Sözlerin en doğrusu Allah'ın kelamı, yolların en hayırlısı Muhammed Aleyhisselam'ın yoludur. Dinde her sonradan çıkarılan şey bidattir.Her bidat sapıklıktır ve her sapıklık da cehennemdedir (Muslim no: 867)

Duâ

Duâ

5 Temmuz 2025 Cumartesi

Dünyada Sakala ve İslam Şiarlarına Karşı Yapılan Savaş – 2 -

 Batılı Oryantalistler ve Akademisyen Araştırmacıların Sakala Karşı Harbi

Bu tarz kimselerin sakala karşı harpleri devletlerin harplerinden daha tehlikelidir. Çünkü devletlerinin İslam ve müslümanlar aleyhindeki proglamlarını bu kimseler şekillendirmekte, sakallılar hakkında çirkin tanıtıcı lakaplar kullanmakta, onları terörle vb. nitelemektedirler.

Bu kimseler savaşlarını açıktan değil, gizlice ve hileli yollarla sürdürürler. Allah Azze ve Celle şöyle buyurmuştur:

Onlar düzen kurarlardı ama Allah da düzen kuruyordu. Şüphesiz Allah düzen kuranların en hayırlısıdır.” (Enfal 30)

Hristiyan Kuruluşların Sakala ve Sakallılara Karşı Harbi

Batılı devletlerin müslümanların ükeklerinde çalışan kuruluşları aslında devletlerinin elçileridir. Devletlerinin maslahatları için çalışırlar ve müslümanlara karşı harb ederler. Dinlerinin birçok âdetlerini yayarlar, müslümanların arasında çirkinlikleri ortaya koyarlar ve müslümanların çocuklarını sakaldan ve sakallılardan hileli yollarla nefret ettirirler. Kendileriyle çalışacak kimselere erkekse sakalı traş etmesini, kadınsa tesettürü terk etmesini şart koşarlar. Kadının sosyal hayata katılması bahanesiyle kadın-erkek karışık ortamlarda bulunmasını şart koşarlar. Bunun gibi bozguncu vesilelerle kadının evden çıkmasını teşvik ederler.

   Batılı Devletlerin Haber Ajanslarının Sakala Karşı Harb Etmeleri

Bu devletlerin haber ajansları müslümanların ülkelerinde kaosu yaymakta, halkı ayırıp bölmekte, çekişmelerin fitilini ateşlemektedir. Bu haber ajansları sakal, tesettür gibi İslam şiarlarına karşı çeşitli hileli yollarla harp etmektedirler.

Sahih İslam’ı ve mensuplarını çirkin göstermek için sakallı ve dindar müslümanları, suçsuz kimseleri öldüren terör örgütlertinin mensupları gibi kanse ederler, insanları dinden ve dindarlardan uzaklaştırmak için İslamın giyimdeki şiarlarına tutunan kimseleri İşidci vb. terör isimleriyle bağdaştırmaya çalışırlar.

Durum öyle bir hale ulaşmıştır ki bazı kâfir devletler bizzat kendileri sakallı elemanlar yetiştirip kaos çıkarmakta, terör yapmakta ve bunları sakallı dindar müslümanların yaptığı şeklinde lanse etmektedirler.

Laiklerin Sakala ve Sakallılara Karşı Harpleri

Laiklerin sakala, tesettüre, İslam şiarlarına ve dindarlara karşı duydukları kin hiçbir akıl sahibine gizli değildir. Bu kimseler basın yayın organlarında söz sahibi olmuşlardır ve bu düşmanlıklarını her fırsatta dile getirmektedirler. Bunlar kendilerine bugün laik ve liberal denilen münafıklardır.

Onların kalplerinde bir hastalık vardır. Allah da onların hastalıklarını artırmıştır.” (Bakara 10)

Sakala Karşı Yürütülen Harbin Şekillerinden Bazıları

* Dizilerde ve filimlerde bazı sahabeleri sakalsız veya sakalı kısaltılmış şekilde göstermeleri. Bu durum dinî ve tarihi bu dizileri izleyen halkın zihnine, sakalı serbest bırakmanın İslam’ın zorunluluklarından değil de, isteğe bağlı birşeymiş gibi algılanmasına sebep olmaktadır.

* Karikatürlerde sakallıları alay edilen ve aşağılanan şekillerde çizmeleri

* Dizi ve filimlerde sakallı ve dindar kimseleri kötü karakter sahibi kimseler olarak göstermeleri

* Sakal ve sakallılar aleyhinde uydurma ve bâtıl hikâyeler, düzmece kıssalar yayınlamaları

* Sakallı kimseleri insanların önünde sert yapılı, şiddet yanlısı kimseler olarak göstermeleri

Şüphe yok ki o suçlular, iman edenlere gülerlerdi.” (Mutaffifin 29)

Dünya hayatını ahirete tercih edenler, Allah yolundan alıkoyanlar ve onun eğriliğini isteyenler var ya, işte onlar uzak bir sapıklık içindedirler.” (İbrahim 3)

Batılıların İstediği İslam

Eski CIA Direktörü James Woolsey 2006'da şöyle demişti: “Bize uygun bir İslam yaratacağız, sonra onları ayaklandıracağız, sonra onları fanatik sloganlara böleceğiz ve sonra yürüyerek gelip galip geleceğiz!”

Bu pislik böyle demişti! Onların İslamî kılık kıyafetle harpleri de onların “Bize uygun bir İslam” sözlerine dâhildir. Suriye'de el-Culani'yi lider yaptıklarında onun sakalını kısaltmasını da şart koşmalarından bunu anlayabilirsiniz!

İslam ümmeti arasında şehvetleri ve şüpheleri yaymışlardır. Zındık ve münafık partileri, grupları desteklemişler, iktidar sahibi olmalarını sağlamışlar, iktidarların demokratik oylama yoluyla seçildiğini zanneden bazı ahmaklar oy kullanmaya cevaz vermiş, dinlerinde sebat eden müslümanlar ise buna karşı çıkmışlar, bu durum da müslümanlar arasında başka bir kaos ve ayrılığa sebep olmuştur.

Kâfir istihbaratçılar, Kur’ân ve sünnet ilimlerinin öğrenilmesine karşı harp etmişler, bu şerefli ilimlerden uzaklaştırmışlar, ümmet arasında “Siz müçtehit misiniz de hadis kitapları okuyorsunuz?” diyerek mezheplere uymaya, hatta kıyas ve re’y gibi bâtıl metotlara çağıran davetçiler yaygınlaşmış, Kur’ân ve sünnetten ibaret vahye uymaya çalışanlar çirkin gösterilmiştir.

İslam’ı çirkin göstermek için Işid meselesini çıkarmışlar, satılmış hocaları uydu kanalları ve yayın araçlarında konuşturarak batılıların arzuladığı “sözde İslam” düşüncesini yaymayı amaçlamışlar, Kur’ân ve sünnete sarılmanın Işid gibi terörist ve sapkın yapılaşmalara sebep olacağı fikrini aşılamışlardır. Halbuki Işid, el-Kaide gibi terörist yapılar içerisinde Kur’ân ve sünnet ile amel eden tek bir kimse bile bulunmamıştır! Bu örgütlerin mensupları da batılıların arzuladığı İslam olan mezhepçilik, kıyas ve re’y esasları üzerinde hareket etmektedirler!

Batılıların arzuladığı İslam’da vela ve bera da yoktur! Sapıklıklara karşı çıkmak, bid’atlere reddiye vermek, bid’atçilerden uzaklaşmak yoktur!  Bu yüzden “Vasat İslam” diye bir tabir çıkarmışlardır ve bu sapıklığın da davetçileri hala davetlerine devam etmektedirler!

