6. Şüphesiz aklın vahye karşı durumu avamdan taklitçi olan bir kimsenin âlim bir müftîye karşı durumu gibidir. Hatta sayılamayacak kadar pekçok mertebelerde daha aşağıdır.
Çünkü taklitçinin (ilim
öğrenerek) âlim olması mümkündür fakat âlimin nebî ve rasûl olmasına imkân
yoktur. Taklitçi, âlim bir kimseyi bilir. Bir başka taklitçiyi de ona
gönderirse sonra da müftî ile onu gösteren kimse ihtilafa düşerlerse fetva
soran kimsenin kendisini o müftiye gönderen ve o müftî ile tanıştıran diğer
taklitçinin sözünü değil, müftinin sözünü kabul etmesi gerekir.
Eğer o taklitçiye o
müftîyi gösteren kimse: “Doğruyu ben söylüyorum, müftî değil. Çünkü onun
müftî olduğunu bilmem asıl itibariyle benden kaynaklanır. Dolayısıyla sen onun
sözünü benim sözümden öne geçirecek olursan, o takdirde onun müftî olduğunu
bilmene sebep teşkil eden aslı tenkit etmiş olursun. Dolayısıyla bu da onun
fer’i durumunda olanı (müftîyi) tenkit etmeyi gerektirir diyecek” olursa,
Fetva soran (müsteftî) ona şöyle der: “Sen
onun müftî olduğuna şahitlik edip bu hususta bana yol göstermekle seni değil,
onu taklid etmek gerektiğine tanıklık etmiş olursun. Nitekim senin bu husustaki
delilin de buna tanıklık etmiş olur. Benim bu konuda sana muvafakat etmem her
meselede sana muvafakat etmemi gerektirmez. Senin senden daha bilgili
olan müftiye muhalefet ettiğin hususlarda hata etmen, onun müftî olduğu
hususundaki bilginin de hatalı olmasını gerektirmez. Sen bir içtihat ve bir
istidlal ile onun müftî olduğunu bilmiş durumdasın. Sonra da bir içtihat ve bir
istidlale dayanarak ona muhalefet edince esasen taklit etmen ve sözüne uyman
gereken kimseye seni muhalefete götüren içtihad ve istidlalinde hata etmiş
oldun. O kimsenin müçtehit bir müftî olduğu bilgisine seni ulaştıran
içtihad ve istidlalinde isabetli isen onu taklit etmen gerekir.”
Bütün bu hususlar
müftinin hata etmesinin mümkün olduğu bilinmesine rağmen böyledir. Fakat akıl
şunu biliyor ki rasûl Allah’tan getirip verdiği haberde hatadan korunmuştur ve
onun hata etmesi sözkonusu olamaz.
7. Aklın şeriatin
önüne geçirilmesi hem akla hem de şeriate tenkidi ihtiva eder.
Çünkü akıl vahyin
kendisinden daha bilgili olduğuna, vahye nisbetle bir şey olmadığına, onun
sahip olduğu bilgilerin ve bilinenlerin vahye nispetle dağa göre bir hardal
tanesinden yahut da denize nispetle parmağa yapışan ufacık bir sudan daha az
olduğuna tanıklık etmiştir.
Dolayısıyla aklın
hükmü şeriatin önüne geçirilecek olursa bu bizzat aklın kendi şahitliğinin
tenkidi demektir. Aklın şahitliği çürütülecek olursa sözünün kabul edilmesi de
sözkonusu olmaz. Çünkü aklın vahyin önüne geçirilmesi hem aklı, hem de şeriati
tenkidi ihtiva eder.
Bu da hiçbir
kapalılığı bulunmayan apaçık bir husustur.
8. Şeriat, Allah Azze
ve Celle’den biri melek, diğeri insan olan iki elçi aracılığıyla alınmıştır.
Allah ile kulları arasındaki elçi kimi zaman aklın zorunlu, kimi zaman gerekli,
kimi zaman güzel, kimi zaman caiz, kimi zaman idrak etmekten acze düştüğü ve
kuşatmaya imkân bulamadığı ve fakat ona teslimiyet göstererek hükmüne uymak,
boyun eğip kabul etmekten başka bir çıkar yolunun bulunmadığı, apaçık
delillerle ve belgelerin tanıklığı ile desteklenmiştir.
