Üçüncüsü: Nasları anlamada selefin koyduğu usul ve kaidelere başvurmak
Selefin şer’î nasları
anlama hususunda üzerinde gittikleri kaideleri ve esasları vardı. Bu kaideleri
ilk toplayan ve açıklayarak şerh eden İmam Şafiî’nin er-Risale adlı kitabıdır.
Bu kitap kendisinden sonraki fıkıh usulü ilmine dair kitapların bir çekirdeği
olmuştur.
Kaidelerin
toplanmasıyla kastedilen; kitap ve sünnet naslarından dinî hükümler çıkarmanın
sınırlarının belirlenmesidir. Bu yüzden nasları yeniden yorumlama bidatinin
sahipleri İmam Şafiî ve er-Risale adlı kitabına çirkince saldırırlar. Arkun,
İmam Şafiî ve er-Risale kitabı hakkında şöyle diyor: “İslâmî aklı hapsetmiş,
onu belirli menhecin duvarları arasına sokmuştur.”[1]
İmam Şafiî’nin İslâm’da
teşrî kaynaklarını kitap, sünnet, icma ve kıyas ile sınırlaması hakkında şöyle
der: “İşte bu büyük hilenin yayılmasına fırsat vermiştir. Şeriatın aslının
bizzat ilahî olduğu düşüncesi büyük bir kuruntudur.”[2]
O, el-Cabirî’ye göre:
“Arap aklının en büyük şeriat koyucusudur” çünkü o: “Nassa, arap aklına ve
aklın faalliğine karşı temel başvuru yetkisi vermiştir.”[3]
Eş-Şerafî ise açıkça
şöyle diyor: “Bugün Şafiî’nin menhec usulüne sarılmak kabul edilemez. Zira
kitap ve sünneti Şafiî’nin anladığı ve yorumladığı gibi anlamak, öncekilerin
zamanında olmayan metodik çıkmazlara götürür.”[4]
Bu ekolün mensupları
fıkıh usulü için yeni kaideler konulmasını talep ederler.
El-Cabirî şöyle
diyor: “Biz sadece gerçek yenilik isteyen ve bunun zorunluluğunu hisseden
müçtehitlerin fikirlerini, fiilen bizzat usul kaideleri koymaya ve meydana
gelen gelişmelere uygun olarak yeni bir menhec çıkarmak amacıyla bunun yeniden
kurulmasına yönlendirmek istiyoruz.”[5]
Fıkıh usulü ilmini
değiştirme davetini temize çekerek şöyle diyor: “Amaç belirli bir zamanda en
üstün yolla teşrî hikmetini gerçekleştirmek olduktan sonra, başka menhec
kaidelerine dayanmamızda bir engel yoktur.”[6]
Muhammed eş-Şerafî
şöyle der: “Fakihlerin koydukları fıkıh kaideleri hakikatinde bizatihi dinîn
tabiatinden değildirler. Bunlar sadece insanlar tarafından konmuş kaidelerdir.
Bunlar adalete, eşitliğe ve insan haklarına aykırı olabilmiştir.”[7]
Âlimlerin hüküm
çıkarmak için koydukları bu kaideleri devre dışı bırakan bu davetin hedefi,
şer’î naslar hakkında istedikleri gibi oynamalarını sağlamaktır.
Âlimlerin şer’î
nasları anlamak için koydukları bazı kaideleri özet olarak zikredelim:
1- Sebebin özel oluşuna değil, lafızların genel oluşuna itibar edilir:
Bu kaideyi âlimlerin
geneli ifade etmişlerdir. Bir olay hakkında ayet inebilir veya o olay sebebiyle
bir hadis söylenmiş olabilir. Bunların lafızları hem o olayı hem de başka
şeyleri kuşatıcıdır. O zaman ayetin veya hadisin lafzının genel ifadesi ile
amel etmek gerekir. Hüküm bu sebebe özel kılınmaz.
Ümmet had cezaları,
kefaretler, miraslar, nikah, boşanma ve başka meselelerdeki ayetlerin ümmetin
tamamını kapsadığında icma etmiştir. Bununla beraber bu hükümlerin bazıları
belirli kimseler hakkında inmiştir.