Sahih İslam’a sarılan Selefileri ayrılık ve ihtilaflara düşürmek için son zamanlarda selefî olduğu zannedilen bazı davetçileri ortaya çıkarmışlardır. Bunlardan bazıları Arap dünyasında Muhammed Şemşeddin, Adil Alu Hamdan gibi Haddadilerdir. Bu kimselerin saptırmalarını içeren kitaplar Türkçeye de tercüme edilmiştir. Kitap ve sünnetten hiçbir delili olmayan; Allah’ın arşa oturduğu, ayak ayak üstüne attığı gibi sözlerle selefilerin akidelerini bulandırmakta, bu şekilde inanmayanların Cehmî olduğu şeklinde asılsız ithamlarla fitneye sebebiyet vermektedirler.

Yine iplerini ellerinde tuttukları diğer kuklalar olan ilahiyatçılar vasıtasıyla da bid’at ehlini reddeden hadislerin sıhhati hakkında şüpheler atmakta, sapıklıkların reddedilmesini iptal ettirmeye çalışmakta, bid’at ve sapıklıklara reddiye verenleri ise aşırılık ve sertlikle nitelemeye yol vermektedirler.

Bütün Müslümanlara Nasihat

Allah’tan sakının ve O’nun dinini sahih temelleri olan kitap, sünnet ve sahabe ile tabiinden olan selefin anlayışına döndürün! Şu kâfirler ile onların kuyrukları olan münafık ve zındıkların anlayışlarına değil!

Allah Azze ve Celle şöyle buyurmuştur:

Rabbinizden size indirilene uyun. O’ndan başka velilere uymayın! Ne kadar da az öğüt alıyorsunuz.” (A’raf 3)

O halde aralarında Allah’ın indirdiğiyle hükmet. Sana gelen haktan onların hevâlarına uyma! Sizden her biri için bir şeriat ve apaçık bir yol tayin ettik. Allah dileseydi elbette sizi tek bir ümmet yapardı. Fakat size verdiği ile sizi imtihan etmek istedi. O halde hayırlarda yarışın. Hepinizin dönüşü Allah’adır. Artık ihtilaf ettiğiniz şeyleri size haber verecektir.” (Maide 48)

Onların aralarında Allah’ın indirdiğiyle hükmet de onların arzularına uyma. Ayrıca Allah’ın sana indirdiğinin bir kısmından seni fitneye düşürmelerinden sakın. Yüz çevirirlerse artık bil ki Allah onlara bir takım günahları sebebiyle musibet vermek istiyor. Muhakkak ki insanların pek çoğu fasıktırlar.” (Maide 49)

Şu halde, sen bundan dolayı davet et ve emrolunduğun gibi dosdoğru ol. Onların arzularına uyma ve de ki: “Allah’ın indirdiği her kitaba iman ettim. Aranızda adaletli davranmakla emrolundum. Allah, bizim de rabbimiz, sizin de rabbinizdir. Bizim amellerimiz bizim, sizin amelleriniz sizindir. Bizimle sizin aranızda artık bir delile gerek yoktur. Allah hepimizi bir arada toplayacaktır ve dönüş yalnız O’nadır.” (Şura 15)

Bir de zulmedenlere meyletmeyin, yoksa size ateş dokunur. Sizin Allah’tan başka velileriniz yoktur, sonra yardım göremezsiniz.” (Hud 113)

Eğer bilmiyorsanız, zikr (kitap ve sünnet) ehline sorun.” (Nahl 43)

Muhammed b. Sirin rahimehullah şöyle demiştir: “Muhakkak ki bu ilim dindir. O halde dininizi kimden aldığınıza dikkat edin!” (Muslim 1/11, Dârimî 438)

İblisin insanları saptırma ve tahrif edilmiş algılarla yönetme şebekeleri olan medyadan ve sosyal medyalardan uzak durun! Davet amacıyla dahi olsa bu şebekelere üye olarak İblis’in askerlerinden biri haline gelmeyin! Şunu iyi bilin ki bu sosyal medyalar aracılığıyla daveti kabul edenler de ancak İslam’a zarar verir. Şu an bunu anlamayan çok ama bunu idrak ettiğinizde iş işten geçmiş olacak!

Sahih İslam’ın batıl vesilelere ihtiyacı yoktur, şimdilik bunu anlayın yeter:

Allah, emrinde galip olandır, ancak insanların çoğu bilmezler.” (Yusuf 21)

Bilakis biz, hakkı bâtılın tepesine bindiririz de o, bâtılın işini bitirir. Bir de bakarsınız ki, bâtıl yok olup gitmiştir.” (Enbiya 18)

3 Temmuz 2025 Perşembe

Dünyada Sakala ve İslam Şiarlarına Karşı Yapılan Savaş – 1 -

 El-Elbani rahimehullah, sömürgeci kâfirlerin kendi emellerini uygulamak için önce müslümanlardan kimseleri alet etmelerine işaret ederek şöyle anlatmıştır:

“Büyük mescidde insanlara yakın bir zamana kadar, Fransızlar Suriye’yi sömürge haline getirene kadar Hanefi imam namaz kılıdırıyordu. Suriye’de Osmanlı’dan insanlara miras kalan durum bu idi. Zira Osmanlı’ların tamamı Hanefî mezhebinde idi. Fransa Suriye’yi işgal edip, sonra oraya kendi zamanında Şam diyarının muhaddisi olduğunu söyledikleri Bedruddin el-Huseynî’nin çocuklarından; Tacuddin el-Huseynî adındaki cumhurbaşkanını yerleştirdi. Şu an konumuz bu değildir. Önemli olan şudur: Şeyh Tacuddin b. Bedreddin, başında bir fes üzerinde beyaz bir sarık bulunan bir cumhurbaşkanı idi. Çünkü o böyle yaşıyordu. Bu durum, Fransa’nın siyasetine uymaktaydı. Zira onlar, kendileri tarafından bu ülkelerin sömürgeleştirilmesini kolayca kabullendirdiler. Bunun için müslümanlardan sarıklı bir şeyhi cumhurbaşkanı atamayı uygun gördüler. Bu adam Şafiî idi. Namazın düzenini değiştirdi. Şafiî imam, Hanefî imamdan önce namaz kıldırıyordu. Bu, mezhep taassubunun sonucudur…”

Önce İngilizlerin kurduğu, sonra Amerikalıların devam ettirdiği Suud Devleti ve Arapların körfez ülkelerinde sünnet olan sarığın yerine bid’at olan baş üzerinden atılan atkı taylasanların yaygınlaşmasını ve bunun İslam kıyafeti zannedilir olmasına yahut Yunan fesinin batı hayranı olmuş Osmanlılar eliyle müslüman kıyafetiymiş gibi algılanır olmasına değinmeme gerek yok sanırım.

Kâfirlerin bu gibi hilelerinden sonra diğer müslüman ülkelerinde olduğu gibi Suriye’de de kâfir kılık kıyafetleri yaygınlaştığından el-Elbani (ed-Daife 1/254) şöyle demiştir:

“Müslüman sarığa namaz dışında, namaz içinde olduğundan daha çok ihtiyaç duyar. Çünkü bu müslümanı kâfirden ayıran bir alamettir. Özellikle de müminlerle kâfirlerin görünüşlerinin birbirine karıştığı bu zamanda! Hatta müslümanın, tanıdığı ve tanımadığı müslümana selam vermesi zorlaşmıştır.”

Yine el-Elbani rahimehullah gençlere yaptığı bir nasihatinde şöyle demiştir:

“Müslüman gençlerimizden gerçekten istediğim şey görünüşlerinin kâfirlerin görünüşü gibi olmamasıdır. Başlarına (takke veya sarık gibi) bir şey koymaları mutlaka gerekir. Baş açık gezmenin İslam ile alakası yoktur. Bundan elli sene öncesine kadar mescide başı açık bir kimse girmezdi. Müslümanlar böyle nasıl bir musibete uğradı? Onlara semadan; dindarlık, sıhhat ve felsefe olarak baş açık gezmelerinin daha üstün olduğuna dair yeni bir vahiy mi geldi, ne oldu bilmiyorum!

