Sözlerin en doğrusu Allah'ın kelamı, yolların en hayırlısı Muhammed Aleyhisselam'ın yoludur. Dinde her sonradan çıkarılan şey bidattir.Her bidat sapıklıktır ve her sapıklık da cehennemdedir (Muslim no: 867)

Duâ

Duâ

30 Ekim 2024 Çarşamba

Ebu’z-Zubeyr’in Muan’an Rivayetleri Hakkında

 Ebu’z-Zubeyr Muhammed b. Muslim b. Tedrus el-Mekkî; Cabir b. Abdillah b. Amr b. Haram el-Ensarî radıyallahu anhuma’dan rivayette bulunmuştur.

Eğer Ebu’z-Zubeyr’den rivayet eden kişi Leys b. Sa’d’dan başkası ise ve tahdis sigasını tasrih etmemişse (an’aneli rivayet etmişse) bu rivayeti tedlis sebebiyle eleştirilir” diyen kimsenin sözü reddedilir. Hadis ehli Ebu’z-Zubeyr’in Cabir radıyallahu anh’den yaptığı rivayeti en sahih isnadlardan sayma konusunda ittifak etmişlerdir.

1- Burada Ebu’z-Zubeyr’i tedlis ile niteyelenin tedlis sözüyle kastı nedir? Bu, ravinin haberinin reddedilmesini gerektiren kınanmış tedlis midir? Çünkü tedlis kelimesi birçok şey hakkında kullanılmıştır. Bazen aradan ravinin iskat edilmesi sebebiyle, irsal hakkında da tedlis tabiri kullanılmıştır.

Ebu’z-Zubeyr Hicaz halkındandır. Onlar tedlisi bilmezler.

Şu’be b. el-Haccac tedlise karşı katı tutumuna rağmen Ebu’z-Zubeyr’den rivayette bulunmuş ve onun hakkında tedlis zikretmemiştir.

Muslim, Ebu’z-Zubeyr’in an’aneli rivayetlerini Sahih’inde rivayet etmiştir.

Darekutni Sahihayn üzerine yaptığı istidrakta Ebu’z-Zubeyr’in hadislerini almış ve hiçbir hadisinde tedlise işaret etmemiştir.

Buhârî, Ebu Hatim, el-Ukaylî, İbn Adiy ve İbn Hibban Ebu’z-Zubeyr’in hal tercemesini zikretmişler ama onu tedlis ile nitelememişlerdir.

2- Tedlisin birçok türleri vardır. İsnad tedlisi, şuyuh tedlisi, atıf tedlisi, sükut tedlisi gibi beş veya altı çeşidi vardır. Ebu’z-Zubeyr’in suçlandığı tedlis hangisidir?

3- Ebu’z-Zubeyr çok tedlis yapanlardan mıdır? Tedlis yaptığı söylenen herkes çok tedlis yapanlardan değildir. Ebu’z-Zubeyr’i hafızlardan hiçkimse tedlis ile nitelememiştir. Ancak Nesâî rahimehullah onun tedlis yaptığını zikretmştir.[1] Ebu Hatim’in de bu şekilde anlaşılabilecek bir sözü vardır. Başka kimse Ebu’z-Zubeyr’i tedlis ile nitelememiştir.

Nesâî, Ebu’z-Zubeyr’in altmıştan fazla hadisini tahric etmiş, bunlardan hiçbirini illetli bulmamıştır. Bununla beraber Ebu’z-Zubeyr’i tedlis ile nitelemiştir. Bunun anlamı onun an’aneli rivayetleri reddetmek demek değildir, an’aneli rivayetin reddedilmesi yalnızca metinde nekaret olması haliyle alakalıdır. Nesâî, hadis terimlerinin muhaddisler katında karar kılmasından önce, mürsel rivayette bulunanları tedlis ile nitelemiştir. Hâlbuki tedlis bir kusurdur, ama mürsel rivayet etmek kusur değildir.

Hakim Marifetu’l-Ulum’da açıkça Ebu’z-Zubeyr’in müdellis olmadığını söylemiştir.

Ebu’z-Zubeyr’in hadislerini araştırdığımızda bazen Cabir radıyallahu anh’den rivayetinde arada başka bir şahsı zikretmiştir. Şayet çok tedlis yapan biri olsaydı elbette bu vasıtayı iskat ederdi. Yine onun rivayetinde bazen bu vasıtayı zikretmediğini görürüz. Müdellislerin çoğunun hadislerini araştırdığımızda kendisiyle rivayette bulunduğu şahıs arasındaki vasıtayı zikretmediğini görürüz. Burada tedlis yapmış olma ihtimali olur. Ama Ebu’z-Zubeyr’in hadislerini Sahih’lerde, Sünen’lerde, Müsned’lerde ve Musannef’lerde araştırdığımızda sadece düzgün rivayetlerini buluyoruz. Onun ancak çok az tedlis yaptığı söylenebilir ki, az tedlis yapanların an’aneli rivayetleri aksini gösteren bir delil bulunmadığı sürece işitmeye ve ittisale hamledilir.

4- Ebu’z-Zubeyr’in tedlis yaptığı varsayılırsa, Ebu’z-Zubeyr ile Cabir b. Abdillah radıyallahu anhuma arasındaki vasıta; meşhur Cabir Sahifesi’dir. Bunu el-Hasen el-Basrî, Katade, eş-Şabî gibi tabiinin büyüklerinden ilim ehli de rivayet etmişlerdir.

Yine Ebu Hatim er-Razi rahimehullah ve başkaları, Ebu’z-Zubeyr’in Suleyman b. Kays el-Yeşkurî vasıtasıyla Cabir radıyallahu anh’den rivayette bulunduğunu belirtmişlerdir.[2] Suleyman b. Kays el-Yeşkurî de sikadır. Böylece tedlis ile söz konusu olabilecek zaaf ihtimali kökünden yok olmuştur. Çünkü inkıta makbul ve merdud olmak üzere iki kısımdır. Merdud olan inkita, arada ismi düşürülen ravinin bilinmemesi veya zayıf bir ravi olması halinde söz konusudur. Ama ismi düşürülen ravinin sika olduğunu bilinirse bu inkıta sıhhate zarar vermez.

Mesela Humeyd et-Tavil’in Enes radıyallahu anh’den rivayetleri mutlak olarak kabul edilir. Çünkü ikisi arasındaki vasıta bilinmektedir. Her ne kadar Humeyd tedlis ile nitelense de, ikisi arasında ismi düşürülen ravinin Sabit el-Bunanî olduğu bilinmektedir. Hafızlar bu şekilde tayin etmişlerdir. Sabit el-Bunani ise çok sağlam bir ravidir. Dolayısıyla tedlis ile nitelenen Humeyd et-Tavil’in, Enes radıyallahu anh’den an’aneli rivayet etmiş olması sıhhate bir zarar vermez.[3]

Yine Ebu Ubeyde b. Abdillah b. Mes’ud’un babası İbn Mes’ud radıyallahu anh’den rivayetinde, Ebu Ubeyde, babası İbn Mes’ud radıyallahu anh’den bir şey işitmemiştir. Bununla beraber onun babasından rivayeti makbuldür. Çünkü hafızlar onun babasından rivayetlerini araştırmışlar ve bu rivayetlerin düzgün olduğunu tespit etmişler, arada ismi zikredilmeyen vasıtanın sika olduğunu anlamışlardır. Bu yüzden asrında hadis ehlinin imamı olan Ali b. el-Medinî ve başkaları Ebu Ubeyde’nin, babası İbn Mes’ud radıyallahu anh’den yaptığı rivayetleri müsned ve muttasıl kabul etmişlerdir.[4]

Yine asrındaki hadis ehlinin imamı Darekutni Sunen’inde bu tür rivayeti sahihlemiştir.[5] Hafız İbn Hacer, en-Nuket’te Nesâî’nin de bu rivayeti sahihlediğini nakletmiştir.[6]

Burası anlaşıldıysa, Ebu’z-Zubeyr’in tedlis yaptığı iddiası kabul edilecek olsa bile, onun Cabir radıyallahu anh’den yaptığı rivayette aradaki vasıtanın sika bir ravi olan Suleyman b. Kays el-Yeşkurî olduğu bilindiği için Ebu’z-Zubeyr’in an’aneli rivayeti sıhhate bir zarar vermez!

5- İmam Muslim b. el-Haccac gibi büyük hafızlar Ebu’z-Zubeyr’in Cabir radıyallahu anh’den an’aneli rivayeti kabul etmişlerdir. Tirmizî “Hasen, sahih” demiştir.

