Miskinlerin Aynası
Ebû Muâz
el-Çubukâbâdî
Şüphesiz
hamd Allah’adır. O’na hamd eder, O’ndan yardım ister ve O’ndan bağışlanma
dileriz. Nefislerimizin şerrinden ve amellerimizin kötülüklerinden Allah’a
sığınırız. Allah’ın hidayet ettiğini saptıracak yoktur, O’nun saptırdığını da
hidayet edecek yoktur. Şehadet ederim ki Allah’tan başka ibadete layık hak ilah
yoktur, O birdir, ortağı yoktur. Yine şehadet ederim ki Muhammed sallallahu
aleyhi ve sellem Allah’ın kulu ve rasulüdür.
Bundan
sonra:
Birçok
kimseyle karşılaştım ki, kendisi mezhep taklidini savunduğu halde “Allah’ın
indirdiklerinden başkasıyla hükmedenler kafirlerin ta kendileridir” ayetini
kullanarak, bütün yöneticileri tekfir ediyor, bununla da kalmayıp sıra onlara
oy veren; yönetilenlere geliyor. Onların suçları Allah’ın dinini bırakıp,
demokrasi ve buna benzer küfür sistemlerine uymaları!
Peki ey
gafil! Senin suçun nedir ki bu yöneticiler sana musallat edilmiş hiç düşünmüyor
musun? Allah Azze ve Celle sebebini açıklıyor: “İşte
biz, işlemiş oldukları (günah) dolayısıyle zâlimlerden bazılarını bazıları
üzerine hakim kılarız.” (En’âm 129)
Sen, Allah ve rasulüne
uymanın önüne mezhebini, imamını, hocanı, cemaatini, kıyasını geçirdiğin halde,
zalimlerden hesap sorabileceğini mi sanıyorsun? Ne zamana kadar kendini
aldatacaksın?
Ey cumhuriyet idaresinden
şikayet eden! Bu fasık ve zalimler senin devletini cumhuriyetle yönetiyor, peki
ya sen, ondan daha çirkinini yaptığını ne zaman fark edeceksin?! Evet, sen daha
çirkinini yapıyorsun! Onlar senin dünyanı cumhuriyetle – yani çoğunluğun
görüşüyle – yönetiyor, sen ise dinini cumhuriyetle yönetiyorsun! Allah ve
rasulünün açık emirlerine, “cumhur’un” görüşü ya da fiiliyle muhalefet etmiyor
musun! Vallahi böyle yapıyorsan sen daha habis bir cumhuriyetçisin!
Bu yolda çok tökezleyen var,
belki yalnız değilsin! Lakin tabi olanlarının çoklukları, meşhurlukları ve
büyüklükleri, yanlışı yanlış olmaktan
çıkarmaz! İki ya da daha fazla yanlış, bir doğru etmez! Yine tabi olanlarının
azlığı, zayıflıkları ve küçüklükleri hakkın değerini düşürmez.
Geçtiğimiz senelerde
miskinlerin önde gidenlerinden birinin, Allah’a ve rasulüne tabi olmanın önüne
ne cumhuru, ne mezhepleri ne de kıyası geçirmeyenler hakkında “Miskinler” deyip
durduğuna şahit olduk. Olur da bir gün Allah ona aynaya bakmayı, kendi halini
görmeyi nasip eder diye bekledik. Olmadı, buyursun biz ona ve benzerlerine
hakikati gösteren aynayı tutalım ki, gerçek miskinler kimlermiş, belki
görürler:
Miskinler;
Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’e tabi olmanın zevkini tatmayanlardır.
Onlar,
Şeyh İbn Baz’ın, Şeyh İbn Useymin’in veya İmam İbnu’l-Kayyım’ın, İbn
Teymiyye’nin veya en-Nevevî’nin sözünü işittiklerinde: tartışmasız olarak,
beklemeden ve delil sormadan: “İşittik ve itaat ettik” diyenlerdir.
Onlar
Nebî sallallahu aleyhi ve sellem’in sözünü işittiklerinde ise: “Bu hadisle hangi
alimler amel etmiş?” derler. “İmamlarımız onunla amel etmedikçe Nebî sallallahu
aleyhi ve sellem’in hadisiyle amel etmeyiz” derler. Yani onlara göre Rasulullah
sallallahu aleyhi ve sellem’e güvenebilmeleri için, alimlerin o hadisi
mühürleyip onaylamaları gerekir!!
Burada
hadis uzmanı alimlerin, hadisin sıhhatini onaylamalarından bahsetmiyoruz!
Bilakis, Buhari ve Muslim hadisi gibi sahih hadis geldiği halde, “hangi alim bu
görüşte?” diyenlerden bahsediyoruz!
Muhammed
sallallahu aleyhi ve sellem’in hadisi, amel edebilmek için, onlara göre, bu
hadise tabi olan bir alime muhtaçtır!