Yeniden yorumlama
ekolünün mensupları bu kaideden kesin olarak uzaklaşmışlar, ayetleri ve
hadisleri nüzul sebeplerine özel kılmışlardır.
Bu yorumun neticesi
dini hükümler konusunda çözülmedir. Zira Kur’ân belli sebepler için nazil olmuş
ve bu sebepler ortadan kalkmıştır. Bunun ardından Kur’ân ile amel de son bulur!
Onlardan biri, vela
ve bera (Allah için dostluk ve Allah için düşmanlık) ayetleri hakkında şöyle
diyor: “Vela ve bera akidesinin yardımcıları tarafından öne sürülen Kur’ânî
delillerin doğruluğunu kabul etmenin bir dayanağı yoktur. Zira naslar açıktır ki
yorum ihtimali taşımamaktadır. Lakin çirkinlik ve kan dökme yardımcılarının
sunduklarından daha doğru şekilde yorumlanması ihtimali vardır.
Bu ayetlerin
anlamını, “Sebeplerin özel oluşuna değil, lafızların genel oluşuna itibar
edilir” kaidesiyle, herhangi bir şekilde mutlak zaman ve mutlak mekan hakkında
genelleştirmeye imkan yoktur. Ayetler bize belli bir zamanı ve belli şartları
anlatmaktadır. İki kardeş veya iki akraba arasındaki duygusal durumun ifade
edilmesi, yeni devletin sırlarına ulaşmaya engeldir. Nitekim Kur’ân onlarla
dostluktan yasaklama konusunda, o zamanı, o anki şartları ve mekânı, daha
sonrasını ve daha öncesini asla kapsamayacak bir açıklıkta bağlayan, nas, lafız
ve anlam getirmiştir.”
Sonra şöyle diyor: “Ağız
dolusu şöyle demek mümkündür: “Sebeplerin özel oluşuna değil, lafızların genel
oluşuna itibar edilir” ve “Nassa rağmen içtihad olmaz” kaideleri gibi beşeri
fıkıh kaidelerine hayır!”[8]
El-Cabirî, dinin
asrın şartlarına ve değişen durumlara şiddetle uyum sağlaması için hükümleri
nüzul sebeplerine bağlamaya davet ederek şöyle diyor: “Bu geniş ve büyük bir
kapıdır. Durumların farklılığı ve konumların değişmesiyle uygulamada da
değişiklik yapılması konusunda içtihat etmek suretiyle hükümler üzerine akla
uygun olanlar açılabilir.”[9]
El-Cabirî, hırsızın
elinin kesilmesi cezasını, ayetin nüzul sebebine bağlamaya örnek veriyor: Araplar
İslâm’dan ve peygamberliğin gelmesinden önce çöllerde kalan bedevî bir toplum
idiler. Himaye aramak için göçebe yaşarlardı. Hırsızı hapisle cezalandırma imkânı
yoktu. Zira ne hapis vardı, ne de hapsedilenleri kontrol etmeyi sağlayan
duvarlar. Bizim zamanımızda ise – ki bu ilerleme, medeniyet ve sanayileşme
zamanıdır – hırsızlığın tekrarını engellemek amacıyla hırsızın elinin kesilmesi
uygun değildir. Bilakis uygun olan el kesme yerine hapsetmektir.
Şeyh Ahmed Şakir
rahimehullah şöyle demiştir: “Medenîleştirmekle müjdeleyen düşmanlarımızın
yaptıklarına bir bakın! Dinimizle onuyorlar ve bize Allah’ın hükmü ve Rasulünün
hükmü ile nesh edilen mücrim putperestlerin kanunlarını koyuyorlar. Sonra
aramızdan, kendilerini bize nispet eden insanlar yetiştiriyorlar, onların
kalplerine bu hükme karşı kin içiriyorlar ve dilleri üzerine şu küfür sözlerini
koyuyorlar: “Bu hüküm katıdır, medenî ve ahlaksız bir asır olan bu hayâsız
asra uymaz!”
Bu hükmü alaya alıyor
ve eğleniyorlar!
Bundan dolayı
ülkelerimiz her birinde yüzbinlerce hırsız bulunan hapsanelerle doldu.