Nesâî, Sunen’inin birçok yerinde bu şekildeki rivayetleri almış, illetlendirmemiştir. Üstelik İbn Adiy gibi bazı hafızlar Nesâî’nin kitabını Sahihu’n-Nesâî diye adlandırmışlardır.[7] Nitekim Sunenu’n-Nesâî araştırıldığı zaman hadislerinin genelinin sahih hadisler olduğu görülür. İlletli bir hadis bulunduğunda ise Nesâî bu illeti açıklamıştır. Nesâî’nin şartlarının Buhârî’nin şartlarından da şiddetli olduğu söylenmiştir.[8] Ancak bu söz abartılıdır.

Yine önemli imamlar olan İbn Hibban, İbn Huzeyme Ebu’z-Zubeyr’in Cabir radıyallahu anh’den an’aneli rivayetlerini sahihlemişler, Ebu’l-Hasen ed-Darekutni, İmam Muslim’e yaptığı tenkidlerde Ebu’z-Zubeyr’in an’ane’li rivayetini sahihlemesinden dolayı eleştiri yapmamıştır. Yine Ebû Dâvûd ve İbnu’l-Carud da bu meyanda zikredilebilir.

Bu, Ebu’z-Zubeyr’in Cabir radıyallahu anh’den an’aneli rivayetleri kabul etmesi konusunda hafızların ittifakı gibidir.

6- Ebu’z-Zubeyr’in Cabir radıyallahu anh’den an’aneli rivayetlerinde münker bir hadis bulunmamaktadır. Bir iki hadis hakkında nekaret türünden eleştiri bulunsa da da bu rivayetler kabul görmüş ve sahih olarak değerlendirilmiştir.

İbn Ömer radıyallahu anhuma’nın hanımını hayızlı iken boşaması ve bunun bir talak sayılmaması hakkındaki hadisi Ebu’z-Zubeyr rivayet etmiştir. Buhârî ve başkaları da bunu Enes b. Sirin’den, bunun bir talak sayıldığı şeklinde rivayet etmişlerdir. İlim ehlinin çoğunluğu da bu görüşü tercih etmişlerdir. Ebû Dâvûd, İbn Ömer radıyallahu anhuma’dan rivayette bu konuda Ebu’z-Zubeyr’in tek kaldığını zikretmiş, İbn Abdilber de böyle söylemiştir. Ebu’z-Zubeyr’in rivayetinde bunun talak olarak sayılmadığı geçer. Bu rivayete de İbn Teymiyye, İbn Kayyım gibi ilim ehlinin büyüklerinden tabi olanlar vardır.

Ebu’z-Zubeyr’in Cabir radıyallahu anh’den an’aneli rivayetlerinin geneli düzgündür.



[1] Bkz: Zehebi Siyeru A’lami’n-Nubela (7/74)

[2] Bkz.: İbn Ebî Hâtim el-Cerh ve’t-Ta’dil (4/136)

[3] Bkz.: İbn Adiy el-Kamil (3/67) Hafız İbn Hacer Tarifu Ehli’t-Takdis (üçüncü mertebe)

[4] Hafız İbn Receb Şerhu İleli’t-Tirmizî (1/298)

[5] Sunenu’d-Darekutni (1/145 no: 44-46)

[6] En-Nuket Ala Kitabi İbni’s-Salah (1/398)

[7] İbn Adiy el-Kamil (2/381) Zehebi Tezkiratu’l-Huffaz (1/128)

[8] İbn Tahir el-Makdisi Şurutu’l-Eimme (s.104)

29 Ekim 2024 Salı

Ehl-i Sünnet’i “Allah Zatıyla Arşın Üzerindedir” Dedikleri İçin Haşevî Olmakla Suçlayan Bid’at Ehline Reddiye

 Allame el-Elbani rahimehullah Muhtasaru’l-Uluv’da (s.256) dedi ki: “Zehebî rahimehullah el-Uluvv’da şöyle demiştir:

“Malikîlerin şeyhi İmam Ebu Muhammed b. Ebi Zeyd el-Magribî (el-Kayravanî) İmam Malik’in mezhebi hakkındaki meşhur risalesinin başında şöyle demiştir:

وأنه تعالى فوق عرشه المجيد بذاته وأنه في كل مكان بعلمه

“Allah Teâlâ zatıyla yüce arşının üzerindedir. O ilmiyle her mekândadır.”

Nitekim bu ibarenin benzerini ondan önce de Ebu Ca’fer İbn Ebî Şeybe ve Osman b. Said ed-Dârimî de kullanmışlardır. Yine Sicistan vâizi Yahya b. Ammar risalesinde, Hafız Ebu Nasr el-Vâilî es-Siczî el-İbane’sinde kullanmışlardır. Es-Siczî dedi ki:

وأئمتنا كالثوري ومالك والحمادين وابن عيينة وابن المبارك والفضيل وأحمد وإسحاق متفقون على أن الله فوق العرش بذاته وأن علمه بكل مكان

“es-Sevrî, Malik, iki Hammad (İbn Zeyd ve İbn Seleme), İbn Uyeyne, İbnu’l-Mubarek, el-Fudayl, Ahmed (b. Hanbel), İshak (b. Rahuye) gibi imamlarımız Allah’ın zatıyla arşın üzerinde olduğu, ilminin ise her mekanda olduğu hususunda ittifak etmişlerdir.”

İlerine geleceği üzere bu ifadeyi İbn Abdilber de kullanmıştır. Yiine Şeyhulislam Ebu İsmail el-Ensarî rahimehullah’ın ibaresi de şu şekildedir:

وفي أخبار شتى أن الله في السماء السابعة على العرش بنفسه

“Çeşitli haberlerde Allah Teâlâ’nın nefsiyle (zatıyla) yedinci gökte arşın üzerine olduğu geçmektedir.”

Yine Ebu’l-Hasen el-Kercî eş-Şafîî kasidesinde şöyle demiştir:

عقائدهم أن الإله بذاته … على عرشه مع علمه بالغوائب

“Akideleri şudur ki: el-İlah zâtıyla arşının üzerindedir, gaybleri bilmektedir.”

Allame Takiyuddin b. es-Salah’ın el yazısıyla bu kasidenin üzerine şöyle yazılmıştır:

هذه عقيدة أهل السنة وأصحاب الحديث

“Bu, Ehl-i Sünnet’in ve hadis ashabının akidesidir!”

Yine Hafız Ahmed b. Sabit et-Tarkî, Şeyh Abdulkadir el-Geylanî, Muftî Abdulaziz el-Kuhaytî ve bir taife bu lafzı kullanmışlardır.

Allah Teâlâ herşeyi zâtıyla yaratmıştır. Mahlukarı bir yardımcı olmaksızın, zâtıyla tedbir etmektedir. İbn Ebi Zeyd ve başkaları ancak Allah Teâlâ’nın bizimle olması ile arşının üzerinde bulunması arasındaki farkı açıklamayı kastetmiştir. Dediği gibi, Allah ilmiyle bizimle beraberdir. Yine: “Rahman arş üzerine istivâ etti” ayetinde bize bildirdiği üzere kendisi arşın üzerindedir.

Nitekim bu kelimeyi az önce geçtiği gibi zikredilen âlimlerden bir cemaat kullanmışlardır. Şüphe yok ki lüzumsuz kelâmı terk etmek İslam’ın güzelliğindendir. İbn Ebi Zeyd, Magrib’de ilmiyle amel eden âlimlerdendir. Ona Maliku’s-Sagir (Küçük İmam Malik) lakabı verilmiştir. Usûl ilminde zirvedeydi.

Hafız İbn Asakir, Tebyinu Kizbi’l-Mufteri Fîmâ Nusibe İle’l-Eş’arî adlı kitabında onun vefat tarihini zikretmemiştir. O 380 yılında vefat etmiştir. 389 da denildi. “Zatıyla” ifadesini kullandığı için ona yüklenmişlerdir. Keşke bunu söylemeseydi.”

El-Elbanî rahimehullah Zehebi’den bu nakli yaptıktan sonra şöyle demiştir:

“Derim ki: aralarında müellif (ez-Zehebi)nin de bulunduğu Ehl-i Sünnet’ten bu âlimler ve benzerleri hakkında el-Kevserî – Allah ona layık olduğu gibi muamele etsin – “Onlar Haşevîye şeyhleridir” diyor! Çünkü onlar İbn Ebi Zeyd’den “zâtıyla” lafzını nakletmekte koşuşturuyorlar! Bunu ya desise olarak ya da yükselme hırsıyla söylüyor!