İşte bu durumda “Niçin?”
sözkonusu olmaz, “Nasıl?”dan sözedilemez, “Neden böyle değil?”
ortadan kalkar, “Keşke” rüzgârın alıp götürdüğü hususlar olur. Zira bu
gibi sorgulamalar vahye karşı sözkonusu olamaz. İtiraz edenin itirazı geri
çevrilir, daha uygun olduğunu zannederek bir kimsenin yaptığı teklif ise
beyinsizlik ve cahilliktir.
Şeriat bütünü ile ilim
ve amel itibariyle hikmetin en üstün türünü kapsar. Eğer bütün ümmetlerin
hikmetleri biraraya getirilecek ve ona nispetle oranlarının ne olduğu tespit
edilmeye çalışılacak olursa hiçbir değer ifade etmedikleri görülür. Kendisi ise
en yakın yol ve en geniş açıklama ile en üstün maksatları ihtiva eder.
Şeriat kendisini bütün
insanlara, insanları yaratanı onlara isimleri, sıfatları ve fiilleri ile
çeşitli ihsanlarda bulunanı tanıtmayı aynı şekilde onun rızasına lütuf ve
ihsanlarına ulaştıran yolu, onu sağlayan sebepleri tanıtmaya, ona ulaştıktan
sonra o yolu izleyenlerin durumunu tarif etmeyi ve tanıtmayı üzerine almıştır.
Bunların karşısında
ise onlara batıla çağıranın, batıla götüren yolların ve bu tür yolları
izleyenlerin hali ile sonunda bu yolların kendilerini nereye götüreceğini
tanıtmak yer alır. Bundan dolayı eksiksiz akıllar şeriati en güzel bir şekilde
kabul ile karşılamış, teslimiyet ve itaat ile ona boyun eğmiş, onu himaye
etmeye ve şeriatın egemenliğini korumaya çalışmıştır.
Kimisi konuşulan dil
ile destek vermiş, kimisi açık akıl ile korumuş, kimisi açık delillerle himaye
etmiş, kimisi kılıcıyla, mızrağıyla, okuyla uğrunda cihad etmiş, kimisi helal
ve haram bilgisine sahip olmuş, kimisi Kur’ân tefsiri ile yardımcı olmuş,
kimisi sünnetin metinlerini, senedlerini hıfzetmiş, bir diğeri ravilerinin
hallerini tetkik etmiş, sahih olanını olmayanından illetli olanını
illetsizinden tenkid süzgeci ile ayırmıştır.
İşte bu şeriattir. O Allah
Azze ve Celle’den gelmiştir, O’na gidecektir. Bu şeriatte putlara tapan, Rahman
olan Allah’ı bilmeyen, bedenlerin diriltileceklerini tasdik etmeyen, Allah Azze
ve Celle’nin kendi sözüyle insan türüne bir rasûl göndereceğine inanmayan, bir
Yunan’lı müşrikten sadır olan tür, cins, alt bölüm, özel bölüm, genel araz, on
nitelik ve karşıt önermelerdeki bilgiçlikleri ve mantıkçıların hezeyanı bu
şeriatte yoktur.
Akıl ile nakil
arasında bir çelişki olduğunu ileri süren bu gibi kimseler böyle bir adamın
aklını Allah’ın indirdiği kitaplarının, rasulü ile gönderdiklerinin ölçüleceği
bir ölçü olarak almışlardır. Bu kimsenin mantığının ve kullandığı aracın
aklıyla ortaya koyduğu kanunun tezkiye edip temize çıkardığını kabul ederler,
tezkiye etmediğini terk ederler.
Eğer bu gibi
kimselerin ve onlara uyanların akıllarını bozan bu deliller doğru olsaydı
şeriat sahibin şeriatını bununla doğrultur, bunu kullanarak kemale erdirir, Allah
Azze ve Celle buna dikkatleri çeker, bunlara sımsıkı sarılmayı teşvik eder,
bunların ilmine ve öğretimine sarılmaları için kullarına takdim eder ve
bunların gereklerini yerine getirmelerini onlara farz kılardı.
Tahribe uğramamış
akıllar söylesin: Dinin felsefe karşısındaki konumu nerededir?
Âlemlerin rabbinin
sözünün Yunan’lıların, Mecusilerin, puta tapıcıların ve Sabiîlerin görüşüne
karşı konumu nerededir?
Nubuvvet nuruyla
desteklenen, akıl ile kavranılan şeyler nerede? Allah’a, sıfatlarına,
fiillerine, meleklerine, kitaplarına, rasûllerine ve ahiret gününe inanmayan,
Aristo, Eflatun, Farabi, İbn Sina ve bunlara tabi olan kimselerden öğrenilmiş
akıl ile kavranılan bilgiler nerede? Âlemlerin rabbinden indirilmiş olan
vahiyden alınan ilim nerede? Şaşkın ve şaşırmışların görüşlerinden alınan
şüpheler nerede?
