Dinin Naslarına Teslim Olmanın ve Kabul Etmenin Önemi
Allah Teâlâ’nın mümin kullarına en büyük
nimetlerinden birisi, kendisine ulaştıran yolu onlar için karışık kılmaması,
bilakis en mükemmel ve en açık şekilde ortaya koymasıdır:
لَقَدْ مَنَّ اللَّهُ عَلَى الْمُؤْمِنِينَ إِذْ بَعَثَ فِيهِمْ رَسُولًا
مِنْ أَنْفُسِهِمْ يَتْلُو عَلَيْهِمْ آَيَاتِهِ وَيُزَكِّيهِمْ وَيُعَلِّمُهُمُ
الْكِتَابَ وَالْحِكْمَةَ وَإِنْ كَانُوا مِنْ قَبْلُ لَفِي ضَلَالٍ مُبِينٍ
“Allah, kendilerine, içlerinden, âyetlerini,
onlara okuyan, onları temizleyen ve onlara Kitap ve hikmeti öğreten bir
Peygamber göndermekle, müminlere şüphesiz büyük lütufta bulunmuştur. Oysa
önceden onlar, apaçık bir sapıklık içinde bulunuyorlardı.” (Al-i İmran 164)
Allah Subhanehu ve Teâlâ bütün Müslümanlara “Kendilerine
nimet verdiğin kimselerin yolu” (Fatiha 7) diye nitelediği dosdoğru yola
iletmesi için her gün kendisine dua etmelerini farz kılmıştır. Ki onlar:
الَّذِينَ أَنْعَمَ اللَّهُ عَلَيْهِمْ مِنَ النَّبِيِّينَ
وَالصِّدِّيقِينَ وَالشُّهَدَاءِ وَالصَّالِحِينَ
“Allah'ın kendilerine nimet verdiği
peygamberler, sıddıklar şehîdler ve sâlihlerle beraberdirler” (Nisa 69) Peygamberlerden sonra bu kapsama girenlerin ilki,
sahabeler ve Kitap ile sünneti anlamada onlara tabi olanlardır.
Bu
yüzden Nebi sallallahu aleyhi ve sellem onların menhecine sarılmayı ve onların
yolunda gitmeyi emretmiştir. El-İrbaz b. Sariye radıyallahu anh’den: Rasulullah
sallallahu aleyhi ve sellem bize bir gün sabah namazından sonra etkileyici bir
öğüt verdi. Öyle ki bundan dolayı gözler yaşardı, kalpler ürperdi. Birisi:
“Muhakkak ki bu veda eden bir kimsenin öğüdüdür. Ey Allah’ın rasulü! Bize ne tavsiye
edersin?” dedi. Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem de şöyle buyurdu:
أوصيكم بتقوى الله والسَّمع
والطَّاعة؛ وإن تأمَّرَ عليكم عبدٌ حبشيٌّ، وإنَّه من يعش منكم بعدي فسيرى
اختلافًا كثيرًا؛ فعليكم بسنَّتي وسنَّة الخلفاء الرَّاشدين المهديِّين، عضّوا عليها
بالنَّواجذ، وإيَّاكم ومحدثات الأمور؛ فإنَّ كلَّ محدَثة بدعةٌ، وكلَّ بدعة ضلالةٌ
“Size Allah’tan korkmanızı, başınıza
Habeş’li bir köle dahi emir tayin edilse dinleyip itaat etmenizi tavsiye
ederim. Şüphesiz içinizden benden sonra yaşayacak olanlar pek çok ihtilaflar
göreceklerdir. Sizlerin sünnetime ve hidayete erdirilmiş raşid halifelerimin
sünnetine sarılmanız gerekir. Ona azı dişlerinizle sarılın. Sizleri (dinde)
sonradan çıkarılanlardan sakındırırım. Zira (dinde) her yenilik bidattir, her
bidat de sapıklıktır.”[1]
Bu hadisin içerdiği faydalardan birisi
şudur: Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem kendisinin sünnetine ve hidayete
erdirilmiş raşid halifelerinin sünnetine “azı dişleriyle sarılmayı” zikretmiş,
“o ikisine sarılın” dememiştir. Bu da sünnetinin ve raşid halifelerin
sünnetinin tek bir menhec ve tek yol olduğunu göstermektedir. İstenen şekilde
Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’in sünnetine sarılmak ancak; Rasulullah
sallallahu aleyhi ve sellem’in getirdiği Kur’ân ve sünnete sahabelerinin anlayışıyla
sarılmakla olur.
