İkinci Esas: Ümmetin Alimlerinin Şer’î Nasları Anlayışlarının Boşa Çıkarılması
Bu onların; “Selefin şer’î nasları anlayışları, nassın taşıdığı
ihtimallere dair yorumlardan biri olmaktan öteye geçmez, dolayısıyla hiçkimseyi
bağlamaz” şeklindeki sözlerinin neticesidir.
Et-Turabî şöyle der: “Salih selefin dinle ilgili olarak geride
bıraktıkları bütün fikrî miras, bağlayıcı değildir, sadece faydalanılabilecek
bir kültürdür”[1]
Bu ifade, kibar olanıdır. Başkaları ise Sahabe’nin anlayışının hatalı
anlayış olduğunu[2] ve
bugüne kadar nakledilegeldiğini, onların İslâm’ın hak yönünden gafil
olduklarını açıkça söylerler.[3]
Selefin anlayışı ile alay ederek şöyle derler: “Çöl bedevilerinin Kur’ân ve
sünnet anlayışı ile ne zamana kadar devam edeceğiz?”
İbn Teymiyye rahimehullah şöyle demiştir: “Öncekileri cahil ve ahmak
saymak ve onların ümmî bir topluluk olduğuna, onların Allah’ı bilmenin hakikati
konusunda derinleşmediklerine, ilahî ilmin inceliklerini akledemediklerine
inanmak, sonrakilerin bütün bu konularda başarılı olan üstün kimseler olduğuna
inanmak… İnsan bu görüşü düşündüğü zaman bunun ne kadar ileri boyutta bir
cahillik, hatta sapıklık olduğunu anlar.”[4]
Onların bu durumu münafıkların haline benzer:
وَإِذَا قِيلَ لَهُمْ آَمِنُوا كَمَا آَمَنَ النَّاسُ قَالُوا أَنُؤْمِنُ
كَمَا آَمَنَ السُّفَهَاءُ أَلَا إِنَّهُمْ هُمُ السُّفَهَاءُ وَلَكِنْ لَا
يَعْلَمُونَ
“Onlara “siz de insanların inandıkları gibi
inanın” denildiği zaman, “biz, beyinsizlerin inandıkları gibi mi inanıyoruz?”
derler. Oysa bilesin ki, asıl beyinsizler onlardır; fakat (bunu) bilmezler.” (Bakara 13)
Bu ayette kastedilenler sahabelerdir.
Onlara hakaret eden, onlara beyinsizlik, ilim ve hikmet eksikliği nispet eden
herkes ayetin ifadesiyle asıl beyinsiz olanlardır. “Bütün bunlar selef’in gerçek değerini ve
bilgilerinin derinliğini, onların kendilerini zora koşmalarının azlığını ve
basiretlerinin kemalini anlamak imkânından mahrumdurlar. Allah’a yemin ederim,
onlardan sonra gelenlerin ayrıcalıkları sadece kendilerini zora koşmak ve
selef’in asıllarına riayet etmeye, kaidelerini tesbit edip düğüm noktalarını
bağlamaya gayret ettiği hususların kıyıları, köşeleriyle uğraşmaktan ibaret
olmuştur. Selef’in bütün gayretleri her hususta en üstün maksatlara talib
olmaya yönelikti. O bakımdan öncekilerin hali ayrı, onların hali ayrıdır. Allah
herbir şeyin kadrini ve ölçüsünü ayrı ayrı tesbit etmiştir.”[5]
Bazıları sahabelerin ve selefin şer’î nasları anlayışlarının, onların
asrındaki hayat şartlarına ve kültürlerine uygun olduğunu, ancak asrımıza uygun
olmadığını iddia etmişlerdir. Bu batıl bir görüştür. Zira Kur’ân nasları, bu
dili bilenlerin anlayabileceği sınırlı anlamlar içeren arap dilinde inmiştir:
إِنَّا أَنْزَلْنَاهُ قُرْآَنًا عَرَبِيًّا لَعَلَّكُمْ تَعْقِلُونَ
“Biz onu iyice anlayasınız diye arapça bir
Kur'ân olarak indirdik” (Yusuf 2) Sonra sünnet, onun lügavi
anlamlarını artırmak ve açıklamak üzere gelmiştir.