Yani “Allah zatıyla el-Mecîd’dir” dedikleri için! Böylece ilim ehlinin sözleri hakkında ortaya attığı tereddüt aslında (Allah’ın arş üzerinde olduğunu) bir inkârdır veya te’vili bâtıl bir te’vildir!

Zehebi’nin: “Keşke bunu söylemeseydi” sözü hakkında el-Elbani şöyle demiştir: “Zehebi bu söz hatalı olduğu için değil, insanların ona yüklenmemeleri için söylemiştir. Nitekim kendisi ondan önce bu sözü söyleyen âlimleri zikretmiştir. Hakikatte bu söz ile müellif (Zehebi)’nin az önce geçen: “Allah her şeyi zatıyla yaratmıştır” sözü arasında bir fark yoktur! Bu açıklama için İbn Teymiyye’nin Hadisu’n-Nuzul (s.56)’ya bakın.”

El-Elbani’den nakil bitti.

Peki el-Kevserî gibi zındıkların ve onların kuyruklarının, Kitap ve sünnet naslarına teslim olanlar hakkında sık sık kullandıkları Haşevî sözü nereden geliyor?

Haşv kelimesi itibar edilmeyen lüzumsuz söz demektir. İnsanların rezillerine de “haşvetu’n-nas” derler. (Bkz.: Lisanu’l-Arab (14/180)

İslam’da Haşevi kelimesini kullanan ilk kişi olarak Mu’tezile önderi Amr b. Ubeyd bilinmektedir. Ona İbn Ömer radıyallahu anhuma’dan kendisinin görüşüne aykırı bir şey nakledilince:

“İbn Ömer Haşevî idi” demiştir. Mu’tezile sıfatları ve kaderi ispat edenlere Haşevî demeyi adet edinmişlerdir. (Bkz.: İbn Teymiyye Beyanu Telbisi’l-Cehmiyye (1/244)

İmam Ebu Hâtim er-Razi rahimehullah şöyle demiştir:

علامة الزنادقة تسميتهم أهل الأثر حشوية يريدون بذلك إبطال الأثر

“Zındıkların alâmeti Eser ehlini “Haşeviye” diye isimlendirmeleridir. Bununla rivayetleri iptal etmek isterler.” (es-Sabuni Akidetu’s-Selefi Ashabi’l-Hadis s.132)

Evet, buna göre Haşevî’likle itham edilen ilk kişi Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’in sünnetine sıkı bağlılıyla bilinen sahabi İbn Ömer radıyallahu anhuma’dır!

Bu ithamı yapanların ilki de Amr b. Ubeyd zındığıdır!

İbn Ömer radıyallahu anhuma bize ne güzel bir imamdır ve Amr b. Ubeyd o zındıklara ne berbat bir imamdır!

28 Ekim 2024 Pazartesi

Allah’ı Mekân’dan Tenzih Etmek Cehmiyye'nin Kavlidir!

 Allah Teâlâ hakkında mekân olan arşının üzerinde olduğunu söylemek sahihtir, mekan lafzı Sahihayn’da ve başka eserlerde sabit olmuştur. Yine sahabe ve tabiinden de Allah Teâlâ hakkında mekânı ispat eden ifadeler gelmiştir.

Ehl-i Sünnet’ten bazıları bu konuda tevakkuf etmişler, Allah hakkında mekânı ne ispat etmişler ne de nefyetmişlerdir. Mekân kelimesinin manası hakkında ayrıntıya gitmişlerdir.

Lakin Allah’ı mekândan mutlak olarak tenzih etmek Cehmiyye’nin görüşüdür! Selef’ten Allah’ı mekândan tenzih eden bir görüş gelmemiştir!

Allah Teâlâ hakkında mekânı ispat edenlerin delillerine gelince:

Merfu Hadisler

1- Buhârî Enes radıyallahu anh’den rivayet ediyor: Nebî sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

فَأَسْتَأْذِنُ ‌عَلَى ‌رَبِّي ‌فِي ‌دَارِهِ فَيُؤْذَنُ لِي عَلَيْهِ، فَإِذَا رَأَيْتُهُ وَقَعْتُ لَهُ سَاجِدًا..."

Rabbim’den O evinde iken izin istedim, benim için izin verildi, O’nu görünce O’na secdeye kapandım…”[1]

2- Buhârî Enes radıyallahu anh’den rivayet ediyor:

فَأَشَارَ إِلَيْهِ جِبْرِيلُ: أَنْ نَعَمْ إِنْ شِئْتَ، فَعَلاَ بِهِ إِلَى الجَبَّارِ، فَقَالَ وَهُوَ مَكَانَهُ: يَا رَبِّ خَفِّفْ عَنَّا فَإِنَّ أُمَّتِي لاَ تَسْتَطِيعُ هَذَا، فَوَضَعَ عَنْهُ عَشْرَ صَلَوَاتٍ

“…Cibril ona: “Evet, dilersen” diye işaret etti. Bunun üzerine el-Cebbar’a yükseldi, O mekânında idi, dedi ki: “Ey rabbim! Bizden hafiflet. Zira ümmetim buna güç yetiremez.” Bunun üzerine on namaz indirildi…” [2]

İbn Receb el-Hanbelî bu hadisleri kastediyor olmalı ki şöyle demiştir:

وفي الصحيحين إثبات لفظ المكان

“Sahihayn’da mekân lafzı ispat edilmiştir.”[3]

El-Hattabî gibi kelamcılar bu hadis hakkında mekan’ın Allah’a izafe edilemeyeceğini, “O mekanında idi” lafzındaki zamirin Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’e râcî olduğu iddia etmişler, Şerik’in bu lafızda tek kalması ile illetlendirmişlerdir. Maalesef Abdullah el-Guneyman[4] gibi Ehl-i Sünnet menhecini benimsemiş olan ve Allah’ı mekandan tenzih etmeyen bazı âlimler dahi zamirin Nebî sallallahu aleyhi ve sellem’e döndüğü şeklindeki te’vile tabi olmuşlari, el-Elbani[5],  bu konuda tereddüte düşmüştür!

3- Ebu Hureyre radıyallahu anh’den: Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

إِنَّ اللهَ يُمْهِلُ حَتَّى إِذَا ذَهَبَ ثُلُثَا اللَّيْلِ هَبَطَ إِلَى هَذِهِ السَّمَاءِ ثُمَّ أَمَرَ بِأَبْوَابِ السَّمَاءِ فَفُتِحَتْ ثُمَّ قَالَ هَلْ مِنْ سَائِلٍ فَأُعْطِيَهُ؟ هَلْ مِنْ دَاعٍ فَأُجِيبَهُ؟ هَلْ مِنْ مُسْتَغْفِرٍ فَأَغْفِرَ لَهُ؟ هَلْ مِنْ مُسْتَغِيثٍ أُغِثه، هَلْ مِنْ مُضْطَرٍّ أَكْشِف عَنْهُ الضُّرَّ؟ فَلَا يَزَالُ ذَلِكَ مَكَانَهُ حَتَّى يَطْلُعَ الْفَجْرُ فِي كُلِّ لَيْلَةٍ مِنَ الدُّنْيَا ثُمَّ يَصْعَدُ إِلَى السَّمَاءِ

Muhakkak ki Allah gecenin üçte biri geçince şu semâya iner, sonra semâ kapılarının açılmasını emreder ve buyurur ki:

“İsteyen yok mu ona istediğini vereyim. Duâ eden yok mu, ona icabet edeyim. Bağışlanma dileyen yok mu onu bağışlayayım. Yardım isteyen yok mu ona yardım edeyim. Sıkıntıda olan yok mu, onun sıkıntısını gidereyim.” Bu durum O mekânında iken dünyanın her gecesinde fecir doğuncaya kadar devam eder. Sonra semaya yükselir.[6]

4- Muslim’in rivayet ettiği meşhur hadiste Nebî sallallahu aleyhi ve sellem cariyeye: “Allah nerede?” diye sormuştur.[7] “Nerede” sorusu Araplar katında mekânı sormak demektir.

