Sözlerin en doğrusu Allah'ın kelamı, yolların en hayırlısı Muhammed Aleyhisselam'ın yoludur. Dinde her sonradan çıkarılan şey bidattir.Her bidat sapıklıktır ve her sapıklık da cehennemdedir (Muslim no: 867)

Duâ

Duâ

9 Eylül 2012 Pazar

Muayyenin, Umuma Delil Getirilmesi ve Kıyas


İbnu’l-Kayyım, kıyasçıların dili üzerinden şöyle nakleder: “Muayyen’in (belirli bir şeyin) umum olana (genele) delil getirilmesi, ancak birbirinin benzeri olan iki şeyin eşitlenmesiyle tamam olur.”
Derim ki: Eğer Allah Azze ve Celle, birbirine benzeyen iki şeyin aynı hükümde olduğunu nas ile belirtmişse, buna kimse karşı çıkamaz.
Muayyenin umum olana delil getirilmesinin ise iki açısı vardır:
Birincisi: Burada muayyen, mükellef midir? Eğer şeriat koyucu tek bir şahsa hitap ediyorsa, bu hitabın bütün insanları kapsadığına delil getirebilir miyiz?
İkincisi: Burada muayyen, üzerine fiilin hükmünün işlediği bir şey midir? Şeriat koyucu muayyen bir şey yapmanın hükmünü açıklarsa, bunu muayyen olan o şeyin umumuna da delil getirebilir miyiz?
Her iki açıda da kıyasa asla bir yol yoktur.
Birinci açıya gelince: Tek bir mükellef kulun hükmü, delil tahsis etmedikçe bütün mükelleflerin de hükmüdür. Buna kıyas delil getirilemez.
İbn Hazm, el-İhkam’da şöyle der: “Nebî sallallahu aleyhi ve sellem, kendi asrında hayatta olan insan ve cinlere gönderildiği gibi, kendisinden sonra kıyamete kadar doğacak olanlara da gönderilmiştir. Allah Teâlâ’nın kıyamet gününe kadar yaratacağı herkes ve heryer için de hüküm vermiştir. Bu konuda ümmetin, Nebî sallallahu aleyhi ve sellem’e ulaşan kesin icmaı sahih ve dinin kıyamete kadar devam edeceğine dair zikrettiğimiz naslar sabit olduğundan, bütün insanları ve cinleri bağlayıcıdır. Hislerle zorunlu olarak anlarız ki, Nebî sallallahu aleyhi ve sellem’in kendisinden sonrakilere şahit olmasına imkan yoktur. Onun türlerden bir şeyi emretmiş olması, o türün tamamını emretmiş olması demektir. Dinde, tek bir şeye veya tek bir kavme has olan şeyleri Nebî sallallahu aleyhi ve sellem nas ile beyan etmiştir. Bu, tahsis/özel kılma olarak bilinir.” İbn Hazm’dan nakil bitti.
Bundan dolayı Nebî sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur: “Benim bir kadına sözüm, yüz kadına sözümle birdir.
Hiçkimse Nebî sallallahu aleyhi ve sellem’in bir kadına sözünün, sadece yüz kadını bağladığını söyleyemez. Bilakis bu, delil has kılmadığı sürece, dünyadaki bütün kadınları bağlar. Nebî sallallahu aleyhi ve sellem’in hadiste “yüz kadın” demesi, hitabın kendisine yönlendirildiği her yüz kadından birine söylenen sözün, diğerlerini de kapsadığına delalet eder. Böylece bütün dünya kadınlarını kapsar.
Yine Allah Azze ve Celle şöyle buyurmuştur: “Biz seni, ancak bütün insanlara müjdeci ve uyarıcı olarak gönderdik” (Sebe 28) Bu ayetten, Allah Azze ve Celle’nin gönderdiği risaletin bütün insanları kapsadığını ve Nebî sallallahu aleyhi ve sellem’in hevasından konuşmadığını öğreniyoruz. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: “O asla hevasından konuşmaz. Söyledikleri kendisine vahyedilen vahiyden başkası değildir.” (Necm 3-4) Demek ki Nebî sallallahu aleyhi ve sellem bir kişiye hitap ettiği zaman, Allah Teâlâ’nın dini ve risaleti ile hitap etmektedir. Ve bunda asıl olan, din ve risaletin bütün insanları kuşatmasıdır.
Yine Allah Azze ve Celle şöyle buyurmuştur: “Bu Kur'an, sizi ve ulaştığı kimseleri, kendisiyle uyarmam için bana vahyolunmuştur.” (En’am 19) Bizler, “Sizi uyarmam için” sözündeki muhataplara dahil değiliz. Lakin, “ulaştığı kimseler” sözüyle kastedilenleriz.
Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’in şu sözü de böyledir: “Size birşeyi yasakladığımda ondan uzaklaşın. Bir şey emrettiğimde de gücünüz yettiği kadar onu yerine getirin.” Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’in hitabı bütün müslümanlaradır. Bunun delili Allah Azze ve Celle’nin şu ayetidir: “De ki: Ey insanlar! Ben Allah’ın hepinize gönderdiği rasulüyüm.” Nebî sallallahu aleyhi ve sellem bir şey emrettiğinde veya yasakladığında, bu hitaba bizler de dahil oluruz.
İkinci açıya gelince: Burada da kıyasçıların kıyaslarında kullandıkları kıyas söz konusu değildir. İbn Hazm’ın yukarıda nakledilen açıklaması gayet açıktır. Bunu kimse inkar edemez. Nebî sallallahu aleyhi ve sellem, türlerden birini emrettiği zaman, bu emir o türün tamamını kapsar. Nebî sallallahu aleyhi ve sellem buğdayın fazlalıkla satışını haram kıldığında, dünyada bulunan bütün buğdayların fazlalıkla satışı haram kılınmış demektir. Zira hepsi buğday ismine dahildir. Aksi halde şeriat iptal olurdu. Bunun delili açıktır. Muayyeni, umuma delil getirmeye ihtiyaç yoktur. Bunun delili, az önce zikredilen: “Sizi bir şeyden yasakladığımda ondan uzaklaşın, bir şeyi emrettiğimde de gücünüz yettiği kadarıyla onu yerine getirin” hadisi buna açıkça delalet etmektedir. Nebî sallallahu aleyhi ve sellem bize bir şeyi yasakladığında ondan uzak durmamızı emretmiştir. Bir şeyi emrettiğinde de gücümüz yettiğince onu yerine getirmemizi emretmiştir. Bizi buğdayı fazlalıkla satmaktan yasakladığına göre, onu fazlalıkla satmaktan uzaklaşmamız gerekir. Buğday hakkındaki bu yasak, başka bir şeye geçmez.
Sonra İbnu’l-Kayyım, bunun misallerini zikreder. Bunlardan birisi şu ayettir: “Şimdi sizin kâfirleriniz, bu saydıklarımızdan daha mı hayırlıdır; yoksa kitaplarda, sizi azâbtan kurtaran bir ayrıcalığınız mı vardır?” (Kamer 43)
Daha önce kıyasçıların helal, haram, mubah gibi hükümlerde kullandıkları kıyasın, insanların öldürülmesi, diriltilmesi, azaplandırılması ve yeryüzüne zelzele verilmesi gibi hükümlerle alakalı olmadığını söylemiştik.
Ayete gelince, burada kesinlikle kıyasa bir yol yoktur. Kafirler Allah Azze ve Celle’nin azabında emin olup, kendilerinin azabı def edebileceklerini zannettiklerinde, Allah Azze ve Celle onları azaba uğratabileceğini haber vermiş, onları kendilerini, rasulleri yalanlayan önceki ümmetlerden üstün olduklarını ve önceki ümmetlere dokunan azabın kendilerine dokunmayacağını zannetmelerinden sakındırmıştır. Kıyas ehli buna karşı çıkmazlar. Allah Azze ve Celle, onlardan öncekilere yaptığı gibi, onlara da azabı indirmeyi dilerse bunu yapar. Dilemezse yapmaz. Bu kıyas değildir. Zira kıyasçıların metoduna göre değerlendirilecek olsaydı, Allah Azze ve Celle’nin üzerine hükümler vacip olur ve bunun varlığı da zorunlu olurdu!
Yine kimse şuna karşı çıkmaz: Bizler, önceki ümmetlere dokunan azabın müşriklere dokunmadığını görürüz. Hatta bunlardan bazısı Kureyş kafirleri gibi ayette doğrudan kendilerine hitap edilen kimselerdir. Azap dünyada onlara ulaşmamıştır. Onlar tevbe etmeleri ve Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’in risaletine iman etmeleri için mühlet verilenlerdendir. Şayet umum hakkındaki hüküm, mutlak olsaydı, bütün müşriklerin bir günde öldürülmeleri gerekirdi. Onlardan hiçbiri kurtulamaz, bundan sonra müslüman olamazlardı ve bu, müşriklerden birinin cezasının o savaşta hemen öldürülmesi olduğuna bir delil olurdu.
