31. Ancak haber ile idrak edebilecek gayba dair bilgiler duyularla ve akıl ile idrak edilebilecek bilgilerin kat kat fazlasıdır. Hatta hiçbir şekilde onlar arasında bir nisbet sözkonusu değildir.
Bundan dolayı duyma
yoluyla idrak edilenler görmekle idrak edilenlerden daha genel ve kapsamlıdır.
Çünkü işitme, mevcut olan ve olmayan, hazır olan ve gaib olan hususları da
idrak eder, diğer duyularla idrak edilmeyen ilimleri de idrak eder. İşte bu,
işitmeyi görmekten üstün tutanlar için bir delildir.
Daha başkaları bu
hususta onlara muhalefet ederek görmeyi işitmeye tercih etmişlerdir. Buna sebep
ise görme idrakinin gücü ve idrak ettiği şey hakkındaki kesin kanaati ve
hatadan daha uzak oluşudur.
Her iki kesim arasında
nakledilmesi uzun sürecek tartışmalar vardır.
Aralarındaki bu
anlaşmazlık şöylece hükme bağlanabilir. İşitmekle idrak edilenler daha genel ve
daha kapsamlıdır. Görmekle idrak edilenler daha tam ve daha mükemmeldir.
Birisinin gücü ve tamamlığı sözkonusudur, diğerinin genel oluşu ve kuşatıcılığı
sözkonusudur.
Maksat şudur: Duyu
organlarından gaib olan hususlara nisbetle duyulan ve hissedilenlerin oranı
denizdeki damla gibidir. Bunları ancak sadıkın haberi ile bilmeye imkân vardır.
Allah Azze ve Celle de kulları arasından bu gaybdan dilediğini haber verdiği
peygamberler seçmiş ve bunları başkalarını bilgi sahibi kılmadığı hususlarla
bilgilendirmiştir.
Nitekim Allah Teâlâ şöyle
buyurmaktadır: “Allah mü’minleri üzerinde bulunduğunuz bu halde asla
terketmez. Nihayet murdarı temizden ayıracaktır. Allah size gaybı bildirecek de
değildir. Fakat Allah peygamberlerinden kimi dilerse seçer.” (Al-i
İmran 179)
Allah Azze ve Celle
gayba dair haberlerden haberdar edeceği kimseleri seçerek başkalarına
bildirmediği şeyleri bildirir.
İşte bundan dolayı bu
kişilere nebi (peygamber) adı verilmiştir ki bu da haber vermek demek olan
“el-inba”den gelmektedir. Çünkü ona Allah tarafından haber verilmekte, o da
Allah’tan haber vermektedir. Buna göre o bir taraftan kendisine haber verilen
(münbe)dir, diğer taraftan da kendisi haber veren (münbi)dir.
Peygamberlerin haber
verdikleri her şeyin onlar haber vermeden de bilinecek şeylerden olması mümkün
değildir. Hatta çoğunluğu dahi bilinemez.
Bu sebebten ümmetler
arasında bilgisi en mükemmel olanlar rasûllere tabi olanlardır. Onlardan
başkaları remil, yıldızlar, hendese (geometri), safsata ve benzeri ilimlerde
kendilerinden daha ileri olsa bile.
Bunlara peygamberleri
apaçık delillerle geldiğinde yanlarında bulunan ilim ile bundan dolayı
sevindiler ve ellerinde bulunan bu ilimleri peygamberlerin ilimlerine ve
getirdiklerine tercih ettiler.
Bu ilimler ise onların
nihai noktalarından haberdar ve en uzak noktalarına ulaşan kimsenin şu
sözlerinde belirttiği gibidir:
“Bu bilgiler yalan
birtakım zanlar –ki zanların bir kısmı günahtır- ile faydasız bilgiler arasında
gidip gelmektedir. Fayda vermeyen bilgiden Allah’a sığınırız. Bunlar fayda
verecek olsa bile peygamberlerin getirdikleri bilgilerin faydalarına nisbetle
dünya hayatının sağladığı faydanın ahirette ve onun devamlılığına nisbeti
gibidir.”