Hadis hakkındaki ızdırap ve şazlık iddiasına el-Elbani rahimehullah Muhtasaru’l-Uluv’de şöyle cevap vermiştir:

“Bu hadis çeşitli yollarla varid olmuştur. Muhtemelen bundan dolayı musannif bunun mütevatir hadislerden birisi olduğunu söylemiş olmalıdır. Ancak bu tartışılır. Çünkü Müsned’de olduğu gibi, bazılarının rivayetinde cariyenin Arapça bilmediği ve: “Semâdadır, dedi” yerine semâya işaret ettiği belirtilmektedir. Fakat bu hadisin senedinde asıl adı Abdurrahmân b. Abdullah b. Utbe b. Mes’ûd el-Kûfî olan el-Mes’ûdî adındaki ravi bulunmaktadır. Bu ravinin hafızası karışmıştı. Bu hadisi de hafızasının karıştığı zamanlarda rivayet etmiştir. Çünkü hadis Müsned’de (2/291) ve Beyhakî’nin Sünen’inde (7/388) Yezîd b. Hârûn’un kendisinden diye naklettiği rivayet olarak kaydedilmiştir. İbn Numeyr şöyle demektedir:

“(el-Mes’ûdî) sika bir ravi idi, ama son zamanlarında hafızası karışmıştır. Ondan İbn Mehdî ve Yezîd b. Hârûn karışmış halde bir takım hadisler dinlemiştir.” Dolayısıyla ez-Zehebî’nin kitabın aslında “senedi hasendir” demesi pek güzel bir ifade değildir. Çünkü buradaki “Arap olmayan” fazlalığının zayıf olduğunu pekiştiren hususlardan birisi de diğer rivayet yollarında bu lafzın bulunmamasıdır. Musannıf bunu kitabın aslında da zikretmiştir. Rivayetin bir kısmı sahih, diğer bölümlerinin ise şevâhid arasında kullanılmasında bir sakınca yoktur.

(el-Elbani dedi ki) Ben Sahîhu Ebî Dâvûd (862) ile İbn Ebî Şeybe, el-İman, (84) numaralı hadis ile İbn Ebî Âsım’ın Tahrîcu’s-Sunne (489)’de bu hadisin kaynaklarını gösterdim. Bu hadis hiç şüphesiz sahih bir hadistir. Bunda cahil ya da hevâ sahibi garezkâr kimseler dışında şüphe eden olmaz. Böylelerine Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem’den bulundukları sapıklığa muhalif bir nas geldi mi hemen onu te’vil etmek hatta büsbütün ta’til etmek suretiyle ondan kurtulmaya çalışırlar. Buna imkânları olmazsa bu hadiste olduğu gibi, hadisin sübûtu hakkında tenkitte bulunmaya çalışırlar.

Şüphesiz hadis, senedinin sıhhati ile birlikte hadis imamları da aralarında bildiğim kadarıyla bir görüş ayrılığı bulunmaksızın sahih kabul etmişlerdir. Bunlardan birisi de İmam Müslim’dir. Çünkü hadisi Sahîh’inde rivayet etmiştir. Aynı şekilde Ebû Avane de, Müslim üzerine Mustahrec’inde bu hadisi rivayet etmiş, Beyhakî el-Esmâ ve’s-Sıfât’ta hadisin akabinde (s. 422): “Bu sahihtir ve bunu Müslim rivayet etmiştir” demiştir.

Bununla birlikte taassubun içerisinde helak olmuş Kevserî’nin hadiste ızdırab bulunduğu iddiası ile sıhhati hakkında şüphe uyandırmaya çalıştığını görüyoruz. O, el-Esmâ adlı eser üzerinde karaladıkları arasında bu hadis hakkında (s. 441-442) şu notu düşmüştür:

Bunların hadisini Muâviye b. el-Hakem’den yalnızca Atâ b. Yesâr rivayet etmiştir. ez-Zehebî’nin “Kitabu’l-Uluvv”da belirtildiği üzere bu hadisin bir lafzında Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem’in cariye ile konuşmasının ancak işaret ile olduğuna ve ravinin işaretten anladıklarını kendisinin tercih ettiği bir lafız ile sıraladığına delil teşkil etmektedir. Buna göre, bizim dediğimize delil teşkil eden Atâ’nın lafzı şöyledir: “Bana bizzat cariye sahibinin kendisi tahdis etti…” Bu hadiste şu ifadeler yer almaktadır: Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem soru sormak amacı ile elini cariyeye uzatarak: Semâda kim var, diye sormuş, cariye: Allah demiştir. Peki, ben kimim diye sorunca, cariye: Rasûlullah demiştir. Allah Rasûlü: Bu cariyeyi hürriyetine kavuştur. Çünkü o müslüman birisidir, buyurdu. İşte bu “Allah nerededir?” ifadesinin Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem tarafından telaffuz edilmediğine bir delildir. İşte mana yoluyla rivayet, hadiste gördüğünüz şekildeki bir ızdırabı ortaya çıkarmış bulunmaktadır.”

Kevserî böyle demektedir. Allah ona adaletiyle muamele etsin. Daha önce hadisin sahih oluşuna dair yaptığımız açıklamaları hatırlayın. Ayrıca Atâ’nın bizatihi cariye sahibinden nakletmiş olduğu hadis, Saîd b. Zeyd’in rivayetinden olduğundan ötürü senedi açısından sahih değildir. Çünkü Saîd b. Zeyd her ne kadar doğru sözlü birisi ise de, hıfzı pek güçlü birisi değildir. Bundan dolayı bir topluluk onun zayıf olduğunu söylemiştir. Hatta Yahyâ b. Saîd onun oldukça zayıf olduğunu söylüyordu.

Hâfız da Takrîbu’t-Tehzîb’de buna işaret ederek: “O doğru sözlüdür. Ama bazı yanılmaları vardır” demektedir.

İşte bu şekilde: Allah nerede, diye kendisine sorulan herkesin, fıtratı gereği hemen: Semâdadır, dediğini görüyoruz. Bu rivayette iki mesele vardır:

Birincisi Müslüman’ın: “Allah nerededir?” diye sormasının meşru olduğudur.

İkincisi ise, kendisine soru sorulan kimsenin: “Semâdadır” diyeceğidir. Bu iki meseleyi inkâr edip reddeden bir kimse aslında Muhammed Mustafa sallallâhu aleyhi ve sellem’e karşı tepki gösteriyor demektir.

Câbir b. Abdullah radiyallâhu anh’in rivayet ettiği hadis: Buna göre Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem Arafe günü verdiği hutbesinde:

Tebliğ ettim mi?” diye sormuş, ashâb, evet diye cevap verince, Allah rasûlü parmağını semâya kaldırıp, onu onlara doğru indirip işaret ederken:

Şahit ol Allah’ım!” buyurdu. Hadisi Müslim rivayet etmiştir.

Buna ek olarak, hadisin rivayetinde geçen “el ve soru sormak”, bu hadisi rivayet eden hadis hafızları ile onların daha alt mertebelerinde bulunanlar arasında yalnız kendisinin münferiden söylediği bir şeydir. Onun bunu münferiden rivayet etmesini hadis âlimleri şüphesiz münker olarak saymaktadır.

Allah bizi de, sizi de hevâdan korusun. Şimdi şu adamın (Kevserî’nin) bu münker rivayete nasıl dayandığına bir bakıp düşünün. Durum bundan ibaret de değildir. Aksine bu rivayet ile muhaddisler arasında sahih olduğu ittifakla kabul edilmiş, ikinci rivayeti vurmakta ve münker rivayeti sahih olan rivayetin zayıf ve muzdarip oluşuna delil kabul etmektedir. İlmini ve bildiklerini müslümanların peygamberlerinin hadisleri hakkında şüphe uyandırmak için kötüye kullanan bu adam hakkında mümin ne der? -Allah ona layıkını versin-

Diğer taraftan o bu şekilde bir saptırıcılıkla yetinmiyor. Aksine raviye Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem hakkında bilerek yalan söylemeyi de nispet ediyor. Fakat bu ravi hangisi olursa olsun sika birisidir. Çünkü bu hadisin bütün ravileri sikadırlar. Bunu dememizin sebebi, Kevserî’nin az önce geçen sözlerinin anlamının şu olmasıdır: Ravi Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem’in cariyeye “Allah nerededir?” dediğini nispet etmeyi tercih etmiştir. Hâlbuki Kevserî’ye göre vakıa Peygamber’in böyle bir şey demediği şeklindedir. Bunu ancak ravi kendi kanaati ile Saîd b. Zeyd’in rivayeti yerine koymuştur:

“Peygamber elini cariyeye soru sormak üzere uzattı: Semâda olan kimdir, (anlamında) sordu.”

İşte müslümanları Kevserî denilen bu zattan ve suçsuz olan kimseleri yapmadıkları ile itham eden benzerlerinden sakındırmak, görevlerim arasındadır. Bunu yaparken de onlara Yüce Allah’ın: “Ey iman edenler! Eğer bir fasık size bir haber getirirse -bilgisizce bir kavme sataşıp da onlara yaptıklarınıza pişman olmamak için- iyice araştırın.” (Hucurât, 6) âyetini hatırlatıyorum.”

