Sözlerin en doğrusu Allah'ın kelamı, yolların en hayırlısı Muhammed Aleyhisselam'ın yoludur. Dinde her sonradan çıkarılan şey bidattir.Her bidat sapıklıktır ve her sapıklık da cehennemdedir (Muslim no: 867)

Duâ

Duâ

29 Haziran 2024 Cumartesi

Vahyi Akıl Süzgecinden Geçirme Fikrinin Çürütülmesi -7–

 31. Ancak haber ile idrak edebilecek gayba dair bilgiler duyularla ve akıl ile idrak edilebilecek bilgilerin kat kat fazlasıdır. Hatta hiçbir şekilde onlar arasında bir nisbet sözkonusu değildir.

Bundan dolayı duyma yoluyla idrak edilenler görmekle idrak edilenlerden daha genel ve kapsamlıdır. Çünkü işitme, mevcut olan ve olmayan, hazır olan ve gaib olan hususları da idrak eder, diğer duyularla idrak edilmeyen ilimleri de idrak eder. İşte bu, işitmeyi görmekten üstün tutanlar için bir delildir.

Daha başkaları bu hususta onlara muhalefet ederek görmeyi işitmeye tercih etmişlerdir. Buna sebep ise görme idrakinin gücü ve idrak ettiği şey hakkındaki kesin kanaati ve hatadan daha uzak oluşudur.

Her iki kesim arasında nakledilmesi uzun sürecek tartışmalar vardır.

Aralarındaki bu anlaşmazlık şöylece hükme bağlanabilir. İşitmekle idrak edilenler daha genel ve daha kapsamlıdır. Görmekle idrak edilenler daha tam ve daha mükemmeldir. Birisinin gücü ve tamamlığı sözkonusudur, diğerinin genel oluşu ve kuşatıcılığı sözkonusudur.

Maksat şudur: Duyu organlarından gaib olan hususlara nisbetle duyulan ve hissedilenlerin oranı denizdeki damla gibidir. Bunları ancak sadıkın haberi ile bilmeye imkân vardır. Allah Azze ve Celle de kulları arasından bu gaybdan dilediğini haber verdiği peygamberler seçmiş ve bunları başkalarını bilgi sahibi kılmadığı hususlarla bilgilendirmiştir.

Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır: Allah mü’minleri üzerinde bulunduğunuz bu halde asla terketmez. Nihayet murdarı temizden ayıracaktır. Allah size gaybı bildirecek de değildir. Fakat Allah peygamberlerinden kimi dilerse seçer. (Al-i İmran 179)

Allah Azze ve Celle gayba dair haberlerden haberdar edeceği kimseleri seçerek başkalarına bildirmediği şeyleri bildirir.

İşte bundan dolayı bu kişilere nebi (peygamber) adı verilmiştir ki bu da haber vermek demek olan “el-inba”den gelmektedir. Çünkü ona Allah tarafından haber verilmekte, o da Allah’tan haber vermektedir. Buna göre o bir taraftan kendisine haber verilen (münbe)dir, diğer taraftan da kendisi haber veren (münbi)dir.

Peygamberlerin haber verdikleri her şeyin onlar haber vermeden de bilinecek şeylerden olması mümkün değildir. Hatta çoğunluğu dahi bilinemez.

Bu sebebten ümmetler arasında bilgisi en mükemmel olanlar rasûllere tabi olanlardır. Onlardan başkaları remil, yıldızlar, hendese (geometri), safsata ve benzeri ilimlerde kendilerinden daha ileri olsa bile.

Bunlara peygamberleri apaçık delillerle geldiğinde yanlarında bulunan ilim ile bundan dolayı sevindiler ve ellerinde bulunan bu ilimleri peygamberlerin ilimlerine ve getirdiklerine tercih ettiler.