Eğer bunlar aklı ileri
sürecek olurlarsa nebîlerin mirasçılarının akıllarından daha mükemmel akıl
olamaz.
Eğer - Firavun,
Nemrut, Batlamyus, Aristotales, onların mukallidleri ve tabileri gibi - kendi
başkan ve önderlerini ileri sürecek olurlarsa şunu belirtelim ki nebîlerin
düşmanları hâlâ onlara karşı olmaya devam etmektedirler.
Bunlar ve benzerleri
akıllarını nebîlerin getirdiklerinden öne geçirirler.
Allah için hayret
edilecek bir husustur; Rasûlün sözüne nasıl olur da filozofun sözüyle karşı
çıkılır?!
Hâlbuki filozof da
nebîlere tabi olmakla yükümlüdür. Nebîlerin ise filozoflara tabi olmak
yükümlülükleri yoktur!
Rasûl Allah tarafından
gönderilmiştir, filozof ise, kendisine bir nebî gönderilen kimsedir. Vahiy hâkimdir
(hüküm koyan, hüküm verendir), akıl ise mahkûmdur (hakkında hüküm verilendir.)
Eğer akıl ile
yetinilecek olsaydı vahyin hiçbir faydası olmazdı. Üstelik akla göre hakkın
konumları alabildiğine farklıdır, görüşleri çeşitli çeşitlidir. Akıl tamamıyla
tek bir insanda yahut da belirli bir kesimde bulunmuyor ki onların akıllarını
nebilerin getirdiklerinin önüne geçirelim. Aksine herbir kesimin diğerinin aklı
ile kavradığı ile bağdaşmayan birtakım akli verileri vardır.
Akıllı kesimlerin
herbirinin akıllarını nebilerin getirdiklerinin önüne geçirmesini caiz kılan
kimselerden daha çok nebilere karşı zalimlik eden ve daha ileri derecede
düşmanlık eden kim olabilir?
Eğer: “Biz iki
kişinin dahi hakkında ayrılığa düşmediği aklın apaçık hükümlerini nebilerin
nasslarının önüne geçiriyoruz” diyecek olurlarsa,
Hiç şüphesiz onlar
nebilere herkesten daha çok uzak oldukları bir iftirada bulunmuş olurlar. Bu
iftira; “Nebilerin iki kişinin dahi hakkında ihtilaf etmediği, aklın apaçık
hükümlerine muhalif şeyler getirdiklerini” söylemektir.
Şahit olarak Allah
yetmekle birlikte bizzat Allah Teâlâ ve onun şehadetiyle melekler ve ilim
sahipleri şuna tanıklık etmişlerdir: Nebilerin yolu hikmeti de ihtiva eden
kesin delil getirme yoludur. Nitekim Allah Azze ve Celle şöyle buyurmaktadır:
“Ey insanlar! Size
rabbinizden bir burhan (apaçık bir delil) geldi.” (Nisa, 174)
“Allah sana kitabı
ve hikmeti indirdi.” (Nisa 113)
O halde delillendirme
yöntemi bizzat vahiy ile varid olmuş, doğru olanı dile getirmiş, hayra davet etmiş,
güzel akıbeti vaâd etmiş, haberlerin gerçek mahiyetlerini açıklamış, göklerin
ve yerin rabbinin sıfatlarını tanıtmıştır.
Tahminî, zannî ve
başkalarını taklid yolu ise iki önerme, sonuç ve davadan çıkartılmıştır. Bu iddia
sahiplerinin ise bütün imkânları putlara tapan, Rahman’ı inkâr eden Yunan’dan
bir adama başvurmaktan ibarettir.
Bu kimse aklı ile bir
kanun tespit etti, iddiasına göre bütün insanların ilimlerini ve akıllarını
bununla doğrulamaya kalkıştı. Aklı başında hiçbir kimse Âdemoğullarının ilimlerinden
olan tek bir meselesini doğrulamakta dahi bundan faydalanamadı.
Aksine onunla ölçülen
herbir ilimi mutlaka ifsad etti. Bu alanda yetkin konuma gelen herkes mutlaka
insanın gömleğini çıkartması gibi imanın hakikatlerinden sıyrılıp çıkmıştır.
Bu kısır akıl ile
ancak yüce yaratıcının kemal sıfatları, celalinin nitelikleri ve fiilleri iptal
edilmiş, Allah’ın melekleri, kitapları, nebileri ve ahiret günü inkar
edilmiştir.