Kur’ân-ı Kerim ve sahih sünnet dinî
hükümlerde iki temel kaynaktır. Dinin hükümlerinin vahiyden başka kaynak ve
esası yoktur. O da iki türdür: Kur’ân ve sünnet.
Kur’âna gelince; Allah Azze ve Celle’nin
kelâmı ve önünden ardından batılın yanaşamayacağı aziz kitabıdır. Hatalardan,
yanlışlardan, ekleme ve çıkarmalardan korunmuş olup Hakîm (çok hikmet sahibi)
ve Hamid (çokça övülen) olan Allah katından indirilmiştir.
O, Allah’ın sağlam ipi ve dosdoğru
yoludur. Rasulüne indirdiği, alemlere hidayet olan bir kitaptır:
كِتَابٌ أَنْزَلْنَاهُ إِلَيْكَ لِتُخْرِجَ النَّاسَ مِنَ الظُّلُمَاتِ
إِلَى النُّورِ بِإِذْنِ رَبِّهِمْ إِلَى صِرَاطِ الْعَزِيزِ الْحَمِيدِ
“Bu,
insanları, Rablerinin izniyle karanlıklardan aydınlığa, gâlib ve hamd edilmeye
lâyık olan Allah'ın yoluna çıkarman için sana indirdiğimiz bir Kitap'tır.” (İbrahim 1)
Onu insanlar
arasında hakem kılmıştır:
وَأَنْزَلَ مَعَهُمُ الْكِتَابَ بِالْحَقِّ لِيَحْكُمَ بَيْنَ النَّاسِ
فِيمَا اخْتَلَفُوا فِيهِ وَمَا اخْتَلَفَ فِيهِ إِلَّا الَّذِينَ أُوتُوهُ مِنْ
بَعْدِ مَا جَاءَتْهُمُ الْبَيِّنَاتُ بَغْيًا بَيْنَهُمْ فَهَدَى اللَّهُ
الَّذِينَ آَمَنُوا لِمَا اخْتَلَفُوا فِيهِ مِنَ الْحَقِّ بِإِذْنِهِ
“Onlarla
birlikte, insanlar arasında, ihtilâf ettikleri hususlarda kendisiyle hükmetmek
için hak olan Kitabı da indirmişti. Oysa kendilerine apaçık deliller geldikten
sonra, aralarındaki haset yüzünden Kitap üzerinde ihtilâfa düşenler,
kendilerine Kitap verilenlerden başkası değildi. Ne var ki Allah, îman
edenleri, üzerinde ihtilâf ettikleri hakka, kendi izniyle hidayet etmiştir.” (Bakara 213)
أَفَغَيْرَ اللَّهِ أَبْتَغِي حَكَمًا وَهُوَ الَّذِي أَنْزَلَ إِلَيْكُمُ
الْكِتَابَ مُفَصَّلًا
“Kitabı size açıklamış olarak Allah
indirmiş olduğu halde, (aramızda) Allah'tan başka hakem mi arayacağım?”