Gerçekte ilim ancak peygamberlerin yüce
Allah’tan getirip, bildirdikleri, onun istekleri ve haberleridir. Ruhları
temizleyen, fıtratları tamamlayan, akılları tashih eden ilim budur.
Allah özel olarak buna
ilim adını vermiş, onun karşıtında yer alan şeylere ise hak namına hiçbir fayda
sağlamayan zan ve tahmin ve yalan adlarını vermiştir. Allah Teâlâ şöyle
buyurmaktadır:
”Sana bunca ilim
geldikten sonra kim seninle onun hakkında çekişirse...” (Al-i İmran 61)
Allah Teâlâ bunların
lehine ilim sahibi olduklarına dair şahitlikte bulunarak şöyle buyurmaktadır:
“Kendilerine ilimle
iman verilmiş olanlar diyeceklerdir ki: ‘Andolsun ki Allah’ın kitabında
(belirttiği üzere) diriliş gününe kadar eğlendiniz.” (Rum, 56)
Bir başka yerde de şöyle buyurmaktadır: “Allah
kendisinden başka hiçbir ilah olmadığını adaleti ayakta tutarak açıkladı.
Melekler de, ilim sahipleri de.” (Al-i İmran, 18)
Kastedilen; başka bir
şey değil, peygamberlere indirilenleri bilen ilim sahipleridir. Yoksa mantık,
felsefe ve bunların dalı olan ilimleri bilenler kastedilmemiştir.
Allah Teâlâ bir başka
yerde şöyle buyurmaktadır: “Sana onun vahyi tamamlanmadan önce Kur’an’ı
okumakta acele etme ve: “Rabbim ilmimi arttır’de.” (Taha, 114)
Allah Teâlâ’nın ona
arttırılmasını istemesini emrettiği ilim vahiy ilmidir. Kelam, felsefe ve
mantık ilmi değildir!
Allah Teâlâ aklına
dayanarak ölümden sonraki dirilişi inkar eden kimselere şöyle demektedir:
“Dediler ki: ‘O
dünya hayatımızdan başka bir şey değildir. Ölürüz, diriliriz ve bizi ancak
zaman helak etmektedir.’ Hâlbuki onların buna dair hiçbir bilgileri yoktur.
Onlar ancak zanda bulunuyorlar.” (Casiye, 24)
Allah Teâlâ’nın vahyinin
nasslarına akıllarıyla karşı çıkanların zanları, ağırlıklı ve tercih edilen bir
bilgi sonucu varılan itikad değildir. Aksine buradaki zandan kasıt sözün en
yalan olanıdır.
Allah Teâlâ şöyle
buyurmaktadır: “Kahrolsun tahminciler (yalancılar) onlar ki kuşatıcı
bir cehalet içinde gafil kimselerdir.” (Zariyat, 10-11)
Akıllarıyla
peygamberler getirdikleri nasslara karşı çıkan bu kimselerin elinde bulunan
bilgiler üzerinde düşünülecek olursa bu bilgilerin tamamının bir tahmin
olduğunu ve onların âyette sözü edilen tahminciler (el-Harrasun) olduğunu
anlarız.
Gerçekte ilim
peygamberlere ve rasûllere vahiy yoluyla indirilmiş olandır. Allah’ın kendisi
vasıtası ile huccetini ikame ettiği onunla peygamberlerine, rasûllerine ve ona
tabi olanlara hidayet verdiği ve onlara böyle bir lütufta bulunduğu için minnet
ettiği bilgi budur. Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
“Nitekim aranızda
içinizden size âyetlerimizi okuyan, sizi arındıran, size kitabı ve hikmeti
öğreten, bilmediğiniz şeyleri size bildiren, sizden bir peygamber gönderdik.
Öyle ise beni anın ki ben de sizi anayım ve bana şükredin, nankörlük etmeyin.”