Sonra Rasulullah sallallahu aleyhi ve
sellem’in sahabeleri bu nasları Kur’ân ve sünnetin indiği dillerine, Rasulullah
sallallahu aleyhi ve sellem’den işittiklerine ve ayetlerin nüzulüne sebep olan
durumlardan şahit olduklarına ve bu konuda zikredilen hadislere göre
anlamışlardır.
Sonra müslümanların imamlarından ve
alimlerinden topluluklar, kendilerinden sonra gelen topluluklara Kitap ve
sünnet naslarının anlayışlarını aktarmışlardır. Bu anlayışa onların eserleri
delalet etmektedir. Onların nasları kendi asırlarındaki kültüre göre tefsir
etmiş oldukları görüşü, tarihi gerçeklerin iptal ettiği bir kuruntudan
ibarettir.
Üçüncü Esas: Şer’î Nasların Tarihsel Olduğu Görüşü
Bunun
anlamı; şer’î nasların içerdiği emirlerin ve yasakların sadece vahyin nüzulü
esnasında hayatta olanlara yönelik olmasıdır. Yahut onların durumları;
üzerlerine Kur’ân’ın indiği kimselerin haline benzeyen kimselere yöneliktir.
Ama onlardan sonra gelenler ve onların yaşadığı olaylardan farklı şeyler
yaşayanlar şer’î nassın kapsamında değillerdir.
Genel olarak hayatlarında insanların
pozisyonları – bugünkü hayatlarında olduğu gibi – değiştiğinde nassın içerdiği
hükümler emir ve yasak olarak onları ilgilendirmez. Onların, bunlardan farklı
anlayışları din edinmeleri ve bu dini kendileri hakkında doğru saymaları
gerekir. Diğer hükümler ise nüzul zamanındaki muhataplar hakkında doğru din
idi. et-Turabî şöyle diyor: “Bizler talak/boşanma ve evlilik hükümlerine yeni
bir bakış getirmeye, çağdaş toplumsal ilimlerden bu konuda faydalanmaya ve buna
göre miras fıkhını düzenlemeye şiddetle muhtacız…”[6]
Onlardan biri şöyle der: “Kur’ân-ı
Kerim’in kadına karşı konumu belirli bir çağa özel konumdur. Bu kurallar belli
bir çağ hakkındadır. Bu gibi şeylerin içinde bulunduğumuz asırda uygulanması
mümkün değildir.”[7]
Bir başkası şöyle der: “Bizler eski
nasların eski toplumlarla alakasının kopuk olmadığını biliyoruz. Şüphesiz bu
naslarda ifade edilen hüküm düzeni, kadının yeri, insan hak ve görevleri ve
dinin yönetimle alakası eskiden bulunan fakat devam etmeyen ve şu an
ihtiyacımız olmayan bir konumu ifade eder.”
Bazıları ibadetlerin ve muamelelerin
ayrıntıntılarından farz kılınan şeylerin Rasulullah sallallahu aleyhi ve
sellem’in zamanında Hicaz çevresinin gereklerinin bir eseri olduğu, bunların
başka çevrelerde geçerli olmadığı görüşündedirler.[8]
Bugün insan bu farzları kendisinin bulunduğu yeni ortamların gereklerine göre
yerine getirebilir. Kur’ân’daki “Ey insanlar!” şeklindeki hitapta “İnsanlar ile
kastedilen, Nebi sallallahu aleyhi ve sellem’in etrafındaki, onun ağzından Kur’ân’ı
ilk defa işiten ilk cemaatti.”[9]
Onlardan biri şöyle diyor: “Yine kendi
zamanında bağlayıcı olan bazı fıkhi kanunlara yeniden bakmamız yerinde olur.
Evrensel siyasi fikrin gelişmelerinden sonra bunları öylece uygulamayı düşünmek
imkânsızdır. Bunların başında da “Zimmet ehli fıkhı” gelmektedir… Önceki
zamanlarla alakalı olan bu gibi fıkıhları uygulayamayız.”
“Şimdiki çağdaş konumumuzdan tamamen
farklı olup, kendi toplumsal konumunda bağlayıcı olan iktisadî fıkıh
kanunlarını da yeniden gözden geçirmeyi” talep ediyor. “Bunların başında da
çağdaş ekonomiyi temsil eden banka uygulamaları gelmektedir. Mesela o zamanlar
zayıfların ve muhtaçların ihtiyaçlarının, günlük kazançlarından alınan vergilerle
pahalanmasından ve böylece borçlarının birikerek ipotek ettikleri evlerini ve
tarlalarını korumak amacıyla haram kılınan; sermaye malları üzerinden işletilen
faiz böyledir.”[10]
Had
cezalarıyla ilgili hükümler ancak o zamandaki toplumun şartları için geçerli
idi. Zira toplum başlangıç halindeydi ve güvenliği sağlayacak bir devlet yoktu.