Suriye’de, Ürdün’de, Mısır’da ve başka yerlerde bu ancak İslam ülkelerinde emperyalizm kuran Avrupalılardan yayılmıştır. O halde İslam’ı bütün olarak benimsememiz gerekir. Önce akide olarak, sonra tam bir şekilde uygulayarak. Ben “tam bir şekilde” dediğimde, inanıyorum ki tam şekliyle uygulamaya güç yetiremeyiz. Lakin hedefimizi önümüze koymamız ve dinimizi eksiksiz bir şekilde

Allah hiçbir nefse gücü yetmeyen şeyi yüklemez” (Bakara 286) ayetinin sınırında uygulamalıyız.

Görüyoum ki müslüman gencin sakal bırakmayı kabul etmesinden hareketle, başına bir şey giymesi daha kolaydır. Çünkü sakal bırakmak cihadı (mücadeleyi) gerektirir. O halde bu mücahid müslüman neden islamı izhar etmeyi tamamlamıyor?

Zira dış görünüş, iç âlemin yansımasıdır. İnanıyorum ki mesele ilim ehli, şuurlu kimseler ve yol göstericiler tarafından bilinçlendirilmeye muhtaçtır.  Sonra da her hallerinde sünnete ittiba etmekle yükümlü olan bu gençlerin gayretlerine muhtaçtır. Allah Azze ve Celle’den bizi ve onları sünnete ittibada muvaffak kılmasını dileriz.”

Sakala ve İslam Şiarı Giyimlere Karşı Savaşın Başlangıcı ve Müslümanların Safları Arasına Bu Savaşın Sokulması

Aralarında el-Elbani rahimehullah’ın da bulunduğu birçok alimler bu savaştan bahsetmişlerdir. Özeti şu şekildedir:

Sakala karşı savaş son asırda İngiliz, Fransız ve diğer Avrupalıların İslam ülkelerini işgal için açtıkları savaşla başlamıştır. Onlar halklara kendi kültürlerini, âdetlerini, taklitlerini, pantolon, kravat, sakal traşı gibi görünüşlerini işgal ettikleri İslam beldelerinde müslümanlara dayatmışlardır. Bilindiği gibi yenik düşen halklar, kendilerine galip gelen milletleri taklit etme kompleksine girerler. Nitekim İbn Haldun Mukaddime’sinde bu durumdan bahsetmiştir.

İngilizler geldiklerinde, onlar sakallarını traş edip bıyıklarını uzatan kimselerdi. Müslümanların ne gençleri ne de yaşlıları asla sakallarını traş etmezlerdi. Lakin galip gelen işgalciler bunları yapınca, halk da onlara benzemeye çalışıp taklid ettiler. Sakallarını traş edip bıyıklarını uzatmaya başladılar. Azar azar bu durum yaygınlaştı ve neticede bu taklide uymayan, onlara benzeşmeyen bir azınlık kaldı.

Sonra Fransızlar geldiler,  onlar da hem sakallarını hem bıyıklarını kesen, böylece erkekle kadın arasında en büyük farklardan birini ortadan kaldıran kimselerdi. Müslümanlar kendilerine galip gelen bu kimseleri görünce onlara da benzeşmeye ve taklid etmeye başladılar. Bu görüntü da onların arasında yaygınlaştı, öyle ki yalnızca bıyık bırakan erkekler dahi dindar olarak görülmeye başlandı!

Günler geçti ve müslümanların haçlılardan aldıkları bu âdetler müslüman toplumlarda yaygınlaştı. Gözlerinde sakal bırakan kimseler garip görünmeye ve yadırganmaya başlandı. Böylece sakal sadece dindarların bir şiarı haline geldi. Bundan dolayı araplar arasında sakallılara “mutavva/itaatkar” diye bir ıstılah kullanmaya başladılar. Çeşitli vesilelerle sakallıları/dindarları çirkin göstermek için harbi başlattılar.

İşgalci Hristiyanların dış görünüşteki âdet ve kültürleri İslamî toplumun şahsiyetini eritti. Bilindiği üzere kâfirlere dış görünüşte benzeşmek, içteki benzeşmeyi mutlaka beraberinde getirir ve onlara sevgi duymaya sebep olur. Dış görünüşlerinde onlara benzeşen birçok kimselerin, toplulukların, hatta milletlerin batılı kâfirlere kalplerinin de benzeştiğine, sakal, sarık, çarşaf gibi İslam şiarlarına karşı harbe katıldıklarına şahit olmaktayız. Özellikle onlardan etkilenmiş olan laikler, dilleriyle, kalemleriyle, yetkileriyle bu İslam şiarlarına karşı öfke kusmaktadırlar!

Batılıların fikrî alanda başlatmış oldukları soğuk savaşı, onların asalak taklitçileri olan laikler ganimet bilerek sürdürmektedirler. Bu yüzden batılı efendilerini överler, onların medeniyetlerini yüceltirler. Kadınıyla erkeğiyle onların hertürlü âdetlerini izhar etme kompleksine girerler, Yahudilerin zünnarını, kepalarını, sakallarını veya Hristiyan papazların görüntülerini garipsemezler.

İslam Şiarlarına ve Sakala Karşı Savaş Vesileleri

Görebilen kimselere gizli kalmadığı üzere sakala ve İslam şiarlarına karşı başlatılan savaş çeşitli vesilelerle sürdürülmektedir. Bazen yazarların kalemleriyle, bazen yayın vasıtalarında dilleriyle, bazen karikatür ve fotoşop yoluyla, bazen dizi filimler ve sinemalarla bu savaşı ilan etmektedirler. Sakallıları çirkin ve rezil işler yapan yahut terör yapan kimseler olarak lanse etmek suretiyle sakaldan ve sakallı müslümanlardan nefret ettirmeye çalışmaktadırlar.

Dinlerinin hükümlerini bilmeyen kadın erkek, büyük küçük milyonlarca kimsenin gözünde sakalı ve sakal bırakanları kötü göstermekte, bazen de filimlerde, programlarda sakal ve sakallılarla dalga geçmektedirler.

Bazen sakala karşı yürütülen bu savaş, sakallılardan oluşan silahlı örgüt kurup çirkin işler yaptırarak ve yeryüzünde fesat çıkararak sergilenmektedir. Sonra da müslümanları terörle itham ederek sözde teröre karşı mücadele maskesi altında müslümanların topraklarını işgal etmekte yahut müslüman toplum içerisinde kendilerine hayran edindikleri cahil müslümanları, İslam şiarlarını ortaya koyan müslümanlara karşı kışkırtarak, ellerini bile sürmeden müslümanları İslam’a düşman etmektedirler! Hizbullah, El-Kaide, Işid, Nusra, Taliban gibi kâfirlerin destekledikleri örgütler bu hain planın en açık göstergesidir!

Sakala karşı sürdürülen savaşın görüntülerinden bir diğeri, devlet dairelerinde, askeriyede vb. resmi görevlerde en düşük mertebedeki bir işte dahi sakalı yasaklamak için kanun yapmalarıdır.

Öyle ki küfür sevgisi kalplerine yer etmiş kimselerin özel şirketlerinde dahi sakallı kimseler işe alınmaz olmuştur!

Batılı Devletlerin İslam Şiarlarına Karşı Savaşı

Batılı devletlerin İslam’a karşı düşmanlıkları eskilere dayanır. Lakin onlar bu düşmanlıklarını “Demokrasi”, “Başkalarıyla barış içinde yaşam” gibi hilelerle gizlerler. Fakat bu düşmanlıkları zaman zaman dillerinden kaçmaktadır. Eski Amerika başkanı oğul Bush, Irak savaşı günlerinde: “Bu bir haçlı savaşıdır” demiştir. Yine o zamanlarda: “İslamî bir devlet kabul etmemiz mümkün değildir” demiştir.

Tarihi bilenlere Haçlı Devletlerin ilk savaşının sakala karşı harp olduğu hususu gizli kalmaz. Onlar sakalı kesmeye çağırmışlar ve bunu teşvik edip sakaldan sakındırmak için müslümanların arasında uygulamışlardır. Bu bilinen bir husustur. Onların sakallıları ve dinlerine sarılanları araştırmak üzere görevli casusları vardır. Onların ülkelerinde yaşayan müslümanlar bunu iyi bilirler. Hatta müslümanların ülkelerinde sakalla ve sakallılarla mücadelenin sebebi de, batılıların kanunlarına ve kuyruklarına tutunup bunları müslümanların safları arasında uygulamak istemeleridir.