Hırsızlık cezası olarak koydukları kanunlar caydırıcı değildir. Asla da
caydırıcı olmayacak ve daha da kötüleşen bu hastalığa deva olmayacaktır.
Nitekim onlardan söz
sahibi olan birçok kimseyle tarıştım. Ellerinde bu Kur’ân hükmünün bu asra uygun
olmadığı sözünden başka bir şey yoktur!
Suçlu
cezalandırılması gereken değil, tedavi edilmesi gereken hastadan başka bir şey
değilmiş!
Sonra Allah Teâla’nın
bu hüküm hakkındaki şu sözünü unuturlar:
جَزَاءً بِمَا كَسَبَا نَكَالًا مِنَ اللَّهِ
“İrtikâb ettikleri şeye karşı bir ceza ve Allah'tan bir ibret olmak
üzere…” (Maide 38) Allah Subhanehu halkı yaratandır,
onları en iyi O bilir. İbret olmak üzere hırsızlara verilen bu ceza hakkındaki
nas kesin ve açıktır. Bu insanlar nereye gidiyorlar?!
Şayet kendilerini İslâm’a nispet eden bu
insanlar akletseydiler, hırsızların kesilen ellerinden bir kısmı her sene
kesilde ülkelerin hırsızlardan kurtulacağını anlarlardı. Her sene nadiren
hırsızlık meydana gelir, hakikatte suç işleme konusunda okul haline gelen hapishaneler
yüzbinlerce hırsızdan boşalırdı.
Şayet akletseydiler elbet bunu
yaparlardı. Lakin onlar, kendilerini eğiten efendilerini memnun etmek için
batıllarında ısrar ediyorlar. Yazıklar olsun!”[10]
2- Nasların zahirleriyle amel etmek gerekir
Nasları doğru anlamak
için ilim ehlinin kararlaştırdığı kaidelerden biri de; zahirinin
kastedilmediğini gösteren sahih bir delil gelmediği sürece nassının zahirinin
delalet ettiği şeye göre amel etmek gerektiğidir.
Şafiî rahimehullah
şöyle demiştir: “Kur’ândan, sünnetten veya icmadan zahirinin kastedilmediğini
gösteren bir delil gelinceye kadar, Kur’ân zahiri üzeredir.”[11]
Yine şöyle demiştir:
“Allah’ın kitabından, onda yoksa Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’in
sünnetinden veya âlimlerin genelinin icmasından bir delil bulunmadıkça,
hiçkimsenin zahir (açık) anlamdan batın (gizli) anlama ve genel anlamdan özel
anlama geçmeye hakkı yoktur… Şayet hadiste
geçen bir şeyi zahirinden batın (içinde gizli) anlama çevirmek caiz olsaydı,
hadislerin çoğu birçok anlamlara yorumlanırdı ve hiçkimseye bir diğerinin
çıkardığı anlam delil olmazdı. Lakin bu konuda
hak birdir. O da; Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’den veya ilim ehlinin
genelinin görüşünden, onun genel olmayıp özel olduğuna ve zahir anlamında
olmadığına dair bir delil bulunmadığı sürece sadece zahiri ve umumi/genel
anlamıdır.”[12]
Müfessirler şeyhi et-Taberî rahimehullah tefsirinin birçok yerinde bu
manayı kabul ederek şöyle demiştir: “Zahir anlamın terk edilerek doğruluğuna
delil bulunmayan batın/gizli anlama geçilmesi caiz değildir.”[13]
Kitap ve sünnet
naslarının zahir, umum ve mutlak üzere bırakılmaları gerekir. Allah’ın
kitabından, Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’in sahih sünnetinden veya âlimlerin
icmaından bir delil olmadıkça hiçkimse zahir anlamdan gizli anlama, umum/genel
anlamdan has/özel anlama, mutlaktan mukayyede[14]
geçemez.