İmam
İbn Teymiyye, İbnu’l-Kayyım, Ebu Hanife veya başkalarının sözleri, tabi
olanlara muhtaç değilken, Nebî sallallahu aleyhi ve sellem’in sözü buna muhtaç
öyle mi!
Onlara
göre bu imamların kendileri hüccettir ve ziyadeleri, ekleme yapmaları
makbuldür!
İbn
Teymiyye şöyle diyor: “Cinlerin uçurup bir yerden bir yere taşıdıkları
kimseleri, nasıl taşıdıklarını çoğu bilmezler. Hatta kişi Arafata kadar taşınır
ve geri döner. Şeytanların onu nasıl taşıdıklarını bilmezler. Allah’a onun
emrettiği şekilde dua etmezler. Bilakis ihramsız olarak arafatta dururlar, hac
menasiklerini tamamlamazlar.” (en-Nubuvvat s.275)
Miskinlere
göre bu söz son noktadır. İşitir ve itaat ederler. İbn Teymiyye onlara göre
yaptıklarından ve söylediklerinden sorgulanmaz.
Ama
Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’in cünüplükten gusletmesine gelince, Allah
Teâlâ bize şöyle buyuruyor: “Ona tabi olun. Umulur ki hidayet bulursunuz.”
(A’raf 158) Ve şöyle buyurmuştur: “Şüphesiz Allah’ın rasulünde sizin için en
güzel örnek vardır.” (Ahzab 21) Burada O’na tabi olmazlar, onu öğrenmezler
ve dinlemezler. Allah’ın emriyle mücadeleye girişerek şöyle derler:
- Hangi
alim bunu yapmış?
-
Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’e muhalefet edenin namazı batıl mıdır?
- Şimdi
onun hanımı boşanmış mı sayılır?
-
Dinden mi çıkmıştır?
Miskinler!!
Onlar
fırka ve ihtilaf döşeğinde doğmuşlardır!
Mezheblerin
fıkhının, kelamcıların akidesinin ve tasavvufçuların gidişatlarının
biberonlarından kirli süt emmişler, bu hastalık kemiklerine ve etlerine
işlemiştir.
İki
sene geçmiş olmasına rağmen sütten kesilmemişler, bilakis beşikten mezara kadar
emmeye devam etmişlerdir!
“Falan
ne dedi” ve “filan ne dedi” karışımlarından hazırlanmış sofralardan yiyerek
yetişmişlerdir.
Dinleri;
Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’e rağmen ihtilaftır. Onlara göre takvanın
doruğu, imanın gayesi ve işin başı budur!
Miskinler!...
Onlardan
birine “İhtilam çağına gelmiş herkese Cuma günü gusletmek vaciptir”
hadisi okunduğunda, Nevevi’nin hadise yaptığı şu açıklamaları okur:
“Alimler
Cuma guslü hakkında ihtilaf ettiler. Selef’ten bir grubun bunu vacip gördüğü
nakledildi. Bu, bazı sahabeden nakledilmiştir. zahir ehli de bu görüştedir. İbn
Munzir bunu Malik’ten rivayet etti. El-Hattabi ise el-Hasen el-Basri ve
Malik’ten rivayet etti. Seleften ve haleften alimlerin çoğunluğu ve meşhur
fakihler bunun vacip değil, müstehap bir sünnet olduğu görüşündedirler.” Nevevi
dedi ki: “Bizim mezhebimizde meşhur olan, dileyen kimse için müstehap
olmasıdır. Mezhebimizdeki diğer bir veche göre sadece erkeklere müstehaptır. Bir veche göre kadınlara,
çocuklar, köleler ve misafirler dışında, cumanın üzerine farz olduğu kimselere
farzdır. Bir veche göre Cuma günü gusül herkese müstehaptır. Cumaya gelecek
olsun, olmasın fark etmez. Yine Bayram günü gusletmek de herkese müstehaptır.”
(Şerhu’n-Nevevi (6/131 vd.)
Nevevi
burada Nebî sallallahu aleyhi ve sellem’in hadisinden sonra, sanki Nebî
sallallahu aleyhi ve sellem de diğerleri gibi görüş sahiplerinden biriymiş ve
Nevevi ya da başkalarının burada ihtilaf etme ya da ittifak etmeyi tercih etme
hakları varmış gibi kelam yapmıştır.
Allah
Azze ve Celle’nin alemlere rahmet olarak gönderdiği rasulün: “Cuma günü guslü
her müslümana vaciptir” dediği yerde bunları söylüyor!
Sonra küçük ve zayıf bir ilim talebesi geliyor ve: “Cuma günü gusletmek
farzdır” diyor. O anda sanki kıyamet geliyor, ay yarılıyor ve olan oluyor!