Peki müslümanların çoğunun sakala karşı çıkması, sakallarını kısaltıp traş etmeleri ve sakaldan nefret ettirmeleri, kâfirlerin müslüman beldelerini işgal etmiş olmalarının bir göstergesi değil midir?

Batılı devletler sakala ve İslamî görünüşe karşı savaşlarını gizli tuzaklar içeren vesilelerle yürütmektedir. Bu çalışmalar Masonluğun dinlere karşı savaşına benzemektedir. Bunda şaşılacak bir şey yok, çünkü bu devletlerin kanunları, Masonlarla aynı şeyi hedeflemektedir!

Batılıların sakallı olmalarına rağmen Sufilere, Rafizilere, diğer bid’at ehline ve zındıklara karşı savaşmamalarına gelince, bunun sebebi onların Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’in getirmiş olduğu Sahih İslam’ı temsil etmiyor oluşlarındandır. Bu bid’atçiler batılı kâfirler için tehlike arz etmiyorlar! Hatta onların Sahih İslam’a karşı sürdürdükleri savaşa da hizmet etmektedirler!

İmam Mukbil el-Vadii rahimehullah, sarıklı olan bu sufi ve rafizi gibi bid’atçiler hakkında “Amaim alâ behâim/hayvanların başındaki sarıklar” tabirini kullanmıştır!

  Tarihten ve şu anki vakıadan bilinmektedir ki bu bid’atçi ve zındık fırkalar, batılıların elinde kılıçlar olup İslam ehline karşı darbe vurmuşlardır!


20 Haziran 2025 Cuma

Alimin Zellesine Uymamak ve Hata Eden Alimin Faziletini Tanımak

 Tabi olunamayacak bir zellesi bulunmayan bir âlim yoktur. Ancak bu durum onun imamlığını etkilemez ve bu sebeple sapık görülmez. Haddadîler ve benzerleri ise âlimlerin bazı hataları sebebiyle onların bid’atçi olduğuna ve sapıklık üzere öldüklerine hükmediyorlar! Bundan Allah’a sığınırız.

İbnu’l-Kayyım rahimehullah şöyle demiştir: “İki şeyin bilinmesi zorunludur ki, bunlardan biri diğerinden daha önemlidir. O da Allah, Resûlü, Kitab'ı ve dini için nasihat; Allah Teâlâ'yı elçisi ile gönderdiği hidayet ve açıklamalara aykırı düşen bâtil sözlerden tenzih etmek. Çünkü o sözler hikmet, maslahat, rahmet ve adâletine aykırıdır. Dolayısıyla bunları dinden uzaklaştırmak ve dinin dışına itmek gerekir. Bunları dine çeşitli te’vil ve yorumlarla birileri dâhil etmiştir.

İkincisi, İslâm âlimlerinin faziletleri, değerleri, hakları ve mertebelerinin bilinmesi. Onların fazilet, ilim ve Allah ve Resûlü için nasihatleri, söyledikleri her sözün kabul edilmesini gerektirmez. Onların fetvâları içerisinde, Allah Resûlü'ünden vârit olan rivâyetlerin kendilerine ulaşmamış olması sebebiyle, bilgileri oranında yorumladıkları meseleler olabilir. Bu meselelerin hakikate aykırı olması, sözlerinin tamamının reddedilmesini, onların küçümsenip aleyhlerinde ileri geri konuşulmasını gerektirmez.

Bu iki husus haktan sapma manasına gelen iki tavırdır. Doğru yol ise ikisi arasında olan yoldur. Onları günahkârlıkla itham etmediğimiz gibi, masum da kabul etmeyiz.

Râfizilerin Ali radıyallahu anh hakkındaki yollarına girmediğimiz gibi, Şeyhayn (Ebu Bekr ve Ömer radıyallahu anhuma) hakkındaki davranışları gibi de davranmayız. Aksine onların kendilerinden önceki sahâbîlere davrandıkları gibi davranırız. Çünkü onları ne günahkârlıkla itham ediyor, ne de masum olduklarını söylüyorlardı. Görüşlerinin tamamını kabul etmedikleri gibi, yok da saymıyorlardı. Onların dört halife ve diğer sahabilere karşı tutumlarının aynısını, bizim mezhep imamları hakkında takınmamızı nasıl eleştirebilirler ki?

Allah'ın göğsünü İslâm'a açtığı kişiler için bunların arasında bir zıtlık yoktur. Bu iki tutum ancak şu iki kişiden birisine göre çelişkili olur: Mezhep imamlarının değerlerini ve faziletlerini bilmeyen ya da Allah Teâlâ'nın elçisi ile gönderdiği şeriatın hakikatini bilmeyen. Şeriatı ve realiteyi bilen bir kişi şunu da kesinlikle bilir ki, İslâm üzerine sâbit ve güzel bir yaşantısı olan, İslâm ve Müslümanlar nezdinde iyi bir konum edinmiş büyük kişilerin elbette ki ayak kaymaları ya da yanılmaları olabilir. Onlar bu yanılma ve hatalarında mazurdurlar, dahası içtihatları karşılığında sevap bile alırlar. Bu yanlış içtihatlarında onlara tâbi olunmaz, buna karşın bu, onların konumlarını, imâmlıklarını ve Müslümanların gönüllerindeki yerlerini de yok saymayı gerektirmez.

Abdullah b. el-Mubarek rahimehullah şöyle demiştir: “Kûfe'de iken, ihtilaflı bir mesele olan nebîz (hoşaf) konusunda benimle münazara ettiler. Onlara dedim ki:

“Gelin, delil getirmek isteyen Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’in sahâbîlerinden ruhsat veren birisini ileri sürsün. Ona şiddetli bir cevap ile karşılık vermezsek, görüşü sahih sayılır.” Onlar delillerini ileri sürmeye başladılar. Onlar kimden bir ruhsat fetvâsı ileri sürseler, biz onlara daha sert bir karşılık verdik. Ellerinde Abullah b. Mesûd radıyallahu anh'den başka bir dayanak kalmadı. Nebiz hakkındaki sert ifadeler konusunda ona dayanarak söyleyecekleri sözlerden hiçbiri de sahih senetle sâbit değildir. Ondan gelen sahih rivayet ise kendisine sorulan nebizin yeşil testide yapılmamış olanı ile ilgilidir. İbnu'l-Mubarek rahimehullah dedi ki:

“Ruhsat konusunda İbn Mes'ud radıyallahu anh’ı delil gösterene dedim ki:

“Ey Ahmak! Düşün ki İbn Mes'ud radıyallahu anh şurada oturuyor olsaydı ve “O sana helâldir” demiş olsaydı bile Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem ve sahâbîlerinden nebiz konusunda nakledilen sert ifadeler senin nebizden sakınmanı ve korkmanı gerektirirdi.” İçlerinden birisi şöyle dedi:

"Ey Ebû Abdirrahman! En-Nehai, eş-Şa'bi ve daha birçok âlimin ismini saydı- haram içecek mi içiyorlardı?" Dedim ki:

"Münâzarada şahıs isimlerini anmayı bırakın. İslâm tarihinde nice insanlar vardır ki, hakkında şöyle şöyle menkibeler nakledilir, ancak onun da zellesi olabilir. Zellesi olan konuda onu delil kabul etmek kimseye câiz olur mu? Bunu kabul etmediyseniz, o zaman Atâ, Tâvûs, Câbir b. Zeyd, Saîd b. Cübeyr ve İkrime hakkında ne dersiniz?" dedim.

"Onlar seçkin kişilerdir" cevabını verdiler.

