal gibi akılcıların ve onların efendilerinin, sonra da onların kuyruklarının dillerine doladıkları lafızlar kendileriyle batıl kastedilen hak sözlerdir.

Evet İslamın ruhu temeldir... Fakat akaid, şeriat ya da hükümler hakkında herhangi bir kusurlu tutum olmamalıdır.

Evet hoşgörü bu dinin en büyük alametlerindendir. Fakat yolun ortasında küfür ile bir araya gelmek sözkonusu olmamalıdır. Veya İslamın öngördüğü vela ve bera (Allah için dostluk kurma ve Allah için uzaklaşma) kaidesinden herhangi bir taviz verilmemelidir.

Evet itidal ve orta yolluluk İslamın önemli bir özelliğidir... Fakat yan çizme ya da sulandırma olmamalıdır.

7. Bize dışardan gelen akılcı yöntemin müntesiplerinden birisi de Sudan devleti ile ve orada Allah’ın şeriatinin tatbikine çağrı ile ilişkisinden ötürü günümüzde adı parlayan hukuk doktoru Hasan et-Turabi’dir.

Evet Allah’ın şeriatinin tatbik edilmesi hususunda bizler de Sudan ile ve Sudan halkı ile birlikteyiz. Fakat yine bizler genel olarak İslam ülkelerine karşı, özel olarak da günümüzde Sudan’a karşı pek büyük hile ve tuzaklar hazırlayan hilebazların ve İslamı isteyen ve İslam şeriatını uygulamaya koymak için çalışan kimselerin önünde pek büyük engeller koymak isteyenlerin de aynı şekilde karşısındayız.

Fakat bizlerin Sudanlı kardeşlerimizi özü itibariyle batıdan gelen ve Turabi’nin aklına egemen olan akılcı düşünüşe karşı da uyarmak zorundayız. Ta ki ona aldanmasınlar, arkasından gitmesinler. Turabi’nin eserlerinde, konferanslarında tekrarlayıp durduğu yenilik, ilerilik, gericilikten uzak kalmak iddiası ile söylediği bu parlak sözlere aldanmasınlar. Ancak bu sözler ucuz sözler olup sadece cahillerin ve bilgisizliğin pazarında müşteri bulurlar.

Bundan dolayı ben değer verdiğimiz bazı kimselerin et-Turabi’yi hala mütefekkir ve davetçi olmakla nitelendirmelerini gerçekten garip karşılıyorum.

Acaba bunlar Turabi’nin ve düşüncesinin hakikatini bilmiyorlar mı yoksa bunu bilmekle birlikte bu hususta akılların maslahat diye vehmettiği şeyi tercih ederek onun gerçek yüzünü açıklamayıp, susmayı mı tercih ediyorlar.

İşte bunlara ve başkalarına Turabi’nin gerçek düşüncesine ve asıl yöntemine delalet eden bazı sözlerini nakletmek istiyorum:

Allah hidayet versin. Tecdidu’l-Fikri’l-İslami adlı eserinde (s.26) şunları söylemektedir:

Özel bir yeri olan bir esas olarak kendisine itibarını iade etmekle yükümlü olduğumuz kaynak ise akıldır...”

İşte onun bu akılcı görüşü nihayet kendisini kitap ve sünnet ile yetinmeyi kabul etmek şeklindeki kanaati yaygın bir yanılma olarak değerlendirme noktasına götürmüştür. Aynı kitapta (s.25) şunları söylediğini görüyoruz:

Engellerden birisi de; “Elimizde bulunan Kitap ve sünnet bizim için yeterlidir” diyen insanların varlığıdır. Bu yaygın bir yanılmadır. Çünkü mutlaka alimlerin ve fukahanın ortaya çıkması gerekir. Bu yeni vakıa için yeni bir fıkha ihtiyacımız vardır.”

Peki bu yeni fıkıh nedir?

Acaba bu, kitap ve sünnetin dışında, onlarla alakası olmayan bir şey midir?

Yoksa o, onlardan çıkan ve onlardan fışkıran bir şey midir?