(En’am 114)
Yani, helal ve haramı, dinî hükümleri,
dinin esaslarını ve ayrıntılarını, açıklamasının üzerinde bir açıklama olmayan
bir şekilde açıklamıştır. Onun delilinden daha açık delil, onun hükmünden daha
güzel hüküm ve ondan daha düzgün söz yoktur.[2]
Sünnet ise Rasulullah sallallahu aleyhi
ve sellem’in sözüdür. Yine onun fiilini ve ikrarını da kapsar. Bunların hepsi
de uymayı gerektiren vahiydir. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
مَا ضَلَّ صَاحِبُكُمْ وَمَا غَوَى * وَمَا يَنْطِقُ عَنِ الْهَوَى * إِنْ
هُوَ إِلَّا وَحْيٌ يُوحَى
“Arkadaşınız
ne sapmış, ne de azmıştır. Çünkü o hevâdan konuşmaz; onun konuşması, kendisine
vahy edilen vahiyden başka bir şey değildir.” (Necm 2-4) Nebi sallallahu aleyhi ve sellem, sapmaksızın doğru
yoldadır, azmaksızın hidayet bulmuştur. Ancak doğruyu söyler, sadece doğru
olanı yapar ve adil olandan başkasını ikrar etmez.
O’nun sünneti
Allah’ın kendisine indirdiği hikmettir:
وَلَوْلَا فَضْلُ اللَّهِ عَلَيْكَ وَرَحْمَتُهُ لَهَمَّتْ طَائِفَةٌ
مِنْهُمْ أَنْ يُضِلُّوكَ وَمَا يُضِلُّونَ إِلَّا أَنْفُسَهُمْ وَمَا
يَضُرُّونَكَ مِنْ شَيْءٍ وَأَنْزَلَ اللَّهُ عَلَيْكَ الْكِتَابَ وَالْحِكْمَةَ
وَعَلَّمَكَ مَا لَمْ تَكُنْ تَعْلَمُ وَكَانَ فَضْلُ اللَّهِ عَلَيْكَ عَظِيمً
“Eğer sana
Allah'ın fazl-u inayeti ve rahmeti olmasaydı, o hâinlerden bir gurup seni bile
şaşırtmaya kalkışırdı. Halbuki onlar, ancak kendilerini şaşırtırlar ve sana
hiçbir şeyle zarar veremezler. Allah, sana Kitab'ı ve hikmeti indirmiş ve bilmediğin
şeyleri de öğretmiştir. Allah'ın senin üzerindeki fazl-u inayeti çok büyüktür.” (Nisa 113)
Şafiî rahimehullah şöyle demiştir: “Allah
kitabı zikretmiştir ki, o Kur’ândır. Hikmeti de zikretmiştir. Kur’ân ilmine
vakıf olanlardan beğendiğim birinden “Hikmet, Rasulullah sallallahu aleyhi ve
sellem’in sünnetidir” dediğini işittim.”[3]
Allah Azze ve Celle bu hikmeti, ancak Kur’ân-ı
Kerim’i açıklaması için indirmiştir. Nitekim Allah Azze ve Celle şöyle
buyurmuştur:
وَأَنْزَلْنَا إِلَيْكَ الذِّكْرَ لِتُبَيِّنَ لِلنَّاسِ مَا نُزِّلَ
إِلَيْهِمْ وَلَعَلَّهُمْ يَتَفَكَّرُونَ
“Sana
da, insanlara, kendilerine indirileni açıklayasın diye zikri indirdik. Belki
onlar da düşünürler.” (Nahl 44)
Nitekim Nebi
sallallahu aleyhi ve sellem Kur’ân’ı tebliğ ve açıklama sürecini en güzel
şekilde yerine getirmiştir. Kur’ân-ı Kerim, Allah Subhanehu ve Teâlâ’nın
kelamıdır. Nebevî sünnet ise Kur’ân’ın beyanı ve Allah’ın rasulü sallallahu
aleyhi ve sellem’e vahyidir. Nitekim salih selefin asrında uygulama, yerine
getirme, dinleme ve itaat konusunda Kur’ân ile inen dînî hükümle Rasulullah
sallallahu aleyhi ve sellem’in sünneti arasında fark gözetilmemiştir. İkisinin
birbirinden ayrılmaması konusunda Allah Azze ve Celle’nin şu emrine
sarılmışlardır:
وَمَا آَتَاكُمُ الرَّسُولُ فَخُذُوهُ وَمَا نَهَاكُمْ عَنْهُ فَانْتَهُوا
“Rasul size neyi verirse, onu alın; neden
sizi yasaklarsa, ondan da sakının.” (Haşr 7)
Delil getirmenin temelinde Kitap ile sünnetin arasını ayırmak konusunda da Nebi
sallallahu aleyhi ve sellem’in şu hadisindeki yasağından uzaklaşmışlardır:
ألا هل عسى رجل يَبْلُغُه