Şu yüzsüzlük edenlerin
hayret edilecek bir tutumları da nebilerin getirdikleri nassları zan kabilinden
değerlendirmiş olmalarıdır!
Oysa nebilerin
nassları vahiydendir. Buna karşılık mantıkçıların sözleri ile filozofların ve Cehmiye’nin
ortaya koydukları kuralları kesin hususlar arasında saymışlardır.
Daha sonra bunlar arasında
bir çelişki olduğunu ileri sürdüler ve bunu (akli hükümleri) nebilerin
nasslarının önüne geçirdiler!
Şeriat yaratılmışların
arasında akıl bakımından en mükemmel, marifet bakımından en büyük, yakîni
itibariyle en eksiksiz olan kimsenin dili ile tebliğ edilmiştir. Sizin aklî
bilgileriniz ise insanlar tarafından ortaya konulmuştur.
Bunlar düşünmüş, ölçüp
bitmiş, zannetmiş, tahmin etmiş ve yorulmuşlardır. Fakat hiçbir faydaları da
olmadı. Yorulup, bitkin düştüler fakat hiçbir şey almadılar. Dolaşıp durdular
fakat bir türlü kaynağa ulaşmadılar. Dokudular ama hiçte güzel olmadı.
Taradılar fakat bir işe yaramadı.
Yüksek amaçlara
ulaşmak ümidiyle yola koyuldular ama gayeye götüren yolu izlemediler. Sadece
yolculuğun yorgunluğu ile kaldılar. Kılavuzları olmaksızın çeşitli yerlerde
dolaşmaya kalkıştılar. Fakat maksatlarına delalet edecek en ufak bir ize
rastlamadılar:
9. Şüphesiz ümmet usul
ve furû’da çeşitli ihtilaflara düşmüş, ahkâm, helal-haram, tefsir, te’vil ve
haberlerin müşkil (açıklanması zor) hususlarda türlü anlaşmazlıklara maruz
kalmış, görüş, mezhep ve anlayışları itibariyle çeşitli sınıflara, fırkalara
ayrılmıştır. Hâricîler, Şia, Mürcie ve Mu’tezile gibi.
Bununla birlikte
ümmetin bu taifelerinden herhangi birisi anlaşmazlığı konusunda mantığa ya da
herhangi bir filozofa yahut açık nakle muhalif akla sığınmadığı gibi bu
taifelerden herhangi birisi de: “Bizim akıllarımız rasûlün getirdiklerinden
önce gelir” dememişlerdir!
Her ne kadar rasûlün
getirdiklerine yaptıkları te’vil ile mezheplerini bedbaht etmişlerse de bu
böyledir. Onların hiçbir taifesi bu fırkanın yaptığını yapmadığı gibi “Akla
uymak, rasûlün getirdiklerine uymaktan daha önce gelir” dememişlerdir.
Yine bu fırkalardan
herhangi birisi bu akli düşünce sahiplerine: “Yanınızdaki bilgiyle bize
yardımcı olun, tarafınızda bulunanlarla lehimize ya da aleyhimize şahitlik edin”
dememişlerdir.
Kendi görüşlerini bu
akılcıların şahitlikleriyle tahkik etmek cihetine gitmedikleri gibi onların
izledikleri yöntemin de desteğini aramamışlardır. Rabbinin kitabında ve
peygamberinin sünnetinde bulmadığı herhangi bir ilim ya da bilgiyi bu akılcıların
yanında bulmuş değildir!
Bizler bütün İslâmî
fırkaların esasları üzerinde dikkatle düşünecek olursak, hepsinin vahye akla
göre öncelik tanımakta ittifak ettiklerini, mezhebî anlayışlarını bunların
yaptıkları şekilde kendi görüşlerini ve akıllarını vahyin nasslarının önüne
geçirerek tesis etmediklerini görüyoruz.
Çünkü böyle bir iş
nebilerin düşmanlarının izledikleri yolun esasını teşkil eder. Nebilerin
düşmanları bu esas üzerinde ittifak halindedirler. Bu yöntem onlardan
öğrenilmiştir, onlardan algılanmıştır. Allah Azze ve Celle’nin kitabında onlardan
sözettiği şekilde onlar onun şeriatine ve dinine kendi görüş ve akıllarıyla
karşı çıkmışlardır fakat Allah Teâlâ’nın sözettiği bu kesim ile ötekiler
arasındaki fark şudur:
Allah’ın kitabında sözkonusu
ettiği kimseler nebileri açıkça yalanlamış, açıkça onlara düşmanlık etmişlerdir.