"O zaman bir dirhemin iki dirhem karşılığında peşin olarak satılmasına ne dersiniz?" diye sorunca

"Haramdır" dediler. Bunun üzerine ben

"Onlar bunu helal kabul ederler. Onlar haram yiyerek mi öldüler?" deyince şaşkına döndüler ve ileri sürecek delil bulamadılar.”

…Şeyhülislam (İbn Teymiyye) şöyle demiştir: “İbnü'l-Mübarek'in söyledikleri, âlimler arasında ittifakla kabul edilen yorumdur. Zira önceki ilklerden olan imâmlar ve onlardan sonra gelenlerden her birinin sünnetten bir bilgileri bulunmadığı için yorum yaptıkları bir konuları mutlaka vardır.”

Ben de derim ki: Ebû Ömer b. Abdilber, İstizkar adlı eserinin başında şöyle demiştir: “Onların çoğunun, sadece bazı âlimlerin nezdinde bilinen pek çok sünneti bilmemeleri mümkündür. Sahâbeden hiç kimseyi bilmiyorum ki, nispeten özel bir bilgi ihtiva eden ve âhâd olarak nakledildiği için kendi gözünden kaçan rivâyetler olmasın. Bu durum, onlardan sonrakiler için çok daha mümkündür. Herkesin bu rivâyetlerin tamamını ihâta etmesi ise imkânsızdır.”

Şeyhülislam (İbn Teymiyye) şöyle demiştir: “Bu saymakla bitirilemeyecek kadar geniş bir konudur. Bununla birlikte bu onların derecelerini düşürmez, ancak bu hususta kendilerine tâbi de olunmaz. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:

"Bir konuda ihtilâfa düştüğünüz zaman onu Allah ve Rasûlüne havâle edin." (Nisa 59) Mücahid, Hakem b. Uteybe, Mâlik ve diğerleri şöyle demişlerdir:

"Allah'ın kulları içerisinde Rasûlüllah hariç, bütün insanların görüşlerinden alınabilecekler de vardır, alınmayacaklar da."

İbn Kayyım’dan nakil bitti.[1]

Selefin siyerinde bunun örnekleri çoktur:

1- Kadı Şureyh, Allah Azze ve Celle’nin aceb (beğenme, şaşırma) sıfatını tevil ile inkar etmiş, bundan dolayı Abdullah b. Mes’ud radıyallahu anh’den gelen “bel acibtu” şeklindeki kıraati reddetmiştir. Alimler bu konuda onun hatasını açıklamışlar ama bid’atçilikle suçlamamışlardır.[2]

2- İbn Abbas radıyallahu anhuma’nın azatlısı İkrime rahimehullah hakkında İmam Ahmed b. Hanbel rahimehullah şöyle demiştir: “İnsanların en âlimlerinden idi. Lakin o Sufriyye Haricilerinin görüşünde idi…”[3]

Benzer sözleri İbnu’l-Medini ve Yahya b. Main de söylemişlerdir.[4]

Bununla beraber imamlar İkrime rahimehullah’tan övgüyle bahsetmişlerdir.[5]

3- Said b. Cubeyr rahimehullah huruc görüşünde idi.[6] İbnu’l-Eş’as’ın Abdulmelik’e karşı ayaklanmasına destek olmuştu.

İmam Ahmed b. Hanbel şöyle demiştir: “Bize İsmail tahdis etti, dedi ki: bize Eyyub haber verdi, dedi ki: el-Hasen (el-Basri) rahimehullah şöyle dedi:

“Said b. Cubeyr’e şaşırmaz mısın? O yanıma girip Haccac’a karşı savaşmamı istedi. Yanında İbnu’l-Eş’as’ın ashabından ileri gelenler de vardı.”[7]

Said b. Cubeyr rahimehullah’ın bu görüşünden döndüğü sabit olmamıştır. Bununla beraber onun bu görüşü eleştirilmiş ama bid’atçilikle suçlamamışlardır.

4- İmam İbn Kuteybe rahimehullah. Aralarında İbn Teymiyye ve Muhammed b. Abdilvehhab’ın da bulunduğu birçok imamlar İbn Kuteybe’yi övmüşlerdir. Bununla beraber İbn Kuteybe Allah’ın aceb ve dıhk (gülme) sıfatlarını te’vil etmiştir.[8]

5- Mucahid b. Cebr rahimehullah. Makamu’l-Mahmud’u Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’in Arş’ta oturtulması olarak te’vil etmiş, bazı ayetlerin te’vilinde çelişkilere düşmüştür. Bununla birlikte el-Lalekai rahimehullah onu “Sünnette bir imamdır” diye nitelemiştir.[9]

6- Ömer b. Abdilaziz rahimehullah Ali radıyallahu anh’ı, Osman radıyallahu anh’den üstün gören bir adama şöyle demiştir: “Sana hangisi daha sevimlidir? Kanlar hususunda acele eden adam mı yoksa mal konusunda acele eden adam mı?”[10]

Burada Ömer b. Abdilaziz rahimehullah zelleye düşmüştür. Zira ne Osman radıyallahu anh haksız yere bir mal almıştır ne de Ali radıyallahu anh haksız yere kan dökmüştür! Bu konularda sükut etmek (sahabileri eleştirmemek) Ehl-i Sünnet’in köklü mezhebidir.

7- İmam Muhammed b. İdris eş-Şafii rahimehullah İbrahim b. Muhammed b. Ebi Yahya ile oturur, ondan tedlis yaparak rivayette bulunur ve “Bana itham etmediğim biri rivayet etti” derdi. Halbuki onun bid’atini ve aşırılığını biliyordu. İbn Ebi Yahya Cehmî, Rafizi ve Mu’tezili idi. İmam Ahmed İbn Ebi Yahya hakkında: “Bütün belalar ondadır” demiştir. İbnu’l-Mubarek onun hakkında: “Kader inkarını açıkça söylediği için ondan rivayeti terk ettim” demiştir.

İmam Şafii’nin kitaplarında kutsal sayılan günler ve aylar hakkındaki münker rivayetler de Şafii’nin İbn Ebi Yahya yoluyla yaptığı rivayetlerdir.

İmamların bid’atçilerden sakındırdıkları gibi, bid’atçilerle oturanları da bid’atçilikle itham etmeleri malum ve meşhurdur. Bununla beraber imamlardan hiç kimse İmam Şafii’nin bid’atçi olduğunu söylememiştir.

Peki Haddadiler ne yapacaklar? İmam Şafii’yi bid’atçi mi sayacaklar yoksa selefin sözlerine, onların herkesi kendi konumuna göre değerlendirip muamele etmelerine dönüş mü yapacaklar?!

Bu konuda örnekler çoğaltılabilir, lakin inşaallah yeterlidir.

Böylece anlaşılmıştır ki, Kitap, sünnet ve selefin icmaına aykırı olan hata kimden gelirse gelsin reddedilir, hatanın sahibine ise konumuna göre hükmedilir. Bilerek, kasten, geçerli bir te’vil olmaksızın veya hak tebliğ edildiğinde ısrarla yanlışına devam eden, bid’atini ilan edip insanları buna davet kimse ile bu sıfatlarda olmayan kimse aynı hükümde değildir. Selef mutlak ile muayyen hüküm ayrımını gözetmişlerdir. Haddadiler ise Selefin bu menhecinden çok uzaktırlar!



[1] İ’lamu’l-Muvakkiin (3/220-222)

[2] Bkz: Hakim el-Mustedrek (2/430) Beyhakî el-Esma ve’s-Sifat (991) İbn Hacer Fethu’l-Bari (8/365)

[3] İbn Adiy el-Kamil (5/266)

[4] Fesevi Ma’rife (2/7)

[5] Bkz.: Tehzibu’l-Kemal (20/264) Siyeru A’lami’n-Nubela (5/33, 6/106)

[6] Bkz.: Siyeru A’lami’n-Nubela (4/321) İbn Teymiyye Minhacu’s-Sunne (4/527, 530)

[7] Ahmed b. Hanbel el-İlel ve Marifetu’r-Rical (2739)

[8] Bkz.: Te’vilu Muhtelefi’l-Hadis (s.108, 248)

[9] El-Lalekai İtikad (1/35)

[10] Ebu Zur’a ed-Dimeşki Tarih (s.145) Siyeru A’lam (5/72)

Haddadîlerin Dillerinin Sahabeye Dahi Uzanması!