(Bakara, 151-152)
Bir başka yerde de
şöyle buyurmaktadır: “Allah sana kitabı ve hikmeti indirmiş ve sana
bilmediklerini öğretmiştir. Allah’ın üzerindeki lütfu pek büyüktür.” (Al-i
İmran, 113)
Yine şöyle
buyurmaktadır: “Allah, kendilerine,
içlerinden, âyetlerini, onlara okuyan, onları (maddî ve manevî pisliklerden) temizleyen ve
onlara Kitap ve hikmeti öğreten bir Peygamber göndermekle, müminlere şüphesiz
büyük lütufta bulunmuştur. Oysa önceden onlar, apaçık bir sapıklık içinde
bulunuyorlardı..” (Al-i İmran, 164)
İşte bu nimet, bu
lutuf ve bu arındırma ancak rasûlün getirdiklerini, Allah’ın zatı, sıfatları ve
fiillerine dair verdiği haberleri bilen, bunların haber verdiği şekilde hak
olduğunu kabul eden kimseler için sözkonusudur.
Yoksa bunun aklın
sarih hükümlerine muhalif olduklarını ve aklın vahyin önüne geçirileceğini
iddia eden kimseler gibi olanlar için değildir. Yardım Allah’tandır.
33. Şüphesiz
peygamberlerin ilimleri ve Allah’tan getirdiklerinin akıl ile idrak edilmesine
ve akıl yoluyla elde edilmesine imkân yoktur. Çünkü bu bilgiler ancak Allah
Teâlâ’nın onlara ya melek vasıtası ile gönderdiği bir vahiydir yahut Allah’ın rasûlünden
ona doğrudan Musa (aleyhi's-selâm) ile konuştuğu gibi vasıtasız olarak
konuşarak bildirdikleridir.
Peygamberliği kabul
eden, rasûlleri tasdik eden bütün din mensuplarının üzerinde ittifak ettikleri
bir husustur bu.
Bu hususta onlara muhalefet
edenler; cahil felsefeciler ile şöyle diyen düşükleridir: “Peygamberlerin
bildikleri şeyler akli bir kuvvet ile bilip öğrendikleridir. Onlar sezgi gücü
itibariyle başkalarından daha mükemmeldirler.”
Bu güce felsefeciler
kutsi güç de derler. Bu onlara göre peygamberliğin hususiyetidir. Onlara göre
peygamberler diğer insanlar türündendir. Onların peygamberlikleri de insanların
sanatları, siyasetleri ve riyazetleri kabilindendir.
Hatta aralarından İslâm’a
en yakın olanları şöyle demiştir: “Şunu bil ki sanatların esası dörttür:
Ticaret, demircilik, dokumacılık ve siyaset. Bunların en zoru siyaset
sanatıdır. Bu sanatların en zoru ise peygamberlik sanatıdır.”
Onlara göre nubuvvet
bu mertebede olduğundan ötürü nubuvvet bilgileri ve işleri de insanların diğer
bilgileri ve işleri kabilindendir. Akıl onlar ile diğer bütün akıllılar
arasında ortak bir paydadır. Peygamberler diğer insanların akıllarının idrak
edemeyeceği şeyleri getirip –onların benimsedikleri kaideler, düşünce ve
mantıkları çerçevesinde buna delalet eden şeyler de olmadığından- peygamberlere
inkar ile karşılık verdiler ve şöyle dediler:
“Akıl ile sizin
getirdikleriniz çatışma halindedir. Akıl ve sizin verdiğiniz haber birbiriyle
çatışacak olursa, sizin haberlerinizi aklın önüne geçirmenin bir yolu yoktur.
Çünkü böyle bir iş aklı tenkid etmeyi de ihtiva eder.”
İşte bunlar öncelikle
akıl ile vahiy arasında bir zıtlık gören kimselerdir. Bu kaideyi temellendiren
ve bu binayı kuranlar da bunlardır. Çünkü peygamberlerin ilimleri ve akılları
onlara göre kendi ilimleri ve akılları türündendir.
Hatta belki de
filozofun ilmini ve aklını tercih ettikleri dahi olmuştur. Bazıları bir bakıma
peygamberi, bir başka açıdan da filozofu tercih ettiği de olur.