Mezhepler hemen korumaya alınarak: “İşte bu donuk bir zahiri! İlmi yok, fıkıh
usulünü bilmiyor, lugatın delalet ettiği manaları bilmez” demeye başlıyorlar ve
onu İslamı yıkmaya kalkışmakla suçluyorlar! Halbuki yaptığı şey sadece sadıkul
masduk olan Nebî sallallahu aleyhi ve sellem’in sözünü harfi harfine tekrar
etmesidir!
Onlara göre ilim: Nebî sallallahu aleyhi ve
sellem: “Cuma günü gusletmek vaciptir” dediği zaman: “Hayır, vacip değil,
müstehaptır” dememizi gerektirecek hale gelmiş! Yani ilim sahibi olmak,
Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem bir şeye “Farz” dediğinde: “Hayır,
menduptur” diyebilmektir onlara göre!
Subhanallah!
Bundan Allah’a sığınıyoruz.
Miskinlerin
bu metotlarına göre sen, İsrailoğulları alimlerinin yaptıkları gibi sözleri
yerinden değiştirmediğinde, İslam’ı yıkan biri oluyorsun!
Burada
itiraz ettiğimiz husus, Cuma guslünün mustehap sayılması değildir. İtiraz
ettiğimiz şudur: Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’den açık ifadeli bir
hadis gelmesine rağmen, buradaki emri müstehaplığa çeviren naslardan delil
getirmek yerine, sanki Rasulün sözüyle eşdeğerdeymiş gibi, alimlerin sözlerini
delil getirerek, hadisteki ifadeden sapmaktır.
Aynı
durumu tahiyyetu’l-mescid namazının hükmünü araştırdığınızda da görürsünüz.
Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem, mescide giren kimsenin oturmadan evvel
iki rekat namaz kılmasını emretmiştir. Bu emri vaciplikten müstehaplığa
yorumlamaya delil zikretmedikleri halde, cumhurun görüşüyle muhalefet ettiklerini,
bunun müstehap olduğunu söylediklerini görürsünüz!
Allah şeyh İbn Useymin’e
rahmet etsin, bir gün bir mesele söyleyince ona: “Lakin cumhurun kavli
şöyledir” derler. O da: “Ben cumhurî değilim” diye cevap verir.
Yine Şeyh el-Elbanî
rahimehullah, bir ravi hakkında bir söz söyleyince: “Lakin İbn Hacer şöyle
diyor“ derler. O da: “Ben “Hacerî” değilim” demiştir.
Diğer
bir örnek: Nevevi, Ziyafet ve benzerleri babında şöyle diyor: “Rasulullah
sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: “Allah’a ve ahiret gününe iman
eden, misafirine caizesinde ikram etsin.” Dediler ki: “Caizesi nedir?”
Buyurdu ki: “Gün ve gecesidir. Ziyafet üç gündür. Bundan fazlası sadakadır.”
Yine
şöyle buyurdu: “Allaha ve ahiret gününe iman eden ya hayır konuşsun, ya da
sussun.” Diğer rivayette: “Ziyafet üç gündür. Caizesi bir gün ve bir gecedir.
Müslüman kişinin yanında kardeşi kaldığı halde ona kötülük yapması helal
değildir.” Dediler ki: “Ey Allah’ın rasulü! Ona nasıl kötülük yapar?”
buyurdu ki: “Yanında kaldığı halde onu ağırlayacak bir şey ikram etmez.”
Diğer
rivayette: “Bir kavmin yanına geldiğinizde ve size misafire gereken şeyi
emrettiklerinde kabul ediniz. Eğer bunu yapmazlarsa, onlardan, yapmaları
gereken misafir hakkını alınız.”
Nevevi
dedi ki: “Bu hadisler ziyafeti emretmek, buna önem vermek ve bunun değerini
yüceltmek konusunda açıktır. Nitekim müslümanlar ziyafetin (misafire ikramın)
İslamda pekiştirilmiş olduğunda icma etmişlerdir. Şafii, Malik, Ebu Hanife ve
cumhur dediler ki: “Bu vacip değil, sünnettir.” Leys ve Ahmed: “Bir gün ve bir
gece ikram vacip” dediler. Ahmed dedi ki: “Badiye halkına ve köy halkına bir
gün ve bir gece ikram vaciptir. Şehirlilere vacip değildir.” Cumhur bu
hadisleri ve benzerlerini müstehaplığa ve güzel ahlaka tevil etmiştir. Misafir
hakkı, ihtilam çağındaki herkese Cuma günü guslün vacip olduğunu bildiren
hadiste olduğu gibi, pekiştirilmiş müstehaptır. El-Hattabi ve ve başkaları bunu
mecbur kalana yorumlamışlardır.” Allah en iyi bilendir” Şerhu’n-Nevevi (12/31)
Gördün
mü haktan uzaklaşmayı!