Diğerleri ise nebilerin risaletlerini kabul ettiklerini söylemişler ve zahiren
onlara müntesip görünmektedirler. Daha sonra ise kabul ettiklerini
belirttikleri hususla çelişerek şöyle demişlerdir: “Bizim akıllarımızı ve
görüşlerimizi nebilerin getirdiklerinin önüne geçirmemiz gerekir.”
Bu bakımdan bunların
İslâm’a ve müslümanlara zararları diğerlerinden daha büyüktür. Çünkü bunlar
İslâm’a intisap ettiler ve esaslarını yıkmaya ve temelinden onu sökmeye
koyuldular. Bunu yaparken de İslâm’a destek verdiklerini vehmettikleri gibi başkalarına
da bu vehmi veriyorlar!
10. Nebiler ile bu
akılcı görüşlerin sahipleri arasındaki fark bu görüşlerin sahipleri ile mutlak
olarak insanların en bilgisizi arasındaki farktan çok daha büyüktür.
Çünkü böyle bir
cahilin ilim tahsili ve ona öğretim vermek ile bu aklî bilgilere sahip
olanların bilgilerini bilen birisi haline gelmesi mümkündür. Fakat bu aklî bilgilere
sahip olanların hırsı, zekası, gücü ve öğrenime ayıracağı zamanı en fazla olan
bir kişilerinin dahi nebî olmasına imkan yoktur.
Çünkü peygamberlik
özellikle Allah’tan verilir. Allah kulları arasından dilediği kimseye özel
olarak bu peygamberliği verir. Peygamberlik kazanmakla, gayretle elde edilecek
bir şey değildir.
İnsan aklı ile bunun
rasûl olduğunu bilip, onun bir hususu haber verdiğini de bilse aklı ile onun
haberine aykırı bir şey bulacak olsa, kendisinden daha bilgili olan o doğru
sözlünün verdiği haberi teslimiyet ile karşılaması, ona uyması gerekir.
Buna karşılık aklını
itham etmesi ve aklını ona nisbetle insanların en cahilinin kendisine
nisbetinden daha az olduğunu kabul etmelidir. Allah’ın isimleri, sıfatları,
fiilleri ve Allah’ın dini hakkındaki ilim ve bilgi bakımından aralarındaki
farkın, tıbba dair hiçbir bilgisi olmayan kimse ile kendi döneminde bu işi en
iyi bilen kimse arasındaki farktan daha ileri boyutta olduğunu bilmelidir.
Fakat hayret edilecek
bir şeydir, onun aklı ilaçların, gıdaların, içeceklerin, kabız yapanların,
ishal yapanların güçleri, nitelikleri, kemiyetleri ve dereceleri hakkında Yahudi
bir tabibin verdiği habere uyup itaat etmesini gerektirmektedir!
Üstelik bunlara
uyarken birtakım külfetlere, acılara, hoşuna gitmeyen şeylerin zorluklarına
katlandığını görüyoruz. Çünkü o, bu Yahudi doktorun bu hususta kendisinden daha
bilgili olduğunu zannetmektedir. Onu söylediklerini doğru kabul ettiği takdirde
bu kabulü neticesinde şifa bulup, iyileşeceğini de tasdik eder.
Bununla birlikte onun
çokça hata ettiğini de bilmektedir. İnsanların çoğunun bu doktorun reçeteleri
ile şifa bulmadığını da görür. Hatta doktorun verdiği reçeteyi kullanması belki
ölümüne de sebep olabilir.
Şüphesiz ölüm
sebepleri arasında doktorların yaptıkları yanlışlıklar da vardır. Yanlışlıkları
ve hataları dolayısıyla kabristana gönderdikleri nice maktul vardır. Her ne
kadar doktorun hatası ilahi takdire denk düşüyorsa dahi bu böyledir.
Peki böyle bir akılcı
niçin kendileri doğru sözlü ve doğrulukları tasdik edilen kimseler olmalarına
rağmen Allah’ın rasûlleri ile aynı yolu izlemiyor?
Üstelik onların
verdikleri haberin, bildirdiklerinden başka şekilde olması mümkün değildir.
Fakat akıllarıyla nebilerin
söylediklerine karşı çıkan kimseler hem basit, hem mürekkep türden o kadar
cahillikleri ve sapıklıkları vardır ki ancak herşeyi bilip kuşatan bunun
boyutlarını bilebilir.
- Devam Edecek
İnşaallah –