Şayet kıyasçılar bu ayeti iyi düşünürlerse Allah Azze ve Celle’nin onların hükümlerini farklı kıldığını anlarlardı. Kafirler, kendilerinin öncekilerden üstün olduklarını zannettiklerinde Allah’ın azabından emin oldular. Bunlar onlardan farklıdırlar. Dolayısıyla aynı hükümde olmadılar. Onlar, birbirinden farklı olanların ayrılması kaidesini kullanırlar. Lakin Allah Azze ve Celle dilediği gibi eşitler veya ayrım yapar.
İbn Kayyım’ın zikrettiği misallerden birisi de, Allah Azze ve Celle’nin Ad kavminin cezasını zikrettikten sonra: “Oysa onlara, size vermediğimiz şeyleri vermiştik” (Ahkaf 26) buyurmasıdır.
Derim ki, bu ayet çeşitli yönlerden kıyası yıkmaktadır:
Birincisi: Kıyas ehli, illetin genel kapsamında zikredilenlerin dışındakilere de, bu hükmün geçeceğini zannederler. Bizler ise Allah Azze ve Celle’nin şeyler ile fertlerin arasını hükümde eşitlemesini inkar etmeyiz. Lakin insanların, nas gelmeden önce birbirine benzeyen eşyaların hükümlerde de eşit olduğunu haber vermeye hakları yoktur. Aksi halde ayette geçen kafirler bunu yapmış ve hata etmişlerdir. Onlar, dünya hayatlarındaki yaşam ve kuvvet sebeplerini, insanın diğer insanlara karşı kendisini savunma imkanını gördüklerinde, düşmanda bulunan illeti, insanlardan olmayana da uygulayarak hükmettiler. Onlar kendilerinde bulunan imkanların, Allah Azze ve Celle’nin azabını da uzaklaştıracağını zannettiler. Bunun üzerine Allah Azze ve Celle, kendilerinde bulunan imkanların, azabı def etmeye bir sebep olamayacağını haber verdi. Onlara, kendilerinden öncekilerden ibret almak düşer.
Bu sözümüze şöyle karşılık vereceklerinden gafil değiliz: “Bu sözünüz, şayet beşerin imkanları Allah Azze ve Celle gibi olsaydı doğru olurdu. Malumdur ki Allah Azze ve Celle’nin kudreti, beşerin kudreti gibi değildir.”
Onlara deriz ki: Peki size kureyş kafirlerinin kuvvetinin, Ad kavminin kuvveti gibi olduğunu kim haber verdi? Kureyş kafirlerinin kuvveti de Ad kavminin kuvvetinden büyük olabilir!
Zorunlu olarak şöyle diyecekler: Kureyş kafirlerinin kuvveti, Ad kavminin kuvvetinden büyük olsa dahi, Allah Azze ve Cellenin cezasını geri çeviremezdi.”
O zaman onlara deriz ki: Öyleyse Kureyş kafirlerinin kendilerinden azabı uzaklaştırma imkanlarının bulunmadığını naslardan ve Allah Azze ve Celle’nin herşeye kadir olduğuna dair kesin delillerden öğrendiniz. Bu hükmün Ad kavmini de kapsamasından değil. Bununla beraber Allah Azze ve Celle dilerse, Ad kavmine yaptığının aynısıyla onları azaplandırabilir, dilemezse azaplandırmaz. Kıyasçıların görüşü bu değildir. Onların görüşleri, pirincin de tıpkı buğdayda olduğu gibi, fazlalıkla satışının caiz olmamasıdır. Onlar; “Allah pirincin satışını dilerse haram kılar, dilerse helal kılar” demiyor, bunun caiz olmadığını söylüyorlar!
Yine Aişe radıyallahu anha hadisinde, O, Nebî sallallahu aleyhi ve sellem’in bulut veya fırtına gördüğü zaman yüzünde bir hoşnutsuzluk hissetmiş ve sebebini sorduğunda Nebî sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur: “Ey Aişe! Bunun içinde azap olmayacağından emin olamıyorum. Nitekim bir kavim rüzgarla azaplandırıldı. O kavim de azabı gördüklerinde: “Bu yağmur yağmasının alametidir” demişlerdi.
Nebî sallallahu aleyhi ve sellem’in kavmi, Ad kavmi gibi olmamasına rağmen, Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem neden onların musibetine uğramalarından endişe ediyordu? Şayet Nebî sallallahu aleyhi ve sellem’in kavmi Ad kavmi gibiyse, neden aynı musibete uğramadılar? İşte zikredilen ayetin kıyasa delil getirilmesi böylece bâtıl olmaktadır.

Meclislerin Keffareti

Meclislerin Keffareti
"Subhâneka'llâhumme ve bihamdik ve eşhedu en lâ ilâhe illâ ente estağfiruke ve etûbu ileyk" (Taberani 10/164, el-Elbânî Sahîhu'l-Câmi (4487)