 Mahmud el-Haddad, ashabına: “Seleften kürsiyi ilimle tevil eden vardır” diyor ve bunu Taberi’nin İbn Abbas radıyallahu anhuma’dan rivayet ettiğini zikrediyor. Ashabı ise diyorlar ki: “Bunu gözlerimizle görmedikçe tasdik etmeyiz!”

Ehl-i Sünnet âlimleri kitap ve sünnette olanları ve öncü imamların söylediklerini kabul ederler. Lakin onlar zayıf ve münker sözleri kitap ve sünnete arz ederler, bu sözleri Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’in ashabına nispet etmeyi dahi caiz görmezler.

Şayet âlimlerden birinin böyle bir söz söylediğini bulurlarsa, bunun tabi olunamayacak bir zelle olduğunu söylerler, hak ile batılın, makbul ile şazın ayrımını yaparlar.

El-Haddad ise, zayıf ve münker yoldan gelmiş bir rivayeti İbn Abbas radıyallahu anhuma’ya nispet ederek İbn Abbas radıyallahu anhuma’yı dahi bid’atle nitelemek istemiştir!

Halbuki bu söz İbn Abbas radıyallahu anhuma’dan çürük bir isnad ile rivayet edilmiştir. Sahih olarak gelen ise, İbn Abbas radıyallahu anhuma’nın kürsi hakkında: “Ayakların konduğu yerdir” demesidir.[1]

Ebu Said ed-Dârimî şöyle demiştir: “Şu el-Merisî’ye denilir ki: “İbn Abbas radıyallahu anhuma’dan Ebu Ca’fer el-Ahmer’in rivayet ettiği şeye gelince, Ca’fer, sika ve sağlam ravilere muhalefet ettiğinde, rivayetine itimad edilecek kimselerden değildir.”[2] Ed-Dârimî sonra İbn Abbas radıyallahu anhuma’dan sabit olan rivayetin; “Kürsi ayakların konduğu yerdi” şeklindeki sözü olduğunu beyan etmiştir.

Aynı şekilde imamlar, İbn Abbas radıyallahu anhuma’nın kürsiyi “ilimdir” diye tevil ettiğine dair rivayet edilen sözün zayıf olduğunu belirtmişlerdir. Ebu Abdillah İbn Mende şöyle demiştir: “Bu konuda ona tabi olunmamıştır. Ca’fer, Said b. Cubeyr’den rivayette kuvvetli değildir.”[3]

Yine şöyle der: “Buna tabi olunmamıştır. Ebu Musa el-Eşari radıyallahu anh’den kürsinin ayakların konduğu yer olduğunu söylediği rivayet edilmiştir.” Sonra Ebu Musa radıyallahu anh’den isnadıyla zikreder.[4]

Sonra Nehşel – ed-Dahhak – İbn Abbas radıyallahu anhuma tarikiyle: “İlimdir” dediğini zikreder ve der ki: “Bu haber sabit olmamıştır. Çünkü ed-Dahhak, İbn Abbas radıyallahu anhuma’dan işitmemiştir. Nehşel de metruktur.”[5]

Ebu Mansur el-Ezherî şöyle demiştir: “İbn Abbas radıyallahu anhuma’dan kürsi hakkında sahih olan; es-Sevri ve başkalarının Ammar ed-Duheni’den, onun Muslim el-Batin’den, onun Said b. Cubeyr’den, onun İbn Abbas radıyallahu anhuma’dan rivayet ettiği şu sözdür: “Kürsi ayakların konduğu yerdir. Arşa gelince o hakkıyla takdir edilemez.” İlim ehli bu rivayetin sıhhatinde ittifak etmişlerdir…”Kürsi ilimdir” şeklinde rivayet edilen söze gelince, rivayetler konusunda marifet ehli olan hiç kimse bunu sabit bulmamıştır.”[6]

Mahmûd el-Haddad ve Haddâdîler, imamların bazı muayyen şahısları bid’atle nitelemesini kendilerine delil getirerek, âlimleri bid’atçilikle ve sapıklıkla itham ediyorlar!

Yukarıda işaret edildiği üzere dilleri İbn Abbas radıyallahu anhuma’ya dahi uzanmıştır!  El-Haddad bu konuda Abdullah b. ez-Zubeyr radıyallahu anhuma’yı haricilikle itham eden Huseyn el-Kerabisî’yi misal vermektedir!

Huseyn el-Kerabisi ciddi akidevî sorunları olan birisidir. El-Kerabisî, büyük sahabî İbnu’z-Zubeyr radıyallahu anhuma’yı haricilikle itham etmiş, Lafız meselesinde: “Kim Kur’ân’ı telaffuzunun mahlûk olduğunu söylemezse kâfirdir” demiş, Rafizileri destekleyen sözler etmiş, Hadis ehlini kötülemiş ve bid’at ehlini övmüştür. Hatta kendisine nasihat edilmesine rağmen dönüş yapmamıştır!

El-Merrruzi şöyle demiştir: “Ebu Abdillah (Ahmed b. Hanbel) rahimehullah’a dedim ki: “el-Kerabisî: “Kim Kur’ânı telaffuzum mahlûktur demezse o bir kâfirdir” diyor.” Ahmed b. Hanbel rahimehullah dedi ki: “Bilakis onun kendisi kâfirdir.”[7]

Yine İmam Ahmed rahimehullah şöyle demiştir: “Bişr el-Merisî öldü, arkasında Huseyn el-Kerabisî’yi bıraktı.”[8]

Yine şöyle demiştir: “Bu (el-Kerabisî) Cehmîlik etmiş, Cehmiyye’yi izhar etmiştir. Kendisinden ve ona tabi olan herkesten sakındırmak gerekir.”[9]

Zehebî dedi ki: “el-Kerabisi lafız meselesini ilk ortaya atan kişidir.”[10] Yani “Kur’ân’ı telaffuzum mahlûktur” sözünü ilk söyleyen kişidir.

Hatta İmam Ahmed rahimehullah, el-Kerabisi’nin re’y ehlinden olduğunu açıklayarak o ve onun gibiler hakkında şöyle demiştir:

“Onların belâları, Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’den ve ashabından gelen rivayetleri bırakarak ortaya koydukları şu kitaplarla geldi. Sonra bu kitaplara yöneldiler.”[11]

Ya’kub ed-Devraki şöyle demiştir: “Ahmed (b. Hanbel) rahimehullah’a Ebu Sevr ve Huseyn el-Kerabisi hakkında sordum. Dedi ki: “Bunlar ne zaman ilim ehli oldular?! Bunlar ne zaman hadis ehli oldular?!”[12]

Taberani dedi ki: bize Abdullah b. Ahmed tahdis etti, dedi ki: Babam (Ahmed b. Hanbel) rahimehullah’a “Kur’ân’ı telaffuzum mahluktur” diyen kimse hakkında sordum. Dedi ki:

“Bu, Cehmiyye’nin sözüdür.” Babama dedim ki: “el-Kerabisî böyle diyor!” Dedi ki:

“Yalan! Allah onu parçalasın!” Yine ona Huseyn el-Kerabisî hakkında: “Onu hadis talep ederken gördün mü?” diye sordum. Dedi ki:

“Hayır” Ben: “Onu Bağdad’da eş-Şafii’nin yanında gördün mü?” dedim. “Hayır” dedi.  Ebu Sevr’e de el-Kerabisî hakkında sordum. Onun hakkında kötü şeyler söyledi. Ben: “Sizinle beraber eş-Şafii’nin yanında bulundu mu?” diye sordum. Dedi ki:

“O böyle diyor ama ben onu bilmiyorum.”[13]

İmam Ahmed, Ebu Sevr ve başkaları, el-Kerabisî’nin imamlardan ilim aldığını nefyetmişlerdir. Ama bu nefiy ile kastedilen; uğrayıp arz yoluyla icazet almak değildir. Kastedilen, el-Kerabisi’nin imam Şafii’nin yanında derslere devam etmediği ve ondan fıkıh öğrenmediğidir.

