Sözlerin en doğrusu Allah'ın kelamı, yolların en hayırlısı Muhammed Aleyhisselam'ın yoludur. Dinde her sonradan çıkarılan şey bidattir.Her bidat sapıklıktır ve her sapıklık da cehennemdedir (Muslim no: 867)

Duâ

Duâ

Daru's-Sunne Neşidler

16 Mart 2024 Cumartesi

Güneşin Battığını Gözlemek İçin Yüksek Yere Çıkmak Gerekir mi?

İbn Huzeyme Sahih’inde (2061) ve ondan naklen İbn Hibban (8/278), Muhammed b. Ebi Safvan – Abdurrahman b. Mehdi – Sufyan – Ebu Hazım - Sehl b. Sa’d radıyallahu anh yoluyla rivayet ediyorlar; Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem buyurdu ki;

لَا تَزَالُ أُمَّتِي عَلَى سُنَّتِي مَا لَمْ تَنْتَظِرْ بِفِطْرِهَا النُّجُومَ قَالَ وَكَانَ النَّبِيُّ صَلَّى اللهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ إِذَا كَانَ صَائِمًا أَمَرَ رَجُلًا فَأَوْفَى عَلَى شَيْءٍ فَإِذَا قَالَ غَابَتِ الشَّمْسُ أَفْطَرَ

Ümmetim iftar için yıldızları beklemedikçe sünnetim üzere devam ederler.” Nebî sallallahu aleyhi ve sellem oruçlu olduğu zaman bir adama bir şeyin üzerine çıkmasını söyler, güneşin battığını söylediği zaman iftar ederdi.”

İbn Huzeyme bu rivayetin ardından şöyle demiştir; “İbn Ebi Safvan bize böyle rivayet etmiştir. Korkarım ki son cümle Sehl b. Sad radıyallahu anh’den değildir. Belki bu söz es-Sevri veya Ebu Hazım’a ait olup hadise idrac edilmiştir.”

Hâkim de (1/599) bunu Muhammed b. Ebi Safvan es-Sekafi – Abdurrahman b. Mehdi – Sufyan – Ebu Hazım – Sehl b. Sa’d radıyallahu anh yoluyla rivayet etmiştir. Onun lafzı şu şekildedir;

لا تزال أمتي على سنتي ما لم تنتظر بفطرها النجوم وكان النبي صلى الله عليه وسلم إذا كان صائما أمر رجلا فأوفى على نشز فإذا قال قد غابت الشمس أفطر

Ümmetim iftar etmek için yıldızları beklemedikleri sürece sünnetim üzere devam ederler.” Nebî sallallahu aleyhi ve sellem oruçlu olduğu zaman bir adama yüksek bir yere çıkmasını söyler, güneşin battığını söylediğinde iftar ederdi.”

Hakim dedi ki; “Bu hadis şeyhaynın şartı üzeredir, o ikisi (Buhârî ve Muslim) bu siyak ile rivayet etmediler. Bu isnad ile es-Sevri ancak; “İnsanlar iftarda acele ettikleri sürece hayırda olurlar” lafzıyla rivayet etti.”

Hakim’in “Şeyhayn’ın şartı üzere sahih” demesi hatadır. Muhammed b. Ebi Safvan sika olsa da Buhârî ve Muslim ondan rivayette bulunmamışlardır.”

İbn Huzeyme’nin idrac şüphesi yerinde gözüküyor. Çünkü

1- Muhammed b. Hasen eş-Şeybani Muvatta’da (2/184) İmam Malik – Ebu Hazım b. Dinar – Sehl b. Sa’d radıyallahu anh yoluyla Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem buyurdu ki:

لَا يَزَالُ النَّاسُ بِخَيْرٍ مَا عَجَّلُوا الْفِطْرَ

İnsanlar iftarda acele ettikleri sürece hayırda olurlar” lafzıyla rivayet etti. Ziyade açıklamayı zikretmedi.

2- Buhârî Sahih’te (1957) Abdullah b. Yusuf – Malik – Ebu Hazım – Sehl b. Sa’d radıyallahu anh yoluyla aynısını rivayet etti, ziyade açıklamayı zikretmedi.

3- Muslim Sahih’te (1098) Yahya b. Yahya – Abdulaziz b. Ebi Hazım – babası – Sehl b. Sa’d radıyallahu anh yoluyla aynısını rivayet etti, ziyade açıklamayı zikretmedi.

4- Muslim Sahih’te (1098) Kuteybe b. Said – Yakub – Ebu Hazım – Sehl b. Sa’d radıyallahu anh yoluyla

5- yine Muslim (1098)  Zuheyr b. Harb – Abdurrahman b. Mehdi – Sufyan – Ebu Hazım – Sehl b. Sa’d radıyallahu anh yoluyla aynısını rivayet etti, ziyade açıklamayı zikretmedi.

6- Ahmed b. Hanbel (Musned 5/336); Abdurrahman b. Mehdi ve İshak b. Yusuf el-Ezrak – Sufyan (es-Sevrî) – Ebu Hazım – Sehl b. Sa’d yoluyla aynı lafızla rivayet etti, ziyade açıklamayı zikretmedi.

7- İbn Huzeyme (2059) Yakub b. İbrahim ed-Devraki – İbn Ebi Hazım – babası – Sehlh b. Sa’d radıyallahu anh yoluyla ziyade açıklama olmadan rivayet etti

8- İbn Huzeyme (2059) ve Tirmizî (699); Muhammed b. Beşşar – Abdurrahman (b. Mehdi) – Sufyan – Ebu Hazım – Sehl b. Sa’d radıyallahu anh yoluyla ziyade açıklama olmadan rivayet etti

9- İbn Huzeyme (2059) Cafer b. Muhammed – Veki – Sufyan – Ebu Hazım – Sehl b. Sa’d radıyallahu anh yoluyla ziyade açıklama olmadan rivayet etti.

10- İbn Hibban (8/273) Muhammed b. Said b. Sinan et-Tai – Ahmed b. Ebi Bekr – Malik – Ebu Hazım – Sehl b. Sa’d radıyallahu anh yoluyla, ziyade açıklama olmadan rivayet etti.

11- İbn Hibban (8/275) Muhammed b. el-Hasen b. el-Halil – Hişam b. Ammar – Ebu Hazım – Sehl b. Sa’d radıyallahu anh yoluyla ziyade açıklama olmadan rivayet etti

Bu şekilde listeyi uzatmak ve onlarca tarik zikretmek mümkündür. Bu kadarını yeterli görüp sözü uzatmamak için burada kesiyorum.

Neticede “Nebî sallallahu aleyhi ve sellem oruçlu olduğu zaman bir adama bir şeyin üzerine çıkmasını söylerdi,,,” şeklindeki cümle Sehl b. Sa’d radıyallahu anh’ın sözü olmayıp O’nun sözüne idrac edilmiştir.

Sehl radıyallahu anh’den rivayette bu ziyadeyi sadece Muhammed b. Ebi Safvan es-Sekafi zikretmiştir. Bu idrac edilen açıklama ancak metruk bir ravi olan Muhammed b. Ömer el-Vakidi yoluyla gelen rivayette geçmektedir;

Heysemi Mecmau’z-Zevaid’de (3/155) Taberânî’nin Mu'cemu'l-Kebîr’de Ebu’d-Derda radıyallahu anh’den şu lafızla rivayet ettiğini zikretti;

كَانَ رَسُولُ اللَّهِ صلى الله عليه وسلم إِذَا كَانَ صَائِمًا أَمَرَ رَجُلًا ‌يَقُومُ ‌عَلَى ‌نَشَزٍ ‌مِنَ ‌الْأَرْضِ فَإِذَا قَالَ قَدْ وَجَبَتِ الشَّمْسُ أَفْطِرْ

“Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem oruçlu olduğu zaman bir adama yüksek bir yerde durmasını söyler, bu adam güneşin battığını söylediği zaman iftar ederdi.”

