26. Peygamberlerin peygamberliğine, Rabbin varlığına ve bedenlerin yeniden yaratılıp, iade edilmesine dair ileri sürülen tenkit edici şüpheler –ki bunları ileri sürenler bunlara aklî deliller adını vermektedirler- hepsi de nakle karşıdır. Nakil ile çatışmaktadır.
Bu şüpheler sıfatları
kabul etmeyenlerin nakle muhalefet eden aklî deliller yahut onların türünden ya
da onlara yakın türden olduğunu iddia edenlerin ileri sürdükleri şüphelerden
daha güçlüdür.
Peygamberliği tenkit
ve red sadedinde yaklaşık seksen veya daha fazla şüphe ileri sürülmüştür. Hepsi
de aklî şüphelerdir. Allah Teâlâ’nın varlığını ispat için de yaklaşık kırk
şüphe (delil gibi kabul edilen gerekçe) ileri sürülmüştür. Bunların hepsi de
aklîdir. Ölümden sonra diriliş için de buna yakın gerekçeler ileri sürülmüştür.
Allah Azze ve Celle
bilir ki bu şüpheler aynı şekilde Allah’ın sıfatlarını, Allah’ın
yaratılmışlarının üzerinde oluşunu, konuşmasını, kullarına hitap etmesini,
ahirette gözlerle açıkça görüleceğini nefyeden akılcıların şüpheleri türündedir.
Fakat bu şüpheler
sahiplerinin Allah rasûlüne ve İslam’a müntesip oldukları, onun dinini
korudukları, yüce Rabbi kendisine layık olmayan sıfatlardan tenzih ettiklerinin
söylenmesi karşısında revaç bulmuşlardır.
Yoksa tahkik edildiği
takdirde hepsi de birbirine benzer şeylerdir. Rasûlün peygamberliğinin esasına
karşı ileri sürülen şüpheler ile rasûlün haber verdiği şeylere karşı ileri
sürülen şüpheler arasında herhangi bir fark yoktur.
Bunu ve ötekini
dikkatle düşünen bir kimse durumun gerçek mahiyetini açıkça anlar. Hatta
peygamberliği esastan tenkide yönelik şüphelerin rasûllerin verdiği haberlere
yönelik tenkitçi şüphelerden daha çok olduğu dahi görülebilir. Bu durumda
rasûlün verdiği haber ile çatışan akli hükümleri önceleyen kimseye şöyle
denilir:
Sen risaletin ve nubuvvetin
esası ile çatışan aklî bilgiyi öne nasıl geçirirsin? Sen bu şüpheleri zikredip,
onlara verdiği cevaplarla kalbinin bunun gerçekten kabul etmediğini ortaya
koymuş oluyorsun!
Şüphesiz bu cevaplar,
senin söylediğin sözler arasında tutarsızlık bulunduğunu gösteren birtakım
kaidelere bina edilmiştir. Bu kaideleri kimi zaman kabul eder, kimi zaman
reddeder, kimi zaman da hüküm vermekten kaçınırsın!
Yoksa sen bu aklî
bilgileri bir kenara atıp onları yok sayıyor ve tutarsızlıklarına mı şahitlik
etmektesin?
Durum böyle ise
rasûlün haberi ile çatışan aklî bilgiler hususunda izleyeceğin yol niye
izlediğin öteki yol ile aynı değil, her iki yol niye bir değil?
Böyle bir şüphenin
reddedilme yolu gayet açıktır. Sen Allah’ın ve rasûlünün dininin
yardımcılarındansın. Sen risaletin esasını, rasûlün getirdiklerini koruyan
birisisin ve aklınla bu konuda kesin hüküm veren birisisin.
Bu ise yüce Allah’a
hamdolsun ki gayet açık bir delildir.
27. Allah Teâlâ’nın
hikmeti ve adaleti aklını ileri sürerek rasûlüne muhalefet eden kullarının
aleyhine akıllarını ifsad etmeyi gerektirmiştir.
Bunlar akıllarını
ileri sürerek Allah’ın peygamberlerine itaat etmediler. Onların getirdiklerine
teslim olmadılar, onların buyruklarına boyun eğmediler. Akılları Allah’ın
Rasûlü karşısında kendisinde her türlü tasarrufta bulunan bütün yönleriyle
sahibine ait olan itaatkâr bir köle durumunda görmediler. Hiçbir şekilde ona
karşı bir tasarrufta bulunamayacaklarını düşünmediler.