İşte bunlar akıl ile
nakil arasında bir çatışma gördükleri ve sonra da aklı naklin önüne
geçirdikleri vakit kendi usulleri ve benimsedikleri kaideler gereğince uygulama
yapmış olurlar. Ama peygamberleri ve onların durumlarını bilenler, Allah’ın
onları peygamber olarak gönderip, gaybından onların dışındakileri haberdar
etmediği şeyleri onlara vahyettiğini de bilirler.
Bütün âlemlerin akıl
ve ilimlerinin onlara nisbetle durumu; okul çağındaki çocukların akıllarının,
diğer akıl sahiplerinin akıllarına nisbeti gibidir.
Yine peygamberlerin
Allah’tan getirdikleri ile bunların yanındaki bilgilerin durumu; bir kimsenin
parmağını denize daldırıp çıkarması mesabesinde, hatta bundan çok daha
ileridir.
33. Akıl ile vahyin
nassları arasında çelişki gören kimselere şöyle denilir:
“Bize bu insan türünün
bir avuç topraktan yaratılışından haber verin.
Kavmine beddua eden ve
Allah’ın onlardan yeryüzünde yer yurt edinecek bir kimse bırakmamasını isteyen
bir adamın halini de bildirin. Onun bu bedduası üzerine Allah semadan
üzerlerine yağmur yağdırdı, altlarından sular fışkırdı. Nihayet su dağların
tepelerinin üstüne de alabildiğine yükseldi. Sonra yer tekrar kupkuru oluncaya
kadar yavaş yavaş o suyu geri yuttu.
İnsanlar arasında
bedenleri en iri yarı, güçleri en fazla olan kavmi aleyhine beddua eden bir adamın
da halini bize bildirin. Onun duası üzerine şiddetle esen bir rüzgar gönderildi
ve bu rüzgar onları yükseklere kaldırdıktan sonra yere vurup, boyunlarının
kırılmasını sağlıyordu.
Bir süre tutuşturulan
pek büyük bir ateşten haber verin. Öyle ki kuş bu ateşin üzerinden yüksekçe
uçsa bile ateşin hararetinden şişip yere düşüyordu. Böyle bir ateşe elleri
kolları bağlı bir adam atıldı fakat sonunda bu ateş onun üzerine serin ve
selamet oldu. Yeşil bir bahçe ve akan bir pınara dönüştü.
Elindeki bir asayı
atarak pek büyük bir yılana dönüşüp, önünde bulunan Allah’tan başka kimsenin
sayılarını bilemediği ipleri ve asaları yuttuğu, sonra da eski hali üzere
tekrar asaya döndüğü bir adamdan bize haber verin.
Yine kavmi kendisinden
bir mucize isteyince aya işaret etmesi üzerine ayın gözleri önünde iki parçaya
ayrıldığı, sonra tekrar ayın eski haline döndüğü gelen yolcuların böyle bir işi
gözleriyle gördüklerini haber verdikleri bir rasûlün durumundan da bize
sözedin.
Ve sözünü ettiğimiz
insanların gözleriyle görüp tanık oldukları kat kat daha benzeri başka haller.
Acaba kat’i delillerin
peygamberlerin Allah’tan verdiği haberlere muhalefet etmesi bu hususlara
muhalefetinden daha ileri çapta mıdır?
Bu gibi işlerin imkânsızlığı
sadedinde sözkonusu edilen akli şüpheler vahyin nasslarına karşı sözkonusu
ettikleri şüphelerden daha çok ve daha güçlüdür. Hatta aralarında bir nisbet
dahi yoktur.
Sizin iddianıza göre
akli deliller ve bu hususlar birbiriyle çatışacak olursa ne yaparsınız? Acaba
bunları akli delillerin önüne mi getirir ve böylelikle Allah’a ve rasûllerine
iman eden mü’minler arasına katılırsınız?
Yoksa bunları
yalanlayarak: “Akıl bunlarla çelişmekte ve bunları çürütmektedir” mi
dersiniz.