Muhammed
b. Abdillah sallallahu aleyhi ve sellem bu ümmete Allah’ın risaletiyle
gönderilmiştir. O sallallahu aleyhi ve sellem: “Allaha ve ahiret gününe iman
eden misafirine ikram etsin..” diyor, Cumhur ile falan ve filan ise, sanki
risalete muhatap değillermiş gibi: isteyen yapar, istemeyen yapmaz diyerek
tercihe bırakıyorlar!!!
Nevevi
sana şöyle diyor: “Cumhurun bu hadislere ve benzerlerine yorumu, bunların
müstehap olmasıdır.” Ey Cumhurun ümmeti! Size Cumhur adında yeni bir rasul mü
gönderildi!
Bu
cumhurun, Sadıkul-Masduk olan Ebu’l-Kasım sallallahu aleyhi ve sellem’in
getirdiklerini tevil ederek değiştirme ve bozma hakkı mı var?!!
El-A’rec’in,
Ebu Hureyre radıyallahu anh’den rivayet ettiği şu hadisi okudun mu? Rasulullah
sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyuruyor: “Biriniz abdest aldığı zaman
burnuna su versin, sonra sümkürsün. Taşla istinca eden bunu tek sayıda yapsın.”
Bunu
Malik, Humeydi, Ahmed, Darimi, Buhari, Muslim, İbn Mace ve Nesai rivayet
etmişlerdir.
Nevevi
diyor ki: “İstinsar’ın (yani abdestte burna su alıp sümkürmenin) vacip
olmadığında ittifak vardır” (Şerhu’n-Nevevi (3/126)
Kimin
ittifakı ey Nevevi?!
Rasulullah
sallallahu aleyhi ve sellem: “Sonra sümkürsün” buyuruyor! Bu emir, Nebi
sallallahu aleyhi ve sellem’den geliyor ki Allah Azze ve Celle onun hakkında
şöyle buyurmuştur:
“Rasul
size neyi verdiyse onu alın, sizi neyden sakındırdıysa ona son verin. Allah’tan
korkun. Zira Allah’ın cezası çetindir.” (Haşr 7)
Rasulullah
sallallahu aleyhi ve sellem: “Fatihatu’l-Kitabı okumayanın namazı yoktur”
buyuruyor. Bunu Humeydi, Ahmed, Darimi, Buhari, Muslim, Ebu Davud, İbn Mace
Tirmizi, Nesai, İbn Hibban ve İbn Huzeyme rivayet etmişlerdir.
Kimisinin
buraya mahzuf bir muzaf ekleyerek: “Nebî sallallahu aleyhi ve sellem, namazı
kamil değildir demek istiyor” dediğini görürsün.
Bunu
diyen kimseye etrafındakilerden hiç kimse: “Nebî sallallahu aleyhi ve sellem’in
maksadının bu olduğunu sana kim dedi?” diye sormayıp, ona hak verirler.
Nebî
sallallahu aleyhi ve sellem: “Namazı yoktur” dediğinde söz bitmiştir, biz
derhal: “İşittik ve itaat ettik. Rabbimiz, senden bağışlanma dileriz, dönüşümüz
sanadır” deriz.
Bu
meselede tuhaf bir ayrılık meydana gelmiştir. Bu hadise Şafii mezhebi uyum
göstermiştir. Nevevi ise şafiidir ve o şöyle demiştir: “Bu hadiste fatihayı
okumanın farz oluşuna delil vardır. Zira bu tayin edilmiştir. Bunu okumaktan
aciz olan haricinde, fatihayı okumadan namaz geçerli olmaz. Bu Malik’in,
Şafii’nin ve sahabe, tabiin ile onlardan sonraki alimlerin cumhurunun
mezhebidir. Ebu Hanife ve bir azınlık: “Fatiha vacip değildir, bilakis
Kur’ândan bir ayet vaciptir” demişlerdir. Zira Allah Teâlâ: “Kur’andan
kolayına geleni oku” buyurmuştur. Cumhurun delili ise Rasulullah sallallahu
aleyhi ve sellemin: “Ümmül kitab olmadan namaz yoktur” hadisidir.”
Nevevi diyor ki: “Şayet: “Hadiste kastedilen kamil namazdır” derlerse, deriz
ki: “Bu hadisin zahirine aykırıdır” (Şerhu’n-Nevevi (4/102)
Allahu
ekber! Miskinler nassın zahirine muhalif olduğunu şimdi anladılar ve nas ile
zahiri onlara galip geldi! Nevevi, Ebu Hanife’ye uyarak hadise “Kamil namaz
yoktur” eklemesini yapanları reddetti! Hadis, mezheplerine aykırı olduğu zaman
ekleme veya çıkarma yapıyorlar, görüşlerine ve imamlarının görüşüne
uydurabilmek için etraflarından eksiltiyorlar! Halbuki bu imam, Nebî sallallahu
aleyhi ve sellem değildir, bir peygamber de değildir!