Bu ilimler ise onların nihai noktalarından haberdar ve en uzak noktalarına ulaşan kimsenin şu sözlerinde belirttiği gibidir:

“Bu bilgiler yalan birtakım zanlar –ki zanların bir kısmı günahtır- ile faydasız bilgiler arasında gidip gelmektedir. Fayda vermeyen bilgiden Allah’a sığınırız. Bunlar fayda verecek olsa bile peygamberlerin getirdikleri bilgilerin faydalarına nisbetle dünya hayatının sağladığı faydanın ahirette ve onun devamlılığına nisbeti gibidir.”

  Gerçekte ilim ancak peygamberlerin yüce Allah’tan getirip, bildirdikleri, onun istekleri ve haberleridir. Ruhları temizleyen, fıtratları tamamlayan, akılları tashih eden ilim budur.

Allah özel olarak buna ilim adını vermiş, onun karşıtında yer alan şeylere ise hak namına hiçbir fayda sağlamayan zan ve tahmin ve yalan adlarını vermiştir. Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:

Sana bunca ilim geldikten sonra kim seninle onun hakkında çekişirse...” (Al-i İmran 61)

Allah Teâlâ bunların lehine ilim sahibi olduklarına dair şahitlikte bulunarak şöyle buyurmaktadır:

Kendilerine ilimle iman verilmiş olanlar diyeceklerdir ki: ‘Andolsun ki Allah’ın kitabında (belirttiği üzere) diriliş gününe kadar eğlendiniz.” (Rum, 56)

  Bir başka yerde de şöyle buyurmaktadır: Allah kendisinden başka hiçbir ilah olmadığını adaleti ayakta tutarak açıkladı. Melekler de, ilim sahipleri de.”  (Al-i İmran, 18)

Kastedilen; başka bir şey değil, peygamberlere indirilenleri bilen ilim sahipleridir. Yoksa mantık, felsefe ve bunların dalı olan ilimleri bilenler kastedilmemiştir.

Allah Teâlâ bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: Sana onun vahyi tamamlanmadan önce Kur’an’ı okumakta acele etme ve: “Rabbim ilmimi arttır’de.” (Taha, 114)

Allah Teâlâ’nın ona arttırılmasını istemesini emrettiği ilim vahiy ilmidir. Kelam, felsefe ve mantık ilmi değildir!

Allah Teâlâ aklına dayanarak ölümden sonraki dirilişi inkar eden kimselere şöyle demektedir:

Dediler ki: ‘O dünya hayatımızdan başka bir şey değildir. Ölürüz, diriliriz ve bizi ancak zaman helak etmektedir.’ Hâlbuki onların buna dair hiçbir bilgileri yoktur. Onlar ancak zanda bulunuyorlar.” (Casiye, 24)

Allah Teâlâ’nın vahyinin nasslarına akıllarıyla karşı çıkanların zanları, ağırlıklı ve tercih edilen bir bilgi sonucu varılan itikad değildir. Aksine buradaki zandan kasıt sözün en yalan olanıdır.

Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır: Kahrolsun tahminciler (yalancılar) onlar ki kuşatıcı bir cehalet içinde gafil kimselerdir.” (Zariyat, 10-11)

Akıllarıyla peygamberler getirdikleri nasslara karşı çıkan bu kimselerin elinde bulunan bilgiler üzerinde düşünülecek olursa bu bilgilerin tamamının bir tahmin olduğunu ve onların âyette sözü edilen tahminciler (el-Harrasun) olduğunu anlarız.

Gerçekte ilim peygamberlere ve rasûllere vahiy yoluyla indirilmiş olandır. Allah’ın kendisi vasıtası ile huccetini ikame ettiği onunla peygamberlerine, rasûllerine ve ona tabi olanlara hidayet verdiği ve onlara böyle bir lütufta bulunduğu için minnet ettiği bilgi budur. Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:

Nitekim aranızda içinizden size âyetlerimizi okuyan, sizi arındıran, size kitabı ve hikmeti öğreten, bilmediğiniz şeyleri size bildiren, sizden bir peygamber gönderdik. Öyle ise beni anın ki ben de sizi anayım ve bana şükredin, nankörlük etmeyin.” (Bakara, 151-152)