Eğer onun istediği birincisi ise o reddolunmuştur, kabul edilmez. Aksine böyle bir şey bir çeşit dinden çıkıştır. Allah’tan selamet dileriz.

Şayet kastettiği ikincisi ise –ki hissettirmeye çalıştığı odur-. O vakit bu da onun ifadelerini temelinden çürütür.

Hatta Turabi’nin şu hezeyanına bakın! O, Tahkimu’ş-Şeria başlıklı bir konferansında İslam dininden dönmeyi mübah görerek şunları söylemektedir:

Şunu da söylemek istiyorum: Bir tek devletin ve bir tek ahdin sınırları içerisinde tıpkı hristiyan için caiz olduğu gibi müslüman için de dinini değiştirmek caizdir.” Allah’a sığınırız.

Turabi’nin dışardan ithal edilen akılcı yöntemi ile inkâr ettiği hususlar arasında recm cezası da vardır. (Doktor Mahmud et-Tahhan’ın Mefhumu’t-Tecdid beyne’s-Sünneti’n-Nebeviyye ve Ed’iyau’t-Tecdid el-Muasirin (s.31)’de naklettiği gibi. Aynı şekilde es-Sarimu’l-Meslul adlı eserin sahibi de (s.12)’de böyle demektedir.)

Diğer taraftan onun selef yöntemini ve ona intisap edenleri, kendi yenilikçi ve akılcı yöntemini yüceltmek maksadıyla şu sözleriyle tenkid ettiğini de görüyoruz:

Fakat başka kimseler daha vardır ki bunlar selefi adını alır ve dinin, dindarların tarihinde ortaya konduğunu kabul ederler. Onlar iyi niyetleriyle bu tarihe taassupla bağlanırlar. Fakat bunun asıl anlamının şeklinde değil, yönelişinde olduğunu unuturlar. Onlar selefi taklid ederler ama yöntemlerinde ve usule dair izledikleri yolda değil. Aksine onların muayyen kazanım şekillerinde onları taklid ederler. Onlar ashaba, tabiine ve fıkıh imamlarına itibar ederler. Fakat içtihad ve cihad itibariyle dine bağlılık yollarında değil, aksine onların söz ve amellerinin şeklini taklid ederler. Onlar tabi oluşun yol alanın yüce Allah’a giderken izlediği yöntem üzere devam etmekte değil, aksine öncekilerin vardığı ve ulaştığı sınırda durmakta olduğunu kabul ederler...” (Tecdidu’l-Fikri’l-İslami, s. 150.)

Evet o böyle demiş fakat bu sözlerin bir ip bükümü kadar dahi değeri yoktur.

Yine şöyle diyor: “Şeriatı tatbik hususunda hükümlerinin gözettiği maksada değil de geçmişteki şekillere başvuran kimselerin çoğunlukla geçmişe kilitlenmenin şekillendirdiği bir kültüre sahip olduklarını görüyoruz...”

İşte bundan dolayı yeni ve modern şeylere açık olmasından ötürü daha önceden kaydettiğimiz gibi İslamdan irtidad etmek suretiyle küfre girmeyi caiz görmüştür.

Recm cezasını inkâr etmiştir. İçki içenin cezasını belirleyerek: “Yirmi ile kırk sopayı geçmez(!) Bir ay yahut bundan biraz fazla süre hapisten ve az miktardaki bir para cezasından daha ileriye gitmez” demiştir!

Şimdi Allah için; “Şeriat ahkâmının maksadı” ifadesine dikkat edin. Bunlar bu ifadeye, “yenilik” iddiasıyla; dizginlerden kopmak, “hoşgörü” iddiasıyla; inkâr ve “uygarlık” gerekçesiyle; sulandırmak gibi yançizmeye götüren pek çok anlamlar yüklemişlerdir.

