Muhammed b. Huseyn b. Hasen el-Ciyzânî, “Meâlimu Usûli’l-Fıkh
İnde Ehli’s-Sunne ve’l-Cemaa adını verdiği bir fıkıh usulü kitabı yazmıştır. Daha
önce incelediğim fıkıh usulü kitaplarının genelinde kıyas başlığına gelince
bariz bir şekilde, papağan gibi önceki kelamcıların dediklerinin tekrarından
ibaret mugalatalar dikkatimi çekiyordu. El-Ciyzani’nin kitabında kendisinin
diğer fıkıh usulü kitaplarından farklı olarak şahsi çabalar harcadığını ve bir
takım ıslahlarda bulunduğunu gördüm. Lakin kıyas babında, her ne kadar değişik
ifadeler ve farklı deliller zikretmiş olsa da, yine de kelamcıların fakihleri
hapsettiği sınırların dışına pek çıkamadığını gördüm.
Bu kitabında çoğunlukla Ebu’l-Abbas İbn Teymiyye en-Numeyrî
ve Ebu Abdillah b. el-Kayyım ez-Zer’î rahimehumallah’tan nakilde bulunmuştur.
Bu iki imam sünnetin yayılmasında ve değerinin yüceltilmesinde gayret göstermişlerdir.
Ancak alimin, ihtilaf edilen konuda hükmetmek için alimlerin sözlerini delil
getirmesi, bunlarla itirazda bulunması veya bu sözleri kaide kılması mümkün
değildir. Zira bu, büyük bir hatadır. İhtilaf anında bu ihtilafın sadece iki
vahye (kitap ve sünnete) ve bu ikisinin delillerine döndürülmesi hususunda icma
vardır. Zira kitap ve sünnet, her türlü eksiklik, şaşkınlık ve kötülükten
korunmuştur.
Bu kitabın kıyas ve delil olması bölümünde – Allah kendisine
selamet versin – kıyas-ı celî hakkında şöyle diyor: “Bu tür kıyasın üzerinde
ittifak vardır.”[1]
Peki nerede bu ittifak?
Kıyas-ı celî’ye, Allah Teâlâ’nın şu ayetini örnek veriyor: “Yetimlerin
mallarını zulümle yiyenler…” (Nisa 10) Bu ayette geçen yetim malı yemeye
kıyasla, yetimin malını yakmak ve
batırmak da haramdır diyor. Bu açık bir hatadır. Çünkü bu ayet yetimin malını
yemenin haramlığını belirtmektedir. Diğer bir ayette ise “Kim Allah’ın
sınırlarını aşarsa nefsine zulmetmiş olur” (Talak 1) buyrulmaktadır. Bu
ayetle ilahî sınırları aşmak yasaklanmıştır. Bu meselenin bir açısıdır. Diğer açıdan,
yetimin malını yakmak veya batırmak sabit ve açık naslarla yasaklanmıştır. Allah
Teâlâ şöyle buyurmuştur:
"Ergenlik
çağına erişinceye kadar, en güzel bir şekilde olmadıkça yetimin malına
yaklaşmayın" (Enam 152, İsra 34)
Nebî sallallahu aleyhi ve sellem de şöyle buyurmuştur: “Müslüman
kişinin malı, ancak kendisinin gönül hoşluğuyla helal olur.”
“Her müslümanın diğer müslümana kanı, malı ve şerefi
haramdır.”
Bunun gibi daha birçok naslar, bu konuda “kıyas-ı celî”
denilen kıyasa ihtiyaç bırakmamaktadır.
İllet kıyasına Allah Teâlâ’nın şu ayetini örnek veriyor: “Sizden
önce, (ibret alınması gereken pek çok) hâdise olup bitmiştir. Bu itibarla,
yeryüzünde şöyle bir dolaşın sonra da, yalanlayanların akıbetlerinin ne
olduğunu görün.” (Al-i İmran 137) Yani onlar asıl, siz fer’siniz, aradaki
cami illet yalanlama, hüküm de helaktir.”[2]
Şu sebeplerden dolayı bu sözleri gerçekten tuhaftır:
* Helak hükmü kaderî
bir meseledir. Burada haramlık, farzlık, mekruhluk ve bunun gibi şer’î hükümler
nerede?
* Bunun illet kıyası olduğu varsayılsa, şöyle itiraz etmek
mümkündür: Fertler veya cemaatler halinde bulunan kafirler görüyoruz. Onların
hakkında bu yalanlama illeti gerçekleşmiştir. Lakin helak hükmü onlara
uygulanmamıştır! Bilakis nimetler ve rızık içindedirler. Malları ve çocukları
boldur. Beldeler hakkındaki hüküm, halklarını da kuşatır. Burada iki şeyden
biriyle cevap vermek zorunludur:
- Ya helak hükmü mutlaka gerçekleşmiştir denilir ki, bunu
diyen gerçeğe karşı inat etmiştir. çünkü kendisi de bunun batıl olduğunu bilir.
- Ya da illetinden dolayı bu hüküm zorunluluğu gerektirmez,
cevazı ifade eder denilir.
O zaman biz de deriz ki; illetin mevcut olmasından dolayı,
fer’de aslın hükmünün bulunmasını gerektirmeyen bütün illet kıyasları çelişkidir.
Bunun itibar edilecek bir tarafı yoktur.