Bu sebeple Allah Teâlâ’nın
ilk ifsad ettiği akıl kadim hocaları iblisin aklıdır. Çünkü o aklı sebebiyle
Allah’ın emrine itaat etmedi, aklı ile nassa karşı çıktı, niçin karşı çıktığını
da sözkonusu etti. Böylelikle kendi aleyhine olmak üzere aklı alabildiğine ona
kötülük etti. Nihayet batılcıların önderi, inkârcıların başı, kâfir ve
münafıkların hocası oldu.
Diğer taraftan
rasûllerinden yüz çevirerek onlarla gönderilenlere karşı çıkanların akıllarını
nasıl ifsad ettiği ve bu akılların bozuluşunun kendilerini Allah Teâlâ’nın
haklarında kitabında sözettiği sonuca nasıl götürdüğü üzerinde de düşünmek
gerekir.
Bu akılların fesada
erişlerinin bir sonucu olarak onlar peygamberlerden hiçbir peygamberi
beğenmedikleri halde taştan ilah edinmeyi beğenmişlerdir.
Bu akılların
bozukluğunun bir diğer göstergesi onların körlüğü hidayetten daha sevimli
bulmaları, dünya ve ahiretin cezasını mutluluklarına tercih etmeleri, Allah’ın
nimetini küfür ile değiştirmeleri, kendi kavimlerini helak yurduna
götürmeleridir.
İblis iki kitap
ehlinin akıllarını peygamberleri inkara götürerek ifsad etti. Nihayet onlar
felsefecilerin görüşlerini kabule kadar ileri gittiler. O görüşleri
peygamberlerin getirdiklerinin önüne geçirdiler ve sonunda bütün akıllıları
güldürecek sözler söylediler.
Cehmiyye ve Mu’tezile
kelamcılarına gelince iblis onların da aleyhlerine olarak akıllarını bozdu. O
kadar ki sonunda akıl sahiplerinin söyleyene gülecekleri sözler söylediler.
Kişi rasûlden ne kadar
uzak kalmışsa aklı o kadar az ve o kadar bozuktur. Akıl bakımından insanların
en mükemmelleri rasûllere tabi olanlardır. Akıl bakımından en bozukları
onlardan ve onların getirdiklerinden yüz çevirenlerdir.
Bundan dolayı sünnet
ve hadis ehli ümmetin en akıllılarıdırlar. Diğer çeşitli taifeler arasındaki
durumları insanların geneli arasında ashab gibidir.
Bu kendisi vasıtasıyla
Rabb Azze ve Celle’ye karşı gelinen herbir husus hakkında geçerli olan bir
kaidedir.
Ne ile Allah’a isyan
edilmiş ise Allah onu sahibinin aleyhine olmak üzere ifsad eder.
Mesela malı ile yüce
Allah’a isyan eden bir kimsenin aleyhine olarak Allah malını ifsad eder.
Makam ve mevkii ile
ona isyan eden bir kimsenin aleyhine olarak o makamını ifsad eder.
Diliyle, kalbiyle
yahut herhangi bir organıyla Allah’a isyan eden bir kimsenin aleyhine Allah onu
ifsad eder.
İsterse o bu fesadın
farkına varmasın. Allah’ın muhabbetinden, korkusundan, ümitten, ona tevekkül
etmekten, ona yönelmekten, onu zikretmekle huzur bulmaktan, onunla teselli
bulmaktan, ona yönelmekle sevilmekten yana bomboş kaldığı için harab olmuş bir
kalbin fesadından daha büyük bir fesad var mıdır?
Acaba böyle bir kalp,
fesadı iyice kökleşmiş ve fakat sahibinin farketmediği bir kalpten başka bir
şey midir?
Allah’ı anmaktan, onun
getirdiklerinden, kelamını tilavet etmekten, kullarına nasihat edip, onları
irşad etmekten, yüce Allah’a davet etmekten uzak bir dilin fesadından daha
büyük bir fesad var mıdır?