Er-Ramehurmuzî, isnadıyla es-Sacî’den rivayet ediyor: bize Davud el-Esbehanî tahdis etti, dedi ki: bana el-Huseyn el-Kerabisî dedi ki:

“Şafii geldiğinde (İbn Abdilber’in rivayetinde: “İkinci gelişinde” şeklindedir) ona gidip dedim ki:

“Sana kitapları okumam için izin verir misin?”  O bunu kabul etmedi ve dedi ki:

“ez-Za’ferani’nin kitaplarını al, onları istinsah et (çoğalt), bu konuda sana icazet veriyorum.” Böylece ondan icazet aldım.”[14]

Öncekilerin re’y ve fıkıh kitaplarını araştıranlar bilirler ki, bu kitaplar delile önem vermemişlerdir, bunlar ilimden bir şey sayılmazlar. Bu yüzden İmam Ahmed’e: “Re’y kitaplarını yazabilir miyim?” diye sorulunca şöyle demiştir: “Hayır bunu yapma! Sana gereken asar (seleften gelen rivayetler) ve hadislerdir.”[15]

Bu yüzden İbn Abdilber şöyle demiştir: “…Âlimler ancak rivayet ehli olanlar ve bu konuda fakihleşenlerdir. Onlar bu konuda sağlamlıkları ve anlayışları ile üstünleşmişlerdir.”[16]

- Devam edecek inşaallah -



[1] Muhammed b. Osman b. Ebi Şeybe el-Arş (61) Abdullah b. Ahmed es-Sunne (586) İbn Huzeyme et-Tevhid, Taberânî Mu'cemu'l-Kebîr, Hâkim el-Mustedrek

[2] En-Nakz Ale’l-Merisi (1/410)

[3] İbn Mende er-Reddu Ale’l-Cehmiyye (15)

[4] Er-Reddu Ale’l-Cehmiyye (s.46)

[5] A.g.e (s.46)

[6] Ezheri Tehzibu’l-Luga (4/3127) Ayrıca bkz.: Zehebi El-Uluv (1/850) İbn Teymiyye Fetava’l-Hameviye (s.307) İbn Kesir el-Bidaye (1/13) Şatibi el-Muvafakat (4/227-229)

[7] İbn Batta el-İbane (1/344 no:151)

[8] İbn Batta el-İbane (1/342 no: 147) Hatib Tarih (8/66)

[9] İbn Abdilhadi Bahru’d-Dem (1286)

[10] Siyeru A’lam (12/80)

[11] Hatib Tarihu Bağdad (8/66)

[12] İbn Abdilhadi Bahru’d-Dem (1212)

[13] Tehzibu’t-Tehzib (2/310 no:618)

[14] Muhaddisu’l-Fâsıl (532) Hatib el-Kifaye (1053) İbn Abdilber Camiu Beyani’l-İlm (2294)

[15] Tabakatu’l-Hanabile (1/329)

[16] Camiu Beyani’l-İlm (2/942)

19 Haziran 2025 Perşembe

İbn Hacer el-Askalanî Bid’atçi midir?

 Haddâdîler bazı meşhur âlimler hakkında, özellikle de İbn Hacer el-Askalanî rahimehullah hakkında zulmediyor, haddi aşıyor, bazıları ona rahmet okumayı ve dua etmeyi de caiz görmüyorlar!

Hafız İbn Hacer Eş’ârî değildir, ancak bazı meselelerde Eş’arilere uyum göstermiş, onların birçok temel meselelerinde de muhalefet etmiştir. Bu yüzden âlimler: “Hafız İbn Hacer ve ona benzer sünnet ehlini sapmış saymayız, bid’atçi görmeyiz. Çünkü o hakkı dileyen bir müçtehit idi. Hakka muhalif olduğu konularda onu reddederiz” demişlerdir.

Hafız İbn Hacer, nakli aklın önüne geçirme konusunda selefe uyum göstermiştir. Aslında sarih akıl, sahih nakle aykırı düşmez. Bu tutum ise Eş’arilerin mezhebine aykırıdır. Çünkü Eş’ariler aklı öne geçirirler, Allah’ın sıfatlarından yalnız şu yedi şeyi aklî deliller yoluyla ispat ederler: Hayat, ilim, kudret, işitme, görme, kelam ve irade. Çünkü onlar kelama ve aklî mantıkî mukaddimelere dayanmışlardır.

Hafız İbn Hacer akidede haberi vahidi hüccet görür, ilim ifade ettiğini kabul eder.[1] Eş’ariler ise akidede haberi vahidi hüccet görmezler.

Hafız İbn Hacer, kesb meselesi dışında kazâ ve kader konusunda Ehl-i Sünnete uyum göstermiştir.[2]

Hafız İbn Hacer rububiyet, uluhiyet, isim ve sıfatlar tevhidini ispat eder.[3]

Hafız İbn Hacer kelamcıları reddetmiş ve Şeyhu’l-İslam İbn Teymiyye’nin onları reddettiği konularda uyum göstermiştir.[4]

Hafız İbn Hacer rahimehullah, selefin mezhebinde olduğu gibi mukallidin imanını sahih görmüştür. Kelamcılar ise sahih görmezler.

İbn Hacer şöyle demiştir: “Allah Azze ve Celle’nin kendisi üzerine vacip kıldığı dışında Allah’ın üzerinde vacip bir hak yoktur.” Bu söz, Ehl-i Sünnetin mezhebi olup, bid’at ehli buna muhalefet etmişlerdir.

İbn Hacer, şirke ve şirke götüren şeylere karşı çıkmıştır.[5] Bununla beraber teberrük ve buna benzer bazı konularda zelleye düşerek Ehl-i Sünnete muhalefet etmiştir.

Şunun bilinmesi gerekir ki; Eş’ariler kader meseleleri dışında tamamen haktan sapmışlardır.

Yine Eşariler iman meselelerinde Mürcie görüşüne saparak imanı, şartlarıyla amel edilmese de, tasdik veya marifet (bilmek) şeklinde tanımlamışlardır. Hafız İbn Hacer ise imanı: “Söz, itikad ve ameldir, artar ve eksilir” diyerek açıklamıştır.

Eş’ariler: “Allah’ın kelamı nefsîdir, harfle ve sesle değildir. O parçalara bölünmeyen bir manadır, Kur’ân, Allah’ın kelamının bir tabiridir, Allah onu havada veya levhi mahfuzda var etmiştir” derler. Onlar Lafziyye mezhebini benimsemişlerdir. Hafız İbn Hacer ise Lafziyye’ye karşı çıkmış, bu konuda İmam Ahmed’in sözlerini nakletmiştir.[6]

İbn Hacer, Allah’ın kelamının harf ve sesle olduğunu söylemiştir.[7]

İbn Hacer, Kur’ân’ın mahlûk olduğunu söyleyenleri reddetmiştir. Kur’ân’ın Allah ile kaim bir sıfat olduğunu, kullarından dilediğine kelamını ilka ettiğini söylemiş, Kur’ân’ın Allah’ın kelamının bir tabiri olduğunu söyleyen Eş’arileri reddetmiştir.[8]

Yine şöyle demiştir: “Sahabeye hakaret etmek sahibinin Allah tarafından yardımsız bırakıldığının bir alametidir. Bu bir bid’at ve sapıklıktır.”

Nüzul sıfatı hakkında ihtilafı zikrettikten sonra, Selefin te’vili haram görme konusundaki mezhebini destekleyerek şöyle demiştir: “Onlardan kimisi keyfiyet belirlemekten ve Allah’ı mahlûkuna benzetmekten tenzih ederek geldiği şekilde icmâlen iman etme yolunu tutmuştur ki selefin cumhurunun yolu budur. Bunu Beyhaki dört imamdan, iki Sufyan’dan, iki Hammad’dan, el-Evzai’den, el-Leys’ten ve başkalarından nakletmiştir.”[9]

Burada “İcmalen iman” sözüyle, İbn Hacer bunun selefin mezhebi olduğunu zannetmiştir. Halbuki bu selef katında sakıncalı olan tefviz akidesidir. Çünkü bunda ta’til (sıfatların manasını iptal) söz konusudur ve selefin bunları anlamaksızın naklettikleri şeklinde bir itham içermektedir!