İnsanlar intikam için birbirlerine saldırıyorlardı. Had cezalarının uygulanması
“kötülükleri azaltıyor ve zarardan koruyordu. Çünkü onlarda bulunan vahşiliğe
karşılık olarak o dönemdeki toplumun korunması için daha kötü, daha caydırıcı
ve daha kaba uygulamalar gerekiyordu.”[11]
Bu da şu demektir: toplum şartları
değişir, güvenliği sağlayan bir devlet bulunur ve hapishaneler bolca mevcut
olursa Kur’ân’ın içerdiği had cezası hükümlerinden dolayı muhataplar için bu Kur’ân
nassı bağlayıcı değildir.[12]
Onların iddialarına göre örtünme emri bu
asra, kadının konumuna, özgürlüğüne, okullar, üniversiteler, iş alanları, idari
görevler ve ticaret gibi toplum hayatının parçalarında kadınların da
katılmasına uygun değildir.[13]
Hatta bu asırda ibadetler bile değişime
uygundur! Kur’ân’ın nazil olduğu zamandaki müslümanların ibadet şekli bağlayıcı
değildir. Çünkü onlardan sonra gelenler için hayat şartları değişmiştir. Hatta
onların bu ibadetleri yeni şartlarına uygun şekillerde yerine getirmeleri de
mümkündür.
Mesela Nebi sallallahu aleyhi ve sellem
“namazını belirli bir şekilde kılardı. Ancak bu müslümanların da her yerde, her
zaman ve her şartta aynı şekilde kılmak zorunda oldukları anlamına gelmez…”[14]
Bu girişe göre bu yorum şer’î nasların
sabit bir anlamının olmamasıyla son bulacaktır. Bir zamanda bulunanlardan talep
edilen anlayış, başkalarına göre talep edilen bir anlayış olmayacaktır. Onlara
göre talep edilmeyen bir anlayış da, başkalarına göre talep edilen bir anlayış
olacaktır. Sonuçta zamanlar arasında kültürler bozulacaktır.[15]
Bu sapıklığın sebebi, Kur’ân ve sünnet
naslarını, diğer beşeri metinler gibi değerlendiren bakış açısıyla anlamaları
ve Kur’ân ve sünnet naslarını da o metinler hakkında yaptıkları yorumlar gibi
yorumlayarak tarihin ve onun değişmesinin gereklerine nasları boyun
eğdirmeleridir.
Bu yüzden Nasr Hamid Ebu Zeyd şöyle
diyor: “Şüphesiz Kur’ân nassı mukaddes bir nas olsa da, nas olmanın dışına
çıkmaz. Bu yüzden diğer edebî metinlerde olduğu gibi edebî tenkidin kaidelerine
boyun eğmesi gerekir.”[16]
Arkun şöyle der: “Şüphesiz Kur’ân, Tevrat, İncil, Budizm ve Hinduizm
metinleri gibi aynı seviyede sorunlar, bol kaynaklı anlamlar içeren naslardan
başka bir şey değildir. Bu büyük nasları temel alan her nas, belirli tarihi
kapsamına göre değer kazanır. Nitekim gelecekte başka bir kapsamda da
olabilir.”[17]
Burada karıştırma vardır. Allah’ın kitabı, tahrif edilmiş veya beşer
tarafından yazılmış o kitaplarla nasıl eşit görülebilir? Olmuş ve olacak
şeyleri bildiren, alemlerin rabbinin kelamı, çok az bir bilgiye sahip olan
insan sözüyle nasıl kıyaslanabilir? Şüphesiz Allah’ın kelamının belli bir zaman
ile sınırlanıp kayıtlanması mümkün değildir. Çünkü Allah onu insanlar için her
zaman ve mekanda anayasa olması için indirmiştir. O kulları için bütün
zamanlarda ve durumlarda uygun olanı bilir. O’na hiçbir şey gizli kalmaz ve O
işitendir, görendir.