Nevevi
gibi bir alim hadisin zahirini delil getirmeseydi, hadisin zahiri delil
olmayacaktı öyle mi!
Miskinler!
Onlar
Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’in sözünü terk ediyorlar ve Mezheplere
uyanların ve benzerlerinin sözünü alıyorlar!
Bu iş,
Allah’ın dışında ibadet edilen putlar yıkmaktan da zor!
Onların
putları bütün renkleriyle, çok ve çeşitlidir.
Senin
delillerinin çokluğu ve hüccetinin açıklığı ve kuvveti onlara fayda vermez!
Zira
hastalık öze sirayet etmiş, damarlarda gezinmekte ve kalbin nabız atışıyla
beraber hareket etmektedir!
Bu
yüzden Allah Subhanehu ve Teâlâ şöyle buyuruyor: “Hevasını ilah edineni
gördün mü? Sen mi ona vekil olacaksın? Yoksa
sen onlardan çoğunun söz dinleyip akıl ettiklerini mi sanıyorsun? Oysa onlar
hayvanlar gibidirler; hatta yol itibariyle onlardan daha sapıktırlar.” (Furkan 43-44)
Sen onlara, Muhammed
sallallahu aleyhi ve sellem’e uymaya dair deliller getirdiğinde dahi problemler
yaşar ve onların işittiklerini sanırsın.
Onlara Muhammed sallallahu
aleyhi ve sellem’den başkasına itaatten uzaklaşmaya delalet eden ayetler delil
getirdiğinde, onların gördüklerini zannediyorsun!
Burada açıkça dersin ki:
“Deliller ortada, huccet kesindir”
Bizler sizi peygamberlerin
sonuncusu olan Nebi sallallahu aleyhi ve sellem’e tabi olmaya davet ediyoruz,
ondan başkasına tabi olunmaz!
Deliller açıktır, lakin
Allah kime açık kıldıysa ona açıktır!
“Yoksa sen onlardan
çoğunun söz dinleyip akıl ettiklerini mi sanıyorsun? Oysa onlar hayvanlar
gibidirler; hatta yol itibariyle onlardan daha sapıktırlar.”
Evet, miskinler…
Onların hallerine çokça
acımak lazım. Onlara sabretmek gerekir. Zira bu dermansız bir derttir.
Bu derde tutulanlar da
aldatılmakta ve onlara: “sen hak üzeresin” denilmektedir!
Hayatını Muhammed sallallahu
aleyhi ve sellem’in abdesti, guslü, namazı, orucu, zekatı, haccı, muameleleri,
edebi, giyimi ve süslenmesinden uzak bir şekilde yaşadığı halde ona: “Sen hak
üzeresin” denilmektedir!
Miskinler!
Şayet Muhammed sallallahu
aleyhi ve sellem’e tabi olmanın zevkini tatsalardı, habis sütünü emdikleri
putların kıymetinin ne olduğunu göreceklerdi!
Başlangıçta itiraz eden nice
cahil vardı, bizim tattığımızı tadınca ittiba arzusu kuvvetlendi…
Onların miskinliklerinin delillerinden birisi
şudur: Onlar hocaları ve alimlerinin adı anılınca heyecanlanır, kalpleri
ürperir. Bunu ilim talebesinin kemal noktası görürler. Tıpkı müminlerin Allah
ve ayetleri anılınca kalplerinin ürpererek imanlarının artması gibi!
Subhanallah!
“Allah'ın adı tek başına
zikredildiği zaman, âhirete îman etmeyenlerin kalbleri kinle dolar; fakat
Allah'tan başkası, (yani putları) zikredildiği zaman da hemen neşelenirler.” (Zumer 45)
İbn Teymiyye veya başka
alimlerin mertebesini, o kadar yüceltirler, o kadar yüceltirler ki, “Ah keşke
bu sözleri bizzat İbn Teymiyye’nin kendisinden işitseydim” derler.
İnternette, arapça
sitelerden birinde bazı ilim talebeleri İbn Teymiyye hakkında şöyle yazmışlar:
“O hadis, fıkıh, lugat, tefsir, insanların ve cinlerin ilimlerinde bu ümmette
gelmiş en alim kimsedir.”
Bu miskinler, bu cenazeye,
yüzü tokatlama, yaka yırtma ve cahiliye davasında bulunmayı katmışlardır! Hatta
internetteki bu yazışmaya, kendisini Şeyh İbn Useymin’e nispet eden biri şöyle
yazmış: “Şayet Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’den sonra bir peygamber
gelecek olsaydı, İbn Teymiyye olurdu!!”
Bir başkası da şunu eklemiş: “Şüphesiz İbn
Teymiyye hadiste Ahmed b. Hanbel’den daha alim idi!”