Lakin Selefin: “Geldiği gibi kabul edin” sözüyle kastedileni Hafız İbn Hacer bilememiştir! Şayet öyle olsaydı selef: “Lafızlarını aktarmakla yetinin” derlerdi.

Bu durum şunu gösteriyor: Hafız İbn Hacer aslında selefin mezhebini murad etmektedr, lakin içerisinde yetiştiği çevre Eş’arilerden oluşmaktaydı. Eyyûbîler Eş’arilik mezhebini yaygınlaştırmışlar ve insanları bu mezhebe zorlamışlardı. Ancak İbn Hacer birçok rivayetlerden gördüğü selefin mezhebini tercih etmiş, lakin içerisinde bulunduğu Eş’ari çevrenin tesirinden tam anlamıyla kurtulmaya güç yetirememiştir. Bu yüzden bazı çelişki ve te’villere düşmüştür. Allah onu bağışlasın.

İbn Hacer el-Kabisi’nin şu sözünü ikrar ederek aktarmıştır: “Allah’ın isim ve sıfatları ancak Kitap ve sünnet nassıyla veya icma ile bilinir. Ona kıyas dahil olamaz.”[10]

Yine es-Suhreverdî’nin şu sözünü onaylayarak aktarmıştır; “Allah’ın kitabında haber verdği ve rasulünden sabit olduğu üzere istivâ, nüzul, nefs, el, göz sıfatları vardır, bu konuda benzetmeye ve ta’tile (lafzını veya manasını iptale) gidilemez. Zira Allah ve rasulü bunları haber vermeseydi akıl buna cesaret edemezdi.” Et-Tıybî dedi ki: “Dayanılacak mezhep budur ve salih selef de bunu söylemiştir.”[11]

Hafız İbn Hacer, Selef’in mezhebine ittiba etmeyi amaçlamış ve tefvize de bunun selefin akidesi olduğunu zannettiği için meyletmiştir. Bu konuda Eşari şeyhlerine tabi olmamıştır. Bu yüzden içtihadında inşaallah mazurdur.

İbn Hacer kitap ve sünnete salih selefin menheciyle sarılmaya davet etmiş, hatta birçok yerde Eş’arilere reddiye vermiştir.[12]

İbn Hacer, Allah Azze ve Celle’nin vech (yüz) sıfatını ispat etmiş, lakin “Organlarla değildir” demiştir.[13] Bu ibare ise selefin kullanmadıkları bir ibaredir. Bu yüzden böyle ayrıntılara girmemek gerekir.

Hafız İbn Hacer, Allah’ın izzet sıfatını ispat etmiş ve şöyle demiştir: “Buhârî’nin bu başlıkla muradı, “Allah izzet olmaksızın azizdir” diyenleri reddederek Allah’ın izzetini ispatlamaktır. Nitekim: “Allah ilim olmaksızın el-Alîmdir” diyorlar!”[14]

İbn Hacer, istiva sıfatını zikretmiş,[15] Fethu’l-Bari mukaddimesinde bunu tevfiz ile söylemiş[16], başka bir yerde selefin menhecine aykırı nakillerde bulunmuştur. Bu da kendisinin bir çelişkisidir.[17]

Sonra garip bir karıştırma yaparak şöyle demiştir: “…Allah’ın arş üzerinde olduğunu söylememiz, onun arşa temas halinde olduğu, oraya yerleşmiş olduğu veya herhangi bir cihette olduğu anlamında değildir! Bilaki o nasta gelen bir cüzdür. Biz de onu söyleriz ve keyfiyet belirlemeyi nefyederiz. Çünkü O’nun misli gibi bir şey yoktur. Başarı Allah’tandır.”

İbn Hacer burada son cümlesinde isabet etmiştir lakin sözün başında ciheti nefyetmesi ve selefin söylemediği şeyler söylemesi Eş’arilere ve diğer bid’at ehline uyum göstermesindendir. Hatta Allah’ın birçok sıfatlarını te’vil konusunda Eş’arilere uyum göstermiştir!

Allah’ın iki elini ispat etme ve te’vil etme arasında çelişkiye düşmüştür![18] Yine Kadem ve Ricl (Allah’ın ayağı) sıfatı konusunda çelişkiye düşmüştür.[19] Önce selefin mezhebini söylemiş, sonra te’vile dönmüştür!

Yine Allah’ın aceb (beğenme) sıfatı konusunda önce ispat etmiş, sonra te’vile giderek çelişkiye düşmüştür![20]

Bununla beraber Allah’ın ilim sıfatını[21], maiyyet (beraberlik) sıfatını[22], nefs sıfatını[23], salih selefin menhecine göre ispat etmiştir. Göz sıfatını Beyhakî’den nakille ikrar ve ispat etmiştir.[24]

Sonuç olarak Hafız İbn Hacer birçok sıfatı salih selefin menhecine uyarak te’vil etmeksizin ve tekyife gitmeksizin ispat etmiştir. İbn Hacer menhec olarak salih selefin menhecini benimsemiş, Eşarilere uyum göstermeyi amaçlamamış, içtihadı oranında naslara tabi olmaya çabalamış, lakin tıpkı diğer bazı Ehl-i Sünnet imamların hataya düştüğü gibi, o da bazı hatalara düşmüştür. İbn Hacer’in bazı konularda bid’at sahibi olduğu söylenir, lakin onun bid’at ehlinden olduğu söylenemez!

Her bid’ate düşeni doğrudan bid’at ehli saymak, ayrıca tarihi sürecini ve Eş'ariler arasındaki farkları gözetmeksizin bütün Eş'ari'leri aynı kefeye koyarak tekfir etmek yahut hepsini de Cehmî saymak, ancak Haddadîlerin bozuk metodlarındandır!



[1] Bkz.: Fethu’l-Bari (1/153, 4/44, 10/190, 13/235)

[2] Fethu’l-Bari (11/488, 10/133-135)

[3] Bkz,: Fethu’l-Bari (3/358, 10/566, 13/356-358, 363)

[4] Bkz,; Fethu’l-Bari (3/507, 13/349, 353-354)

[5] Bkz: Fethu’l-Bari (6/118)

[6] Bkz.: Feth (13/492)

[7] Bkz: Feth (13/460)

[8] Bkz.: Feth (13/467)

[9] Fethu’l-Bari (3/30)

[10] Fethu’l-Bari (11/217) ayrıca bk,; 5/336, 11/223, 13/383)

[11] Fethu’l-Bari (13/390) Seleften bu konuda nakiller için bk.: Fethu’l-Bari (13/381, 407)

[12] Bkz.: Fethu’l-Bari (1/71, 4/135, 6/290, 7/409, 10/409, 11/49, 490, 12/419, 13/349, 398, 428, 439, 455, 460, 479, 493)

[13] Bk:; Fethu’l-Bari (13/388, 389)

[14] Fethu’l-Bari (13/370)

[15] Fethu’l-Bari (13/405-407)

[16] (s.136)

[17] Bkz; Feth (13/413)

[18] Bkz.: Fethu’l-Bari (13/368, 393-394)

[19] Bkz.: (8/199)

[20] Bkz; (8/365-366)

[21] Bkz.: (13/361-361)

[22] Bkz.; (7/11, 13/386)

[23] Bkz.; (13/384)

[24] Bkz.: (13/390)

Meclislerin Keffareti

Meclislerin Keffareti
"Subhâneka'llâhumme ve bihamdik ve eşhedu en lâ ilâhe illâ ente estağfiruke ve etûbu ileyk" (Taberani 10/164, el-Elbânî Sahîhu'l-Câmi (4487)