Onlara şöyle deriz: “Siz mi daha iyi bilirsiniz, yoksa Allah
mı?” (Bakara 140)
[2] Muhammed Arkun’un Fransa’da verdiği bir konferansta
Fransız düşünürlerden biri müdahale eder. Bu düşünür Arnolds’tır. O şöyle der:
“Bu fikrin merkezinin Muhammed Arkun olduğuna inanıyorum. Bu konu hakkında
geçmişte de bizimle tartıştınız. Şöyle ki; İslâm Tarih’inde Teolojik terkipler
ve donuk şeriat kanunları bulunmaktadır. Bunlar ve birçok ihtimallere açık ve
zengin olan Kur’ân öğretileri değiştirilebilir. İnsanlığın bunları kıyamet
gününe kadar yeniden değerlendirmesi mümkündür… İnanıyorum ki bunları söylerken
pekçok doğru şeyler de söylemektedir. Lakin ben, bütün o derslerine devam eden
fakihlerin, âlimlerin, müfessirlerin bakışları ve onlarca nasları olsa da bunu
savunacağım. Muhammed Arkun’a o fakihlerin gerçekten aktif olduklarını, Kur’ân
naslarını harekete geçirdiklerini ve tefsirleriyle canlandırdıklarını, hatta
bugün onların buldukları dışında insanî ilimler adıyla dahi yeni bir şey
bulmamızı zorlaştırdıklarını hatırlatacağım…” Sonra şöyle der: “Klasik çağdaki İslâm
müfessirleri, Kur’ân ayetlerinden söylenebilecek herşeyi veya ayetlerin
içerdiği hükümleri çıkarmaya yetenekli idiler. Bu yüzden diyorum ki: batılı
metotları benimseyen modern müslümanlar, önceki seleflerinin metotlarıyla
yetinenlerden daha özgürdürler. Bu onları dikkate ulaştırır. Çünkü onlar, Kur’ân
ayetlerini, insanî ilimlere tabi olan bu metotlara bağlayarak arındırırlar.
Bunu Muhammed Arkun yapabilir.” Bkz.: Muhammed Arkun, el-Fikru’l-İslâmî Nakd ve
İçtihad (326-327) Tercüme: Haşim Salih
[3] Nitekim Abdulmecid eş-Şerafi bu fikrin açıklanması için
bir kitap yazmıştır. Bu kitaba, içeriğine delalet edecek şekilde: “el-İslâm
Beyne’r-Risalet ve’t-Tarih” başlığını koymuştur. Buna göre Nebi sallallahu
aleyhi ve sellem ile gelen İslâm, tarihte gerçekleşen İslâm değildir!
[4] Mecmuu’l-Fetava (5/10)
[5] Şerhu’t-Tahaviye (76)
[6] Hasen et-Turabî, Tecdîdu Usuli’l-Fıkhi’l-İslâmî (21)
[8] Abdulmecid eş-Şerafi, el-İslâm Beyne’r-Risalet
ve’t-Tarih (61)
[9] Arkun, el-Fikru’l-İslâmî (30)
[10] Tecdidu’l-Hitabi’d-Dinî başlıklı makale;
Ceridetu’r-Riyaz, 24.9.1427 hicri.
[11] Muhammed eş-Şerafi, el-İslâm
ve’l-Hurriyeti’l-İltibasi’t-Tarihi (89)
[12] Nitekim birçok devletler hırsızlık cezasını iptal
etmişler, onun yerine hapis gibi beşeri cezalar tayin etmişlerdir. Peki, sonuç
ne oldu? Hapishaneler yüz binlerce hırsızla doldu. Zira koydukları ceza
kanunları caydırıcı değildir. Daha da kötüleşen bu belaya da asla engel
olmayacaktır.
[13] Bugün şahit olunan gerçekler, örtünen kadınların da,
kendilerinin değer ve yaratılışlarına uygun olan bütün ilim ve iş alanlarında
görev almalarının uygun olduğunu ispatlamıştır.
[14] Abdulmecid eş-Şerafi, el-İslâm Beyne’r-Risalet
ve’t-Tarih (62-63)
[16] Nasr Ebu Zeyd, Mefhumu’n-Nas Dirase Fi Ulumi’l-Kur’ân
(24) Hatta Kur’ân’ın beşerî olduğunu, Allah’ın kelamı olmadığını açıkça söyler.
Bkz.: Nakdu’l-Hitabi’d-Dini (139)
[17] Muhammed Arkun, el-Fikru’l-Usuli (36)