Bu siteye müslümanlardan
biri girip de hakkı söyleyince onu atıyorlar, hesabını siliyorlar ve onu Mossad
ajanı olmakla itham ediyorlar!
Miskinler!
Onların miskinler
olduklarını bilin ve onlara sabredin! Onları dinleyin!
Buhari ve Muslim hadisinde
bildirildiği gibi: “Şayet, Allah senin vesilenle bir kişiye hidayet verirse,
bu senin için kızıl develerden hayırlıdır.”
Neden Selef Gibi Değiliz?
Selef
Rahimehumullah’ın Kur’an Ayetleri ve Nebî sallallahu aleyhi ve sellem’in hadisi
hakkındaki uygulamaları nasıldı?
Müsned’de
Ebu Abdirrahman es-Sulemi rahimehullah’tan şöyle gelir: “Nebî sallallahu aleyhi
ve sellem’in Kur’an okuttuğu ashabından Kur’ân okuyanlar, on ayet öğrenir, onu
ilim ve amel olarak uygulamadıkça diğer on ayete geçmezlerdi.”
Şimdi
iki misal zikredeceğim ki bunlardan birisi mal ile diğeri can ile alakalıdır.
Buhari’nin
Sahih’inde Enes b. Malik radıyallahu anh’den rivayet ediliyor: “Ebu Talha radıyallahu anh, Medine’de
Ensar’ın malı ve hurma ağaçları en çok olanı idi. En sevdiği malı Beyruha adlı
bahçesi idi. Bahçe mescidin karşısındaydı. Rasulullah sallallahu aleyhi ve
sellem oraya girer, hoş suyundan içerdi. Enes radıyallahu anh dedi ki:
“Sevdiğiniz
şeylerden infak etmedikçe iyiliğe ulaşamazsınız” (Al-i İmran 92) ayeti
inince Ebu Talha radıyallahu anh kalktı ve Rasulullah sallallahu aleyhi ve
sellem’e gelerek:
“Ey
Allah’ın rasulü! Allah Teâlâ: “Sevdiğiniz şeylerden infak etmedikçe iyiliğe
ulaşamazsınız” buyuruyor. Benim en sevdiğim malım ise Beyruhadır. Bunu Allah
için tasadduk ediyorum. İyiliğe ve Allah katında olana kavuşmayı umuyorum. Ey
Allahın rasulü! Bunu Allah’ın sana gösterdiği yere ver.” Bunun üzerine
Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
“Ne
kadar da kazançlı bir mal, ne kadar da kazançlı bir mal! Ne dediğini işittim.
Ben onu akrabalarına vermeni uygun görüyorum.”
Diğer
rivayette şöyle geçer: “Ey Allah’ın rasulü! Görüyorum ki rabbimiz bizim
mallarımızdan istiyor. Seni şahit tutarım ki bahçemi ona verdim.”
İbnu’l-Mubarek,
Kitabu’l-Cihad’da şöyle rivayet eder: “Ebu Talha radıyallahu anh: “Gerek
hafif, gerek ağır olarak savaşa çıkın” (Tevbe 41) ayetini okudu. Ardından:
“Allah Teâlâ ihtiyarken de, gençken de bizden savaşa çıkmamızı istedi. Beni
hazırlayın” dedi. Oğulları:
“Allah
sana merhamet etsin! Nebî sallallahu aleyhi ve sellem, Ebu Bekr ve Ömer
radıyallahu anhuma devirlerinde gazaya çıktın. Şimdi de senin yerine biz gazaya
çıkıyoruz” dediler.
Bundan
sonra deniz seferine çıktı ve vefat etti. Onu gömecek bir ada aradılar. Ancak
bir hafta sonra bulabildiler. Buna rağmen onun cesedi bozulmamıştı.”
(Kitabu’l-Cihad no:102)
Neden
onlar gibi değiliz?
Arap
olmadığımız için Kur’ân’ı mı anlamıyoruz?
Allah
Teâlâ şöyle buyurmuştur: “Biz bu
kitabı yabancı dilde (arapça dışında) bir Kur'an yapsaydık, “âyetleri
açıklansaydı ya.. Bir araba yabancı dilde Kur'ân mı...?” derlerdi. De ki: “Bu
Kur'an, îman edenler için bir hidayet ve bir şifadır. İman etmeyenlerin
kulaklarında bir ağırlık vardır. Kur'ân, onlara karşı bir körlüktür. Sanki
onlara uzak bir yerden sesleniyor”
(Fussilet 44)
Yani, nasıl ki arapların,
Kur’ân başka dilde inseydi, buna itiraz etmeye hakları yoksa, bizim de , Kur’an
arap dilinde indiği için mazeret getirme hakkımız yoktur. İster Arap, ister
İngiliz, ister Fransız, ister Türk olsun, iman eden herkes için, Kur’ân hidayet
ve şifadır!