Size göre aklın bu
mucizeler ile çatışması peygamberlerin haberleri ile çatışması kabilindendir ve
elbette her ikisi arasında bir fark yoktur.
Hatta peygamberlerin
düşmanlarının bu tür mucizelerin batıl olduğuna dair ortaya koydukları şüpheler
peygamberlerin haber verdikleri Allah’ın sıfatları, mahlukatının üzerinde
oluşu, arşının üzerinde istiva edişi, konuşması, muhatablarıyla söyleşmesi ve
fiillerinin kendi zatı ile kaim olmasının batıl olduğuna dair Cehmiye’nin ve bu
hususları nefyedenlerin sözkonusu ettikleri şüphelerden daha güçlüdür.
Böylelikle akıldandır
diye sandığı şeyleri vahyin nasslarının önüne geçiren kimselerin peygamberlere
imandan herhangi bir iz, bir eser, bir his ve bir haber taşımadıkları açıkça
anlaşılmaktadır.
Meydana gelmiş ve
insanların gözleriyle gördükleri hususlara dair halleri bu olduğuna göre
güneşin batıdan doğacağına ve insanların bunu gözleriyle göreceklerine iman
hususundaki halleri acaba ne olur?
Doğru sözlü peygamber
sallallahu aleyhi ve sellem’in yeri yararak çıkacak ve insanlarla konuşup
onlara hitap edecek bir dabbenin çıkışına dair verdiği habere karşı tutumları
ne olur?
Ve buna benzer bu gibi
şeyleri imkansız gören ve akli delil diye adlandırdıkları, akıllarıyla ileri
sürdükleri daha benzeri başka şüpheleri de vardır.
Aklı vahyin önüne
geçiren kimselerin bu kabilden herhangi bir şeyin kesin olarak doğru olduğunu
kabul etmesine imkanı yoktur. Allah’tan yardım dileriz.
34. Şüphesiz bunlar
Allah’ın şeriatinin ve hikmetinin aksini ileri sürmüş, onun emrinin zıttını
ortaya koymuşlardır. Şanı yüce Allah vahyi önder, aklı bu öndere uyan olarak
takdir ettiği gibi vahyi hâkim, aklı hakkında hüküm verilen, vahyi rasûl, aklı
kendisine rasûl gönderilen, vahyi bir mizan, aklı vahiy ile ölçülen, vahyi bir
önder, aklı ona uyan kılmıştır.
Vahiy sahibi Allah
tarafından gönderilmiştir. Akıl sahibi kendisine gönderilendir. Şeriati getiren
Allah tarafından vahiy ile özel bir konuma yükseltilmiştir. Akıl sahibi ise bir
görüş ve bir düşünceyi araştıran bir özellikte yaratılmıştır.
Vahiy sahibi: “Bana
emrolundu, bana yasak kılındı, bana vahyolundu, bana söylendi, ben
kendiliğimden, aklımdan, kendi düşünce ve tefekkürümden kaynaklanan bir şey
söylemiyorum” diyor.
Diğeri ise “Ben
düşündüm, şunu uygun gördüm, tefekkür ettim, ölçüp biçtim, güzel gördüm, şu
sonucu çıkardım” der.
Yine aklı önceleyen
der ki: “Bende mantık, külliyat-ı hamse, makulat-ı aşere ve müveccihat
vardır ve ben bunlarla hidayet bulurum.” Peygamber de şöyle der: “Benim
yanımda Allah’ın kitabı, kelamı ve vahyi vardır.”
Akılcı der ki: “Benimle
akıl vardır.” Peygamber der ki: “Benimle aklı yaratanın nuru vardır.
Onunla hem hidayete iletirim, hem hidayet bulurum.”
Peygamber der ki: “Allah
böyle buyurdu, Cebrail Allah’tan şunu bildirdi”. Akılcı der ki: “Eflatun
böyle dedi, hipokrat böyle dedi, Aristo şunu söyledi, İbn Sina bunu dedi.”