Heysemi dedi ki; “İsnadında el-Vakidi vardır, o zayıftır.”

Bu rivayet Taberani’nin Mu’cemu’l-Kebir kitabının günümüze ulaşmayan kısımlarında yer almış bir rivayettir. Hafız İbn Kesir Camiu’l-Mesanid kitabında (11872-73) Taberani’nin isnadını şu şekilde zikreder; “el-Vakidi – Ebu Bekr b. Ebi Şeybe – Abdullah b. Muslim – Cubeyr b. Nufeyr – Ebu’d-Derda radıyallahu anh’den, Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem buyurdu ki;

لا تزال أمتى على سنتى ما تنظروا بفطرهم طلوع النجم أن رسول الله صلى الله عليه وسلم كان ‌إذا ‌كان ‌صائمًا ‌أمر ‌رجلاً فقام على نشر من الأرض فإذا قال قد رحب السماء أفطر

Ümmetim iftar etmek için yıldızın doğuşunu beklemediği sürece sünnetim üzere olmaya devam eder.” Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem oruçlu olduğu zaman bir adama yüksek bir yere durmasını söyler, bu adam “Güneş kayboldu” dediği zaman iftar ederdi.”

Bu rivayet gösteriyor ki, aslında Muhammed b. Ebi Safvan, el-Vakidi’den aldığı rivayetin metnini Sehl b. Sa’d radıyallahu anh’den gelen rivayetin metnine derc etmiştir. Zira hadisin merfu kısmındaki lafızda da sika imamların Sehl b. Sa’d radıyallahu anh’den rivayetleri; “İnsanlar iftarda acele ettikleri sürece hayırda olurlar” şeklinde iken, İbn Ebi Safvan ise; “Ümmetim iftar etmek için yıldızın doğuşunu beklemediği sürece sünnetim üzere olmaya devam eder” şeklinde rivayet etmiştir. Bu lafız ise Vakidi’nin Ebu’d-Derda radıyallahu anh’den rivayet ettiği hadisin lafzıdır. Dolayısıyla devamında gelen açıklama da Vakidi’nin rivayetinde gelen açıklamadır.

İbn Kesirin naklinde “kad rahabe’s-sema/sema genişledi” lafzı, muhtemelen istinsah hatasıdır. Doğrusu Heysemi’nin naklettiği gibi “Kad vecebetu’ş-şems/güneş kayboldu” şeklinde olan lafızdır.

Sonuç olarak, güneşin battığından emin olmak için yüksek bir yere çıkmak gerekmez, bu konudaki rivayetin aslı, metruk bir ravi olan el-Vakidi'nin Ebud-Derda radıyallahu anh'den münker rivayetidir ve bu rivayet Sehl b. Sa'd hadisine idraç edilmiştir. 

 Nitekim Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem ve ashabından akşam namazının vakti yahut iftar için güneşin battığından emin olmak üzere bu tür bir zorlama yapmadıkları sabit olmuştur.

Bir kimse ufku göremediği için yüksek bir yere çıkmak isterse buna da örnek vardır. İbn Abbas radıyallahu anhuma görme duyusunu kaybetmişti ve kölesi Ebu Cemre'yi evinin damına çıkarır, güneşi gözlettirir, onun haberine göre hareket ederdi.


10 Mart 2024 Pazar

Haricilerin Tagutun Tanımı Konusundaki Saptırıcı Bid'atleri

 Malum olduğu üzere ümmetin en üstün ilk üç neslinin alimleri (sahabe, tabiun ve tebau’t-tabiin) Kur’ân’da zikredilen Tagut kelimesiyle şeytanın kastedildiğinde ittifak etmişlerdir. Yine ilk üç nesilden olan seleften bazıları kendilerine şeytanların inmesi sebebiyle kâhinlere ve sihirbazlara da bu kelimeyi kullanmışlardır. Putların içine şeytanların girip insanları saptırmak için put adına konuşmaları sebebiyle putlara da tagut tesmiye edilmiştir. İmam Malik’in Allah’ın dışında ibadet edilen (ve bu ibadetten razı olan) herşeyi tagut olarak açıkladığı nakledilmiştir. Selefin ilk üç asrından sonraki alimler tagut kelimesinin lugavi anlamından hareketle sapıklığa çağıran herşeyin tagut olduğunu söylemişlerdir.

Son asırlardaki Hariciler ise Allah’ın indirdiğinden başkasıyla hükmeden bütün yönetici ve hakimlerin tagut olduğunu iddia etmişler, bunları tekfir etmeyi de imanın şartı saymışlar, tekfir etmeyenleri kâfir görmüşlerdir.

Selefin menhecinden sapan bu görüşün batıl olduğunu açıkça ortaya koyan sahih ve sarih delillerden birisi de şu hadistir;

Sa’d b. Malik (Ebu Vakkas) ve Ebu Hureyre radıyallahu anhuma dediler ki; “Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

اللَّهُمَّ بَارِكْ لأَهْلِ الْمَدِينَةِ فِي مَدِينَتِهِمْ وَبَارِكْ لَهُمْ فِي صَاعِهِمْ وَبَارِكْ لَهُمْ فِي مُدِّهِمْ اللَّهُمَّ إِنَّ إِبْرَاهِيمَ عَبْدُكَ وَخَلِيلُكَ وَإِنِّي عَبْدُكَ وَرَسُولُكَ وَإِنَّ إِبْرَاهِيمَ سَأَلَكَ لأَهْلِ مَكَّةَ وَإِنِّي أَسْأَلُكَ لأَهْلِ الْمَدِينَةِ مِثْلَ مَا سَأَلَكَ إِبْرَاهِيمُ لأَهْلِ مَكَّةَ وَمِثْلَهُ مَعَهُ إِنَّ الْمَدِينَةَ مُشَبَّكَةٌ بِالْمَلائِكَةِ عَلَى كُلِّ نَقْبٍ مِنْهَا ملكان يحرسونها لَا يدخلهَا الطاغوت وَلا الدَّجَّالُ مَنْ أَرَادَهَا بِسُوءٍ أَذَابَهُ اللَّهُ كَمَا يَذُوبُ الْمِلْحُ فِي الْمَاءِ

Allah’ım! Medine halkına Medine’yi bereketli kıl! Onların ölçeklerini ve müdlerini bereketli kıl! Allah’ım! Muhakkak ki İbrahim senin kulun ve halilindir. Muhakkak ben de senin kulun ve rasulünüm. Muhakkak ki İbrahim senden Mekke halkı için istekte bulundu, ben de Medine halkı için, İbrahim’in Mekke’lere istediği şeyin aynısını senden istiyorum. Muhakkak ki Medine meleklerle kuşatılmıştır. Onun her girişinde iki melek korumaktadır. Oraya Tagut ve Deccal giremez. Kim ona kötülük kastederse Allah onu tuzun suda erimesi gibi eritir.”[1]

Bu hadiste açıkça ifade edildiği gibi, Medine’ye ne Deccal, ne de Tagut (yani kahinler gibi insanları saptırmak üzere insan kılığındaki şeytanlar) girebilir!