5- Zehebî, el-Uluvv’da şöyle demiştir: “Ebu Ahmed el-Assâl, Kitabu’l-Ma’rife’de, kuvvetli bir isnad ile Sabit (el-Bunanî)’den, onun da Enes radıyallahu anh’den rivayet ettiği hadiste şöyle geçer:

فَآتِي بَابَ الْجَنَّةِ فَيُفْتَحُ لِي فَآتِي رَبِّي تبارك وتعالى ‌وَهُوَ ‌عَلَى ‌كُرْسِيِّهِ أَوْ سَرِيرِهِ فَأَخِرُّ لَهُ سَاجِدًا وَذَكَرَ

Cennetin kapısına gelirim, bana kapı açılır, Rabbim Tebarek ve Teâlâ’ya gelirim, o kürsisi veya seriri (koltuğu) üzerindedir. Hemen O’na secdeye kapanırım….” Hadis böyle devam eder.[8]

6- Ebu Said el-Hudri radıyallahu anh’ın Nebî sallallahu aleyhi ve sellem’den rivayet ettiği Kudsi hadiste şöyle buyrulmuştur:

".. وَعِزَّتِي ‌وَجَلَالِي ‌وَارْتِفَاعِ ‌مَكَانِي لَا أَزَالُ أَغْفِرُ لَهُمْ مَا اسْتَغْفَرُونِي

İzzetime, celalime ve mekânımın yüksekliğine yemin olsun ki benden bağışlanma diledikleri sürece onları bağışlamaya devam ederim.”[9]

7- Cabir radıyallahu anh’den: Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

يَقُول الله عز وجل يَوْم الْقِيَامَة أَنا الديَّان أَنا مَالك يَوْم الدّين وَعِزَّتِي وعظمتي ‌وَجَلَالِي ‌وارتفاع ‌مَكَاني لَا يدْخل الْجنَّة أحد ولأحد من أهل النَّار قبْلَة مظْلمَة

Allah Azze ve Celle kıyamet gününde şöyle buyurur: “Ben ed-Deyyan’ım. Ben din gününün Malik’iyim. İzzetime, azametime, celalime ve mekânımın yüksekliğine yemin ederim haksızlıklar ödenmedikçe cennetlikler cennete, cehennemlikle cehenneme giremez.[10]

Tabiin ve Tebau’t-Tabiinden Selefin Sözleri

8- Mucahid rahimehullah şöyle demiştir:

بَيْنَ السَّمَاءِ السَّابِعَةِ وَبَيْنَ الْعَرْشِ سَبْعُونَ أَلْفَ حِجَابٍ فَمَا زَالَ مُوسَى عليه السلام يَقْرُبُ حَتَّى كَانَ بَيْنَهُ وَبَيْنَهُ حِجَابٌ فَلَمَّا ‌رَأَى ‌مَكَانَهُ ‌وَسَمِعَ ‌صَرِيفَ الْقَلَمِ قَالَ {رَبِّ أَرِنِي أَنْظُرْ إِلَيْكِ}

“Yedinci kat sema ile arş arasında yetmiş bin perde vardır. Musa aleyhi's-selâm kendisiyle rabbi arasında tek bir perde kalıncaya kadar yakınlaştı. O’nu mekânında görünce kalemin cızırtısını işitti. Dedi ki: “Rabbm! Bana kendini göster, sana bakayım.”[11]

9- Vehb b. Munebbih rahimehullah’tan şöyle dediği rivâyet edilmiştir:

لَمَّا سمع مُوسَى عَلَيْهِ السَّلَامُ كلام الله تعالى أنس بالصوت فَقَالَ يا رب أَسْمَعُ صَوْتَكَ وَلَا أَرَى مَكَانَكَ فَأَيْنَ أَنْتَ؟  فَقَالَ الله سبحانه أَنَا فَوْقَكَ وعن يمينك وعن شمالك وَأَمَامَكَ وَخَلْفَكَ وَمُحِيطٌ بِكَ

 “Mûsâ aleyhi's-selâm Allah Teâlâ’nın kelamını işitince sesle ünsiyet buldu ve dedi ki:

“Ey rabbim! Sesini işittim, mekânını göremedim. Sen neredesin?” Allah Subhânehu buyurdu ki:

“Ben senin üstündeyim. Sağından, solundan, önünden ve arkandan seni kuşattım.”[12]

Uyarı: Bu rivayette Musa aleyhi's-selâm’ın Allah Azze ve Celle’ye mekân nispet etmesi açıktır. Lakin Ebu Nasr es-Siczî, Zebid Halkına Mektup kitabında kendisinin de zikrettiği bu rivayetteki bu manadan gaflet ederek Eşari’lerin “Allah’ı mekândan tenzih” tuzağına düşmüş, risalesinin başka bir yerinde şöyle demiştir:

Hak ehline göre Allah Subhânehu zatıyla halktan ayrıdır, keyfiyet ve mekân olmaksızın arşın üzerindedir

Bize göre Allah mekânlardan ayrıdır, her muhdesin (sonradan olma şeylerin) üzerindedir

Allah Subhânehu ise arşın üzerindedir, mekân veya sınır söz konusu değildir. Allah Subhânehu’nun mekânda olmadığı hususunda ittifak ettik. Sonra mekânı yaratmıştır. Allah, mekânı yaratmadan önce nerede ise oradadır.”

Şüphesiz Cehmiyye ve Mu’tezilî Eşarilere reddiye vermeye çalışırken, es-Siczî’den bir zuhûl eseri olarak sadır olan bu sözler, şaz sözlerdir. Elbette es-Siczî, Mu’tezile, Cehmiyye ve Eş’âriler’in akidesinde değil, bilakis onları şiddetle reddeden bir imamdır. Lakin şeklen Cehmîlerin sözüne benzeyen sözler kendisinden hatâ ile çıktı diye es-Siczî rahimehullah Cehmîlik, Eş’arilik veya Mu’tezilelik ile itham edilemez! Bu açıktır. Ama maalesef asrımızda iş bilmez cahiller, Beyhakî, Zehebî, Nevevi, İbn Hacer, el-Elbani gibi hadis ehli imamları, isim-sıfat meselelerinde hata ettikleri bazı sözlerden dolayı hemen Cehmîlik vb. ithamlarla suçluyorlar!

10- Hammad b. Zeyd rahimehullah şöyle demiştir:

‌هُوَ ‌فِي ‌مَكَانِهِ ‌يَقْرُبُ مِنْ خَلْقِهِ كَيْفَ شَاءَ

“O (Allah Azze ve Celle) mekânındadır, mahlûkatına dilediği gibi yakınlaşır.”[13]

11- el-Fudayl b. Iyad rahimehullah şöyle demiştir:

إِذَا قَالَ لَكَ الجهمي إنا لا نؤمن بِرَبٍّ ينزل عَنْ مَكَانِهِ فَقُلْ أنت أَنَا أُؤْمِنُ بِرَبٍّ يَفْعَلُ مَا يَشَاءُ

“Bir Cehmî sana: “Biz mekânından nüzul eden bir rabbe iman etmeyiz” derse sen de de ki: “Ben dilediğini yapan bir rabbe iman ediyorum.”[14]

Ehl-i Sünnet İmamların Sözlerinden Bazıları

12- İbn Kuteybe ed-Dineverî rahimehullah dedi ki:

ولو أن هؤلاء رجعوا إلى فطرهم وما ركبت عليه خلقتهم من معرفة الخالق سبحانه لعلموا أن الله تعالى هو العلي وهو الأعلى وهو بالمكان الرفيع

“Şayet bu kimseler, yaratıcının kendilerini yaratmış olduğu fıtratlarına dönseler, Allah Teâlâ’nın yüce, yukarıda ve yüksek mekanda olduğunu anlarlardı.”[15]

13- Osman b. Said ed-Darimi şöyle demiştir:

وَكَيْفَ يَهْتَدِي بِشْرٌ لِلتَّوْحِيدِ، ‌وَهُوَ ‌لَا ‌يَعْرِفُ ‌مَكَانَ ‌وَاحِدِهِ

“Bişr (el-Merisî) tevhide nasıl hidayet bulabilir ki? O birlediği zatın mekanını bilmiyor!”[16]

14- Et-Taberî rahimehullah şöyle demiştir:

وقال آخرون: معنى ذلك: وهو العَلِيُّ على خَلْقِه، بارتفاعِ ‌مكانِه ‌عن ‌أماكنِ ‌خَلْقِه

