Soru: “Kadının, kocasının önünde, yine kadınların önünde
meylederek raks etmesinin dindeki hükmü nedir? Yine erkeklerin halay
çekmelerinin haram olduğunu biliyoruz. Lakin bunun delili nedir? Bize anlatın,
Allah size hayırlı karşılık versin.” (et-Tevhid dergisi 1420 yılı 10. Sayısı)
Şeyh el-Elbani'nin cevabı: Bu soru üç meseleyi içermektedir:
Birincisi: Kadının, kocası önünde raks etmesi
İkincisi: Kadının hemcinsleri olan kadınların önünde raks
etmesi
Üçüncüsü: Erkeklerin halay çekmeleri.
Birincisine gelince; bu kadının kocası önünde raks etmesi
hakkındadır. Eğer bu raks fıtrî bir şey olup, bu asırda moda olduğu gibi, raks
için eğitim alınmamışsa, kocasının şehvetini tahrik etse bile bunun haram
olduğunu gösteren bir nas bulunmamaktadır. Burada şart olan bunun yalnızca
erkek ile hanımı arasında olmasıdır. Ama bu raks, modern dans usullerine göre
öğrenilerek yapılıyorsa bu caiz değildir. Zira ben inanıyorum ki kadın bunu
sadece kocasının önünde yapmakla kalmaz, kocasından başkalarının önünde de
yapar.
Kadınların önünde raks etmesine gelince yine derim ki; eğer
burada raks ile kastedilen modern danslar ise bunun caiz olmadığı gayet
açıktır.
Eğer: “Bu söylediğinin delili nedir?” denilirse derim ki: işlerde dengeyi korumak çok az görülür. Ya ifrata ya tefrite kaçar. Özellikle insanlar uzun zaman belli bir tür inhiraf (sapma) içinde yaşamışlardır. Bu meselenin bir sapma olduğu ve dinin bunu kabul etmediği ortaya çıktığında ondan yüz çevirmişler ve bu fiilden şiddetle reddederek bahsetmişlerdir. Bu içinde yaşadığımız asırda uğradığımız musibet budur. Taklidden kurtulmak için delil talep edilen bu konuda, özel ve genel olarak müslümanlar uzun asırlar boyunca, diğer sapmış mezhepler bir yana, Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat’in mezhepleri olan dört mezhepten, falanın ve filanın mezhebinden başka bir şey bilmeden yaşamışlardır.
Allah’ın ve rasulünün dediklerine dayanmaya gelince, bu durum hayırlı oluşlarına şahitlik edilen ilk asırlarda mevcut idi. Bir zaman sonra bu durum sona erdi, ta ki İbn Teymiyye rahimehullah ve onun samimi öğrencileri geldiler, müslümanları ilk selefin üzerinde olduğu yol olan; kitap ve sünnete dayanmaya uyardırlar.
Hiçbir şüphe yoktur ki İbn Teymiyye ve öğrencilerinin davetinin güzel bir etkisi olmuştur. Lakin bunun dairesi kendi asrında çok zayıf idi. İnsanların avamı bir tarafa, özel sınıfında (ilim ehlinde) dahi fikrî donukluk hâkim olmuştu. Sonra asırlar geçmiş, Şeyhulislam İbn Teymiyye’nin hareketlendirdiği bu uyanış kesintiye uğramış ve müslümanlar fıkhî donukluğa dönüş yapmışlardır.
Ancak bu asırda – az bir zaman önce – bir çok alimler kitap ve sünnete dönüş yapmanın zorunluluğuna uyararak daveti yenilemişlerdir. Bu konuda onların başında Şeyh Muhammed b. Abdilvehhab gelmektedir. Zira o hakikatte kitap ve sünnete ittibaya davet etmiştir. Lakin onun yaşadığı bölgelere bakıldığında Şeyh Muhammed’in beldesinde Necid’li araplar vardı, putperestler o zamanlarda onun ülkesini işgal etmişlerdi. O büyük bir mücadele göstermiş ve tevhide önem vermiştir. Gördüğüm kadarıyla da bu gayet doğal bir durumdur. Çünkü insanın gücü sınırlıdır. Denildiği gibi, kişi her cephede savaşamaz. Bu yüzden onun bütün mücadelesi de tevhid davetini yaymak, şirklere ve putçuluğa savaş açmak üzerine olmuştur. Bu konuda da tam anlamıyla başarılı kılınmıştır. Onun temiz daveti bundan sonra da İslam alemine yayılmıştır. Onunla rakipleri arasında maalesef bazı savaşlar meydana gelmiş olsa da, bu durum Allah’ın halkı üzerindeki sünnetidir. Allah’ın sünnetinde değişiklik bulamazsın.