Bu hadis, haricilerin bâtıl anlayışlarını reddetmektedir. Çünkü tekfir edilmesi (daha doğrusu reddedilmesi) iman şartı olan tagut ile kastedilen şayet Allah’ın indirdiğinden başkasıyla hükmeden başkanlar ve mahkeme kadıları olsaydı, Medine’ye Tagut’un giremeyeceği bildirilmezdi. Nitekim uzun yıllardır Medine’de Allah’ın indirdiğinden başkasıyla hükmeden münafık krallar ve kadılar hükmektedir!

Uyarı; Allah’ın indirdiğinden başkasıyla hükmeden ve insanları sapıklıklara zorlayan bu yöneticilere lügavî manada/mecazî olarak (elif lamsız nekre şekliyle) tagut denilebilir.

Nitekim Ebu Hureyre radıyallahu anh’ın rivayet ettiği rü’yet hadislerinden birinde şu ifadeler geçer;

فَيَتَّبِعُ مَنْ كَانَ يَعْبُدُ الشَّمْسَ الشَّمْسَ وَيَتَّبِعُ مَنْ كَانَ يَعْبُدُ الْقَمَرَ الْقَمَرَ وَمَنْ كَانَ يَعْبُدُ الطَّاغُوتَ الطَّاغُوتَ وَتَبْقَى هَذِهِ الْأُمَّةُ فِيهَا مُنَافِقُوهَا

“…Güneşe ibadet edenler güneşe tabi olurlar. Aya ibadet edenler aya tabi olurlar. Taguta ibadet edenler taguta tabi olurlar. Geride bu ümmet kalır ki aralarında münafıkları da vardır..”[2]

Bu hadiste de et-tagut ile şeytan kastedilmiştir. Sonra aralarında münafıkların da bulunduğu bu ümmet kalır. Şüphesiz münafıklar da aslen içlerinde gizledikleri küfür itikatlarıyla şeytana uyan kimselerdir. Onların mecazen taguta uydukları söylenebilir olsa da, açıkça şeytanî kanunları din edinen ve Allah’ın dininden başka dinleri benimseyen Tagut kullarından ayrı olarak zikredilmişlerdir!

Lakin sapıklık olan husus, bu münafık yöneticilerin mürted kâfirler olarak kabul etmeyi dinin zorunlu emri olarak, ayetlerde emredilen “tagutu tekfir” emrinin zorunluluğu olarak görmektir. Şüphesiz böyle bir anlayışın ilk üç asırdan salih seleften ve onlara güzellikle tabi olan âlimlerden bir öncüsü yoktur! Sonradan çıkarılmış bid’at bir görüştür. Son asırlardaki Hariciler de bu uydurulmuş anlayışı din edinirler, bu uydurma esasa göre dostluk ve düşmanlık bina ederler! Hatta tekfirlerini bu uydurma üzerine bina ederler!

İbrahim el-Harbî rahimehullah Garibu’l-Hadis’te “Tagutlar üzerine yemin etmeyin” hadisi hakkında şöyle demiştir;

وَهُوَ جَمْعُ طَاغُوتٍ وَهُوَ فِي كِتَابِ اللَّهِ الشَّيْطَانُ وَفِي مَوْضِعٍ كَعْبُ بْنُ الْأَشْرَفِ وَفِي مَوْضِعٍ الْأَصْنَامُ وَأَمَّا قَوْلُهُ {يُؤْمِنُونَ بِالْجِبْتِ وَالطَّاغُوتِ} فَاخْتَلَفَ فِيهِ الْمُفَسِّرُونَ

“Tavagit; tagutun çoğuludur. Tagut ise Allah’ın kitabında şeytan manasında geçmiştir. Bir yerde Ka’b b. el-Eşref, bir yerde putlar kastedilmiştir. “Cibte ve taguta iman ederler” (Nisa 51) ayetinde neyin kastedildiği hususunda ise ihtilaf etmişlerdir.”[3] Sonra seleften tagutu şeytan, kâhin, putlar şeklinde açıklayanların sözlerini isnadlarıyla zikreder. Bu konuda seleften gelenlerin tamamı, tagut ile kastedilenin ya iblis ve tayfasından olan şeytanlar veya doğrudan şeytanla irtibat halinde bulunan kahinler, sihirbazlar gibi küfür önderleri olduğu şeklindedir.

Sonra İbrahim el-Harbî rahimehullah şöyle demiştir;

وَهَذَا كُلُّهُ لَهُ وَجْهٌ فِي النَّهْيِ عَنِ الْحَلِفِ بِالطَّوَاغِيتِ لِأَنَّ وَاحِدَهَا طَاغُوتٌ وَهُوَ الشَّيْطَانُ لِأَنَّ الشَّيْطَانَ فِي قَوْلِ أَبِي عُبَيْدَةَ كُلُّ فَائِقٍ فِي الشَّرِّ مُتَمَرِّدٌ فِيهِ مِنْ إِنْسَانٍ أَوْ دَابَّةٍ فَكَأَنَّهُ نَهَاهُمْ أَنْ يَحْلِفُوا بِعُظَمَائِهِمْ وَمَنْ جَازَ الْقَدْرَ فِي الشَّرِّ وَتَمَرَّدَ كَكَعْبِ بْنِ الْأَشْرَفِ وَحُيَيِّ بْنِ أَخْطَبَ وَهُوَ أَيْضًا - لِمَنْ قَالَ هِيَ الْأَوْثَانُ فَنَهَى عَنِ الْحَلِفِ بِهَا كَاللَّاتِ وَالْعُزَّى وَإِنْ كَانَ مَا رَوَى هِشَامٌ مَحْفُوظًا فِي قَوْلِهِ الطَّوَاغِي فَإِنَّهُ جَمْعُ طَاغِيَةٍ وَلَيْسَ مِنَ الطَّوَاغِيتِ فَيَجُوزُ أَنْ يَكُونَ نَهَى أَنْ يُحْلَفَ بِمَنْ طَغَى مِنَ الطُّغْيَانِ وَجَازَ الْقَدْرَ فِي الْكُفْرِ وَالشَّرِّ كَمَا قَالَ {إِنَّا لَمَّا طَغَى الْمَاءُ}

“Bütün bunlardan sonra tagutlar üzerine yemin etmekten yasaklanmasının açısı şudur: Tavagitin tekili “Tagut”tur ki o da şeytandır. Çünkü Ebu Ubeyde’nin açıklamasına göre şeytan, şer ve isyankârlıkta üstün gelen her insan veya hayvandır. Sanki onları şer ve isyankârlıkta sınırı aşan; Ka’b b. el-Eşref, Huyey b. Ahtab gibi ileri gelenleri üzerine yemin etmekten yasaklamış gibidir. Yine kastedilenin putlar olduğunu söylemiştir ki, yasak Lat ve Uzza üzerine yemin etmek hakkındadır. Eğer Hişam’ın rivayetindeki “et-Tavagî” lafzı mahfuz olsaydı, bu tagiye kelimesinin çoğuludur. Tavagit değildir. Bu durumda küfür ve şer konusunda haddini aşan her tugyan ehli hakkında kullanılması caiz olurdu. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur; “Su taştığı zaman” (Hakka 11)”[4]

Bundan sonra İbrahim el-Harbî rahimehullah, tagâ ve tagiye kelimeleriyle tagut kelimesinin farklarına dair ayrıntılı açıklamalar yapmıştır.

Böylece Firavun hakkında kullanılan tagâ fiili, onun isyankarlıkta ve küfürde sınırı aşmasını ifade etmektedir. Yine putlar ve Rum kralları hakkında kullanılan “tagiye” kelimesi de taguttan başkadır.