Bir başka yerde de şöyle buyurmaktadır: “Allah sana kitabı ve hikmeti indirmiş ve sana bilmediklerini öğretmiştir. Allah’ın üzerindeki lütfu pek büyüktür.” (Al-i İmran, 113)

Yine şöyle buyurmaktadır: “Allah, kendilerine,   içlerinden, âyetlerini, onlara okuyan, onları   (maddî ve manevî pisliklerden) temizleyen ve onlara Kitap ve hikmeti öğreten bir Peygamber göndermekle, müminlere şüphesiz büyük lütufta bulunmuştur. Oysa önceden onlar, apaçık bir sapıklık içinde bulunuyorlardı..” (Al-i İmran, 164)

İşte bu nimet, bu lutuf ve bu arındırma ancak rasûlün getirdiklerini, Allah’ın zatı, sıfatları ve fiillerine dair verdiği haberleri bilen, bunların haber verdiği şekilde hak olduğunu kabul eden kimseler için sözkonusudur.

Yoksa bunun aklın sarih hükümlerine muhalif olduklarını ve aklın vahyin önüne geçirileceğini iddia eden kimseler gibi olanlar için değildir. Yardım Allah’tandır.

33. Şüphesiz peygamberlerin ilimleri ve Allah’tan getirdiklerinin akıl ile idrak edilmesine ve akıl yoluyla elde edilmesine imkân yoktur. Çünkü bu bilgiler ancak Allah Teâlâ’nın onlara ya melek vasıtası ile gönderdiği bir vahiydir yahut Allah’ın rasûlünden ona doğrudan Musa (aleyhi's-selâm) ile konuştuğu gibi vasıtasız olarak konuşarak bildirdikleridir.

Peygamberliği kabul eden, rasûlleri tasdik eden bütün din mensuplarının üzerinde ittifak ettikleri bir husustur bu.

Bu hususta onlara muhalefet edenler; cahil felsefeciler ile şöyle diyen düşükleridir: “Peygamberlerin bildikleri şeyler akli bir kuvvet ile bilip öğrendikleridir. Onlar sezgi gücü itibariyle başkalarından daha mükemmeldirler.”

Bu güce felsefeciler kutsi güç de derler. Bu onlara göre peygamberliğin hususiyetidir. Onlara göre peygamberler diğer insanlar türündendir. Onların peygamberlikleri de insanların sanatları, siyasetleri ve riyazetleri kabilindendir.

Hatta aralarından İslâm’a en yakın olanları şöyle demiştir: “Şunu bil ki sanatların esası dörttür: Ticaret, demircilik, dokumacılık ve siyaset. Bunların en zoru siyaset sanatıdır. Bu sanatların en zoru ise peygamberlik sanatıdır.”

Onlara göre nubuvvet bu mertebede olduğundan ötürü nubuvvet bilgileri ve işleri de insanların diğer bilgileri ve işleri kabilindendir. Akıl onlar ile diğer bütün akıllılar arasında ortak bir paydadır. Peygamberler diğer insanların akıllarının idrak edemeyeceği şeyleri getirip –onların benimsedikleri kaideler, düşünce ve mantıkları çerçevesinde buna delalet eden şeyler de olmadığından- peygamberlere inkar ile karşılık verdiler ve şöyle dediler:

Akıl ile sizin getirdikleriniz çatışma halindedir. Akıl ve sizin verdiğiniz haber birbiriyle çatışacak olursa, sizin haberlerinizi aklın önüne geçirmenin bir yolu yoktur. Çünkü böyle bir iş aklı tenkid etmeyi de ihtiva eder.”

İşte bunlar öncelikle akıl ile vahiy arasında bir zıtlık gören kimselerdir. Bu kaideyi temellendiren ve bu binayı kuranlar da bunlardır. Çünkü peygamberlerin ilimleri ve akılları onlara göre kendi ilimleri ve akılları türündendir.