Geçen hususu pekiştiren ve gizliliklerini açığa çıkartarak daha da açıklık kazandıran hususlardan birisi de Muhammed Surur Zeynu’l-Abidin’in Dirasatun fi’s-Sira en-Nebeviyye (s.308)’de Dr. Turabi ile birlikte başından geçen şu özel tecrübesine dair anlattıklarıdır:

Sudan üniversitelerinde anayasa hukuk profesörü olan Dr. Hasan Abdullah et-Turabi Mesih (aleyhi's-selâm)’ın ahir zamanda ineceğini kabul etmedi. Ben ona bundan on bir sene kadar önce birarada bulunduğumuz bir mecliste şunları söyledim: Sen mütevatir bir hadisi nasıl inkar edersin?

Dedi ki: Ben hadisi senedi bakımından tartışmıyorum. Ben bu hadisin akıl ile çeliştiği görüşündeyim. Çelişki halinde ise akıl nakilden önce gelir.”

Derim ki: Bu hususta bilgisiz ve zavallı Turabi’nin bu sözleri geçmişindeki akılcıların yöntemini yıkmaktadır. Çünkü onlar zanni kabul ettikleri hadisler ile kesin kabul ettikleri akılları arasında bir çelişki olduğunu iddia etmişlerdi.

Kendisi ise onların karşı çıktıkları alanı mütevatir hadisleri de kapsayacak şekilde genişletmiştir. Bir de onlar buna “kat’i” (kesin) adını verirler!

O halde ona göre sünnetin tamamı akli tenkid süzgecine tabidir. Mütevatir olan ile olmayan arasında bir fark yoktur.

Buna bağlı olarak bu sapıkların akılcı karşı çıkışlarını Kur’an-ı Kerim’e ulaşıncaya kadar ileri götürmelerini engelleyen nedir? Zaten bir kısmı bu işi yapmış bulunmaktadır.

Deki: ‘Amelleri açısından en çok ziyana uğrayanları size haber vereyim mi? Onlar o kimselerdir ki dünya hayatında yaptıkları boşa gittiği halde kendilerinin muhakkak iyi iş yaptıklarını zannederler.” (Kehf, 103-104)

8. Bu akılcı yöntem Dr. Yusuf el-Kardavi’nin bazı kitaplarında bazen görülen bir yöntemdir! Ancak bu akılcı yöntem onun eserlerinde, hücuma alışkın Gazali’nin üslubuyla değil, şiddetli olmayan çok incelikli ve üstü kapalı bir üslupla dile getirilmektedir.

Her ne kadar Kardavi’nin sözkonusu ettiği hadisler hemen hemen Gazali’nin kısır aklı ile red ve kabul etmediği hadisler ise de ikisi arasında iki cihetten fark vardır:

Evvela Kardavi, Gazali’den daha âlim ve daha tutarlı, doğru ve bilimsel yönteme daha yakın açıklamalarda bulunmuştur.

İkinci olarak Gazali’nin açıkça reddettiği hususları Kardavi çoğunlukla: “Ben bu hadis hakkında bir şey söyleyemiyorum (tevakkuf ettim)...” demekle yetindiğini görüyoruz. Böyle dedikten sonra hadisi sözkonusu eder.

Ancak bu da netice itibariyle ondan önceki gibidir. Bu akılcı üslup Kardavi’nin son eserleri arasında sayılan bir kitapta ortaya çıkmaktadır. Bu kitap: “Nebevi Sünneti Nasıl Ele Almalıyız?” adını taşımaktadır.

Bu hususa bir örnek olmak üzere Müslim’in Sahih’inde rivayet edilmiş bulunan hadisin sübutu hakkındaki kararsızlığıdır. Enes radıyallahu anh’den rivayete göre Nebî sallallahu aleyhi ve sellem bir adama: “Şüphesiz benim babam da, senin baban da ateştedir (!).” demiştir. Kitabının 97. sahifesinde görüldüğü gibi.

Bazan onun nassın zahirine muhalif tevile meylettiğini görüyoruz. “Ölüm siyah-beyaz bir koç şeklinde getirilir(!)...” şeklindeki Buhari ve Müslim’in rivayet ettiği hadis karşısındaki tutumu buna örnektir. Sözü geçen eserinin s.160’da görüldüğü gibi.