Kendisini yoktan var
eden ve yaratana kulluktan, ona hizmet etmekten, onun rızasına koşmaktan yana
faaliyette bulunmayan azaların fesadından daha büyük bir fesad var mıdır?
Özetle eğer herhangi
bir şey ile Allah’a isyan edilirse, Allah da o şeyi mutlaka sahibinin aleyhine
olmak üzere ifsad eder.
Aklın en büyük
isyanlarından birisi de Allah Teâlâ’nın kendisi ile rasûlüne ve ona uyanlara
hidayet verdiği Allah’ın kitabından ve vahyinden yüz çevirmek ve başkasının
sözü ile onun sözüne karşı çıkmaktır.
Böyle bir aklın
fesadından daha büyük bir fesad olur mu?
Allah Azze ve Celle,
rasûlüne tabi olanlara bu gibi kimselerin aklının fasid olduğuna dair öyle
şeyler göstermiştir ki bunlar onların rasûle, onun getirdiklerine, imanlarının
artmasını gerektiren en güçlü sebebler arasında olup, bunlar aynı zamanda
rasûlün getirdiklerine daha ileri derecede sımsıkı bağlanmalarını
gerektirmiştir.
28. Akıl ile nakil
arasında çelişki görenlerin tesis ettikleri bu kaide Allah’ın sıfatları ve
fiilleri hususunda seçkinlerden olsun, avamdan olsun herhangi bir kimsenin
peygamberlerin getirdiği haber ile yararlanmamasını gerektirir.
Seçkinler için böyle
olması şundan dolayıdır: Bunlar bu işi ilminin ve bilinmesinin akıllara ait
olduğunu açıkça ifade ederler. Akılların şahitlik ve delalet ettiği şey kabul
edilir, akıllara muhalif olan sem’i bilgilerin de reddedilmesi gerekir.
Dolayısıyla bunlar
(rasûlden gelen) haberlerden hiçbir fayda elde edemezler. Bunlar hakkı ancak
rasûllerin verdikleri haberler ile çatışan akıl cihetiyle yararlanmışlardır.
Avama gelince onlar
haberin delalet ettiği hususu akide olarak kabul etmişlerdir. Bu ise özü
itibariyle batıldır. Çünkü onlar hak bilgisini ondan elde edememişlerdir.
Aksine onlar batıl bir itikada binaen bunu elde etmişlerdir.
O halde rasûlün
getirdiklerine bundan daha büyük bir düşmanlık olabilir mi?
29. Rasûlün verdiği
haber ile çatışan bir hususun akıl yolu ile bilinmesi caiz (mümkün) kabul
edilirse o halde kesin iman bu çatışan hususun olmaması ve şart olarak buna
bağlı olması gerekirdi. Belli bir şarta bağlı olan o şartın bulunmaması halinde
ortaya çıkmaz.
Bilindiği gibi
insanların akılları ile ortaya koydukları bir husus ister hak, ister bâtıl
olsun belli bir gayesi yoktur.
Herhangi bir kimse
akıl ile bilinen hususlar arasında rasûlün haberi ile çelişen bir hususun
bulunacağını kabul edecek olursa, rasûlün haberlerinden hiçbir şeye güvenmesine
imkan kalmaz. Çünkü henüz kendisi için belirginlik kazanmamış, akıl yönü ile
bilinen hususlar arasında rasûlün haberi ile çatışacak şeylerin varlığı
mümkündür.
Eğer bu kimse: “Ben
sem’iyyatdan (peygamberin verdiği haberlerden) aklın reddetmediği şeyleri ikrar
ve kabul ederim. Yine aklın muhalefet etmediği sıfatları kabul ederim”
diyecek olursa, onun bu sözünün belli bir kaide ile belli bir prensibe
bağlanması sözkonusu olmaz.
Çünkü o sem’i delilleri
tasdik etmeyi, belli bir prensibi bulunmayan bir hususa bağlamıştır. Tesbiti
mümkün olmayan herhangi bir hususun var olmaması şartına bağlı olan bir şey
hiçbir şekilde prensibe bağlanmış olmaz. Böyle bir asli kaide kabul edildiği
takdirde elbetteki kesin bir imanın varlığı da sözkonusu olmaz.
Bundan dolayı görüşünü
ileri sürerek şeriate karşı çıkmaya alışmış kimselerin kalbinde imanın
ebediyyen karar kılmadığını görürüz.