Hatta belki de filozofun ilmini ve aklını tercih ettikleri dahi olmuştur. Bazıları bir bakıma peygamberi, bir başka açıdan da filozofu tercih ettiği de olur.

İşte bunlar akıl ile nakil arasında bir çatışma gördükleri ve sonra da aklı naklin önüne geçirdikleri vakit kendi usulleri ve benimsedikleri kaideler gereğince uygulama yapmış olurlar. Ama peygamberleri ve onların durumlarını bilenler, Allah’ın onları peygamber olarak gönderip, gaybından onların dışındakileri haberdar etmediği şeyleri onlara vahyettiğini de bilirler.

Bütün âlemlerin akıl ve ilimlerinin onlara nisbetle durumu; okul çağındaki çocukların akıllarının, diğer akıl sahiplerinin akıllarına nisbeti gibidir.

Yine peygamberlerin Allah’tan getirdikleri ile bunların yanındaki bilgilerin durumu; bir kimsenin parmağını denize daldırıp çıkarması mesabesinde, hatta bundan çok daha ileridir.

33. Akıl ile vahyin nassları arasında çelişki gören kimselere şöyle denilir:

“Bize bu insan türünün bir avuç topraktan yaratılışından haber verin.

Kavmine beddua eden ve Allah’ın onlardan yeryüzünde yer yurt edinecek bir kimse bırakmamasını isteyen bir adamın halini de bildirin. Onun bu bedduası üzerine Allah semadan üzerlerine yağmur yağdırdı, altlarından sular fışkırdı. Nihayet su dağların tepelerinin üstüne de alabildiğine yükseldi. Sonra yer tekrar kupkuru oluncaya kadar yavaş yavaş o suyu geri yuttu.

İnsanlar arasında bedenleri en iri yarı, güçleri en fazla olan kavmi aleyhine beddua eden bir adamın da halini bize bildirin. Onun duası üzerine şiddetle esen bir rüzgar gönderildi ve bu rüzgar onları yükseklere kaldırdıktan sonra yere vurup, boyunlarının kırılmasını sağlıyordu.

Bir süre tutuşturulan pek büyük bir ateşten haber verin. Öyle ki kuş bu ateşin üzerinden yüksekçe uçsa bile ateşin hararetinden şişip yere düşüyordu. Böyle bir ateşe elleri kolları bağlı bir adam atıldı fakat sonunda bu ateş onun üzerine serin ve selamet oldu. Yeşil bir bahçe ve akan bir pınara dönüştü.

Elindeki bir asayı atarak pek büyük bir yılana dönüşüp, önünde bulunan Allah’tan başka kimsenin sayılarını bilemediği ipleri ve asaları yuttuğu, sonra da eski hali üzere tekrar asaya döndüğü bir adamdan bize haber verin.

Yine kavmi kendisinden bir mucize isteyince aya işaret etmesi üzerine ayın gözleri önünde iki parçaya ayrıldığı, sonra tekrar ayın eski haline döndüğü gelen yolcuların böyle bir işi gözleriyle gördüklerini haber verdikleri bir rasûlün durumundan da bize sözedin.

Ve sözünü ettiğimiz insanların gözleriyle görüp tanık oldukları kat kat daha benzeri başka haller.

Acaba kat’i delillerin peygamberlerin Allah’tan verdiği haberlere muhalefet etmesi bu hususlara muhalefetinden daha ileri çapta mıdır?

Bu gibi işlerin imkânsızlığı sadedinde sözkonusu edilen akli şüpheler vahyin nasslarına karşı sözkonusu ettikleri şüphelerden daha çok ve daha güçlüdür. Hatta aralarında bir nisbet dahi yoktur.

Sizin iddianıza göre akli deliller ve bu hususlar birbiriyle çatışacak olursa ne yaparsınız? Acaba bunları akli delillerin önüne mi getirir ve böylelikle Allah’a ve rasûllerine iman eden mü’minler arasına katılırsınız?

Yoksa bunları yalanlayarak: “Akıl bunlarla çelişmekte ve bunları çürütmektedir” mi dersiniz.