Sözün zahirinden
başka anlama yorumlanmasına te’vil (yorum) denilir ve bu da iki kısma ayrılır:
Birincisi: Sahih
te’vildir. Bu kelimenin, delil bulunması halinde[15]
zahir anlamından, lafzının delalet ettiği diğer bir muhtemel anlama
döndürülmesidir. Allah Teâla’nın şu ayeti gibi:
وَمَنْ يَقْتُلْ مُؤْمِنًا مُتَعَمِّدًا فَجَزَاؤُهُ جَهَنَّمُ خَالِدًا
فِيهَا وَغَضِبَ اللَّهُ عَلَيْهِ وَلَعَنَهُ وَأَعَدَّ لَهُ عَذَابًا عَظِيمًا
“Her kim bir mü'mini kasden öldürürse, cezası, içinde dâimi kalacağı
cehennemdir. Allah ona gazab etmiş, onu lanetlemiş ve onun için büyük bir âzâb
hazırlamıştır.” (Nisa 93) Ayetin zahiri katilin ebedi
olarak cehennemde kalmasıdır.
Fakat Rasulullah sallallahu aleyhi ve
sellem’den kalbinde zerre kadar iman bulunan kimsenin cehennemden çıkacağına ve
her tevbe edenin tevbesinin kabul edileceğine dair hadisler mütevatir olarak
gelmiştir. Ayetin, katilin cehennemde ebedi olarak değil de uzun süre kalması
şeklinde te’vil edilerek lafzının zahirinden çıkarılması arap dilinin kapsamına
uygun bir anlamdır.[16]
İkincisi: Batıl te’vildir. Bu, çıkılan
anlamın kastedildiğinde delalet eden sahih bir delil bulunmadan lafzın
zahirinden başka bir anlama çevrilmesidir. Mesela cin kelimesinin “mikrop”
olarak, ebabil kuşlarının “sivrisinek” olarak, siccil taşlarının “çiçek
hastalığı virüsü” olarak yorumlanması böyledir.[17]
Allah Teâla’nın şu ayetinde:
وَالْفَجْرِ * وَلَيَالٍ عَشْرٍ * وَالشَّفْعِ وَالْوَتْرِ
“Fecre,
on geceye, çifte ve teke,.. yemin ederim” (Fecr 1-3) Fecr kelimesini kainatın ilk patlaması olarak, on geceyi
maddenin on gelişme aşaması geçirerek ışığı yansıtacak hale gelmesi olarak,
çift ve teki etfarında çekirdeklerin döndüğü hidrojen atomu olarak te’vil etmek
de böyledir.[18]
Şu ayetteki:
يَخْلُقُكُمْ فِي بُطُونِ أُمَّهَاتِكُمْ خَلْقًا مِنْ بَعْدِ خَلْقٍ فِي
ظُلُمَاتٍ ثَلَاثٍ
“Sizi analarınızın karınlarında, bir
yaratmadan sonra bir diğer yaratmaya geçerek üç karanlık safhada yaratır” (Zümer 6) üç karanlık safhanın,
yeryüzünün üzerinde süren hayatın üç dönüş aşaması olduğuna yorumlanması da
böyledir.[19]
Bu naslarla
oynayarak anlamlarını tahrif etmek ve Allah’ın ayetlerinde ilhada sapmaktır:
إِنَّ الَّذِينَ يُلْحِدُونَ فِي آَيَاتِنَا لَا يَخْفَوْنَ عَلَيْنَا
أَفَمَنْ يُلْقَى فِي النَّارِ خَيْرٌ أَمْ مَنْ يَأْتِي آَمِنًا يَوْمَ
الْقِيَامَةِ
“Âyetlerimiz hakkında ilhada sapanlar
(yanlış yorumda bulunanlar) bize gizli değillerdir. Kıyamet günü ateşe atılan
mı daha hayırlıdır, yoksa güven içinde gelen mi?” (Fussilet 40)
İbn Kayyım
rahimehullah şöyle demiştir: “Tahrif şeklindeki te’vil, ilhad (haktan sapmak)
türündendir. Zira o, ya ona hakaret ederek, ya lafzını kabul etmekle beraber
hakiki anlamından çıkararak nasların aleyhinde olmaya meyletmektir.”[20]
Şayet konuşan
kimse muhatabından, delil ve açıklama olmaksızın sözünü zahirinden ve
hakikatinden başkasına yorumlamasını istediği takdir edilirse, bu fiil doğruya
ulaştırmanın ve hidayet etmenin amaçlanmasına aykırı düşer. O zaman da hidayet
bakımından hitabın terk edilmesi, sözün delilsiz olarak zahirinden başkasına
çevrilmesiyle mükellef tutmaktan ve muhatabı,
sözün zahirine inanmak suretiyle batıl itikada arz etmekten daha uygun
olurdu.[21]
3- Muteşabih nasları Muhkem naslara arz etmek
Muhkem: sadece tek
şekilde tefsir edilmeye ihtimali olan nastır.
