İbnu’l-Kayyım, kıyasçıların dili üzerinden şöyle nakleder: “Muayyen’in (belirli bir şeyin) umum olana (genele) delil getirilmesi, ancak birbirinin benzeri olan iki şeyin eşitlenmesiyle tamam olur.”
Derim ki: Eğer Allah Azze ve Celle, birbirine benzeyen iki
şeyin aynı hükümde olduğunu nas ile belirtmişse, buna kimse karşı çıkamaz.
Muayyenin umum olana delil getirilmesinin ise iki açısı
vardır:
Birincisi: Burada muayyen, mükellef midir? Eğer şeriat
koyucu tek bir şahsa hitap ediyorsa, bu hitabın bütün insanları kapsadığına
delil getirebilir miyiz?
İkincisi: Burada muayyen, üzerine fiilin hükmünün işlediği
bir şey midir? Şeriat koyucu muayyen bir şey yapmanın hükmünü açıklarsa, bunu
muayyen olan o şeyin umumuna da delil getirebilir miyiz?
Her iki açıda da kıyasa asla bir yol yoktur.
Birinci açıya gelince: Tek bir mükellef kulun hükmü, delil
tahsis etmedikçe bütün mükelleflerin de hükmüdür. Buna kıyas delil getirilemez.
İbn Hazm, el-İhkam’da şöyle der: “Nebî sallallahu aleyhi ve
sellem, kendi asrında hayatta olan insan ve cinlere gönderildiği gibi,
kendisinden sonra kıyamete kadar doğacak olanlara da gönderilmiştir. Allah
Teâlâ’nın kıyamet gününe kadar yaratacağı herkes ve heryer için de hüküm
vermiştir. Bu konuda ümmetin, Nebî sallallahu aleyhi ve sellem’e ulaşan kesin
icmaı sahih ve dinin kıyamete kadar devam edeceğine dair zikrettiğimiz naslar
sabit olduğundan, bütün insanları ve cinleri bağlayıcıdır. Hislerle zorunlu
olarak anlarız ki, Nebî sallallahu aleyhi ve sellem’in kendisinden sonrakilere
şahit olmasına imkan yoktur. Onun türlerden bir şeyi emretmiş olması, o türün
tamamını emretmiş olması demektir. Dinde, tek bir şeye veya tek bir kavme has
olan şeyleri Nebî sallallahu aleyhi ve sellem nas ile beyan etmiştir. Bu,
tahsis/özel kılma olarak bilinir.” İbn Hazm’dan nakil bitti.
Bundan dolayı Nebî sallallahu aleyhi ve sellem şöyle
buyurmuştur: “Benim bir kadına sözüm, yüz kadına sözümle birdir.”
Hiçkimse Nebî sallallahu aleyhi ve sellem’in bir kadına
sözünün, sadece yüz kadını bağladığını söyleyemez. Bilakis bu, delil has
kılmadığı sürece, dünyadaki bütün kadınları bağlar. Nebî sallallahu aleyhi ve
sellem’in hadiste “yüz kadın” demesi, hitabın kendisine yönlendirildiği her yüz
kadından birine söylenen sözün, diğerlerini de kapsadığına delalet eder.
Böylece bütün dünya kadınlarını kapsar.
Yine Allah Azze ve Celle şöyle buyurmuştur: “Biz seni,
ancak bütün insanlara müjdeci ve uyarıcı olarak gönderdik” (Sebe 28) Bu
ayetten, Allah Azze ve Celle’nin gönderdiği risaletin bütün insanları
kapsadığını ve Nebî sallallahu aleyhi ve sellem’in hevasından konuşmadığını
öğreniyoruz. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: “O asla hevasından konuşmaz. Söyledikleri
kendisine vahyedilen vahiyden başkası değildir.” (Necm 3-4) Demek ki Nebî
sallallahu aleyhi ve sellem bir kişiye hitap ettiği zaman, Allah Teâlâ’nın dini
ve risaleti ile hitap etmektedir. Ve bunda asıl olan, din ve risaletin bütün
insanları kuşatmasıdır.
Yine Allah Azze ve Celle şöyle buyurmuştur: “Bu Kur'an,
sizi ve ulaştığı kimseleri, kendisiyle uyarmam için bana vahyolunmuştur.”
(En’am 19) Bizler, “Sizi uyarmam için” sözündeki muhataplara dahil değiliz. Lakin,
“ulaştığı kimseler” sözüyle kastedilenleriz.
Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’in şu sözü de
böyledir: “Size birşeyi yasakladığımda ondan uzaklaşın. Bir şey emrettiğimde de
gücünüz yettiği kadar onu yerine getirin.” Rasulullah sallallahu aleyhi ve
sellem’in hitabı bütün müslümanlaradır. Bunun delili Allah Azze ve Celle’nin şu
ayetidir: “De ki: Ey insanlar! Ben Allah’ın hepinize gönderdiği rasulüyüm.” Nebî
sallallahu aleyhi ve sellem bir şey emrettiğinde veya yasakladığında, bu hitaba
bizler de dahil oluruz.
İkinci açıya gelince: Burada da kıyasçıların kıyaslarında
kullandıkları kıyas söz konusu değildir. İbn Hazm’ın yukarıda nakledilen
açıklaması gayet açıktır. Bunu kimse inkar edemez. Nebî sallallahu aleyhi ve
sellem, türlerden birini emrettiği zaman, bu emir o türün tamamını kapsar. Nebî
sallallahu aleyhi ve sellem buğdayın fazlalıkla satışını haram kıldığında,
dünyada bulunan bütün buğdayların fazlalıkla satışı haram kılınmış demektir. Zira
hepsi buğday ismine dahildir. Aksi halde şeriat iptal olurdu. Bunun delili açıktır.
Muayyeni, umuma delil getirmeye ihtiyaç yoktur. Bunun delili, az önce
zikredilen: “Sizi bir şeyden yasakladığımda ondan uzaklaşın, bir şeyi
emrettiğimde de gücünüz yettiği kadarıyla onu yerine getirin” hadisi buna
açıkça delalet etmektedir. Nebî sallallahu aleyhi ve sellem bize bir şeyi
yasakladığında ondan uzak durmamızı emretmiştir. Bir şeyi emrettiğinde de
gücümüz yettiğince onu yerine getirmemizi emretmiştir. Bizi buğdayı fazlalıkla
satmaktan yasakladığına göre, onu fazlalıkla satmaktan uzaklaşmamız gerekir. Buğday
hakkındaki bu yasak, başka bir şeye geçmez.
Sonra İbnu’l-Kayyım, bunun misallerini zikreder. Bunlardan birisi
şu ayettir: “Şimdi sizin kâfirleriniz, bu saydıklarımızdan daha mı
hayırlıdır; yoksa kitaplarda, sizi azâbtan kurtaran bir ayrıcalığınız mı vardır?”
(Kamer 43)
Daha önce kıyasçıların helal, haram, mubah gibi hükümlerde
kullandıkları kıyasın, insanların öldürülmesi, diriltilmesi, azaplandırılması
ve yeryüzüne zelzele verilmesi gibi hükümlerle alakalı olmadığını söylemiştik.
Ayete gelince, burada kesinlikle kıyasa bir yol yoktur.
Kafirler Allah Azze ve Celle’nin azabında emin olup, kendilerinin azabı def
edebileceklerini zannettiklerinde, Allah Azze ve Celle onları azaba uğratabileceğini
haber vermiş, onları kendilerini, rasulleri yalanlayan önceki ümmetlerden üstün
olduklarını ve önceki ümmetlere dokunan azabın kendilerine dokunmayacağını
zannetmelerinden sakındırmıştır. Kıyas ehli buna karşı çıkmazlar. Allah Azze ve
Celle, onlardan öncekilere yaptığı gibi, onlara da azabı indirmeyi dilerse bunu
yapar. Dilemezse yapmaz. Bu kıyas değildir. Zira kıyasçıların metoduna göre
değerlendirilecek olsaydı, Allah Azze ve Celle’nin üzerine hükümler vacip olur
ve bunun varlığı da zorunlu olurdu!
Yine kimse şuna karşı çıkmaz: Bizler, önceki ümmetlere
dokunan azabın müşriklere dokunmadığını görürüz. Hatta bunlardan bazısı Kureyş
kafirleri gibi ayette doğrudan kendilerine hitap edilen kimselerdir. Azap
dünyada onlara ulaşmamıştır. Onlar tevbe etmeleri ve Muhammed sallallahu aleyhi
ve sellem’in risaletine iman etmeleri için mühlet verilenlerdendir. Şayet umum
hakkındaki hüküm, mutlak olsaydı, bütün müşriklerin bir günde öldürülmeleri
gerekirdi. Onlardan hiçbiri kurtulamaz, bundan sonra müslüman olamazlardı ve bu,
müşriklerden birinin cezasının o savaşta hemen öldürülmesi olduğuna bir delil
olurdu.