Size göre aklın bu mucizeler ile çatışması peygamberlerin haberleri ile çatışması kabilindendir ve elbette her ikisi arasında bir fark yoktur.

Hatta peygamberlerin düşmanlarının bu tür mucizelerin batıl olduğuna dair ortaya koydukları şüpheler peygamberlerin haber verdikleri Allah’ın sıfatları, mahlukatının üzerinde oluşu, arşının üzerinde istiva edişi, konuşması, muhatablarıyla söyleşmesi ve fiillerinin kendi zatı ile kaim olmasının batıl olduğuna dair Cehmiye’nin ve bu hususları nefyedenlerin sözkonusu ettikleri şüphelerden daha güçlüdür.

Böylelikle akıldandır diye sandığı şeyleri vahyin nasslarının önüne geçiren kimselerin peygamberlere imandan herhangi bir iz, bir eser, bir his ve bir haber taşımadıkları açıkça anlaşılmaktadır.

Meydana gelmiş ve insanların gözleriyle gördükleri hususlara dair halleri bu olduğuna göre güneşin batıdan doğacağına ve insanların bunu gözleriyle göreceklerine iman hususundaki halleri acaba ne olur?

Doğru sözlü peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in yeri yararak çıkacak ve insanlarla konuşup onlara hitap edecek bir dabbenin çıkışına dair verdiği habere karşı tutumları ne olur?

Ve buna benzer bu gibi şeyleri imkansız gören ve akli delil diye adlandırdıkları, akıllarıyla ileri sürdükleri daha benzeri başka şüpheleri de vardır.

Aklı vahyin önüne geçiren kimselerin bu kabilden herhangi bir şeyin kesin olarak doğru olduğunu kabul etmesine imkanı yoktur. Allah’tan yardım dileriz.

34. Şüphesiz bunlar Allah’ın şeriatinin ve hikmetinin aksini ileri sürmüş, onun emrinin zıttını ortaya koymuşlardır. Şanı yüce Allah vahyi önder, aklı bu öndere uyan olarak takdir ettiği gibi vahyi hâkim, aklı hakkında hüküm verilen, vahyi rasûl, aklı kendisine rasûl gönderilen, vahyi bir mizan, aklı vahiy ile ölçülen, vahyi bir önder, aklı ona uyan kılmıştır.

Vahiy sahibi Allah tarafından gönderilmiştir. Akıl sahibi kendisine gönderilendir. Şeriati getiren Allah tarafından vahiy ile özel bir konuma yükseltilmiştir. Akıl sahibi ise bir görüş ve bir düşünceyi araştıran bir özellikte yaratılmıştır.

Vahiy sahibi: “Bana emrolundu, bana yasak kılındı, bana vahyolundu, bana söylendi, ben kendiliğimden, aklımdan, kendi düşünce ve tefekkürümden kaynaklanan bir şey söylemiyorum” diyor.

Diğeri ise “Ben düşündüm, şunu uygun gördüm, tefekkür ettim, ölçüp biçtim, güzel gördüm, şu sonucu çıkardım” der.

Yine aklı önceleyen der ki: “Bende mantık, külliyat-ı hamse, makulat-ı aşere ve müveccihat vardır ve ben bunlarla hidayet bulurum.” Peygamber de şöyle der: “Benim yanımda Allah’ın kitabı, kelamı ve vahyi vardır.”

Akılcı der ki: “Benimle akıl vardır.” Peygamber der ki: “Benimle aklı yaratanın nuru vardır. Onunla hem hidayete iletirim, hem hidayet bulurum.”

Peygamber der ki: “Allah böyle buyurdu, Cebrail Allah’tan şunu bildirdi”. Akılcı der ki: “Eflatun böyle dedi, hipokrat böyle dedi, Aristo şunu söyledi, İbn Sina bunu dedi.”