Yoksa
bizden mükellefiyet mi kalktı? Ya da “sonra yaparım” diyerek erteledik mi?
“Makbul olan tövbe, kötülükleri işleyenlerin, sonra
içlerinden birine ölüm geldiği zaman da, “işte şimdi tövbe ettim” diyenlerin ve
kâfir olarak ölenlerin tövbesi değildir.”
(Nisa 18)
Yoksa can ve mal konusunda
cimriliğimiz yüzünden mi?
“Allah'ın fazlu
kereminden kendilerine verdiği nimetten (Allah yolunda sarf etmeyip) cimrilik
edenler, bu (nimet bolluğu)nun, kendileri için hayır olduğunu sanmasınlar”
(Al-i İmran 180)
Yakin üzere değil de, şüphe
içinde bulunmamız mıdır?
“Mü'minler ancak, Allah'a
ve Rasûlüne inanıp hiç şüphe etmeyenler ve Allah yolunda mallarıyle canlarıyla
cihad edenlerdir. İşte îmanlarında sâdık olanlar bunlardır.” (Hucurat 15)
“Mü'minler içinde Allah'a
verdikleri söze sâdık kalanlar vardır” (Ahzab 23)
Yoksa bunun sebebi dünya
sevgisi midir?
“Âhiret hayatı yerine
dünya hayatını mı yeterli gördünüz? Oysa dünya hayatının faydası, âhirete göre
çok azdır.” (Tevbe 38)
Yoksa sebep, dinde genişlik
gösterilen bir maslahat mıdır?
“Allah ve Rasülü birşeye
hükmettikleri zaman, mü'min erkek ve mümin kadının kendi işlerinde artık başka
bir şeyi seçmeye hakları yoktur. Kim Allah'a ve Rasûlüne karşı gelirse, apaçık
bir sapıklığa düşmüş olur” (Ahzab 36)
Yoksa hoş olmayan şeyler mi
mazeret gösterilmektedir?
“De ki: "Cehennem ateşi
daha sıcaktır.” Keşke bunu anlamış olsalardı” (Tevbe 81)
“Onlardan bir kısmı da
“bana izin ver ve beni fitneye düşürme” diyen kimselerdir. Oysa bilesin ki,
onlar, zaten fitnenin içindedirler; ve cehennem de kâfirleri mutlaka çepeçevre
kuşatacaktır” (Tevbe 49)
Yoksa ölüm veya fakirlik
korkusu mudur?
“Allah'ın izni olmadıkça,
hiç kimsenin ölmesi mümkün değildir. Ölüm belli bir süreye bağlanmıştır. Her
kim dünya sevabı isterse, ona istediğinden veririz. Her kim de âhiret sevabı
isterse, ona da onu veririz. Şükredenleri mükafatlandıracağız” (Ali İmran
145)
“Üzerlerine savaş yazılıp
farz kılınınca, onlardan, (düşmanları olan) insanlardan Allah'tan korkar gibi
korkan, hatta daha çok korkan bir gurup “Rabbimiz! Bize savaşı niçin farz
kıldın? Bizi yakın bir zamana kadar geciktiremez miydin?” demişlerdir. De ki:
“Dünyanın (insana) faydası çok azdır, âhiret, sakınan kimseler için daha
hayırlıdır: ip kırıntısı kadar bile haksızlığa uğramazsınız” (Nisa 77)
Yoksa can ve mal, dinin
önüne mi geçirilmektedir?
“Fitne katilden beterdir”
(Bakara 191)
Problem; dinin naslarına
muamelemizin ve ona sevgimizin saflaştırılmamasıdır!
Selef, nazil olan naslara
şahit oluyorlardı ve Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem aralarındaydı.
Bizler ise Kitap ve sünnet naslarına karşı “Farz mı, sünnet mi?”, “Bunu
yapmasan ne olur?” gibi bakış açılarıyla muamele ediyoruz.
İnsanlar iki kısımdır: Bir
kısmı taharet, namaz, muameleler veya diniyle ilgili diğer konularda ilim
öğrenmek isteyerek Allah’ın hükmünü ve Rasulullah sallallahu aleyhi ve
sellem’in yolunu araştıran kimselerdir. Rasulullah sallallahu aleyhi ve
sellem’in yolunu ve uygulamasını araştırarak fetva sorar. Bilmediği bir sünnet
öğrenince buna azı dişleriyle sarılır. Rasulullah sallallahu aleyhi ve
sellem’in uygulamalarını iki gözü arasına koyar ve yeryüzündekiler buna
muhalefet etseler dahi, Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’in yolunu en
değerli şey kabul eder.