Böylece anlaşılmaktadır ki, “et-Tagut” kelimesi başlı başına mustakil bir terimdir ve bu şeytan demektir. Kahinler ve sihirbazlar doğrudan şeytan ile irtibatta olup, şeytanın hükümlerinin aracıları oldukları için onlara da tagut denilmiştir. Yine putların içine şeytan girip insanları saptırmak için konuştukları için putlar hakkında da tagut terimi kullanılmıştır.

Allah’ın kanunlarına karşı azgınlık eden yöneticiler ile sapıklık önderleri ise doğrudan değil, dolaylı olarak şeytanla irtibatlı olduklarından onlar hakkında tagâ ve tagiye isimleri kullanılır. Bunlara tagut denmesi ise mubalağalı bir ifadedir. Lakin kişinin İslam’a girmesinin şartı olan “Tagutu tekfir”; şeytana, İslam’a girmeye engel olan herşeye uymayı, şirki ve şirkin davetçilerini reddederek Allah’a itaat etmektir.

İki şehadet kelimesini (Allah’tan başka ibadete layık hak ilah olmadığını ve Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’in Allah’ın kulu ve rasulü olduğunu) ikrar ederek İslam’a giren kimse zaten tagutu tekfir etmiş demektir. Bu ikrarı yerine getirerek müslüman olmuş kimseye, falan ve filan yöneticiyi kâfir saymadıkça müslüman olmayacağını, çünkü tagutu tekfir etmemiş olacağını söylemek ise asırlar sonra uydurulmuş bir bid’attir.



[1] Muslim'in şartına göre sahih. Ziyau'l-Makdisi el-Muhtâre (3/147)

[2] Darekutni Rüyetullah (29)

[3] Garibu’l-Hadis (2/642)

[4] Garibu’l-Hadis (2/644)

İbn Mes'ud Radıyallahu Anh'ın Maide 44 Tefsiri ve Plandemi Küfrü

 

Seleme b. Kuheyl rahimehullah’tan;

عَنْ عَلْقَمَةَ وَمَسْرُوقٍ أَنَّهُمَا سَأَلَا ابْنَ مَسْعُودٍ عَنِ الرِّشْوَةِ فَقَالَ مِنَ السُّحْتِ قَالَ فَقَالَا أَفِي الْحُكْمِ؟ قَالَ ذَاكَ الْكُفْرُ ثُمَّ تَلَا هَذِهِ الْآيَةَ وَمَنْ لَمْ يَحْكُمْ بِمَا أَنْزَلَ اللَّهُ فَأُولَئِكَ هُمُ الْكَافِرُونَ

“Alkame ve Mesruk rahimehumallah İbn Mes’ud radıyallahu anh’e rüşvet hakkında sordular. O da; “Suht’tandır” dedi. Dediler ki; “Hüküm hakkında mı?” İbn Mes’ud radıyallahu anh dedi ki;

“O küfürdür.” Sonra şu ayeti okudu; “Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyenler, işte onlar kâfirlerdir.” (Maide 44)”[1]

Ebu’d-Duha rahimehullah, Mesruk yoluyla aynısını rivayet etti.[2]

Salim b. Ebi’l-Ca’d rahimehullah’tan; “Mesruk rahimehullah dedi ki;

سَأَلْتُ ابْنَ مَسْعُودٍ عَنِ السُّحْت أَهُوَ الرِّشوة فِي الْحُكْمِ؟ قَالَ لَا وَمَنْ لَمْ يَحْكُمْ بِمَا أَنْزَلَ اللَّهُ فَأُولَئِكَ هُمُ الْكَافِرُونَ وَالظَّالِمُونَ وَالْفَاسِقُونَ وَلَكِنَّ السُّحْت أَنْ يَسْتَعِينَكَ رَجُلٌ عَلَى مَظْلَمَةٍ فَيُهْدِيَ لَكَ فَتَقْبَلَهُ فَذَلِكَ السُّحت

“İbn Mes’ud radıyallahu anh’e; “Suht hükümde rüşvet midir?” diye sordum. Dedi ki;

“Hayır, Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyenler, işte onlar kâfirlerdir, zalimlerdir ve fasıklardır. Lakin suht, zulme uğramış bir kimseye yardım etmene karşılık onun sana hediye vermesi ve senin de bunu kabul etmendir. İşte suht budur.”[3]

Ebu’l-Ahvas rahimehullah’tan; “İbn Mes’ud radıyallahu anh dedi ki:

الرِّشْوَةُ فِي الْحُكْمِ كُفْرٌ وَهِيَ بَيْنَ النَّاسِ سُحْتٌ

“Hükümde rüşvet bir küfürdür. Bu insanlar arasındaki suhttur.”[4]

Zirr b. Hubeyş rahimehullah’tan; Abdullah b. Mes’ud radıyallahu anh dedi ki;

السُّحْتُ الرِّشْوَةُ فِي الدِّينِ

“Suht, dinde rüşvet almaktır.”[5]

İbn Mes’ud radıyallahu anh, ilk rivayette hükümde rüşvet yani haramı helal kılma veya helali haram kılma konusunda rüşvet almak suretiyle Allah’ın hükmünü değiştirerek hükümde bulunmanın (tebdilin) küfür olduğunu marifeli olarak “zâke’l-küfr” diye ifade etmiştir. Bunu marifeli olarak belirtmesi büyük küfrü kastettiğini gösterir.

İbn Mes’ud radıyallahu anh’den namazın terkinin hükmü hakkında da şöyle rivayet edilmiştir:

El-Kasım b. Abdirrahman ve el-Hasen b. Sa’d dediler ki:

عَنِ ابْنِ مَسْعُودٍ أَنَّهُ قِيلَ لَهُ إِنَّ اللَّهَ جلّ وعزّ يُكْثِرُ ذِكْرَ الصَّلَاةِ فِي الْقُرْآنِ الَّذِينَ هُمْ عَنْ صَلَاتِهِمْ سَاهُونَ وَ عَلَى صَلَاتِهِمْ دَائِمُونَ وَ عَلَى صَلَاتِهِمْ يُحَافِظُونَ فَقَالَ ابْنُ مَسْعُودٍ عَلَى مَوَاقِيتِهَا قَالُوا مَا كُنَّا نَرَى ذَلِكَ إِلَّا عَلَى التَّرْكِ قَالَ ذَاكَ الْكُفْرُ

“İbn Mes’ud radıyallahu anh’e denildi ki; “Allah Azze ve Celle Kur’ân’da namazı çokça zikretmiştir. “Onlar namazlarından gafildirler” (Maun 5) “Namazlarında devamlıdırlar” (Mearic 23) “Namazlarını muhafaza ederler” (En’am 92) İbn Mes’ud radıyallahu anh dedi ki:

“Yani vakitlerini muhafaza ederler.” Dediler ki; “Biz bunun ancak namazı terk etmek hakkında olduğunu görüyoruz.” İbn Mes’ud radıyallahu anh dedi ki;

“O (namazın terki) küfürdür.”[6]

Bu rivayette de “zâke’l-kufr” ifadesini kullanmıştır.