Lakin bu asırda bazı alimler kitap ve sünnet davetini ikame etmişlerdir. Arap beldelerinden özel ve genel bir çok kimseler uyanışa geçmiştir. Acem beldelerinde ise maalesef uyuşukluk devam etmektedir. Ancak bu arap ülkelerinde bir terslik ortaya çıkmıştır. O da az önce işaret ettiğim durumdur. Zira bazıları orta yolda durmuyorlar. Bilakis bazı şeyleri iyi bilirken, bazı şeylerde cahil kalıyorlar. Bir şey anlamayan avamdan birisinin alime bir meselenin hükmünü sorduğunu görürsün; cevap eğer o meselenin yasaklığı hakkında olursa hemen: “Delil nedir?” der. Bazen bu alimin o konuda delil sunma imkanı olmaz. Özellikle de delil, kitap ve sünnetten açık bir nas ile değil de, istinbat yoluyla getirilmişse! Bu gibi meselelerde soru soran kişinin, “delilin nedir?” diyerek aşırılık etmemesi gerekir. Kendi nefsini bilmesi gerekir, kendisi delil ehlinden midir, değil midir? Umumu ve hususu, mutlakı ve mukayyedi, nasihi ve mensuhu kendisi biliyor mu? O kişi bunlardan anlamayan biri ise “Delil nedir?” demesinin manası nedir?
Eğer: “Bu söylediğinin delili nedir?” denilirse derim ki: işlerde dengeyi korumak çok az görülür. Ya ifrata ya tefrite kaçar. Özellikle insanlar uzun zaman belli bir tür inhiraf (sapma) içinde yaşamışlardır. Bu meselenin bir sapma olduğu ve dinin bunu kabul etmediği ortaya çıktığında ondan yüz çevirmişler ve bu fiilden şiddetle reddederek bahsetmişlerdir. Bu içinde yaşadığımız asırda uğradığımız musibet budur. Taklidden kurtulmak için delil talep edilen bu konuda, özel ve genel olarak müslümanlar uzun asırlar boyunca, diğer sapmış mezhepler bir yana, Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat’in mezhepleri olan dört mezhepten, falanın ve filanın mezhebinden başka bir şey bilmeden yaşamışlardır.
Allah’ın ve rasulünün dediklerine dayanmaya gelince, bu durum hayırlı oluşlarına şahitlik edilen ilk asırlarda mevcut idi. Bir zaman sonra bu durum sona erdi, ta ki İbn Teymiyye rahimehullah ve onun samimi öğrencileri geldiler, müslümanları ilk selefin üzerinde olduğu yol olan; kitap ve sünnete dayanmaya uyardırlar.
Hiçbir şüphe yoktur ki İbn Teymiyye ve öğrencilerinin davetinin güzel bir etkisi olmuştur. Lakin bunun dairesi kendi asrında çok zayıf idi. İnsanların avamı bir tarafa, özel sınıfında (ilim ehlinde) dahi fikrî donukluk hâkim olmuştu. Sonra asırlar geçmiş, Şeyhulislam İbn Teymiyye’nin hareketlendirdiği bu uyanış kesintiye uğramış ve müslümanlar fıkhî donukluğa dönüş yapmışlardır.
Ancak bu asırda – az bir zaman önce – bir çok alimler kitap ve sünnete dönüş yapmanın zorunluluğuna uyararak daveti yenilemişlerdir. Bu konuda onların başında Şeyh Muhammed b. Abdilvehhab gelmektedir. Zira o hakikatte kitap ve sünnete ittibaya davet etmiştir. Lakin onun yaşadığı bölgelere bakıldığında Şeyh Muhammed’in beldesinde Necid’li araplar vardı, putperestler o zamanlarda onun ülkesini işgal etmişlerdi. O büyük bir mücadele göstermiş ve tevhide önem vermiştir. Gördüğüm kadarıyla da bu gayet doğal bir durumdur. Çünkü insanın gücü sınırlıdır. Denildiği gibi, kişi her cephede savaşamaz. Bu yüzden onun bütün mücadelesi de tevhid davetini yaymak, şirklere ve putçuluğa savaş açmak üzerine olmuştur. Bu konuda da tam anlamıyla başarılı kılınmıştır. Onun temiz daveti bundan sonra da İslam alemine yayılmıştır. Onunla rakipleri arasında maalesef bazı savaşlar meydana gelmiş olsa da, bu durum Allah’ın halkı üzerindeki sünnetidir. Allah’ın sünnetinde değişiklik bulamazsın.