الحديثُ عنِّي وهو متَّكئٌ على أريكته، فيقول: بيننا وبينكم كتابُ الله؛ فما وجدنا
فيه حلالاً استحللناه، وما وجدنا فيه حرامًا حرَّمْناه، وإنَّ ما حرَّمَ رسولُ
الله r كما
حرَّم الله
“Dikkat edin! Bir adama benden bir hadis
ulaştığında rahat koltuğuna oturmuş bir halde şöyle diyebilir: “Sizinle bizim
aramızda Allah’ın kitabı vardır. Onda helal bulduğumuzu helal sayarız, onda
haram bulduğumuzu da haram sayarız” Muhakkak ki Allah’ın rasulünün haram
kıldığı da Allah’ın haram kıldığı gibidir.”[4]
Ümmet faziletli
üç asır boyunca bu menhec üzerinde hareket etmişlerdir. Bu, nassı her iki
türüyle öne geçirip kutsal bilmek, hidayetiyle amel etmek, onun yerine başka
bir şey koymamak ve tam anlamıyla teslim olmaktır.
Dinî naslara
hoşnutluk ve kabul ile teslim olmak, İslâm’ın esaslarındandır. Bu dinin
temelleri ancak bununla tamamlanır. İslâm; Allah’a dıştan ve içten boyun eğerek
teslim olmaktır. Bu, Allah’a kulluk ederek boyun eğmektir.[5] Lugat âlimleri şöyle
derler: “Bir kimse teslim olduğu zaman “İslâm oldu” denilir.”[6]
Teslim olmak:
kalbin itaat etmesi, Allah ile rasulünden gelenlere boyun eğmesi ve iman
makamlarından olması sebebiyle naslara teslim olmasıdır… Bu nübüvvet/peygamberlik
derecesinden sonra gelen sıddîklık mertebesinin ta kendisidir. Teslimiyet
bakımından insanların en mükemmeli, sıddıklığı en mükemmel olanıdır.[7]
Allah Teâlâ’ya yüzünü teslim edip tam bir itaatle O’na boyun eğmekten
daha güzel bir din, daha doğru ve daha hidayet edici bir yol yoktur.
وَمَنْ أَحْسَنُ دِينًا مِمَّنْ أَسْلَمَ وَجْهَهُ لِلَّهِ وَهُوَ مُحْسِنٌ
“Allah'a kendisini teslim eden kimseden, dîn
yönünden daha güzel kim olabilir?” (Nisa 125)
Bu müminin durumudur: “Teslimiyetin ve
O’nun emrine boyun eğmenin kemali, O’ndan gelen haberi, “akla uygun” denilen
batıl hayallerle veya şüphe ile itiraz ederek yorumlamaksızın, kişilerin
görüşlerini ve zihinlerinin atıklarını onun önüne geçirmeksizin tasdik ederek
kabul etmektir.”[8]
Ez-Zuhrî rahimehullah şöyle demiştir:
“Risalet görevi Allah’tan, tebliğ etmek rasuldendir. Bize de teslim olmak
düşer.”[9]
“Teslimiyet ve boyun eğmeyi ortaya koymadıkça İslâm’a adım atılması
gerçekleşmez.”[10] İlahî
vahye “ancak dinlemek, itaat etmek, boyun eğmek ve kabul ile karşılık
verilebilir. Bundan sonra tercih hakkımız yoktur. Tek tercih teslim olmak ve
doğudakilerle batıdakiler muhalefet etseler dahi onu söylemektir.”[11]
Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
وَمَا كَانَ لِمُؤْمِنٍ وَلَا مُؤْمِنَةٍ إِذَا قَضَى اللَّهُ وَرَسُولُهُ
أَمْرًا أَنْ يَكُونَ لَهُمُ الْخِيَرَةُ مِنْ أَمْرِهِمْ وَمَنْ يَعْصِ اللَّهَ
وَرَسُولَهُ فَقَدْ ضَلَّ ضَلَالًا مُبِينًا
“Allah
ve Rasülü bir şeye hükmettikleri zaman, mü'min erkek ve mümin kadının kendi
işlerinde artık başka bir şeyi seçmeye hakları yoktur. Kim Allah'a ve Rasûlüne
karşı gelirse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur.” (Ahzab 36)
İmanla vasıflanan kimsenin Allah ve rasulünün emirlerine uyarak onları
razı edecek işlere koşturmasından ve Allah ve rasulünün yasaklarından sakınarak
onları kızdıracak işlerden kaçmasından başka kendisine yakışacak ve ona layık
bir davranış şekli yoktur.