Şayet kıyasçılar bu ayeti iyi düşünürlerse Allah Azze ve
Celle’nin onların hükümlerini farklı kıldığını anlarlardı. Kafirler,
kendilerinin öncekilerden üstün olduklarını zannettiklerinde Allah’ın azabından
emin oldular. Bunlar onlardan farklıdırlar. Dolayısıyla aynı hükümde olmadılar.
Onlar, birbirinden farklı olanların ayrılması kaidesini kullanırlar. Lakin Allah
Azze ve Celle dilediği gibi eşitler veya ayrım yapar.
İbn Kayyım’ın zikrettiği misallerden birisi de, Allah Azze
ve Celle’nin Ad kavminin cezasını zikrettikten sonra: “Oysa onlara, size
vermediğimiz şeyleri vermiştik” (Ahkaf 26) buyurmasıdır.
Derim ki, bu ayet çeşitli yönlerden kıyası yıkmaktadır:
Birincisi: Kıyas ehli, illetin genel kapsamında
zikredilenlerin dışındakilere de, bu hükmün geçeceğini zannederler. Bizler ise
Allah Azze ve Celle’nin şeyler ile fertlerin arasını hükümde eşitlemesini inkar
etmeyiz. Lakin insanların, nas gelmeden önce birbirine benzeyen eşyaların hükümlerde
de eşit olduğunu haber vermeye hakları yoktur. Aksi halde ayette geçen kafirler
bunu yapmış ve hata etmişlerdir. Onlar, dünya hayatlarındaki yaşam ve kuvvet
sebeplerini, insanın diğer insanlara karşı kendisini savunma imkanını
gördüklerinde, düşmanda bulunan illeti, insanlardan olmayana da uygulayarak
hükmettiler. Onlar kendilerinde bulunan imkanların, Allah Azze ve Celle’nin
azabını da uzaklaştıracağını zannettiler. Bunun üzerine Allah Azze ve Celle,
kendilerinde bulunan imkanların, azabı def etmeye bir sebep olamayacağını haber
verdi. Onlara, kendilerinden öncekilerden ibret almak düşer.
Bu sözümüze şöyle karşılık vereceklerinden gafil değiliz: “Bu
sözünüz, şayet beşerin imkanları Allah Azze ve Celle gibi olsaydı doğru olurdu.
Malumdur ki Allah Azze ve Celle’nin kudreti, beşerin kudreti gibi değildir.”
Onlara deriz ki: Peki size kureyş kafirlerinin kuvvetinin,
Ad kavminin kuvveti gibi olduğunu kim haber verdi? Kureyş kafirlerinin kuvveti
de Ad kavminin kuvvetinden büyük olabilir!
Zorunlu olarak şöyle diyecekler: Kureyş kafirlerinin
kuvveti, Ad kavminin kuvvetinden büyük olsa dahi, Allah Azze ve Cellenin
cezasını geri çeviremezdi.”
O zaman onlara deriz ki: Öyleyse Kureyş kafirlerinin
kendilerinden azabı uzaklaştırma imkanlarının bulunmadığını naslardan ve Allah Azze
ve Celle’nin herşeye kadir olduğuna dair kesin delillerden öğrendiniz. Bu hükmün
Ad kavmini de kapsamasından değil. Bununla beraber Allah Azze ve Celle dilerse,
Ad kavmine yaptığının aynısıyla onları azaplandırabilir, dilemezse
azaplandırmaz. Kıyasçıların görüşü bu değildir. Onların görüşleri, pirincin de
tıpkı buğdayda olduğu gibi, fazlalıkla satışının caiz olmamasıdır. Onlar; “Allah
pirincin satışını dilerse haram kılar, dilerse helal kılar” demiyor, bunun caiz
olmadığını söylüyorlar!
Yine Aişe radıyallahu anha hadisinde, O, Nebî sallallahu
aleyhi ve sellem’in bulut veya fırtına gördüğü zaman yüzünde bir hoşnutsuzluk
hissetmiş ve sebebini sorduğunda Nebî sallallahu aleyhi ve sellem şöyle
buyurmuştur: “Ey Aişe! Bunun içinde azap olmayacağından emin olamıyorum. Nitekim
bir kavim rüzgarla azaplandırıldı. O kavim de azabı gördüklerinde: “Bu yağmur
yağmasının alametidir” demişlerdi.”
Nebî sallallahu aleyhi ve sellem’in kavmi, Ad kavmi gibi
olmamasına rağmen, Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem neden onların
musibetine uğramalarından endişe ediyordu? Şayet Nebî sallallahu aleyhi ve
sellem’in kavmi Ad kavmi gibiyse, neden aynı musibete uğramadılar? İşte
zikredilen ayetin kıyasa delil getirilmesi böylece bâtıl olmaktadır.