Kişi ise rasûle kesin
bir surette iman etmedikçe mü’min olamaz. (Akıl ile) çatışmaması şartı
sözkonusu edilmemelidir.
Bir kimse: “Ben
rasûlün haberine onu bertaraf edecek bir karşıt delil ortaya çıkmadıkça iman
ediyorum” diyecek olursa, bu kimse rasûle iman etmiş olamaz.
Tıpkı “Akıl başka
bir ilahın varlığını kabul etmeye dair bir delil ortaya koyması müstesna
Allah’tan başka hiçbir ilah olmadığına şahidlik ediyorum” demesine yahut;
“Akıl onu
reddedecek bir delil ortaya koyması dışında ölümden sonra dirilişe iman
ediyorum” demesine ya da;
“Akıl onun
risaletini çürütecek bir delil ortaya koyması hali müstesna rasûle iman
ediyorum” demesine benzer.
İşte böyle diyen bir
kimse ve benzerleri kesin bir iman ile iman etmiş olamaz. Böyle birisinin
olabilecek en güzel hali şüphe eden bir kişi olmasıdır.-
(Bu gibi kimselerin hiçbir şekilde mü’min olamayacaklarından
dahi korkulabilir. Çünkü mü’minlerin gerçek niteliği: “Mü’minler ancak
Allah’a ve rasûlüne iman eden ve sonra da şüpheye düşmeyen... kimselerdir.”
(Hucurat, 15) diye dile getirilmiştir.)
30. Doğruluğuna aklın
delalet ettiği vahiy, aklın şahitlik etmediği vahiyden daha sahihtir. Bundan
dolayı mütevatir haber akılcılar tarafından ahad haberlere göre daha çok
bilinir.
Bunun tek sebebi ise
haber verenlerin yalan söylemek üzere birbirleriyle anlaşıp, ittifak
edemeyeceklerine aklın delalet etmesidir. Her ne kadar haber verilen husus
kendisine haber verilenin alışageldiği ve bildiği şeylere muhalif ise de akıl
sahibleri onların bildirdiklerini tasdik etmekten başka bir yol bulamazlar.
Bununla birlikte
rasûllerin doğruluğuna, onların peygamberliklerini ispata dair kesin aklî
deliller mütevatir haberi bildirenlerin doğruluğuna delalet eden delillerden
kat kat fazladır.
Çünkü bunların
herbirisinin doğru söylediğine dair bir delil yoktur. Onların haber etrafında
birleşmeleri ve ittifakları onların doğruluklarına bir delildir. Peygamberlerin
herbirisinin ayrı ayrı doğru söylediğine dair kesin deliller ortadadır.
Ayrıca onlar
sözbirliği ederek aynı şeyleri söylemişler ve hepsinden gelen haberler ittifakla
Allah Azze ve Celle’nin üstte oluşunu, semavatının üzerinde, arşının üzerinde
ve mahlukatından ayrı olduğunu, onun konuşma sıfatı olduğunu, başkalarını
muhatap alıp hitab ettiğini, emir ve nehiy koyduğunu, hoşnut olduğunu, gazap
ettiğini, sevap ve ceza verdiğini, sevip buğzettiğini ve bu sıfatlarının
celaline layık olduğunu ittifakla bildirdiklerine dair onlardan haberler gelmiş
bulunmaktadır.
Dolayısıyla onların
verdikleri haberin, haber verilen için ilim ifade etmesi mütevatir haberlerin
haberi alanlara nisbetle ifade ettiği ilimden daha büyüktür.
Çünkü mütevatir
haberler yanılabilmesi muhtemel bir duyuya dayanır. Ancak peygamberlerin
haberleri hata etmeyen vahye dayalıdır. Aklen bu haberleri tenkid etmek
sofistlerin duyu organları ile akla dair şüphe ve tereddütleri kabilindendir.
Eğer kat’i delilin
karşısına çıkarılan herbir şüpheye dönüp bakacak olursak, bizim duyu
organlarıyla yahut aklımızla ya da her ikisiyle bildiğimiz herhangi bir şeyimiz
kalmaz ve herhangi bir bilgimize de güvenemeyiz.
- Devam Edecek
İnşaallah –