Onun “durmaksızın insanlara sinek ve onun yemeğe batırılması gibi hadisi zikredenleri yahut Musa aleyhi's-selâm’ın ölüm meleğine tokat atmasını, yahut...” hadisleri zikredip duranları garip karşıladığını görüyoruz.

Onun bu türden pekçok ve çeşitli tabloları vardır.

9- Said Nursi Muhakemat kitabında (1. Mukaddime) şöyle diyor: “Takarrur etmiş usuldendir: Akıl ve nakil teâruz ettikleri vakitte, akıl asıl itibar ve nakil tevil olunur. Fakat o akıl, akıl olsa gerektir.”

Said Nursi bu sözleriyle açıkça aklı, vahyin önünde tuttuğunu, böylece Mu’tezile bir metod sahibi olduğunu ortaya koymuştur. “Takarrur etmiş usul” dediği şey ise ancak İblis’in öncülüğünü yaptığı Mu’tezile indinde tekarrur etmiş usuldür. Ehl-i Sünnet’e göre ise aklı geriye atıp vahye teslimiyet gerekir. Allah Azze ve Celle’nin Adem aleyhi's-selâm’a secde edilmesi emri karşısında İblis bu emri akla aykırı görüp te’vilde bulunmuş ve isyan edip kâfir olmuştur! İblis’in adımlarını takip edenlerin yolu nasıl olur da “Takarrur etmiş usul” diye takdim edilebilir ey sapık Bâid-i Nursi!

Nitekim onun Şualar kitabında birçok sahih hadise sapıkça ve ahmakça yaptığı yorumlar, Mu’tezile metodunu izlediğinin açık bir göstergesidir.

10- Hizbu’t-Tahrir’in kurucularından Takiyuddin en-Nebhani Şahsiyetu’l-İslamî kitabında (3/163-164) şöyle diyor:

O zaman sem’î delil (kitap ve sünnet)den kastedilen, galip zanna nispetledir. Zira şer’î hükmün ispatında bu yeterlidir. Yani bu beş ihtimal giderildiğinde zan ile kusur bulunacak bir şey kalmaz ve böylece şerî hüküm anlaşılır. Ama yakin ile kusur bulunmamasına gelince, akide konuları için bu kaçınılmazdır. O zaman sadece bu beş ihtimalin nefyi yeterli gelmez. Yani akide hususunda sem’î delil ile istidlal yeterli olmaz. Yani sadece bu ihtimallerin giderilmesi yakin ifade etmez. Bilakis bunun yanında başka şeyler de bulunması zorunludur. Zira sem’î deliller (yani vahiy olan kitap ve sünnet) ancak on şartın yerine gelmesinden sonra yakin ifade eder. Bu beş şart; nesh bulunmaması, takdim ve te’hir, i’rabın değişmesi, tasrif (kelime çekimleri) ve akla aykırı olmamasıdır. Böylece on şart ortadan kalktığında yakini bozacak bir şey kalmaz. İşte o zaman sem’î delil (kitap ve sünnet nassı) yakin ifade eder ve akidede delil getirilebilir. Şer’i hükme göre bu daha önceliklidir. O zaman delaleti yakinî olur. Aynı şekilde buna yakinî olarak sabit olması da eklenir.”

Anlaşılması için özet bir şekilde Nebhani’ye göre: “Mütevatir delil, Kur’ân’dan bir ayet dahi olsa, akılla ittifak edinceye kadar zan ifade eder

Yine Şahsiyetul-İslamiye’de (3/297) şöyle der: “Akıl, dini kaynaklardan ayrı, tek başına bir ölçüdür.”

Takıyuddin Nebhani Nizamu’l-İslami’de (s.23) şöyle der:

Fikrî bir kaide insan fıtratıyla ittifak ederek akla açık gelirse o kaide sahihtir. Insan fıtratına muhalefet eder veya akla açık gelmezse o kaide batıldır.”

Nizamu’l-İctimai kitabında (s.10, 128) “Kadın tamamen avrettir” diyen kimse hakkında: “Bu yaratılışı yıkmaktır“ der ve kadınlarla erkeklerin topluma bir araya gelmesinin, ticari alışverişlerde yardımlaşmalarının zorunlu olduğunu söyler.