Bunun sonucunda
rasûlden indirilen buyrukların zahirleri, sahih tevilleri, bir sünnetin teşrii,
bir marufun emredilmesi, bir münkerin nehyedilmesi, Allah’a, isimlerine,
sıfatlarına, fiillerine dair bir haber, semadan, meleklerden, ahiret gününden
haberler işitilir.
Diğerinden ise heyula,
suret, tabiat, araz, cins, nev, fasıl, hassa, eys, leys, aksu’n-nakiz,
ve’l-aksu’l-müstevi gibi terimler işitilir.
...Ve buna benzer Müslüman,
Yahudi, Hristiyan hatta Mecusiden dahi duyulamayacak –kendisi adına bu
akılcıların kendileri için beğendiklerini beğenenler ve onların rağbet
gösterdiklerine rağbet gösterenler müstesna- duyulmayan benzeri sözler…
Özetle söyleyecek
olursak bunlar birbirinden ayrı iki yoldur. Her kim bu gibi kimselerin akılları
ile akılcılık taslamak isterse vahye dönüp bakmasın, vahiy ile vahyin ehlini
kendi hallerine bıraksın.
Her kim hem akıl, hem
vahiy ehlinden olmak istiyorsa vahye sımsıkı sarılsın ve vahyin getirdiklerine
yapışsın. Küçük çocuğun hocasına, öğretmenine gösterdiği teslimiyetten daha
fazlasıyla teslimiyet göstersin. Çünkü peygamber ile akılla bilinen bilgileri
bilenler arasındaki farklılık küçük çocuk ile hocası arasındaki farktan kat kat
ileridir.
Hayret edilecek husus
şu ki akıllarını vahyin önüne geçirenler kendi önderlerine, geçmişlerine boyun
eğerler, pekçok hususta onlara teslimiyet gösterirler ve şöyle derler:
“Onlar bu hususları
bizden daha iyi bilirler. Onların akılları bizimkinden daha kamildir.
Dolayısıyla bizim onlara itiraz etme imkanımız yoktur.”
Peki aklının vahye
olan nisbeti küçük çocuğun kendi aklına olan nisbetinden çok daha az olan bir
kimse nasıl vahye itiraz edebilir?
İşin ucu şudur: Aklın
ele aldığı meseleler ilim, zan ve vehmi kapsar. Vahyin bütün meseleleri ise
haktır.
Peki kısıtlı, aciz ve
hatalara maruz bir akıldan alınmış meseleler nerde, akılları yaratan ve onları
bağışlayanın sözünden ve sıfatlarından alınmış meseleler nerde?!
35. Akıl isteklerinde
ve emirlerinde verdiği hükümlerde ve haberlerinde şeriatin himayesi altındadır.
Buna göre akıl vahyin talep (istek) ve haber kipiyle bildirdiği hususlarda
hacir altındadır.
Aklı ile
peygamberlerin emrine karşı çıkan bir kimsenin onlara ve getirdiklerine iman
etmemesi anlamına geldiği gibi aklına dayanarak onların haberlerine karşı
çıkanın durumu da böyledir. Kesinlikle her iki husus arasında bir fark yoktur.
Allah’ Teâlâ’nın
kafirlerin akıllarına dayanarak onun emirlerine karşı çıktığını naklettiği
gibi, onun verdiği haberlere akılları ile karşı çıkışlarını anlatması da bu
hususa açıklık getirmektedir.
Birincisine örnek: Allah
Teâlâ şöyle buyurmaktadır: “Riba
(faiz) yiyenler ancak şeytanın çarpmaktan dolayı kendilerini saraya düşürdüğü
kimse gibi (kabirlerinden) kalkarlar. Bu onların: ‘Alışveriş de ancak riba
gibidir’ demelerindendir. Halbuki Allah alışverişi helal, ribayı haram
kılmıştır.” (Bakara, 275)
Böyle diyenler
Allah’ın ribayı haram kılmasına, faiz ile alışverişi aynı gören akılları ile
karşı çıktılar. Bu mücerred görüş ile nassa karşı çıkmaktır.