Küfr kelimesi elif lamlı olarak el-Kufr şeklinde geldiği zaman, bununla küçük küfrün kastedildiğine dair bir delil veya karine bulunmadıkça bunda aslolan büyük küfrün kastedilmesidir.[7]

Bu yüzden İbn Teymiyye rahimehullah, İbn Mes’ud radıyallahu anh’ın namaz hakkındaki sözünü büyük küfrü kastettiğine yorumlamış ve şöyle demiştir:

“İbn Mesúd radıyallahu anh ve başkalarının sözünde de böyledir. Bununla beraber namazın vaktini geçirmek küfür değildir. Ancak namazı tamamen terk etmenin küfür olduğunu açıklamışlardır. Bu da ancak dinden çıkaran küfür hakkında söz konusu olur.”[8]

İbn Mes’ud radıyallahu anh’ın hükümlerde zulmetmek konusundaki sözünün zahiri de bunu göstermektedir. Bu da rüşvet verilmesi sebebiyle Allah’ın hükmünü gizlemek, sonra da başka bir yalan hükmü Allah’a nispet etmektir. Nitekim delil getirdiği ayetin akışı da buna delalet eder:

وَلَا تَشْتَرُوا بِآيَاتِي ثَمَنًا قَلِيلًا وَمَنْ لَمْ يَحْكُمْ بِمَا أَنْزَلَ اللَّهُ فَأُولَئِكَ هُمُ الْكَافِرُونَ

Ayetlerimi az bir bedel karşılığında satmayın! Kim Allah’ın indirdiği ile hükmetmezse işte onlar kâfirlerdir.” (Maide 44)

Ebu Bekr el-Cessâs rahimehullah şöyle demiştir; “Hükümlerde rüşvet almanın haramlığı da bunlardandır. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur; “Ayetlerimi az bir bedel karşılığında satmayın!” (Maide 44) Yine; “Kim Allah’ın indirdikleriyle hükmetmezse işte onlar kâfirlerdir” (Maide 44) buyurmuştur. İbn Abbas radıyallahu anhuma dedi ki;

هُوَ فِي الْجَاحِدِ لِحُكْمِ اللَّهِ

“Bu Allah’ın hükmünü inkâr eden hakkındadır.”[9] Yine bunun Yahudiler hakkında özel olduğu söylendi. İbn Mes’ud, el-Hasen ve İbrahim (en-Nehaî) dediler ki: “Bu geneldir.” Yani Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyip, başka bir hükmün Allah’ın hükmü olduğunu belirterek hükmetmek hakkında geneldir. Kim böyle yaparsa kâfir olur.”[10]

İbnu’l-Arabî rahimehullah dedi ki: “Allah Teâlâ’nın: “Kim Allah’ın indirdiği ile hükmetmezse işte onlar kâfirlerdir” (Maide 44) ayeti hakkında Tavus ve başkaları dediler ki:

لَيْسَ بِكُفْرٍ يُنْقَلُ عَنِ الْمِلَّةِ وَلَكِنَّهُ كُفْرٌ دُونَ كُفْرٍ

“Dinden çıkaran küfür değildir. Lakin küfrün altında bir küfürdür.”[11] Bunda farklı durumlar vardır. Eğer kendisinden olan hükmü Allah’ın katından diyerek hükmederse bu tebdildir (dinde değiştirmedir) ve (büyük) küfrü gerektirir. Eğer heva ve masiyet olarak bununla hükmederse o bir günahtır. Ehl-i Sünnet’in günahkârların bağışlanması hakkındaki esasına göre bu bağışlanabilir.”[12]

İbn Teymiyye rahimehullah şöyle demiştir: “Kişi, haram oluşunda icma bulunan bir şeyi helal saydığı veya helal oluşunda icma bulunan bir şeyi haram saydığı zaman yahut dinden oluşunda icma bulunan bir kuralı değiştirdiği zaman bütün fakihlerin ittifakıyla mürted bir kâfir olur. İki görüşten birine göre Allah Teâlâ’nın şu ayeti böylesi bir durum hakkında indirilmiştir; “Kim Allah’ın indirdiğiyle hükmetmezse işte onlar kâfirlerdir” (Maide 44) Yani bu Allah’ın indirdiğinden başkasıyla hükmetmeyi helal sayan hakkındadır… Üçüncüsü, değiştirilmiş din kuralı, Allah ve rasulü sallallahu aleyhi ve sellem adına yalan söylemek, insanlara bâtıl şahitlikte bulunmak ve benzerleri gibi apaçık zulümdür. Kim bu (değiştirilmiş hükmün) Allah’ın dininden olduğunu söylerse tartışmasız olarak kâfir olur. Mesela; “Kan ve leş helaldir” diyen kimse gibi. Şayet “Benim mezhebim (görüşüm) budur” derse dahi durum aynıdır.”[13]

Bu açıklamalar ortaya koymaktadır ki, İbn Abbas radıyallahu anhuma’nın Maide 44. Ayetinin tefsiri hakkında söylediği “Küçük küfür” veya “küfrün altında bir küfür” sözü ile İbn Mes’ud radıyallahu anh’ın aynı ayet hakkında söylediği şey birbirine zıt sözler değildir.

Bilakis İbn Abbas radıyallahu anhuma, Allah’ın indirdiği hükmü inkâr etmediği halde onunla hükmetmeyenin küfrünün dinden çıkarmayan küçük küfür, yani büyük günah olduğunu ifade etmektedir.

İbn Mes’ud radıyallahu anh’ın sözü ise dünyalık menfaatler karşılığında Allah’ın dinini satan, Allah’ın hükmünü değiştirerek uydurulmuş hükmü Allah’a ve dinine nispet eden, yani Allah’ın dininde tebdilde bulunanın küfrünün büyük küfür olduğu hakkındadır.

Böylece Huzeyfe radıyallahu anh’ın Maide 44. Ayetinin kitap ehlini de, bu ümmeti de kapsadığını ifade etmesi de aynı şeyi ifade eder. Yani bu ümmetten birileri de Yahudilerin yaptıkları gibi Allah’ın dininde tebdilde bulunmaya kalkarsa elbette kâfir olur.

Nitekim plandemi senaryosunda binlerce müslüman ok gibi Allah’ın dininden irtidat etmişler, alimleri dünyalık menfaatler için üzerinde kitap, mütevatir sünnet ve icma bulunan apaçık dini hükümleri, cemaatle namaz farzını, haccı, safların birleştirilmesi farzını vb. gizlemişler, kendi uydurdukları hükümleri Allah’ın dinine nispet ederek cemaate gelmemenin, safları ayırmanın, hacca gitmemenin, maske takmanın farz olduğu hükmünü uydurarak Allah’ın dinine nispet etmişler, alimlerini rab edinen avam da onları Allah’a ortak koşarak açıkça müşrik olmuşlardır.

Nitekim “Dinlerini Satarak Kâfir Olan Topluluklar” adlı risalemde tahkik ettiğim üzere mütevatir olarak gelen rivayetlerde Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem ahir zamanda ümmetinden birçok kimselerin dinlerini dünyalık menfaatler karşılığında satarak kâfir olacağını haber vermiş, bunun sonrasında imanları olmayan bir topluluğun namaz kılacaklarını, mescidlerde toplanıp Kur’ân okuyacaklarını bildirmiştir.

Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’in haber verdiği gibi, Korona komplosu esnasında girmiş oldukları küfürlerden tevbe etmeyen, aslında Allah’a ve rasulüne iman etmemiş olan topluluklar, plandemi sonrasında namaz kılmakta, Kur’ân okumaktadırlar.