Bunun sonucunda rasûlden indirilen buyrukların zahirleri, sahih tevilleri, bir sünnetin teşrii, bir marufun emredilmesi, bir münkerin nehyedilmesi, Allah’a, isimlerine, sıfatlarına, fiillerine dair bir haber, semadan, meleklerden, ahiret gününden haberler işitilir.

Diğerinden ise heyula, suret, tabiat, araz, cins, nev, fasıl, hassa, eys, leys, aksu’n-nakiz, ve’l-aksu’l-müstevi gibi terimler işitilir.

...Ve buna benzer Müslüman, Yahudi, Hristiyan hatta Mecusiden dahi duyulamayacak –kendisi adına bu akılcıların kendileri için beğendiklerini beğenenler ve onların rağbet gösterdiklerine rağbet gösterenler müstesna- duyulmayan benzeri sözler…

Özetle söyleyecek olursak bunlar birbirinden ayrı iki yoldur. Her kim bu gibi kimselerin akılları ile akılcılık taslamak isterse vahye dönüp bakmasın, vahiy ile vahyin ehlini kendi hallerine bıraksın.

Her kim hem akıl, hem vahiy ehlinden olmak istiyorsa vahye sımsıkı sarılsın ve vahyin getirdiklerine yapışsın. Küçük çocuğun hocasına, öğretmenine gösterdiği teslimiyetten daha fazlasıyla teslimiyet göstersin. Çünkü peygamber ile akılla bilinen bilgileri bilenler arasındaki farklılık küçük çocuk ile hocası arasındaki farktan kat kat ileridir.

Hayret edilecek husus şu ki akıllarını vahyin önüne geçirenler kendi önderlerine, geçmişlerine boyun eğerler, pekçok hususta onlara teslimiyet gösterirler ve şöyle derler:

Onlar bu hususları bizden daha iyi bilirler. Onların akılları bizimkinden daha kamildir. Dolayısıyla bizim onlara itiraz etme imkanımız yoktur.”

Peki aklının vahye olan nisbeti küçük çocuğun kendi aklına olan nisbetinden çok daha az olan bir kimse nasıl vahye itiraz edebilir?

İşin ucu şudur: Aklın ele aldığı meseleler ilim, zan ve vehmi kapsar. Vahyin bütün meseleleri ise haktır.

Peki kısıtlı, aciz ve hatalara maruz bir akıldan alınmış meseleler nerde, akılları yaratan ve onları bağışlayanın sözünden ve sıfatlarından alınmış meseleler nerde?!

35. Akıl isteklerinde ve emirlerinde verdiği hükümlerde ve haberlerinde şeriatin himayesi altındadır. Buna göre akıl vahyin talep (istek) ve haber kipiyle bildirdiği hususlarda hacir altındadır.

Aklı ile peygamberlerin emrine karşı çıkan bir kimsenin onlara ve getirdiklerine iman etmemesi anlamına geldiği gibi aklına dayanarak onların haberlerine karşı çıkanın durumu da böyledir. Kesinlikle her iki husus arasında bir fark yoktur.

Allah’ Teâlâ’nın kafirlerin akıllarına dayanarak onun emirlerine karşı çıktığını naklettiği gibi, onun verdiği haberlere akılları ile karşı çıkışlarını anlatması da bu hususa açıklık getirmektedir.

Birincisine örnek: Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:  Riba (faiz) yiyenler ancak şeytanın çarpmaktan dolayı kendilerini saraya düşürdüğü kimse gibi (kabirlerinden) kalkarlar. Bu onların: ‘Alışveriş de ancak riba gibidir’ demelerindendir. Halbuki Allah alışverişi helal, ribayı haram kılmıştır.” (Bakara, 275)

Böyle diyenler Allah’ın ribayı haram kılmasına, faiz ile alışverişi aynı gören akılları ile karşı çıktılar. Bu mücerred görüş ile nassa karşı çıkmaktır.

Yine akıllarına dayanarak onun kıbleyi değiştirme emrine karşı çıkıp şöyle dediler: “Eğer birinci kıble hak ise sen hakkı terketmiş oldun ve eğer batıl ise sen vaktiyle batıl üzere idin.”