“Diğerleri de dedikler ki: “Bunun manası yarattıklarından üstte olması, mahlûkatın mekanından yüksek bir mekanda olmasıdır…”[17]

15- İbn Batta rahimehullah şöyle demiştir:

لَكِنَّا نَقُولُ: ‌إِنَّ ‌رَبَّنَا ‌تَعَالَى ‌فِي ‌أَرْفَعِ ‌الْأَمَاكِنِ، وَأَعْلَى عِلِّيِّينَ قَدِ اسْتَوَى عَلَى عَرْشِهِ فَوْقَ سَمَاوَاتِهِ وَعِلْمُهُ مُحِيطٌ بِجَمِيعِ خَلْقِهِ

“Lakin biz deriz ki: Rabbimiz Teâlâ mekânların en yükseğinde, a’lâyu illiyyindedir. Semalarının üzerindeki arşı üzerine istiva etmiştir. İlmi bütün mahlûkatını kuşatmıştır.”[18]

Bu gibi nakilleri çoğaltmak mümkündür. Lakin Ehl-i Sünnet’ten hiçkimse Allah’ın mekândan münezzeh olduğunu söylememiştir. Bunu ancak Cehmîyye söylemiştir:

16- İmam Harb el-Kirmanî rahimehullah şöyle demiştir:

والجهمية أعداء الله: وهم الذين يزعمون أن القرآن مخلوق وأن الله لم يكلم موسى، وأن الله لا يتكلم، ولا يرى، ‌ولا ‌يعرف ‌لله ‌مكان، وليس لله عرش، ولا كرسي وكلام كثير أكره حكايته، وهم كفار زنادقة أعداء الله فاحذروهم

 “Cehmiyye: Allah’ın düşmanlarıdırlar. Onlar Kur’ân’ın mahlûk olduğunu, Allah Azze ve Celle’nin Musa aleyhi's-selâm ile konuşmadığını, Allah’ın konuşucu olmadığını, görülmeyeceğini, Allah için bir mekân tarif edilemeyeceğini, Allah’ın arşı ve kürsisi olmadığınıı iddia ederler. Onlar Allah’ın düşmanı zındık kâfirlerdir. Onlardan sakının!”[19]

17- Şeyhulislam İbn Teymiyye rahimehullah şöyle demiştir:

ولا يقدر احد ان ينقل عن احد من سلف الامة وائمتها في القرون الثلاثة حرفا واحدا يخالف ذلك لم يقولوا شيئا من عبارات النافية ان الله ليس في السماء والله ليس فوق العرش ولا انه لا داخل العالم ولا خارجه ولا ان جميع الامكنة بالنسبة اليه سواء ولا انه في كل مكان أو أنه ليس في مكان او انه لا تجوز الاشارة الحسية اليه ولا نحو ذلك من العبارات التي تطلقها النفاة

“Ümmetin ilk üç asırdaki selefinden ve imamlarından birinin buna aykırı tek bir sözünü kimse nakledemez. Onlar Allah’ın semâda olmadığı, arşın üzerine olmadığı, âlemin ne içinde, ne dışında olduğu, bütün mekanların O’na eşit seviyede olduğu, O’nun hiçbir mekanda olmadığı veya bir mekanda olmadığı, O’na hissi bir işaretle işaret etmenin caiz olmadiğı gibi nefiycilerin kullandıkları ibarelerden bir şey kullanmamışlardır.”[20]

Şeyhulislam İbn Teymiyye rahimehullah, Selef’in Allah’ı asla mekândan tenzih etmediklerini ifade etmiştir.



[1] Sahih. Buhârî (7440) Ahmed (3/244) İbn Ebi Asım es-Sunne (804) İbn Huzeyme et-Tevhid (353) Zehebi el-Arş (41)

[2] Sahih. Buhârî (7517)

[3] Zeylu Tabakati’l-Hanabile (3/35)

[4] Şerhu Kitabi’t-Tevhid Min Sahihi’l-Buhârî (2/461)

[5] Tahricu Şerhi’t-Tahaviye (s.148)

[6] Hasen. İbn Muhib es-Samit Sıfatu Rabbi’l-Âlemin (1114) Darekutni en-Nuzul (55) İbn Kayyım Tariku’l-Hicreteyn (1/465) Bütün ravileri sikadır, Yunus b. Ebi İshak saduktur.

[7] Sahih. Muslim (537)

[8] Sahih. Zehebî el-Uluv (64) Zehebi sahih kaydıyla: el-Arş (42)

* İbn Abbas radıyallahu anhuma’dan şahidi: Ahmed (1/281) Tayalisi (2711) İsnadında Ali b. Zeyd b. Cud’an vardır.

* Ebu Hureyre radıyallahu anh’den şahidi: Ebu’ş-Şeyh el-Azamet (1/72)

[9] Beyhakî el-Esmâ ve’s-Sifat (265) Sa’lebi el-Keşfu ve’l-Beyan (10/143) Begavi Şerhu’s-Sunne (1293) İbn Hayrun Fevaid (50) Deylemi (4559) el-Elbani es-Sahiha (104) İsnadında İbn Lehia bulunsa da, ondan rivayet eden kişi Kuteybe b. Said’dir. Kuteybe, İbn Lehia’nın hafızasının karışmasından sonraki rivayetlerinden skınmıştır. Derrac’ın Ebu’l-Heysem’den rivayetinde zayıflık vardır. El-Elbani tarikleriyle hasen demiştir.

[10] Deylemi (8060) Zehru’l-Firdevs (2991) isnadı hasen olmaya elverişlidir. Ancak Cabir radıyallahu anh’den meşhur olan bu rivayetin sadece bu tarikinde mekân lafzı geçer.

[11] Sahih maktu. Beyhakî el-Esma ve’s-Sifat (855) Taberî Tefsir (16/95) Ebu’ş-Şeyh el-Azamet (2/690, 714) Zehebi el-Arş (145)

[12] Hasen maktu. İbn Ebî Hâtim Tefsir (16122) Ahmed Zühd (348) İbn Asakir Tarih (61/44, 48, 50) İbn Kuteybe Te’vilu Muhtelifi’l-Hadis (s.275) Dineveri el-Mucalese (1452) es-Siczî Risale İla Ehli Zebid (s47) Abdussamed b. Ma’kil yoluyla gelen tarik hasendir.

[13] Sahih maktu. Ukaylî ed-Duafa (1/143)

[14] Sahih maktu. Buhârî Halku Ef’ali’l-İbad (s.33) el-Lalekai İtikad (3/452) Ebu Osman es-Sabuni Akidetu’s-Selefi Ashabi’l-Hadis (benim tercümem s.69) Ebu Bekr el-Esram’ın es-Sunne adlı eserinden isnadıyla naklen: İbn Teymiyye Mecmuu’l-Fetava (5/377) İbn Teymiyye el-İstikamet (1/77)

[15] Te’vilu Muhtelefi’l-Hadis (s.394)

[16] Dârimî en-Nakz (1/142)

[17] Taberî Tefsir (4/545)

[18] İbn Batta el-İbane (7/141)

[19] Kirmani Mesail (3/980)

[20] Beyanu Telbisi’l-Cehmiyye (3/424)

27 Ekim 2024 Pazar

Kuduz Hastalığı ve Hastalık Bulaşması Hurafesi Hakkında

 

Şöyle sorulmuş: “Ben hastalığın bulaşması konusunda, bulaşcılığa inananı tekfir ediyorum. Sormak istediğim, örnek veriyorum; hasta ya da kuduz bir köpek bizi  ısırsa, kuduz aşısı olmamızın hükmü nedir? Kuduz aşısı olarak hastalığın bulaşması yoktur hadisine muhalefet mi etmiş oluruz yoksa kuduz farklı bir hastalık mıdır o sebepten bir mazur yok mudur?”

Cevap:

Hastalığın bulaştığına inananı tekfir etmen, hem İslâm akidesini hem de kendi haddini bilmediğini gösterir. “Hastalığın Allah’ın takdiriyle bulaştığı” şeklindeki te’vil, birçok Ehl-i Sünnet âlimlerinin de benimsediği bir yorumdur. Hatta sahabe arasında da bu şekilde yaygın bir kanaat vardı ve hastalık bulaşması zannnı reddeden hiçbir âlim sahabe, bu konuda yanlış kanaatte olanları tekfir etmemişlerdir! Bu sebeple, ümmetin en hayırlıları olduklarına şahitlik edilen selefin menhecine gözleri yumup da, yel değirmenlerine karşı harbe giden Don Kişot gibi boşboğazlıkla hareket etmek yiğitlik ve cengaverlik değil, ahmaklıktır!