Kays b. es-Seken rahimehullah’tan: “Huzeyfe radıyallahu anh şöyle dedi:

يَأْتِي عَلَى النَّاسِ زَمَانٌ لَوْ رَمَيْتَ بِسَهْمٍ يَوْمَ الْجُمُعَةِ لَمْ يُصِبْ إِلَّا كَافِرًا أَوْ مُنَافِقًا

“İnsanlar üzerine bir zaman gelecek, şayet Cuma günü bir ok atsan, ancak bir kâfire veya münafığa isabet edecektir.”[14]



[1] Sahih mevkuf. Taberî Tefsir (8/432) Said b. Mansur Sunen (4/1472) Hallal, es-Sunne’de Seleme b. Kuheyl – Alkame ve el-Esved yoluyla; (1412)

[2] Hasen mevkuf. Hallal es-Sunne (1411)

[3] Sahih mevkuf. Said b. Mansur Tefsir (741) Taberî Tefsir (8/429) Ebu Ya’la (9/173) Taberânî Mu'cemu'l-Kebîr (9/225) İbnu’l-Munzir el-Evsat (6548) Hallal es-Sunne (1413)

[4] Hasen mevkuf. Taberânî Mu'cemu'l-Kebîr (9/226) Muhammed b. Halef el-Veki Ahbaru’l-Kudat (1/52) Ravilerinden Hammad b. Yahya el-Ebeh el-Basri sika olmakla beraber, Ebû Dâvûd onun hakkında; “Diğer insanların hata ettiği gibi o da hata eder” demiştir. Bkz.; Zehebi el-Kaşif (1/350) İbn Hacer; “Saduk, hata eder” demiştir. Bkz.; Takribu’t-Tehzib (s.179) Busayri, İthafu’l-Hiyera’da (5/394) bu rivayet hakkında “Taberani sahih isnad ile rivayet etmiştir” dedi.

[5] Hasen mevkuf. Taberânî Mu'cemu'l-Kebîr (9/226)

[6] Hasen ligayrihi. Taberî Tefsir (15/569) el-Lalekai (1532) Mervezi Ta’zimu Kadri’s-Salat (62) El-Kasım b. Abdirrahman ve el-Hasen b. Sa’d, İbn Mes’ud radıyallahu anh’den işitmemişlerdir. İbn Abdilber’in et-Temhid’de (4/230) rivayetinde el-Hasen b. Sa’d – Abdurrahman b. Abdillah b. Mes’ud – İbn Mes’ud radıyallahu anh yoluyla rivayet edilmiştir.

[7] Bkz.; İbn Teymiytye Şerhu’l-Umde (s.82)

[8] Şerhu’l-Umde (s.83)

[9] Başka bir yerde bu lafızla bulamadım. Ancak bu ifade, İbn Abbas radıyallahu anhuma’dan bu ayetin tefsiri hakkında sabit olan meşhur rivayetlerin manasındadır. Muhtemelen Cessas mana olarak İbn Abbas’a bu şekilde nispet etmiştir.

[10] Cessas Ahkamu’l-Kur’ân (4/92-93)

[11] Sahih maktu. Taberî Tefsir (8/465) İbn Batta el-İbane (1006) Mervezi Tazimu Kadri’s-Salat (574) Hallal es-Sunne (1418)

[12] İbnu’l-Arabi Ahkamu’l-Kur’ân (2/624-625)

[13] Mecmuu’l-Fetava (3/267-268)

[14] Muslim'in şartına göre sahih. İbn Batta el-İbane (1/175)

5 Mart 2024 Salı

Suya Okuyarak Rukye Yapmak

Soru: Suya rukye okuyup tedavi için hastaya içirmek caiz midir?

Şeyh Mukbil b. Hadi el-Vadiî rahimehullah’ın cevabı:

Buna bir mani bilmiyorum. Bildiğim kadarıyla bu uygulama Nebî sallallahu aleyhi ve sellem’den varid olmamıştır. Ben, hiç varid olmamıştır demiyorum, Nebî sallallahu aleyhi ve sellem’den sahih olarak gelmemiştir. Bunda bir mani de bilmiyorum. Zira Nebî sallallahu aleyhi ve sellem; “Şirk içermediği takdirde rukyede bir sakınca yoktur” buyurmuştur. Yine: “Kardeşine faydalı olabilen bunu yapsın” buyurmuştur.”

Ebu Muaz’ın notu: Şeyh Mukbil rahimehullah’ın zikrettiği hadisler şunlardır;

Avf b. Mâlik el-Eşcaî radıyallahu anh’den: “Bizler Cahiliyye’de rukye yapardık. “Ey Allah’ın rasulü! Buna ne dersin?” dedik. Şöyle buyurdu:

اعْرِضُوا عَلَيَّ رُقَاكُمْ لَا بَأْسَ بِالرُّقَى مَا لَمْ يَكُنْ فِيهِ شِرْكٌ

Rukyelerinizi bana arz edin. İçinde şirk bulunmadığı sürece rukyede sakınca yoktur.”[1]

Câbir b. Abdillah radıyallahu anh’den: “Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem rukyelerden yasakladı. Amr b. Hazm ailesi Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’e geldiler ve:

يَا رَسُولَ اللهِ إِنَّهُ كَانَتْ عِنْدَنَا رُقْيَةٌ نَرْقِي بِهَا مِنَ الْعَقْرَبِ وَإِنَّكَ نَهَيْتَ عَنِ الرُّقَى قَالَ فَعَرَضُوهَا عَلَيْهِ فَقَالَ مَا أَرَى بَأْسًا مَنِ اسْتَطَاعَ مِنْكُمْ أَنْ يَنْفَعَ أَخَاهُ فَلْيَنْفَعْهُ

“Ey Allah’ın rasülü! Bizde akrep sokmasına karşı yaptığımız rukyeler var. Sen de rukyelerden yasakladın” dediler. Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’e o rukyeleri arz ettiler. Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem:

Bunda sakınca görmüyorum. Kardeşine faydalı olabileniniz ona faydalı olsun” buyurdu.[2]

Suya okumak ve hastaya içirmek hakkında Sünnet Ehlinin imamı Ahmed b. Hanbel rahimehullah’tan şu rivayetler gelmiştir:

Harb el-Kirmani rahimehullah dedi ki:

قلت لأحمد فالقراءة في الماء ‌للتعويذ؟ فكأنه سهّل

“Ahmed b. Hanbel rahimehullah’a “Korunmak için suya okunabilir mi?” dedim. Sanki bunu onayladı.[3]

Ebû Dâvûd rahimehullah dedi ki:

سَمِعْتُ أَحْمَدَ سُئِلَ عَنِ الرَّجُلِ يَكْتُبُ الْقَرْآنَ فِي شَيْءٍ ثُمَّ يَغْسِلُهُ وَيَشْرَبُهُ؟ قَالَ أَرْجُو أَنْ لَا يَكُونَ بِهِ بَأْسٌ سَمِعْتُ أَحْمَدَ قِيلَ لَهُ يَكْتُبُهُ فِي شَيْءٍ ثُمَّ يَغْسِلُهُ فَيَغْتَسِلُ بِهِ؟ قَالَ لَمْ أَسْمَعْ فِيهِ بِشَيْءٍ

“Ahmed rahimehullah’a bir şeye Kur’ân yazan sonra onu yıkayıp içen kimse hakkında sorulunca şöyle dediğini işittim:

“Umarım bunda bir sakınca yoktur.” Yine Ahmed rahimehullah’a denildi ki: “Kişi bir şeye yazıyor, sonra onu yıkayıp bu suyla guslediyor.” Dedi ki:

“Bu konuda bir şey işitmedim.”[4]

Abdullah b. Ahmed b. Hanbel rahimehullah dedi ki:

رأيت أبى يكتب التعاويذ للذى يفزئع للحمى لأهله وقراباته ويكتب للمرأة إذا عسر عليها الولادة فى جام أو شيء لطيف ويكتب حديث ابن عباس إلا أنه كان يفعل ذلك عند وقوع البلاء ولم أره يفعل هذا قبل وقوع البلاء ورأيته يعوذ فى الماء ويشربه المريض ويصب على رأسه منه قال عبد اللّه بن أحمد قرأت على أبى يعلى ابن عبيد قال حدثنا سفيان عن محمد بن أبى ليلى عن الحكم عن سعيد ابن جبير عن ابن عباس قال إذا عسر على المرأة ولادتها فلتكتب بسم اللّه الّذي لا إله إلا اللّه الحليم الكريم سبحان اللّه رب العرش العظيم الحمد للّه رب العالمين كَأَنَّهُمْ يَوْمَ يَرَوْنَ ما يُوعَدُونَ لَمْ يَلْبَثُوا إِلَّا ساعَةً مِنْ نَهارٍ بَلاغٌ فَهَلْ يُهْلَكُ إِلَّا الْقَوْمُ الْفاسِقُونَ قال أبى وزاد فيه وكيع وينضح ما دون سرتها

“Babam rahimehullah’ı ailesinin ve akrabalarının hummâ (ateş) sıkıntılarından dolayı taviz yazarken gördüm. Yine doğum zorluğu olan kadın için bir cam kâseye yazarken gördüm. İbn Abbas radıyallahu anhuma hadisini yazardı. Ancak bunu belanın meydana gelmesinden sonra yapardı. Belanın meydana gelmesinden önce yaptığını görmedim. Suya sığınma duası okuyup hastaya içirdiğini ve başı üzerinden serptiğini gördüm.” Abdullah b. Ahmed rahimehullah dedi ki:

“Babama okudum, o Ya’la b. Ubeyd’den rivayet etti, dedi ki: bize Sufyan tahdis etti, o Muhammed b. Ebi Leyla’dan, o el-Hakem’den, o Said b. Cubeyr’den, o İbn Abbas radıyallahu anhuma’dan şöyle dediğini rivayet etti:

“Kadın doğumda zorlanırsa şöyle yazsın: el-Halim ve el-Kerim olan, kendisinden başka ibadete layık hak ilah olmayan Allah’ın adıyla. Yüce arşın rabbi Allah noksanlardan munezzehtir. Hamd âlemlerin rabbi Allah içindir.

Onlar, tehdit edildikleri şeyi gördükleri gün, sanki gündüzün yalnızca bir saati kadar yaşamışlardır. Bir tebliğdir. Artık fasıklar topluluğundan başkası helak edilir mi ki?” (Ahkâf 35)[5] Babam (Ahmed b. Hanbel) dedi ki: “Veki şu ziyadeyle rivayet etti:

“Bu su göbeğinden aşağı tarafına serpiştirilir.”[6]

Salih b. Ahmed b. Hanbel rahimehullah dedi ki:

كنت ربما اعتللت فيأخذ أبى قدحا فيه ماء فيقرأ فيه ثم يقول اشرب منه واغسل وجهك ويديك

“Ben bazen hastalandığımda babam içinde su bulunan bir kap alır, ona okur, sonra: “Bundan iç, yüzünü ve ellerini yıka” derdi.”[7]



[1] Sahih. Muslim (2200)

[2] Sahih. Muslim (2199)

[3] Harb, Mesail (1279) Kirmani es-Sunne (556)

[4] Ebû Dâvûd Mesail (1673)

[5] İbnu’s-Sunni Amelu’l-Yevm ve’l-Leyle (s.231) İsnadında Muhammed b. Abdirrahman b. Ebi Leyla vardır. İbn Hacer onun hakkında: “Saduktur, ezberi çok kötüdür” demiştir.

[6] Abdullah b. Ahmed Mesail (1623)

[7] İbnu’l-Cevzi Menakibu’l-İmam Ahmed (s.242)

3 Mart 2024 Pazar

Kur’ân Kıraatinde Yaygın Yanlışlar

 Günümüzde – hatta asırlardan beri – uygulanagelmekte olan tecvid kurallarının çoğu Nebî sallallahu aleyhi ve sellem’e ve ashabına dayanmaz. Aslolan Kur’ân’ı Allah Azze ve Celle’nin emrettiği gibi, tertîl ile (tane tane, manasını tedebbür ederek) okumaktır. Bu sebeple tecvid ile kıraati vacip gören âlimlerin tecvîd ile kastettikleri şey tertîldir. Öncelikle bunun bilinmesi gerekir.

Nebî sallallahu aleyhi ve sellem’in kıraat şekli olarak bize ulaşan tek bilgi, her ayet sonunda durarak okuduğu, med gereken yerlerde med yaptığıdır. Bu da iki hareke (veya bir elif) miktarı uzatmaktır.

Katade rahimehullah’tan: “Enes radiyallahu anh’e: “Nebî sallallahu aleyhi ve sellem’in kıraati nasıldı?” diye soruldu. Dedi ki:

كَانَتْ مَدًّا ثُمَّ قَرَأَ {بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ} يَمُدُّ بِبِسْمِ اللَّهِ وَيَمُدُّ بِالرَّحْمَنِ وَيَمُدُّ بِالرَّحِيمِ

“Uzatarak okurdu.” Sonra “Rahman ve Rahim Allah’ın adıyla” (Fatiha 1) ayetini okudu, Bismillâh derken uzattı, er-Rahmân derken uzattı, er-Rahîm derken uzattı.”[1]

Yani Nebî sallallahu aleyhi ve sellem sadece medd-i tabî uygulamıştır.

Muaviye b. Kurre rahimehullah, Abdullah b. Mugaffel el-Muzenî radiyallahu anh’den rivayet ediyor:

رَأَيْتُ رَسُولَ اللَّهِ صَلَّى اللهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ يَوْمَ الفَتْحِ عَلَى نَاقَةٍ لَهُ يَقْرَأُ سُورَةَ الفَتْحِ - أَوْ مِنْ سُورَةِ الفَتْحِ - قَالَ فَرَجَّعَ فِيهَا قَالَ ثُمَّ قَرَأَ مُعَاوِيَةُ يَحْكِي قِرَاءَةَ ابْنِ مُغَفَّلٍ وَقَالَ لَوْلاَ أَنْ يَجْتَمِعَ النَّاسُ عَلَيْكُمْ لَرَجَّعْتُ كَمَا رَجَّعَ ابْنُ مُغَفَّلٍ يَحْكِي النَّبِيَّ صَلَّى اللهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ فَقُلْتُ لِمُعَاوِيَةَ كَيْفَ كَانَ تَرْجِيعُهُ؟ قَالَ آآ آ ثَلاَثَ مَرَّاتٍ

“Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’i fetih günü devesinin üzerinde Fetih suresini veya Fetih suresinden ayetler okurken gördüm. (Bineğin üzerinde olmasından dolayı) tercî yapıyordu.” Sonra Muaviye b. Kurre, İbn Mugaffel’in okumasını anlatarak dedi ki:

“Şayet insanlar üzerinize toplanmayacak olsalar İbn Mugaffel’in Nebî sallallahu aleyhi ve sellem’den naklettiği tercî’yi size yapardım.” (Şu’be rahimehullah) dedi ki: Muaviye rahimehullah’a:

“O nasıl tercî yaptı?” dedim. Dedi ki: “Üç elif miktarı uzattı.”[2]

Bu rivayette Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’in üç elif miktarı uzatarak okuduğu ifade edilmektedir.