Muteşabih: birçok
anlama gelme ihtimali olan nastır.[22]
Allah Azze ve
Celle muteşabih nasların muhkem olanlara döndürülmesini emrederek şöyle
buyurmuştur:
هُوَ الَّذِي أَنْزَلَ
عَلَيْكَ الْكِتَابَ مِنْهُ آَيَاتٌ مُحْكَمَاتٌ هُنَّ أُمُّ الْكِتَابِ وَأُخَرُ
مُتَشَابِهَاتٌ فَأَمَّا الَّذِينَ فِي قُلُوبِهِمْ زَيْغٌ فَيَتَّبِعُونَ مَا
تَشَابَهَ مِنْهُ ابْتِغَاءَ الْفِتْنَةِ وَابْتِغَاءَ تَأْوِيلِهِ وَمَا يَعْلَمُ
تَأْوِيلَهُ إِلَّا اللَّهُ وَالرَّاسِخُونَ فِي الْعِلْمِ يَقُولُونَ آَمَنَّا
بِهِ كُلٌّ مِنْ عِنْدِ رَبِّنَا وَمَا يَذَّكَّرُ إِلَّا أُولُو الْأَلْبَابِ
“Kitab'ı sana indiren O'dur. O kitabın bir
kısmı muhkem âyetlerdir; bunlar Kitab'ın aslıdır: diğerleri ise, muteşâbih
âyetlerdir. Kalblerinde eğrilik bulunan kimseler, fitne çıkarmak ve
(heveslerine uygun) tevilini yapmak için müteşâbih olan âyetlere tâbi olurlar.
Oysa müteşâbihin tevilini Allah tan başkası bilmez. İlimde yüksek dereceye
erişmiş olanlar ise, "biz ona inandık; hepsi de Rabbımız katındandır"
derler. Bunu, akıl sahiplerinden başkası düşünmez.” (Al-i İmran 7)
İbn Kesir rahimehullah şöyle der: “Allah Teâlâ Kur’ân’da kitabın anası
olan muhkem ayetlerin yani: hiçbir insana kapalı gelmeyecek şekilde delaleti
apaçık olan beyanların bulunduğunu haber veriyor. Diğer bir kısım ayetlerin de
insanlardan çoğuna veya bazılarına delaleti kapalı gelen ayetler olduğunu
bildiriyor. Kim kendisine kapalı gelen muteşabihleri, açık olanlarına döndürür
ve müteşabih olanlara muhkem olanlarla hükmederse hidayet bulur. Kim de aksini
yaparsa sapar.”[23]
Müteşâbihlere
dayanarak muhkem olanları terk etmek sapıklığa götürür. Nitekim Haricîler ve
Mutezile:
فَمَا تَنْفَعُهُمْ
شَفَاعَةُ الشَّافِعِينَ
“Şefaat edenlerin şefaatleri onlara fayda
vermez” (Muddessir 48) ayeti gibi müteşabih
olan ayetlerle, şefaatin ispatı konusunda açık muhkem nasları reddetmişlerdir.
Cebriyye
fırkası da kulun meşiyetinin ve seçme hakkının bulunmasının ispatı konusundaki
muhkem nasları, müteşabih naslarla reddetmişlerdir. Mesela şu ayette olduğu
gibi:
وَمَا تَشَاءُونَ إِلَّا
أَنْ يَشَاءَ اللَّهُ إِنَّ اللَّهَ كَانَ عَلِيمًا حَكِيمًا
“Allah dilemedikçe onlar dileyemezler.