Devletu’l-İslamiye kitabında (s.118) şöyle der: “İslam akidesinde akılcıdır. Görüşlerinde ve hükümlerinde fikircidir. Akıl yoluyla iman etmeyi ve hükümleri akıl ile anlamayı farz kılmıştır.”

Yine Kitabu’l-İman’da (s.68) ve Hizbu’t-Tahrir kitabı (s.26) şöyle der: “İslam akılla inanmak ve “dediler ki” üzerine kurulmuştur. Zira islam akidesi akılcı bir akide ve siyasi bir akidedir.”

Bu soğuk akılcılığın neslindeki bu zincir halkaları bu kadar değildir. Değersiz ve birbiriyle çatışan liste, bu gibi kimselerle uzayıp gider. Bütün bunlarla birlikte onlar aldanış içerisindedirler, dilleri keskin, üslupları serttir. Sanki bir fildişi kulesinde imişler gibi konuşur yahut yazarlar.

Bu boş akılcıların vardıkları son nokta vahyi inkar, dini iptal etmektir. Bunu isteyerek yahut istemeyerek yapmış olabilirler. Bu onların hoşlarına gitsin ya da gitmesin durum böyledir. Bundan dolayı onların bu akılcılıklarında başıboş hareket etmelerinin şu sonuca vardığını görüyoruz:

“Onların bazılarının bakış açısına göre İslam sadece Allah’ın dini değildir. Artık o dinden başkasını aramak Kur’an-ı Kerim’in açıkça belirttiği gibi bir sapıklık ya da küfür değildir. Hatta hristiyanlık yahut yahudiliği istemek kişileri cennete dahi götürebilecek bir haldir. Belki de en yüksek firdevs cennetine. Bir taraftan Dr. Muhammed Ammara, Fehmi Huveydi ve Dr. Abdu’l-Aziz Kamil’in, diğer taraftan Said el-Aşmavi ve Mahmud Ebu Reyye’nin benimsedikleri gibi.”

İşte bütün bunlar bizleri onların çelişki ve tutarsızlık şekillerinden bir başkasını burada tespit etmeye mecbur etmektedir:

“Bu çağdaki çağdaşlara hayret doğrusu! Onlar İslam’ı tarihin derinliklerinde kültür rafları üzerinde kendisine işaret olunan fakat gereğince amel etmeyen bir konuma getirmekte ısrar etmektedirler. Böylelikle İslam Allah’a ve ahiret gününe iman eden herkesin –imanı ne olursa olsun- ismi oluverir!

Onun kapsamı içerisine siyonistler ve haçlılar dahi girer. Böylece peygamberlerin hak yolu ve hak beyan ile açıklamak üzere gönderilmesinin de bir anlamı kalmaz.”

Akıl hakem olup, temel esas kabul edilince ve bütün bunlar anlamsız kıyaslara ve bozuk tevillere sarıp sarmalanarak sunuldukça bu böyle kalacaktır.

Şeyhu’l-İslam İbn Teymiye rahimehullah Beyanu Telbisi’l-Cehmiye’de (1/150) diyor ki:

“Onların bu akli kıyaslarının sonunda varacağı nokta safsatacılıktır. Bu ise mevcut gerçekleri sulandırarak ve hakkı batıla karıştırarak inkâr etmeye gider. Onların bu yaptıkları tevillerle varacakları yer de Karmatiliktir. O ise sözleri yerinden değiştirip tahrif etmek, şeriatı, dili ve aklı da aynı şekilde sulandırmak ve hakkı batıla karıştırmak suretiyle ifsad edip bozmaktır… Sözün özü şudur: “Bu gibi kimselerin sözleri cehalettir ve sonunda varacağı yer zındıklıktır.”

Meclislerin Keffareti

Meclislerin Keffareti
"Subhâneka'llâhumme ve bihamdik ve eşhedu en lâ ilâhe illâ ente estağfiruke ve etûbu ileyk" (Taberani 10/164, el-Elbânî Sahîhu'l-Câmi (4487)