Lakin bu asırda bazı alimler kitap ve sünnet davetini ikame etmişlerdir. Arap beldelerinden özel ve genel bir çok kimseler uyanışa geçmiştir. Acem beldelerinde ise maalesef uyuşukluk devam etmektedir. Ancak bu arap ülkelerinde bir terslik ortaya çıkmıştır. O da az önce işaret ettiğim durumdur. Zira bazıları orta yolda durmuyorlar. Bilakis bazı şeyleri iyi bilirken, bazı şeylerde cahil kalıyorlar. Bir şey anlamayan avamdan birisinin alime bir meselenin hükmünü sorduğunu görürsün; cevap eğer o meselenin yasaklığı hakkında olursa hemen: “Delil nedir?” der. Bazen bu alimin o konuda delil sunma imkanı olmaz. Özellikle de delil, kitap ve sünnetten açık bir nas ile değil de, istinbat yoluyla getirilmişse! Bu gibi meselelerde soru soran kişinin, “delilin nedir?” diyerek aşırılık etmemesi gerekir. Kendi nefsini bilmesi gerekir, kendisi delil ehlinden midir, değil midir? Umumu ve hususu, mutlakı ve mukayyedi, nasihi ve mensuhu kendisi biliyor mu? O kişi bunlardan anlamayan biri ise “Delil nedir?” demesinin manası nedir?
Diyorum ki: kadının, kocası önünde raksetmesinin veya
kadının, müslüman kadınlar önünde raksetmesinin, erkeklerin halay çekmelerinin
cevazına veya yasaklığına dair delil isteniyor. Hakikatte Rasûlullah sallallahu
aleyhi ve sellem’den bu konuda açık ifadeli bir nas ile delil yoktur. Ancak
nazar, istinbat ve fıkhetme yoluyla vardır. Bu yüzden biz bazı zamanlar şöyle
deriz:
“Her mesele, avamdan veya ilim talebelerinden her müslümanın
eşit şekilde anlayacağı ayrıntılı delil ile açıklanmamıştır. Her mesele böyle
değildir. Bu yüzden Allah Teâlâ: “Eğer bilmiyorsanız zikr ehline sorun” (Enbiya
7) buyurmuştur. Az önce işaret ettiğim
aşırılık sebebiyle en cahil insanlar delili reddeder hale gelmiştir. Kitap ve
sünnet davetine nispet edilen bir çok kimse alimin kendisine bir mesele
sorulduğu zaman, cevabını Allah şöyle buyurdu, rasulü şöyle buyurdu sözüne
bağlaması gerektiğini düşünür olmuşlardır.
Diyorum ki, bu vacip değildir. Bu, salih selefin menhecine ve siyretlerine mensup olmanın faydalarındandır. Onların fetvaları ilmî bir delil idi. Bundan dolayı, şüphesiz delilin zikredilmesi, durumun gerektirdiği hallerde vaciptir. Lakin sorulan her meselede “Allah Teâlâ şöyle buyurdu veya Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu” diye delil zikretmek vacip değildir. Özellikle de mesele, fıkhın ihtilaf edilen ince meselelerinden ise böyledir. Allah Teâlâ’nın: “Eğer bilmiyorsanız zikr ehline sorun” (Nahl 43) kavli, mutlaktır. Kişinin ancak ilim ehlinden olduğunu zannettiği kişiye sorması gerekir. Cevabı işittiğinde tabi olman gerekir. Ancak başka bir alimden işittiğin şeyden dolayı bu cevapta şüphe edersen, o zaman bunu belirtmende sakınca yoktur. O zaman alime düşen şey, kendisinde bulunan ilimle soru soran kişiden gelen bu şüpheyi gidermektir.