Şüphesiz Allah alîm ve hakîmdir” (İnsan 30)
4- Bir konuda varid olan bütün nasları bir araya getirmek
Meseler
ve hükümler, o konuda gelen bütün naslar bir araya getirilmeden açıklığa
kavuşmaz. Zira onlar tek kaynaktan gelmektedir. Aralarında çelişki veya ihtilaf
olması mümkün değildir. Nitekim Nebi sallallahu aleyhi ve sellem şöyle
buyurmuştur:
إنَّ القرآنَ لم ينزل يكذِّبُ
بعضُه بعضًا؛ بل يصدِّقُ بعضُه بعضًا؛ فما عرفتم منه فاعملوا به، وما جهلتم منه
فردُّوه إلى عالمه
“Şüphesiz Kur’ân, bir kısmı diğer kısmını yalanlamak
için inmemiştir. Bilakis birbirini doğrular. Ondan bildiklerinizle amel edin,
bilmediklerinizi de âlimine arz edin.”[24]
Naslardan birine tutunup diğer nasları terk
etmek caiz değildir. Bu, kitabın bir kısmına inanıp diğer kısmını inkâr etmek
olur. Nitekim Allah Teâla, Yahudiler hakkında şöyle buyurmuştur:
أَفَتُؤْمِنُونَ
بِبَعْضِ الْكِتَابِ وَتَكْفُرُونَ بِبَعْضٍ
“Kitabın bir kısmına iman edip diğer bir
kısmını inkâr mı ediyorsunuz?” (Bakara 85)
Eski ve yeni bidat ve sapıklıkların çoğu bu
büyük kaidenin ihmalinden kaynaklanmıştır. Bazı bidatçılar bir nassa
tutunmuşlar, diğer nasları terk etmişlerdir. Hâlbuki terk ettikleri nas,
onların tutundukları nassı tahsis edebilir (özelleştirebilir), takyid edebilir
(sınırlayabilir), beyan edebilir, nesh edebilir veya başka bir durum söz konusu
olabilir.
Şatibi rahimehullah şöyle demiştir:
“Cahillerin çoğunun bozuk delillerle ve sahih delillerle kendi lehlerine hüccet
getirdiklerini görürsün. Herhangi bir delili seçerler, sonra diğer delillere
bakmazlar.”[25]
Hariciler tehdit ayetlerine tutunarak vaad
ayetlerini terk ettiler ve kastedilenleri başka türlü anladılar. Müslümanları
tekfir ettiler ve kanlarıyla mallarını mübah saydılar.
Mürcie de vaad naslarına tutunarak tehdit
ayetlerini terk ettiler ve kastedilenleri başka türlü anladılar. “Küfür ile beraber
itaatin fayda vermediği gibi, iman ile beraber günahlar zarar vermez.” Dediler.
Naslar, umumi olanları has/özel kılıcı
olanlarına, mutlak/sınırsız olanları mukayyed/sınırlayıcı olanlarına,
mücmel/kapalı olanları mubeyyen/açıklayıcı olanlarına, muteşabih/birden çok
anlamlı olanları muhkem/tek anlama delalet edenlerine arz edilerek araları
bulunur. İlimde köklü olanların yolu budur.
[1] Tarihiyetu’l-Fikri’l-Arabiyi’l-İslâmi (74)
[2] Tarihiyetu’l-Fikri’l-Arabiyi’l-İslâmi (297)
[8] Mısır’lı yazar Seyyid el-Kumenî http://quemny.blog.com sitesindeki “Nazariyetu En Kullu Muslim İrhabî” başlıklı
makale.
[12] İhtilafu’l-Hadis (1/480)
[13] Tefsiru’t-Taberi (1/15)
[14] Bugün ise tam tersi iddia edilerek çok eşliliği veya
boşanmanın sınırlanmasını dinde aslı olmayan kayıtlara bağlamaktadırlar.
[18] El-Kitab ve’l-Kur’ân (235)
[19] El-Kitab ve’l-Kur’ân (208)
[23] Tefsiru İbn Kesir (2/6)
[24] Sahih. Ahmed (6663) Elbani Şerhu Akideti’t-Tahaviye
tahrici (1/218)
[25]
El-İ’tisam (1/167)