Bunların önderi ve bu tarikatın şeyhi Allah’ın düşmanı İblistir. O aklını ileri sürerek Allah’ın emrine karşı çıkan ilk kişi ve aklın bunun aksini gerektirdiğini ileri sürendir.

İkincisine gelince, bu da Allah’ın verdiği haberlere akıl ile karşı çıkmaktır. Nitekim Allah Azze ve Celle ölümden sonra dirilişi inkar edenlerin bu hususta verdiği habere akılları ile karşı çıktıklarını bize naklederek şöyle buyurmaktadır:

Kendi yaratılışını unutarak bize bir misal getirip dedi ki: Çürümüş haldeki kemikleri kim diriltecek?” (Yasin, 78)

Allah Azze ve Celle bunların tevhide dair verdiği habere akılları ile karşı çıktıklarını, aynı şekilde nubuvvete dair verdiği haberlerle akıllarıyla karşı çıktıklarını vermiş olduğu bazı örneklerle akılları ile karşı çıktıklarını, rasûlünün peygamberliğine dair delillere akli bir surette karşı çıktıklarını haber vermektedir. Bu da onların şu sözleri ile dile getirilmiştir:

Ve dediler ki: ‘Bu Kur’an iki kasabanın birindeki büyük bir adama indirilmeli değil miydi?’” (Zuhruf, 31)

Şimdi birisi kalkıp bu karşı çıkışı allı pullu ifadelerle ortaya koyacak olursa, bu itirazın akli gerekçelerle nakle itiraz türünden olduğu görülür.

Nebî sallallahu aleyhi ve sellem’in peygamberliğinin delillerine de bir başka akli itiraz ile karşı çıkarak şöyle dediklerini bildirmektedir:

Bu nasıl peygamberdir ki yemek yer ve pazarlarda dolaşır. Onunla birlikte uyarıcı olmak üzere beraberinde bir melek indirilmeli değil miydi? Yahut ona bir hazine verilmeli veya mahsullerinden yiyeceği bir bahçesi olmalı değil miydi?” (Furkan, 7-8)

Yani eğer o gökleri ve yeri yaratanın rasûlü olsaydı, onu maişetini kazanmak maksadıyla çarşı-pazarlarda dolaşmaya muhtaç etmez, onu yemek yemek zorunda bırakmaz, onunla birlikte bir melek de gönderir ve üzerine kazanmak için çalışıp çabalamaya kendisini muhtaç bırakmayacak şekilde bir hazine indirilirdi.

Özetle peygamberlerin emirlerine ve haberlerine akli gerekçelerle karşı çıkmak kâfirlerin yoludur. Böyle yapanlar kendilerinden önce geçenlerin halefleridir. Onların selefleri de ne kötüydü, halefleri de ne kötü.

Müşrik ve kâfirlerin akılları ileri sürerek peygamberlere karşı çıkışları üzerinde düşünen bir kimse peygamberlerin Allah’a, sıfatlarına, onun mahlûkatı üzerindeki yüceliğine, meleklerle ve peygamberler ile konuşmalarına akıllarını ileri sürerek karşı çıkıp, bunu kabul etmeyenlerle Cehmiye’nin itirazlarından daha güçlü olduğunu görür.

Eğer daha güçlü olan o karşı çıkış bâtıl ise öbürlerininki daha da bâtıldır ve eğer bunların (Cehmiyye ve diğer hususları inkar edenlerin) karşı çıkışları doğru ise öbürlerinin itirazlarının doğru olması daha da öncelikle sözkonusudur. Bu onların reddedemeyecekleri bir husustur.

- Devam Edecek İnşaallah –

Meclislerin Keffareti

Meclislerin Keffareti
"Subhâneka'llâhumme ve bihamdik ve eşhedu en lâ ilâhe illâ ente estağfiruke ve etûbu ileyk" (Taberani 10/164, el-Elbânî Sahîhu'l-Câmi (4487)