Ancak “Hastalık bulaşması yoktur” mealindeki mütevatir hadisleri inkâr eden yahut bulaşıcı hastalık gerekçesiyle cemaatle namazı yasaklayan, safları birleştirmeyi reddeden, namazda maske takan, hac ve umreyi yasaklayan kimseler İslam’dan çıkaran küfürle kâfir olurlar.

Çünkü şayet bir kimse “Hastalık bulaşması yoktur” hadisini inkar etmediği halde, diğer bazı hadislerle şüpheye düşüp aralarını cem edemediği için “Allah’ın takdiriyle bulaşır” diye inanıyorsa, bu kimse hatalı bir te’vil üzerindedir. Ama hastalığın bulaştığına inanmasına rağmen namazda safları birleştirmiyor, namazda maske takıyorsa o kimse apaçık bir kâfirdir, “Allah’ın takdiriyle bulaşır” şeklinde inandığı iddiasında da yalancıdır! Çünkü şayet hastalığın bizzat etkili olmayıp, Allah’ın takdiriyle etkili olduğuna gerçekten iman etseydi, Allah’ın kesin emri olan cemaatle namazı, bu namazda safları birleştirmeyi ve maske takmadan namaz kılma riskini – kendi itikadına göre bir risk – göze almak zorundaydı! Zira cemaatle namaz emredilmiş, bu namazda safları birleştirmek emredilmiş ve namazda ağzı örtmek yasaklanmıştır. Bu emir ve yasağı devre dışı bırakacak hiçbir nas gelmemiştir! Allah’ın ve rasulünün vermiş olduğu bir emri ya da yasağı, Allah ve rasulünden başkasının sözüyle geçersiz kılmak şüphesiz apaçık bir şirktir!

Nitekim bu konuda böylesi bir şirki din edinen sözde din adamları (!) canı koruma zarureti gibi tatavalar ettiler! Dinin korunmasının, canı korumadan önce geldiği hakikatini savsakladılar! Fiilî savaş halinde, düşman saldırısı tehlikesi altında bile cemaatle namazın terk edilmeyip, korku namazı kılınmasını görmezden geldiler!

Kısacası, şayet hastalık gerçekten bulaşıcı olsaydı bile bizim cemaatle namazı yasaklamaya, safları ayırmaya, namazda maske takmaya kalkmamız yine bir şirk olurdu! Çünkü dinin sahibi bunları emrederken, bulaşıcı hastalık vb. sebeplerle bu emrin geçersiz olacağına dair bir ruhsat vermemiştir! Hastalığın Allah’ın takdiriyle bulaştığına inanıyor olsaydık bile hakiki manada fayda ve zarar verme gücünün yalnız Allah’a ait olduğuna iman ederek, yine de safları birleştirerek ve ağzı örtmeden namaz kılmak zorunda olurduk. Peki ya hastalığın bulaştığına inanmamız yasaklanmışken bunlar nasıl olabilir?

Kuduz Hastalığı Meselesi:

Muslim, Ebu Hureyre radıyallahu anh’den rivayet ediyor: Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

طَهُورُ إِنَاءِ أَحَدِكُمْ إِذَا وَلَغَ فِيهِ الْكَلْبُ أَنْ يَغْسِلَهُ سَبْعَ مَرَّاتٍ أُولَاهُنَّ بِالتُّرَابِ

Birinizin kabından köpek yaladığı zaman onun temizlenmesi; ilki toprakla olmak üzere yedi defa yıkanmasıdır.”[1]

Zehebî Tıbbu’n-Nebevî kitabında şöyle demiştir: “Böyle emredilmiştir, çünkü köpeğin zehiri salyasından akar ve eğer kabı yalarsa, bir uzuvdan diğer uzva geçmesi gibi köpeğin tükürüğünden zehir geçer. Allah en iyi bilendir ama Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem buna mani olmak ve ümmetine şefkatinden dolayı kabın yıkanmasını emretmiştir.”[2]

Kuduz hastası köpeğin ısırması veya salyasıyla insana intikal eden zehirin vücutta hızla yayılmasına şu hadiste işaret edilmiştir:

Muaviye radıyallahu anh’den: “Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

إِنَّ أَهْلَ الْكِتَابَيْنِ افْتَرَقُوا فِي دِينِهِمْ عَلَى ثِنْتَيْنِ وَسَبْعِينَ مِلَّةً وَإِنَّ هَذِهِ الْأُمَّةَ سَتَفْتَرِقُ عَلَى ثَلَاثٍ وَسَبْعِينَ مِلَّةً - يَعْنِي الْأَهْوَاءَ - كُلُّهَا فِي النَّارِ إِلَّا وَاحِدَةً وَهِيَ الْجَمَاعَةُ وَإِنَّهُ سَيَخْرُجُ فِي أُمَّتِي أَقْوَامٌ تَجَارَى بِهِمْ تِلْكَ الْأَهْوَاءُ ‌كَمَا ‌يَتَجَارَى ‌الْكَلْبُ ‌بِصَاحِبِهِ لَا يَبْقَى مِنْهُ عِرْقٌ وَلَا مَفْصِلٌ إِلَّا دَخَلَهُ

Dikkat edin! Muhakkak ki sizden önceki kitap ehli yetmiş iki millete ayrıldılar. Şüphesiz bu ümmet de yetmiş üç milllete ayrılacak, biri dışında hepsi de (yani hevâ fırkaları) ateşte olacaktır. O biri de el-Cemaattir.Muhakkak ümmetimde bazı kavimler çıkacak, kuduzun sahibinde süratle girmedik damar ve eklem bırakmadığı gibi, hevâları yayacaklardır.” [3]

Aşı konusuna gelince Louis Pasteur adındaki sahtekarın şarlatanca işleri sebebiyle, sözde modern tıp (!), kuduz hastalığının virüs sebebiyle bulaştığı şeklinde saçma sapan bir hurafeyi ortaya atmıştır!  

“Kuduz aşısı saçtıkları” iddiasıyla, düzenli aralıklarla havadan uçaklarla milyonlarca insanın zehirlenmesi, böylece modern tıbbın ticari tuzağı olan ilaçlara abone olmaları için “Chemtrails” adı verilen ilaçlamaları yapmaktadırlar. Sonra da havadan zehirledikleri insanları, sözde bulaşıcı olduğunu iddia ettikleri hastalıklara maruz kaldıklarına inandırarak, aşı, ilaç gibi desiselerini pazarlamaktadırlar.

Kuduz virütik bir hastalık değildir, hiçbir hastalık virütik değildir, çünkü virüs diye bir şey yoktur!

Zararlı mikrop, bakteri vs diye bir şey de yoktur.

Bu tamamen modern tıp tüccarlarının aldatmacasından ibarettir. Zehirlenmeye maruz kalmış hasarlı hücreleri de “virüs ya da zararlı bakteri” diye lanse ederek, cahiliyyenin “hastalık bulaşması” hurafesini hortlatmışlar ve bu hurafeyi yaşatmak için ellerinden gelen her hileye başvurmaktadırlar!

Tıpkı kuş gribi tezgâhı, domuz gribi şaklabanlığı ve son olarak kovit düzenbazlığında yaptıkları gibi!

Eşşek çok olunca hepsine semer yetiştiremiyor olmalılar ki, pandemi yalanlarını dinlene dinlene ortaya atıyorlar! İnce işçilikle dokumaya devam ettikleri iklim pandemisi yalanını bakalım ne zaman piyasaya sürecekler…

Kuduz hastalığının belirtileri, teşhisi ve tedavisi hakkında İbn Tulun, Tıbbu’n-Nebevî kitabında (s.303) şunları söylemiştir:

Belirtiler: Kuduz hastalığı köpekte delilik meydana getirir ve mizacını sevdâ olarak değiştirir. Bunun alameti gözlerinin kızarması, dilini sarkıtması, ağzından salya akması, başını yere doğru eğerek kulaklarını sarkıtması, kuyruğunu ayakları arasına alması, derisinin kaşıntılı olup sürekli hasta gibi olması, sarhoş gibi hareket etmesidir. Onu gören onun hırladığını ama çok az havladığını görür. Diğer köpeklerden uzak durur, yemek yemez, suyu görünce kaçar. İnsanı ısırdığı zaman benzer hastalıklar onda da görülür. Isırılan kişi bir veya iki haftadan altı aya kadar sudan korkar.

Teşhis: Eğer kuduz şüphesi varsa bir parça ekmek alınır, ona köpeğin ısırdığı yerden akan kan damlatılır, bu ekmek diğer bir köpeğe atılır. Eğer köpek bu ekmeği yerse kuduz hastalığı yoktur. Eğer yemezse kuduz hastalığı var demektir.