Sonra şöyle diyor: “Yine bundan dolayı Kur’ân’da bunun
(kıyasın) medhi, zemmi, emri veya yasağı gelmemiştir. Zira bu (kıyas) sahih ve
fasid diye taksim edilir.”[3]
Kıyastan bahsederken işte böyle diyor! Sonra da bu söylediklerine bütün
açıklığıyla muhalefet ederek, kıyasın hücciyeti için: “İbret alın ey akıl
sahipleri” ayetini delil getiriyor![4] Az
önce Kur’ân’da kıyasın emredilmediğini söylerken, burada kıyasın emredildiğini
iddia ediyor! Bu tehlikeli bir tökezlemedir!
Allah onu affetsin, sonra meşhur Muaz b. Cebel radıyallahu
anh hadisini delil getiriyor. Halbuki bu rivayet isnad olarak zayıf, metin
olarak münkerdir. Bunun zayıf oluşunu Buhari, Darekutni, İbn Hazm, el-Elbânî ve
daha birçok uzman muhaddisler açıklamışlardır. Bu hadis Ebu Davud’un Sünen’inde
Şu’be – Ebu Avn – el-Haris b. Amr – Mugira
b. Şube’nin yeğeni – Muaz b. Cebel radıyallahu anh’ın ashabından Humus’lu bazı
insanlar tarikiyle, Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu…
şeklinde gelir.[5]
Sonra diğer bir tarikle; Şube – Ebu Avn – el-Haris b. Amr –
Muaz’ın ashabından bazı insanlar – Muaz radıyallahu anh isnadıyla rivayet eder.[6]
Tirmizi de bir rivayette Muaz radıyallahu anh’ı zikrederek,
diğerinde zikretmeksizin rivayet eder ve sonra şöyle der: “Bu hadisi sadece bu
tarikten biliyoruz. Bana göre isnadı muttasıl/kesintisiz değildir. Ebu Avn
es-Sekafi’nin ismi Muhammed b. Ubeydillah’tır.”[7]
Görüldüğü gibi hadisin isnadında meçhul kimseler ve kopukluk
vardır. Bu şiddetli bir zayıflıktır. Şeyh el-Elbânî rahimehullah, rivayet yolları,
ravileri ve metni hakkında faydalı açıklamalar yapmış, önceki imamların bu
rivayetin zayıf oluşuna dair hükümlerini zikretmiştir.[8] Hadis
ilimlerinden bir nasipleri olmayan mutaassıp fakihlerin bu hadisi sahih
saymalarına da reddiye vermiştir.
El-Elbanî rahimehullah’ın zikrettiği şu rivayet hakkında
uyarıda bulunmak gerekir: Ali b. el-Ca’d’ın, Şu’be’den rivayetinde o Ebu Avn’dan,
o da el-Haris b. Amr’dan, o da Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’in
ashabından, o da Muaz radıyallahu anh’den şeklinde gelmiştir. Sonra bunu İbn
Abdilberr’e nispet etmiş ve şaz olduğuna hükmetmiştir.
Yani diğer rivayetlerde “Muaz’ın ashabı” şeklinde geçen
ifade: “Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’in ashabı” şeklinde geçmektedir.
Denilir ki: bilakis bu asla mevcut değildir! Zira el-Cami’nin muhakkiki Ebu’l-İşbal
ez-Zuheyrî, şöyle demiştir: “(ta) nüshasında “sahabe” diye zikredilirken, (elif)
nüshasında “Muaz’ın ashabı” şeklinde geçmektedir. Doğrusu da budur. Şüphesiz bu
ancak istinsah hatasıdır ve buna itibar edilmez. Böylece Ali b. el-Ca’d’ın
rivayetinin de Şu’beden rivayet eden diğer ravilerin rivayetlerine uygundur.
Allaha hamd olsun.”[9]
Bütün bu açıklamalardan sonra, Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat
mezhebi için münker ve zayıf rivayetlerle delil getirmeye nasıl müsaade
edilebilir!! Halbuki ehl-i sünnet, hadisin sahihini sakiminden ayırmaya
insanların en layık olanlarıdırlar! Onlar gerçek hadis ehlidir! Onlar, Rasulullah
sallallahu aleyhi ve sellem’in sahih hadislerine insanların en çok ittiba
edenleri, batılları ve bu haber gibi uydurmaları en çok terk edenleridirler. El-Ciyzanî,
nasıl olur da el-Burhan’da, Muaz radıyallahu anh rivayeti hakkında: “Bu rivayet
sahih kitaplarda geçer. Sahih oluşunda ittifak vardır. Tevile yol yoktur” (!!!)[10]diyen
Ebu’l-Meali el-Cuveynî gibi bir adamı örnek alabilir?!! Allah yardımcımız
olsun.
[1]
Mealimu Usuli’l-Fıkh (s.187)
[2]
A.g.e. (s.188)
[3]
A.g.e. (s.191)
[4]
A.g.e. (s.198)
[5] Ebu
Davud (3592)
[6] Ebu
Davud (3593)
[7]
Tirmisi (1327, 1328)
[8] Daha
fazla bilgi için bkz.: el-Elbani, ed-Daife (2/273 no:286)
[9] Camiu
Beyani’l-İlm (2/845, 1 nolu dipnot)
[10] El-Burhan
(2/505, mesele no:720)