Diyorum ki, bu vacip değildir. Bu, salih selefin menhecine ve siyretlerine mensup olmanın faydalarındandır. Onların fetvaları ilmî bir delil idi. Bundan dolayı, şüphesiz delilin zikredilmesi, durumun gerektirdiği hallerde vaciptir. Lakin sorulan her meselede “Allah Teâlâ şöyle buyurdu veya Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu” diye delil zikretmek vacip değildir. Özellikle de mesele, fıkhın ihtilaf edilen ince meselelerinden ise böyledir. Allah Teâlâ’nın: “Eğer bilmiyorsanız zikr ehline sorun” (Nahl 43) kavli, mutlaktır. Kişinin ancak ilim ehlinden olduğunu zannettiği kişiye sorması gerekir. Cevabı işittiğinde tabi olman gerekir. Ancak başka bir alimden işittiğin şeyden dolayı bu cevapta şüphe edersen, o zaman bunu belirtmende sakınca yoktur. O zaman alime düşen şey, kendisinde bulunan ilimle soru soran kişiden gelen bu şüpheyi gidermektir.
Özetle: Kadının kocası önünde raksetmesi, az önce zikredilen
şart ile caizdir. Ama kadının, hem cinsi olan kadınlar önünde raks etmesinin,
kocası önünde raksetmesinde olduğu gibi, iki sureti vardır: eğer bu raks, kendisi için eğitim alınmayan,
sadece eğlenme, elleri sallamadan ibaret ise, bunda kalçaları titretme gibi
nefsi tahrik eden veya şüphelere sürükleyen şeyler yoksa bu şekildeki bir
raksta da sakınca yoktur. O zaman bunun raks diye isimlendirilmesi doğru olur. Ama
zikredilen durumlar varsa o zamn bunda asıl olan yasak olmasıdır.
Erkeklerin halay çekmelerine gelince bunda adeten gördüğümüz
gibi, meşru olmayan sözler bir yana, müzik de bulunduğu için bu uygun değildir.
Durum Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurduğu gibidir:
“Âdemoğlunun eğlendiği her eğlence bâtıldır. Ancak eşiyle oynaması, atıyla eğlenmesi, yayıyla ok atması ve yüzme bundan hariçtir.” Biz bu hadiste bunun “bâtıl” olduğunu görüyoruz. Eğlencenin durumu bu olduğuna göre, ondan uzak durmak uygundur. O haktan değildir.
Eğer bu halay ile beraber zikredilen muhalefetler yoksa o zaman bunun caiz olduğunu söyleriz. Lakin bu cevaz, az önceki hadiste geçtiği gibi tercih edilmeyen bir durumla ilgili cevazdır. Allahu a’lem, zannediyorum ki ben böyle (müziksiz ve batıl söz içermeyen) bir halay görmedim. Çünkü bu gibi muhalefetlerin onda bulunmaması imkansızdır. Mesela biz bazen halay işitiriz, o sadece halay değildir, müzik de vardır. Müezzin ezan okur, imam sesli kıraat yapar, onlar böyle şeylerle ilgilenmezler, bilakis oyun ve eğlence ile gaflettedirler. Öyleyse bu halay, müzik gibi dine muhalif unsurlar bulunmadığında haram olduğunu söylemesek de, tercih edilmeyen bir eğlencedir. Söz konusu muhalefetler bulunduğunda ise harama dönüşeceğinde şüphe yoktur.”
“Âdemoğlunun eğlendiği her eğlence bâtıldır. Ancak eşiyle oynaması, atıyla eğlenmesi, yayıyla ok atması ve yüzme bundan hariçtir.” Biz bu hadiste bunun “bâtıl” olduğunu görüyoruz. Eğlencenin durumu bu olduğuna göre, ondan uzak durmak uygundur. O haktan değildir.
Eğer bu halay ile beraber zikredilen muhalefetler yoksa o zaman bunun caiz olduğunu söyleriz. Lakin bu cevaz, az önceki hadiste geçtiği gibi tercih edilmeyen bir durumla ilgili cevazdır. Allahu a’lem, zannediyorum ki ben böyle (müziksiz ve batıl söz içermeyen) bir halay görmedim. Çünkü bu gibi muhalefetlerin onda bulunmaması imkansızdır. Mesela biz bazen halay işitiriz, o sadece halay değildir, müzik de vardır. Müezzin ezan okur, imam sesli kıraat yapar, onlar böyle şeylerle ilgilenmezler, bilakis oyun ve eğlence ile gaflettedirler. Öyleyse bu halay, müzik gibi dine muhalif unsurlar bulunmadığında haram olduğunu söylemesek de, tercih edilmeyen bir eğlencedir. Söz konusu muhalefetler bulunduğunda ise harama dönüşeceğinde şüphe yoktur.”