Hiçbir mümin erkek ve kadının, Allah ve rasulü bizi bağlayan bir şeye
hükmettikleri zaman kendi tercihlerinin olması layık değildir. Yani yapsam mı,
yapmasam mı diye düşünmez. Bilakis iman etmiş olan erkek veya kadın, Rasulullah
sallallahu aleyhi ve sellem’in kendilerinin nefislerinden öncelikli olduğunu
bilirler, Allah ve rasulünün emri karşısında nefsinin bazı arzularını engel
kılmazlar.
Nitekim Allah Teâlâ mukaddes zatına yemin ederek bütün işlerinde Allah ve
rasulünü hakem kılmadıkça bir kimsenin imanının sabit olmadığını ve onun ehlinden
olamayacağını belirtmiştir:
فَلَا وَرَبِّكَ لَا يُؤْمِنُونَ حَتَّى يُحَكِّمُوكَ فِيمَا شَجَرَ
بَيْنَهُمْ ثُمَّ لَا يَجِدُوا فِي أَنْفُسِهِمْ حَرَجًا مِمَّا قَضَيْتَ
وَيُسَلِّمُوا تَسْلِيمًا
“Fakat hayır; Rabbine yeminler olsun ki onlar,
aralarında çekiştikleri şeyler hakkında seni hakem yapıp, sonra da verdiğin
hükümden dolayı içlerinde hiçbir sıkıntı duymadan tam bir teslimiyet
göstermedikçe îman etmiş olmazlar.” (Nisa 65)
Bütün konularda nasları hakem kılmadıkça ve ona bir karşı koyma, bir
müdafaa ve münakaşa olmaksızın, içten ve dıştan boyun eğip tam anlamıyla teslim
olmadıkça kimsenin imanı sahih olmaz.[12]
eş-Şevkanî rahimehullah şöyle demiştir: “Bu şiddetli tehditten dolayı deriler
ürperir, kalp yerinden kopar. Zira Allah Subhanehu öncelikle kendi zatına yemin
ederken bu yemini nefiy harfiyle pekiştirerek “onlar iman etmiş olmazlar”
buyuruyor. Böylece Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’i hakem kılmadıkları
sürece onlardan iman sıfatını kaldırıyor. Sonra Allah Subhanehu bununla yetinmiyor ve “sonra da verdiğin hükümden dolayı içlerinde hiçbir sıkıntı duymadan…” buyurarak hakem kılma emrine başka bir konu ekliyor. Bu da gönüllerinde
bir sıkıntının bulunmaması şartıdır. Sadece rasulü hakem kılmak ve dinlemek
yeterli değildir. Kalbin samimiyetiyle razı olması, huzur bulması, gönül
hoşluğuyla kalbin genişlemesi de gerekiyor. Sonra bütün bunlar da yeterli
olmuyor, “teslimiyet
göstermedikçe…” buyrularak içten ve
dıştan boyun eğme gereği de buna ekleniyor. Sonra bu da yetmiyor, teslimiyet emri pekiştiriliyor. Kulun imanı; bu
hakem kılış, verilen hükümden dolayı gönülde sıkıntı duymayış, Allah’ın hükmüne
ve dinine karşı çıkma veya aykırı düşünceler olmaksızın teslim oluş
gerçekleşmedikçe sabit olmaz.”[13]
Nasların delalet ettiği şeylere teslimiyet, hakkın ehliyle bâtılın ehlini