Yine akıllarına
dayanarak onun kıbleyi değiştirme emrine karşı çıkıp şöyle dediler: “Eğer
birinci kıble hak ise sen hakkı terketmiş oldun ve eğer batıl ise sen vaktiyle
batıl üzere idin.”
Bunların önderi ve bu
tarikatın şeyhi Allah’ın düşmanı İblistir. O aklını ileri sürerek Allah’ın
emrine karşı çıkan ilk kişi ve aklın bunun aksini gerektirdiğini ileri sürendir.
İkincisine gelince, bu
da Allah’ın verdiği haberlere akıl ile karşı çıkmaktır. Nitekim Allah Azze ve
Celle ölümden sonra dirilişi inkar edenlerin bu hususta verdiği habere akılları
ile karşı çıktıklarını bize naklederek şöyle buyurmaktadır:
“Kendi yaratılışını
unutarak bize bir misal getirip dedi ki: Çürümüş haldeki kemikleri kim
diriltecek?” (Yasin, 78)
Allah Azze ve Celle
bunların tevhide dair verdiği habere akılları ile karşı çıktıklarını, aynı
şekilde nubuvvete dair verdiği haberlerle akıllarıyla karşı çıktıklarını vermiş
olduğu bazı örneklerle akılları ile karşı çıktıklarını, rasûlünün
peygamberliğine dair delillere akli bir surette karşı çıktıklarını haber
vermektedir. Bu da onların şu sözleri ile dile getirilmiştir:
“Ve dediler ki: ‘Bu
Kur’an iki kasabanın birindeki büyük bir adama indirilmeli değil miydi?’”
(Zuhruf, 31)
Şimdi birisi kalkıp bu
karşı çıkışı allı pullu ifadelerle ortaya koyacak olursa, bu itirazın akli
gerekçelerle nakle itiraz türünden olduğu görülür.
Nebî sallallahu aleyhi
ve sellem’in peygamberliğinin delillerine de bir başka akli itiraz ile karşı
çıkarak şöyle dediklerini bildirmektedir:
“Bu nasıl
peygamberdir ki yemek yer ve pazarlarda dolaşır. Onunla birlikte uyarıcı olmak
üzere beraberinde bir melek indirilmeli değil miydi? Yahut ona bir hazine
verilmeli veya mahsullerinden yiyeceği bir bahçesi olmalı değil miydi?”
(Furkan, 7-8)
Yani eğer o gökleri ve
yeri yaratanın rasûlü olsaydı, onu maişetini kazanmak maksadıyla
çarşı-pazarlarda dolaşmaya muhtaç etmez, onu yemek yemek zorunda bırakmaz,
onunla birlikte bir melek de gönderir ve üzerine kazanmak için çalışıp
çabalamaya kendisini muhtaç bırakmayacak şekilde bir hazine indirilirdi.
Özetle peygamberlerin
emirlerine ve haberlerine akli gerekçelerle karşı çıkmak kâfirlerin yoludur.
Böyle yapanlar kendilerinden önce geçenlerin halefleridir. Onların selefleri de
ne kötüydü, halefleri de ne kötü.
Müşrik ve kâfirlerin
akılları ileri sürerek peygamberlere karşı çıkışları üzerinde düşünen bir kimse
peygamberlerin Allah’a, sıfatlarına, onun mahlûkatı üzerindeki yüceliğine,
meleklerle ve peygamberler ile konuşmalarına akıllarını ileri sürerek karşı çıkıp,
bunu kabul etmeyenlerle Cehmiye’nin itirazlarından daha güçlü olduğunu görür.
Eğer daha güçlü olan o
karşı çıkış bâtıl ise öbürlerininki daha da bâtıldır ve eğer bunların (Cehmiyye
ve diğer hususları inkar edenlerin) karşı çıkışları doğru ise öbürlerinin
itirazlarının doğru olması daha da öncelikle sözkonusudur. Bu onların
reddedemeyecekleri bir husustur.
- Devam Edecek
İnşaallah –