Diğer kısmı ise fetva
ararken falanın güzel bulduğu görüşü ve filanın sözünü araştırır. Bunun mezhebi
geniştir. Falan ve filanın ihtilafı arasında gider gelir.
Ya dininde Rasulullah
sallallahu aleyhi ve sellem’e tabi olursun, ya da falan veya filana!
Burada falan ile filan
arasında fark olduğunu zannetme! Veya falana tabi olmayı filana tabi olmaktan
üstün sanma! Ayetin emri mutlaktır! Nekre olarak gelmiştir ve Rasulullah
sallallahu aleyhi ve sellem dışında tabi olunan bütün insanları kapsar!
Ben avam insanlara mushafa, sahihayna ve
lügate tutunup müçtehit olmalarından bahsetmiyorum!
Bilakis, aldığınız fetvanın
delilini öğrenmeye gayret etmenizi söylüyorum! Kim size sakal bırakmak
sünnettir derse ona delilini sorun!
Yine Nebî sallallahu aleyhi
ve sellem’in sünnetine, onun farz mı yoksa sünnet mi olduğunu sormadan tabi
olmalısınız. Bazısı farz mı, sünnet mi der, sünnet deyince “Sünnetse terk
edebiliriz” diyorlar! Allah Azze ve Celle ise şöyle buyuruyor:
“O’nun emrine aykırı
hareket edenler, kendilerine bir fitnenin isabet etmesinden, yahut can yakıcı
azaba uğramaktan sakınsınlar” (Nur 63)
Din, maslahat ve
menfaatlerimize göre tercihte bulunarak, bazısına uymamız, bazısını terk
etmemiz için inmemiştir. Bilakis yaşamamız ve imtihan olmamız için inmiştir.
Halbuki bizler din karşısında, Allah’ın bizi imtihan etmesi için değil de,
bizim dini imtihan etmemiz için inmiş gibi davranıyoruz! Allah ve rasulünün
emirlerini, karşı karşıya kaldığımız olaylar için deniyor, menfaatimize uyarsa
ona tabi oluyor, uymazsa tabi olmuyoruz!
Halbuki Allah, rasulüne
itaat ederek kendisinin emirlerini yerine getiren ve yasaklarından sakınanları
dünya ve ahiretin kötülüklerinden koruyacağını vaad etmiştir. Kullarının
hayrına olanları en iyi bilen yine onların Rabbidir!
Hayatın bütün sahnelerinde
en doğru davranışı, Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’in uygulamalarıyla
bize açıklamıştır. Problemlerimizde bizler için Rasulullah sallallahu aleyhi ve
sellem’in yolu ve tatbikatından başka sağlıklı çıkış yolumuz olamaz. Başka bir
tercih hakkımız da yoktur.
Rasulullah sallallahu aleyhi
ve sellem, Ömer b. el-Hattab radıyallahu anh’ın elinde tevrattan sayfalar
görünce öfkelenmiş,
إنه والله لو كان موسى
حيًّا بين أظهركم ما حل له إلا أن يتبعني
“Vallahi şayet Musa hayatta
ve aranızda olsa idi, benden başkasına tabi olması ona helal olmazdı”
buyurmuştur. Bu lafızla Ebu Ya’la, Cabir radıyallahu anh’den rivayet etmiştir.
Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem dışında
birine tabi olmak, Musa aleyhi's-selâm gibi bir peygamber için dahi helal
değildir.
Musa aleyhi's-selâm gibi
ulul-azm bir peygambere ait olsa dahi, Nebî sallallahu aleyhi ve sellem’in
getirdiğinden başkasına tabi olmak helal değildir.
Nebî sallallahu aleyhi ve
sellem, böyle bir davranışı, Ömer radıyallahu anh gibi cennetle müjdelediği bir
sahabesinden dahi kabul etmemiş, ona böylesine öfkelenmiştir! Peki ya bizlerin
hali nasıl olur?
Selefin hayatlarında Kitap
ve sünnet naslarına karşı muameleleri bizim hayatlarımızda olmadığı halde,
kendimizi nasıl onların menhecine nispet ederiz? İmanı dilin, kalbin ve
azaların tasdiki olarak tarif etmiyor muyuz? Şayet azalardan çıkan fiiller,
kalp ile tasdik ettiğimizi dilimizle iddia ettiğimiz akide ve menhece
uymuyorsa, bizzat benimsediğimiz iman tarifimize kendimiz muhalefet etmiş olmaz
mıyız?
Bu yalancı şahitlikten
kutuluş yolu “Selefîyim” demekten mi vazgeçmek, yoksa selefe muhalefetten mi
vazgeçmektir?
Allah bizleri hakkı söyleyen,
yerine getiren ve onda sebat edenlerden kılsın.
Subhanekallahumme ve
bihamdik. Ve eşhedu en la ilahe illa ente vahdeke la şerike lek ve estağfiruke
ve etubu ileyk.