ayırt eder. İbn Teymiyye rahimehullah şöyle demiştir: “Hak ile bâtılın,
hidayet ile sapıklığın, doğru ile yanlışın ve helak yolunun ayırt edilmesindeki
temel faktör şudur: Allah’ın rasulleriyle gönderdiği ve kitaplarıyla indirdiğini
tabi olunması gerek hak olarak bilmektir. Bu sayede hak ile bâtılı ayırma
yeteneği, hidayet, ilim ve iman elde edilir. Bundan sonra hakkı ve doğruyu
bununla tasdik eder, diğer insanların sözlerini buna arz eder. Eğer buna uyarsa
o haktır, aykırı düşerse o bâtıldır.”[14]
Kitap ve sünnetin naslarına teslim olmak, Allah’tan başka ilah olmadığına
ve Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’in Allah’ın rasulü olduğuna şahitlik
etmenin bir gereğidir. Zira Allah’ın birliğine şahitlik, O’nun ibadette birlenmesini
gerektirir ki, bu da O’nun emrine, yasağına, verdiği haberlere itiraz
etmeksizin ve sorular sormaksızın tam bir teslimiyet üzerine kuruludur:
لَا يُسْأَلُ عَمَّا يَفْعَلُ وَهُمْ يُسْأَلُونَ
“O, yaptığı şeyden
sorulmaz; fakat onlar sorulurlar.” (Enbiya 23)
Nebi sallallahu
aleyhi ve sellem’in rasul oluşuna şahitliğin gereği ise onun verdiği haberleri
doğrulamak, emirlerine itaat etmek, yasaklayıp sakındırdığı şeylere son vermek
ve Allah’a ancak onun meşru kıldığı şeylerle ibadet etmektir.
[1] Tirmizi (2600) Ebu Davud (3991) el-Elbani,
Sahihu’l-Cami’de (4314) sahih demiştir.
[2] Tefsiru’s-Sa’dî (270)
[3] Er-Risale (78)
[4] Tirmizi (2664) İbn Mace (12) el-Elbani sahih demiştir
(2657)
[5] Buna karşılık Muhammed Arkun şöyle demiştir: “İslâm
kelimesini Fransızcaya tercüme ederken “hudû yani Allah’a boyun eğmek” anlamını
vermekle haddi aşmışlardır. Hatta teslim olmak anlamını vermişlerdir. Lakin bu
son anlam asla doğru değildir. Mümin, Allah’ın önünde teslim olan değildir. O,
Allah’a yakınlaşma isteğiyle ve Allah’ın kendisine vereceği ilhama aidiyet
hareketiyle hasret duymaktır.”
El-Fikru’l-İslâmî Nakd ve İçtihad (53) Bu sözüyle İslâm kelimesinin
bağlayıcı anlamını yok etmek istemiştir.
[6] Mecmûu’l-Fetava (7/263, 362) özetle.
[7] Medaricu’s-Salikin (2/148)
[8] Medaricu’s-Salikin (2/387)
[9] Buhari cezm sigasıyla muallâk olarak: (6/2737) Hatib
bunu el-Camiu Li Ahlaki’r-Ravî ve Adabu’s-Samî’de (2/111) mevsul olarak rivayet
etmiştir. Bkz.: Tağliku’t-Ta’lik (5/366)
[10] El-Akidetu’t-Tahaviye (201)
[11] İbnu’l-Kayyım, er-Ruh (136)
[12] Tefsiru İbn Kesir (2/349)
[13] Fethu’l-Kadir (1/484)
[14] Mecmuu’l-Fetava (13/135)