Dört elif miktarı veya daha fazlası gibi takdirler Nebî sallallahu aleyhi ve sellem’den ve ashabından sabit olmayıp, asırlar sonra te’lif edilmiş kıraat kitaplarında zikredilmektedir. Bu fazladan uzatmalar ve gunneler sonraki asırlarda musiki makamlarına uydurabilmek için alet edinilmiştir!

Med yapılması gereken yerlerde acele edip med uygulamadan okumak ve uzatılmayacak yerleri uzatmak caiz değildir, manayı değiştirir. Meselâ “يَتُوبُوا” kelimesinde her iki vav harfinin de iki hareke miktarı uzatılması gerekir. Bu kelimeyi “Yetûbu” şeklinde, ikinci vavı uzatmadan okumak ve benzerleri gibi hatalar çokça yapılmaktadır ve bu manayı değiştirir.

Daha da çirkini nefiy için gelen “لا” veya “ما” kelimelerini uzatmadan geçmek cümleyi tam tersi bir manaya çevirir. Mesela bazıları “لا شريك له” (O’nun bir ortağı yoktur) ifadesini “le şerike leh” şeklinde okuyorlar ki, bu durumda manası; “Elbette O’nun bir ortağı vardır” manasına dönmektedir!

Gunne, idgam, ihfa gibi tecvid kaidelerini Nebî sallallahu aleyhi ve sellem’in veya ashabının uyguladıklarına dair bir delil elimizde mevcut değildir. Yalnızca İbn Mes’ud radıyallahu anh’den sakin mimden sonra be harfi geldiğinde dudak ihfası yaptığına dair rivayet isnad edilmiştir. Bu yüzden hiç kimse gunne, idgam ve ihfa gibi kuralları uygulamanın vacip olduğunu iddia edemez.

Lakin bu uygulamanın bid’at olduğu da söylenemez! Çünkü bu uygulamalar Arap dilinde mevcut olan şeylerdir ve Kur’ân Arap dilinde nazil olmuştur. Hiçbir âlim de bunların bid’at olduğunu söylememiştir. Kıraat muşafehe yoluyla (ağızdan alınıp öğrenilerek) nakledilen bir bilgi olduğundan idgam ve gunneler bu şekilde hocadan öğrenilerek nakledilegelmiş olabilir. Nitekim bu Arap dilinin tabiatinde vardır. Mesela “الَّا” kelimesinin aslı “ان” ve “لا” edatlarının, “مما” kelimesinin aslı da “من” ve “ما” edatlarının birleştirilerek idgam edilmesidir.

Evet, bu idgam, gunne ve ihfaları yapmak vacip değildir, lakin bir sonraki maddede zikredeceğim yanlıştan sakınan kimselerin bunu uygulamaları güzeldir. Çünkü bunlar Arap lehçelerinde mevcut olan lehçelerdir. Mesela Nebî sallallahu aleyhi ve sellem, marife takısı olan “ال” takısını şemsî ve kamerî harf farketmeksizin “ام” olarak okuyan Himyer lehçesi ile de konuşmuş

لَيْسَ مِنْ امْبِرِّ امْصِيَامُ فِي امْسَفَرِ

 “(Yolculukta oruç tutmak daha faziletli değildir)” şeklinde telaffuz etmiştir.[3]

Kur’ân’ın yedi harf üzere nazil olması hakkındaki hadisler de bu lehçelere yorumlanmıştır. Dolayısıyla Arap dilinde mevcut olan lehçelerle Kur’ân’ı okumaya karşı çıkılmaz. İdgam ve ihfa gibi uygulamalar da Arap lehçesinde mevcuttur. İnsanlar bu lehçelere göre Kur’ân’ı öğrenip okumaya devam edegelmişler, kimse buna karşı çıkmamıştır.

Bu konuda dikkat edilmesi gereken şey, gunne ve iki harekeden fazla yapılan uzatmaların uzun zamanlardan beri musikî makamlarına tatbik etmek üzere şekillendirilmesi bid’atinin yaygınlaşmasına basamak kılınmış olmasıdır! Bu bid’ati çıkaranlar, Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’in Fetih günü bineği üzerinde yaptığı kıraatte bineğinin hareketinden dolayı sesinin terci’ yapmış gibi (sesi dalgalanarak) çıkmasını sanki kasıtlı yaptığı bir şeymiş gibi te’vil ederek kıraatte birçok sapıklık kapısı açmışlardır.

Bu bozuk te’vile dayanarak, kıraati musiki makamlarına uydurabilmek için med yapılan yerlerde iki harekeden fazla uzatmalar yapmayı, gunnelerle de makamları döndürmeyi amaçlamışlardır. Bu yüzden maalesef internet üzerinde yayınlanan, meşhur kârîlerin, namaz imamlarının vs. okudukları kıraatlerin istisnasız tamamı musikî makamlarına göre okunan, dinlenilmesi de bid’at olan kıraatlerdir!

Harflerin mahreçleri konusunda Arap olmayanlar, Arap gibi okumaya kendisini zorluyor, Arapların bile yapmadıkları aşırılıklar ve zorlamalar yapıyorlar! Özellikle dat, tı, ayn, hı gibi harflerde! Bu genellikle riyâkar kâriler tarafından şart koşuluyor, bilmeyen kimselerden ihlaslı olanları ise, Kur’ân’ı bu şekilde gırtlak patlatarak okumayınca kıraatinin yanlış olacağı zannıyla özellikle gırtlak harflerinde abartılı bir lüzumsuz gayretkeşlik ortaya çıkıyor!

Bilakis kişi normal ve kolay bir okuyuşla, harflerin birbirinden ayrıldıkları mahreçleri eda etmek suretiyle, abartısız ve yapmacık olmayan bir tarzda okumalı, daha çok okuğu şeyin manasını tedebbür etmeye odaklanmalıdır. Mahreçler konusunda aşırıya kaçmak, asıl maksattan uzaklaştırır. Mesela dat harfinin mahreç tarifi Mısırlılara göre başka, Şam’lılara göre başka, Iraklılara göre başka, Necid’lilere göre daha başkadır! Dolayısıyla bu harfi, bu mahreç metodlarından birine göre öğrenen kimse, diğer metoda göre öğrenen kimseye karşı çıkarsa cahillik etmiş olur.

Bu yüzden mahreçler konusunda Kur’ân’ı yeni öğrenenlere harflerinin mahreçlerini birbirinden ayırmayı öğretmek, sonra Kur’ân’ı okurken yapmacıklık ve taklitten uzak, doğal ve düz, makamsız, konuşur gibi bir okuyuşla okumayı öğretmek gerekir.

Bu açıklananlar anlaşıldıysa, kesinlikle Kur’ân öğrenen kişiler internetten, kasetlerden vb. yayınlanan kıraatlerle kendisini geliştirmeye kalkışmamalıdır! Çünkü bu kıraatlerin tamamı bid’at ve dinlenilmesi, namazda veya namaz dışında okunması caiz olmayan kıraat şekilleridir! Kâbe imamının, Mescidi Nebevi imamının kıraati diye aldanmamalıdır!



[1] Sahih. Buhârî (5046, 5045)

[2] Sahih. Buhârî (7540, 4281, 5047) Muslim (794)

[3] Sahih. Ahmed (5/434) Humeydi (864)


Meclislerin Keffareti

Meclislerin Keffareti
"Subhâneka'llâhumme ve bihamdik ve eşhedu en lâ ilâhe illâ ente estağfiruke ve etûbu ileyk" (Taberani 10/164, el-Elbânî Sahîhu'l-Câmi (4487)