Tedavi: Isırılan yer bağlanıp üzerine hacamat kupası kapatılır ve oradan kan çekilir. Bozuk maddelerin çıkması için yara açık halde bırakılır. Arpa suyu ve oğlak eti kullanılır.  



[1] Sahih. Muslim (279) Buhârî (172)

[2] Zehebi Tıbbu’n-Nebevi (s.260)

[3] Hasen. Ahmed (4/102) Ebû Dâvûd (4597) Fesevi Ma’rife (2/331) Dârimî (2521) İbn Ebi Asım es-Sunne (1-2) Taberânî Mu'cemu'l-Kebîr (19/376) Taberani Musnedu’ş-Şamiyyin (1005) Hakim (1/218) el-Elbani es-Sahiha (204)

21 Ekim 2024 Pazartesi

Mut'a Nikahı Hakkında Bir Şüphenin Giderilmesi

 Malumdur ki mut’a evliliği haramdır ve bu konuda savaş halindeki zarurete dayalı olarak verilen ruhsat da nesh edilmiştir.

Lakin mut’anın haram kılınmasından önce bunun ne şekilde yapıldığı, şahitsiz ve veli izni olmadan mı yapıldığı sorgulanmakta, şayet bu bir zina ise nasıl bir dönem buna ruhsat verildiği hakkında şüpheler ortaya atılmaktadır.

Ebu Bekr el-Cassas rahimehullah şöyle demiştir: “Şayet: “Mut’a’ya zina denilmesi caiz değildir. Çünkü nakil ehli, mutanın bir dönem mubah olduğu hususunda ihtilaf etmemişlerdir. Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem, Allah’ın hiçbir zaman mubah kılmadığı zinayı mubah kılmamıştır” denilirse, denilir ki:

Mut’a mubah olduğu zamanda zina değildi. Allah Teâlâ onu haram kılınca ona zina denilmesi caiz oldu…

Nitekim Nebî sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur: “Gözler zina edeler, ayaklar zina ederler, gözün zinası bakmak, ayakların zinası yürümektir. Cinsel organ bunları ya tasdik eder, ya da yalanlar.”

Nebî sallallahu aleyhi ve sellem bunlara, haram oldukları için zina ismini mecaz yoluyla kullanmıştır. Aynı şekilde mut’a hakkında da haramlığını ifade için mecac yoluyla zina ismi kullanılır.” (Ahkamu’l-Kur’ân 3/96)

Mut’a nikâhı, kolaylaştırma türünden idi. Bu yüzden şehirlerde değil, ancak savaş ortamında mubah kılınmıştı.

Ebu Bekr el-Hazimî rahimehullah dedi ki: “Kays b. Ebi Hazım dedi ki: İbn Mes’ud radıyallahu anh’ı şöyle derken işittim: “Biz Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem ile beraber savaşıyorduk, yanımızda kadınlar yoktu. Hadım olmak istedik, Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem bizi bundan yasakladı. Sonra bize bir şey karşılığında belli bir süreye kadar kadını nikâhlamaya ruhsat verdi.” Bu tarik hasen sahihtir. İslam’ın ilk yıllarında bu hüküm mubah ve meşru idi. Nebî sallallahu aleyhi ve sellem ancak İbn Mes’ud radıyallahu anh’ın zikrettiği sebeple bunu mubah kılmıştı. Bu ancak savaşlarda olmuştu. Nebî sallallahu aleyhi ve sellem’in şehirlerde bunu mubah kıldığına dair bir şey bize ulaşmamıştır.” Hazimi, en-Nasih ve’l-Mensuh (s.176)

Bu kolaylaştırmadan dolayı mut’a nikâhında, örfi nikahtaki şartlar koşulmamıştır. Sebra b. Ma’bed radıyallahu anh hadisi buna işaret etmektedir:

“Nebî sallallahu aleyhi ve sellem Mekke Fethi yılında ashabına kadınlarla mut’a yapmalarını emretmişti. Ben ve Suleymoğullarından bir arkadaşım çıktık, Amiroğularından bakire bir cariye bulduk, onu kendisinden isteyerek talip olduk ve bürdelerimizi teklif ettik. Bana baktı ve benim arkadaşımdan daha yakışıklı olduğumu gördü. Arkadaşımın ise bürdesi benimkinden daha güzeldi. Bir süre düşündü ve beni arkadaşıma tercih etti. Onunla üç gün beraber oldum. Sonra Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem bize onlardan (mut’a yaptığımız kadınlardan) ayrılmamızı emretti.” (Muslim 1406)

Bu rivayet, mut’a nikâhının şahitsiz ve veli izni olmadan yapıldığını göstermektedir.

İbn Abdilber rahimehullah dedi ki: “Mut’a nikâhının şahitsiz ve veli izni olmadan yapıldığında icma ettiler. O belli bir süreye kadar olan nikâhtır. (Süre bitince) talak söz konusu olmaksızın ayrılık gerçekleşir. Eşler arasında miras söz konusu olmaz. Bu ise Allah’ın kitabında ve Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’in sünnetindeki evlilik hükümlerinden değildir!” (et-Temhid 10/116)

Şekil bakımından mut’a, meşru olan nikâha benzememektedir. Ancak mut’a, zinadan ayrıntılarda ayrılır: nesebin korunması ve akrabalık mut’a ile sabit olur. Zina da ise nesebin karışması söz konusudur. Yine mut’a’da istibrâ vardır.

El-Mevsuatu’l-Fikhiyeti’l-Kuveytiye’de (14/341) şöyle denilir: “Fakihler mut’a nikâhıyla hamile kalan kadın hakkında, çocuğun ilişkiye girmiş olduğu kimsenin nesebine katılacağı hususunda ittifak ettiler. Nikâh akdinin sahih olup olmaması fark etmez. Nikâh akdinde şüphe olsa bile, kadın, döşek sahibidir…

Yine mut’a nikâhında meydana gelen ilişki sebebiyle erkek ile kadının akrabaları arasında hurmetu musaharet (evlilik akrabalığı) meydana geleceğinde ittifak ettiler.”

Bu açıklamalardan sonra anlaşılmıştır ki, Ömer radıyallahu anh’ın mut’a nikâhı ile ilgili uyguladığı yasak, mut’a’nın şehirlerde uygulanması hakkındadır. Nitekim Nebî sallallahu aleyhi ve sellem’in mut’a hakkında daha önce vermiş olduğu ruhsat da şehirlerdekiler hakkında değil, ancak savaş anındaki zaruret halinde idi. Bazı sahabeler bu ruhsatı genel anlamış ve şehirlerde uygulamışlar, bunun üzerine Ömer radıyallahu anh, bu yanlış anlamaya dayalı uygulamayı iptal etmiştir.

İbn Abbas radıyallahu anhuma’nın mut’a hakkında verdiği cevaz da ancak savaştaki zaruret hali ile ilgilidir. Nebî sallallahu aleyhi ve sellem’in savaş ortamında ruhsat verdiği mut’ayı daha sonra yasaklamasını, İbn Abbas radıyallahu anhuma yalnız şehir ortamı hakkında geçerli bir yasak olarak yorumlamış ve savaş ortamındaki zaruret halinde ruhsatın devam ettiği görüşünde olmuştur. Ancak sahabenin çoğunluğu, savaş ortamında dahi mut’anın nesh edilmiş olduğu kanaatindedirler.

Özetle, şehirlerde mut’a yapmanın haram olduğu hususunda hiçbir ihtilaf veya şüphe yoktur. İbn Abbas radıyallahu anhuma’ya nispet edilen mut’aya cevaz verdiği görüşü ise yine kendisinden sabit olduğuna göre savaş ortamındaki zaruret haliyle kayıtlıdır. Ehl-i Sünnetin geneli, savaş halindeki zaruret halinde de olsa mut’anın mutlak olarak yasaklandığı, bu konudaki ruhsatın nesh edildiği görüşündedirler.

Şia’nın şehirlerde uygulamakta olduğu mut’a ise haram oluşunda hiçbir şüphe bulunmayan bir uygulamadır. İbn Abbas radıyallahu anhuma’nın görüşü de onlara bir delil değildir!   

Meclislerin Keffareti

Meclislerin Keffareti
"Subhâneka'llâhumme ve bihamdik ve eşhedu en lâ ilâhe illâ ente estağfiruke ve etûbu ileyk" (Taberani 10/164, el-Elbânî Sahîhu'l-Câmi (4487)